4 Haziran 2011 Cumartesi

Oturtmayın Beni En Öne Yaa!

Kafamı sınav kağıdından kaldırıp önümde beliren hocaya bakıyorum. “Nasıl gidiyor?” diye soruyor. Sınavda en önde oturmanın bu tarz sıkıntıları var ve solak olduğum için her sınavda en önde oturuyorum ne yazık ki.

Sınavın yapılacağı sınıfa girdiğimde solak öğrenciler için sınıfın en önünde yer ayrıldığını gördüm ve bu durum her zamanki gibi canımı sıktı. Toplumda solakların sayısı az olduğu için en önde oturtulacak kadar saygıyı hak ettiğimizi de düşünmüyorum. Ama yazı yazmak için sağ elini kullanan insanlar için hazırlanmış sıralara oturunca ve doğru düzgün yazı yazayım diye eğilip bükülünce de bel ağrısından duramadığımı bildiğim için paşa paşa gidip en öne oturuyorum.

En öne oturmaktan nefret ediyorum hem derslerde hem de sınavlarda. Hadi derslerde en önde oturunca sadece “off ineğe bak!” damgası yemekle kurtulabilirsiniz ki benim de bu tarz yorumlarda bulunmuşluğum vardır. Ama sınavda en öne oturtulmak modern bir işkence metodu gibi geliyor bana. Bir kere sınav süresince yani en az bir saat boyunca masasında oturan hocanın gözü sizde oluyor. Öğretmenlik yaptığım için de bu konuda az çok deneyimim var denebilir. Yani ister istemez en öndeki öğrencinin önündeki soruya nasıl yaklaştığını ve hangi işlemleri yaptığını o an için dizginlenemez bir merakla izliyorsunuz ve yapmış olduğu bir hatada “puhaha yok artık, salaklıkta zirve” şeklinde yorumlarda bulunabiliyorsunuz. Öğrenci yanlış şıkkı işaretlediğinde de “cık cık cık” şeklinde istemsizce tepkiler verilebiliyor. Önünüzdeki öğrenci de işgüzar bir tipse bu tepkiden yanlış giden bir şeyler olduğunu fark edip işaretlediği şıkkı silerek, doğru yanıtı bulana kadar sizin “cık cık cık” tepkilerinizin bitmesini bekliyor. Bayağı bir öğrenci oldu bu şekilde saçma tepkiler vererek doğru yanıtı bulmalarını sağladığım.

Tüm öğrencilik hayatım boyunca girdiğim sınavlarda bana yardımcı olmaya çalışan sadece bir öğretmenim olmuştu. (O sınavda da en önde oturuyordum) Yedinci sınavda girdiğim bir Turizm dersi sınavında yanlış yaptığım birinci soruyu bana gösteren öğretmen sayesinde “demek ki burada yanlış giden bir şeyler var” diye beyni alınmış herhangi bir insanın bile yapabileceği bir yorum yapmıştım. Beş-altı kez aynı soruyu ısrarla bana gösteren hoca da ne kadar idiot olduğumu fark etmiş ve en sonunda pes etmişti. Tabii ki yanlış cevapla teslim ettim kağıdı ve sınavdan çıkınca da “hakkımla alırım oğlum ben notumu” diye karakter sahibi bir insan gibi yorumlar yapmıştım. Yok be, yapmamıştım, kitabı açıp “aa valla yanlış yapmışım” diye kısa bir süre üzülmüş ve sonra da “aman pansiyon falan hiç işim olmaz” diye bir yorum yapıp bahçeye top oynamaya çıkmıştım. Sığ bir insan olduğum o zamanlardan belliymiş. (Turizm diye saçma salak bir ders alıp otel, motel nedir ezberlediğimiz gerçeğiyle burada yüzleşmek istemiyorum)

Tabii zaman ilerledikçe sınavlarda yaptığım yanlışlar pansiyonun tanımını yanlış yazacak kadar basit olmadı. Üniversitede önünüze konan kağıtