30 Ağustos 2012 Perşembe

Eğ Kafayı!

Eve gelirken bir cekirge gördüm, bildiğin 41 numara ayakkabıyı zorlanmadan giyer, dolaşır. Bayağı bir büyüktü yani kendisi. Dile gelip konuşsa, milleti karşısına alıp dinletir, sözü geçen, hatrı sayılır bir birey olur. Hatta istese köyün ağası konumuna bile gelebilir kolayca. Kendisinin bu derece heybetli görüntüsünden tırsarak kaçtım ben de. Artık bana yetişemeyecek kadar uzaklaştığıma kendimi inandırdıktan ve nefes alış verişlerimi düzene soktuktan sonra, “Ben niye böyle dağla, bayırla, taşla, toprakla, arıyla, sinekle uğraşıyorum lan! Koskoca adam oldum başlarım çekirgesine de ateş böceğine de!” diyerek biraz sitemkar bir tavır takındım kendime karşı.

Bütün gün gerek birilerine laf anlatmaktan, gerekse de kendi kendime bazı cümleler kurup, bu cümleler için “Aa evet doğru lan!” ya da “Yok bee olur mu şey!” gibi içsel tepkiler vermekten yorulmuş bedenimi eve girer girmez yatağa fırlattım. Fakat sanırım fırlatma hızını yeterince ayarlayamamış olacağım ki yatağın yüzeyine çarpınca tekrar havalanıp ayağa kalktım. Birisi sanki beni kameraya çekiyor ve çektiği görüntüyü de ileri geri oynatarak kendince komik bir video bulup bunu Youtube’a yüklemek ister gibi davranıyordu. Odada benden başka kimse olmadığı için bu fikrimin bilinçaltımın nerelerinden geldiğini çok merak ettim. Resmen kendi kendimin videosunu çekip oraya buraya yükleyecek ve insanların benim salaklıklarımla dalga geçmesinden zevk alacaktım. Anlamsız düşüncelerim var bazen. Bilinçaltım cidden korkutucu boyutlara ulaşacak fikirler üretebiliyor mütemadiyen.

Yataktan geriye doğru fırlayınca “Madem ayağa kalktım, üstümü başımı değiştireyim, temiz bir insan evladı olup insanca bir yaşam süreyim” diye düşünüp dolabımın kapağını açtım. Sabah evden çıkarken dolabın içine tıkıştırdığım tişörtüm önüme düştü. Biraz buruşmuştu ama idare ederdi. Sonuçta MSN’den falan görüntülü konuşma yapmayacaktım, misafir falan da gelmeyecekti eve. Kimseye görünmeyecektim yani. Hatta kendi pisliğimin içinde boğulsam bile bir yere kadar kabul edilebilirdi bu. Az önceki “Temiz bir insan olayım, naif olayım, hatta çamaşır suyu kokayım” halimden eser kalmamıştı. Sabah odamdan çıkmadan önce, kapıya doğru yaklaşırken karşıma çıkan ve benim de kale olarak belirlediğim yatağımı hedef alarak kendimce mükemmel bir falsoyla tekmelediğim şortumu da kalenin ağlarından aldım. Yatağımın altından çekip çıkardığım şortumu da üzerime geçirdikten sonra kendimi, kendimle geçireceğim akşama hazır hissettim. Bazen her şey çok kolay olabiliyor. Bir tişört, bir şortla saatler geçirebiliyorsun ve kimse sana gelip yargılamıyor seni. Ne güzel lan!

Elimi yüzümü yıkadıktan sonra her yetişkin bireyin yapması gerektiği gibi hemen maiilerimi kontrol ettim. Pertevniyal’den gelen mailler vardı, şoför falan arayan bir abi vardı mesela, işime yaramaz diye maili sildim. Ehliyetim yoktu ki! Küçükken üç tekerlekli bisikleti bile süremezdim lan ben! Korkar, ağlardım! Ne pis korkularım varmış he, şimdi yazınca fark ettim. Bir de Boğaziçi’nden gelen kan ihtiyacı mailleri vardı, onları da sildim. Bazen gerçekten vurdumduymazlığım tavan yapabiliyor. Kendimden utandım bu hareketi yapınca ve çöp kutusuna girip, sildiğim mailleri tekrar gelen kutusuna gönderdim. Bu sefer okuyup, öyle sildim. AB Rh + bir kanım yoktu. 0 grubu bir kana sahiptim ben. Genel verici mi ne deniyor hatta bu gruba. “Anca verelim zaten, hep biz kendimizden ödün verelim, hep biz kendimizi yıpratalım, hep biz bir şeylerin peşinden koşalım, sonra da canı sıkılan ‘Ben gidiyorum ne halin varsa gör desin’, oh ne ala memleket!” diyerek kan grubundan karakter tahlili yaptım.

Biraz sinirlendiğim için odada bir o yana, bir bu yana uçuşan sinekten hıncımı çıkarmaya çalıştım sonra. “Ama adam toplar, hatta o korkunç çekirgeyi çağırır, başıma durduk yere iş açarım!” diye korktum ve bir hışımla yaklaştığım sineğin yanından “Saygılar Hocam!” diyerek kafamı eğip uzaklaştım. Kafasını eğen nasılsa ben oluyordum hep, bir kere daha eğerdik, ne olacak anasını satayım! Genel vericiyiz ya ne de olsa! Eğ kafayı gitsin!

Aaa Çıkarım Yaptım!

Minibüse bindim. Sonra kulaklığımı takıp etrafa bazı bakışlar atmaya başladım. Sonuçta mal mal oturunca bir şey beklememek lazım şu hayattan. Belki biraz bakınınca çeşitli çıkarımlar yapıp "Aa evet lan!" ya da "Oha! Yok artık!" gibi ünlemler eşliğinde hayatın anlamını çözerim diye düşündüm. Gözüme ilk takılan şey boş bir arsa oldu. Boş bir arsadan fazla bir şey de beklememek lazım bence. Boş çünkü. Çeşitli otlar var üzerinde ama fareler ve böcekler bile yememiş. O kadar boş yani, düşün. Bir arsada fare bile olmaz mı ya! Buradan bir şey çıkmazdı bana.

Hayatın amacını çözmek için seçtiğim ilk hedeften eli boş dönmenin verdiği hüzünle biraz elimdeki mp3 playera bakındım. Evirip çevirdim falan işte. Müziğin sesini açıp kıstım, tuşlarda bir sorun yoktu. Sonra hayatımdaki kendimden sonraki en uzun birlikteliği bu mp3 playerla geçirdiğimi fark ettim. 2008'de doğum günümde hediye edilen bu mp3 player tüm fırlatıp atmalarıma rağmen hala istediğim şarkıyı tak diye önüme getirebiliyordu. Adamlar yapıyordu.

Tabii yüzyıllardır kurulan bu cümleyi ben de kurunca hayat adına atmam gereken çok fazla adım olduğunu idrak ettim. "Adamlar yapıyor" cümlesi çok pis bir çaresizlik içeriyordu çünkü. "Ben yapamıyorum ama adamlar yapıyor." Bu ne lan! Bu konu hakkında biraz düşünüp benim de bir şeyler yapabileceğime kendimi inandırdım sonra. Tabii manyak bir şekilde gaza gelip mp3 player ya da milyon tane özellikli bir cep telefonu yapacak halim yoktu ama turnusol kağıdını limona, sirkeye falan batırıp kırmızı/pembe arası bir renk elde edebilirdim. Kimyayla ilgili yaptığım en düzgün iş de bu olabilir zaten bugüne kadar. Laboratuvarda renk skalasında binlerce yere denk gelebilecek ilginç turnusol kağıtları elde ettim hep ve bununla inanılmaz bir gurur duydum. Nasıl bir hayat yaşamıştım ki zaten, başka neden gurur duyabilirdim!

Sonra yanıma dünyanın en şişman insanlarından biri gelip oturdu. Abartı bir şişmanlığı vardı. Dünyası sanki sadece yemeği yemek ama bu yediklerini sindirmemek üzerine kurulmuştu. "Belki bir hastalığı falan vardır lan öyle deme!" diye bir iç ses duydum ama kadının çantasından çıkardığı tavuk döneri görünce bu sesi susturdum. Hatta ayran da açınca iç sesim kendiliğinden utanıp uzun bir sessizliğe daldı. Minibüs asfalttaki her sıkıntılı yerden geçip zıpladığında yanımdaki ayranın üzerime dökülme tehlikesi vardı ama kadın hiç oralı olmuyordu. Hayır zaten sesi çıkan bir insan da değilim, pis pis beyaz beyaz dolaşacaktım ortalıkta. "Bari pis bir şekilde dolaşmak üzerine düşünüp buradan çıkarım yapayım" dedim ama üzerime o sırada dönerin içinden pırtlayan kıvırcık düşünce hayatın düşünmeye dair bir tarafı olmadığını gördüm. Sen ne kadar sakınsan da birileri gelip bir şeyleri bozuyordu işte. Kırk yılda bir adam gibi karar alıp düzgün bir insan olayım diye oturup düşünüyorum şurada, sonra biri gelip üzerinde tuz taneleri bulunan ve et kokan bir kıvırcık atıyor üzerine! Bu saatten sonra ne umabilirsin ki zaten hayattan! Kıvırcık lan! Artık ne kadar konsantre olabilirsin düşünmeye! Bırakıp gideceksin her şeyi, fazla düşünmek de zarar zaten. Kadın 3 lokmada koca döneri bitirsin, ben de bir kıvırcık yüzünden depresyona gireyim!

Kadın son lokmayı ağzına atıyor, daha yutmadan "Mosait bu yerda inacak var!" gibi bir cümle kuruyor. Ben de arkasından hala pantolonumda duran kıvırcığa bir fiske vuruyorum. Bazen hiçbir şey düşünmeden her şeyden bir çırpıda kurtulmak lazım çünkü. "Çıkarım yaptım lan" diye sevinçle iniyorum sonra minibüsten. O değil de çıkarım yaptım lan! Turnusol kağıdından sonra gurur duyacak bir şeyim daha oldu! Ehehehe!

Tamam O Zaman

Minibüsün şoföründen aldığı ve iade etmek istediği parayı bana gösteriyor kadın. “Bak” diyor, “Burası çıkmış”. Elindeki 1 liranın ortasındaki yuvarlağın bir kısmı dışarıda, evet. Ama zorlasan içeri girer gibi sanki. Kadın ortada bir haksızlık olduğunu söylemek istiyor çünkü herkes hayatındaki her şeyin düzgün olmasını ister, ve bu haksızlığa ses çıkaran birileri olsun diye beni de kendi safına çekmeye çalışıyor. Bazen bir şeylere ses çıkarmak için neden benim seçildiğimi anlayamıyorum. Ne diyeceğim ben şimdi şoföre teyzeciğim? “Değiştir ulan şu parayı, milleti kazıklamaya utanmıyor musun şerefsiz adam!” diye bağırayım mı?

Kadın parayı bana gösterdikten ve sıkıntısını anlattıktan sonra sanırım bir tepki vermek gerekiyor. Halbuki ben tepki verebilen bir insan değilim. Ne babaannemin ölüm haberini duyduğumda tepki verebildim, ne terkedilince, ne bir haksızlıkla karşılaşınca. Zaten şu günlerde insanlarla muhabbet etme isteğim sıfıra doğru hızla yaklaşırken, kadını haklı çıkarmaya çalışacak cümleler kurmaya hiç halim yok. Hem banane zaten! Daha birinci sınıftayken, bizim sınıftan bir çocuğu sıraların örtüleri üzerinde tepinirken gördüm ve çocuk, onu şikayet ederim diye, öğretmen içeri girer girmez, gitti, beni şikayet etti. İftiraya kurban gittik, dayağı da yine biz yedik. Ben buna bile ses çıkarmadım o gün. Tamam, mallık yapmışım, “Ben basmadım lan ne yalan söylüyosun!” diye bağırıp çağırabilirdim ama nasıl bir bünyeye sahip olacağım o zamandan belliymiş zaten. Süper ezik bir profil çiziyorum şu an ama bazı gerçekleri de görmezden gelmemek gerek. Sessiz, sakin biriyim ben. Bir şey olduğu zaman “Hee öyle mi? Tamam o zaman.” tepkisini vermek en büyük alışkanlığım. Şimdi adama, “Bu para yamuk, abla haklı, değiştirin lütfen” desem ve adam da “Ben veririken düzgündü, abla yamultmuş parayı” ya da "Artık 1 liralar öyle, bir tarafı yamuk” falan dese “Hee öyle mi? Tamam o zaman.” diyip otururum yerime.

Benden hala bir tepki gelmediğini gören ve kendine yandaş arayışları hızla devam eden kadın, parayı iyice gözüme yaklaştırıyor. Para gerçekten yamuk. Ama paranın yamukluğundan ziyade içinde bulunduğum durum daha kötü. Orta yaşlı bir teyze ve ben, gözlerimizi dikmiş sessizce bir şeye bakıyoruz. Fransız sanat filminde gibiyiz; biraz daha zorlasak paranın yamukluğundan inanılmaz anlamlar çıkarıp bizi izleyenleri şaşırtacağız. “Oha, ne laf söyledi be çocuk! Helal olsun, bir paradan neler çıkardı!” gibi sözler söyleyecekler sanki benim hakkımda. Kafamı kaldırıyorum, herkes bizi izliyor. Tek bir cümleyle küçük de olsa bir kitleyi kendime hayran bırakmam mümkün. Fakat, madeni bir paraya bakarak tüm hayatı çözümleyecek anlamlar çıkarmaya meyilli bir kapasitem yok. Bir şeye uzun uzun bakıp, ondan sonra söyleyebileceğim tek cümle “Hayat işte” olur, bu da kimsenin işine yaramaz zaten.

Kadın hala tepki vermemi bekliyor, artık bir şey derim umuduyla tekrar “Yamuk di mi?” diye soruyor. Kafamı sallayıp “Evet” diyorum ve minibüsteki tek boş koltuğa oturuyorum. Mp3 player Kurban’ın “Ben” şarkısını çalmaya başlıyor, şarkı “Doğruyu söylemeyen, her şeyden bıkmış bir ben” diye devam ediyor, ben de “Olgunluk mücadele etmektir, kaçmak değil” diyorum kadın hala parayı değiştirmek için uğraşırken.

http://www.youtube.com/watch?v=vdADKZS6Av0

Duvar

Şimdi bu yazıyı okumaya başladın. Ne zamandır yazmıyordum zaten, bir değişiklik olsun. Ne yazdığımı merak ediyorsun belki. Çok büyük vaatlerde bulunamayacağım yazıyla ilgili, yine öncekilere benzer bir şey olacak sanırım. Mesela önceden mezun olsam falan diyordum, mezun da oldum ama hala çok büyük bir değişiklik yok. Bir kağıt var elimde, üzerinde Erdem Yeniceler yazıyor büyük harflerle. Bölümün gerekliliklerini yerine getirip diploma almaya hak kazanmışım. Hocalarım öyle demişler benim için sanırım, “Şimdi Allah’ı var, bitirdi çocuk bütün derslerini, verelim şu diplomayı”.

Okul bitince çok büyük şeyler olmuyor birden. Zaten kafanda milyonlarca şey olunca yapılması, ilgilenilmesi gereken, toparlayamıyorsun çoğu şeyi. Bölünebileceğin şey sayısı sınırlı di mi senin de? Yoksa tamamen bende mi bir mallık var? Mallık seviyem artmış olabilir gerçi, sabah kalkınca etrafa boş boş bakınmalar, gün içinde ne yapacağını saatine kadar ayarlamalar ama hep geç kalmalar, sebepsiz yere gülüp, durup dururken üzülmeye başlamalar falan. Okul biter, büyük adam oluruz dedik, daha zaman var sanırım buna.

Gerçi büyük adam olma yolunda aşman gereken bir çok engel var, biliyorsun di mi bunu? Bir kere tüm zorluklara göğüs germeyi çok zor olsa da öğrenmen gerekiyor. Benim gibi demoralize olma konusunda zirveye oynuyorsan, bu konuda sıkıntı yaşaman çok normal. Demoralize olmanın kitabını yazsam, çok fazla satabilir ama ben bundan yine demoralize olurum. Sanırım “Anında Demoralize Olabilen İnsanlar Hayat Hikayelerini Anlatıyor” konulu bir söyleşi düzenlense onur konuğu olarak ben seçilirim. Oradan da Guiness Genel Merkezi’ne geçer ve orada sadece üç salise içinde demoralize olup “Dünyanın En Hızlı Demoralize Olan İnsanı” rekorunu da kırarak demoralize olmuş bir şekilde eve dönerim “Ne zaman doğru düzgün bir insan olacağım ben anca antin kuntin işlerle uğraşıyorum?” diye düşünerek. Böyle de manyak bir yapım var işte benim. Daha çözebilen çıkmadı, ben bile çoğu zaman kendimi anlayamazken, başkaları tarafından anlaşılmayı çok uzun bir süre bekleyeceğim sanırım.

“İnsanlar beni anlamıyor ühühü” edebiyatı yapacak değilim burada gerçi, korkma! “Anlayabildiğin ölçüde anlaşılırsın” diye bir laf uydursam şimdi burada. Daha önce de uydurulmuş olabilir belki böyle bir şey, emin değilim, bir yerlerden de duymuş olabilirim. Ama doğru galiba bu laf birazcık. Çoğu kimseyi anlamamış olabilirim bugüne kadar, bazen öküzlüğüm tutuyor çünkü, ama anlaşılmadığımı düşündüğüm zamanlar da var. Bir de kendini anlatabilmek sıkıntı zaten benim için. Senin için de öyle oluyor mu bilmiyorum. Ben kendimi anlatmaya çalışsam da dinlenmeme ihtimali korkutuyor beni. Anlatılacak çok şey var oysa ki ama konuşma sırası bana bir türlü gelmiyor. Bebekler için derler ya “Bir konuşsa neler anlatacak!” falan diye, onun gibi bir durum işte. Ergen moduna bağladım iyice yine di mi? Sıkılmış olabilirsin okurken ama çok şey vaat edememiştim zaten.

Az önce, okuduğum duanın Arapça’sından sonra Türkçe’sine baktım, ne okuduğumu anlamak için ve o an dedim ki “Hayat ne kadar kısa ya!”. Tam olarak şu cümleyi okuyunca dedim bunu: “Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesten başkasını beklemiyorlar.” Ölüm gibi bir gerçek var ya bizim hayatımızda! Anlayışsızlık yapacak kadar uzun bir ömür yok önümüzde aslında. Birbirimizle çekişerek bir şeyleri tüketmenin anlamı yok. Anlaşılmamak böyle zamanlarda çok sıkıntı işte. Çok klişe olacak belki ama bu yazıyı okumayı bitirmeden bile ölme ihtimalimiz var senin, benim! Ne kadar korkutucu aslında di mi? Mantıklı gibi gelen ama aslında düşündüğünde çok saçma olduğunun farkına varabileceğin kısır tartışmalar sonunda her şeyi, herkesi bir anda silmek, kendini bir anda her şeyden uzaklaştırmak bazen çok anlamsız geliyor bana. Sana da öyle oluyor mu? Ölebilirim mesela ben her an. Ya da sen!

Sonuçta gururunun savaşını kazansan da kaybetsen de ganimet olarak yalnızlık kalıyor elinde. Tüm olumsuzluklara karşı bir duvar olmak gerekiyor bazen. Karşındakini anlayıp, demoralize olmadan büyük adam olmak lazım sanırım ölmeden. Konudan konuya atlayıp kafanı karıştırdım belki, ne yazdığımı fark edemedim bile, benim de kafam karışık çünkü. Nasıl bitirsem yazıyı diye düşündüm bir de. Aklıma bir şey gelmedi. Anlamadığım varsa, özür dilerim.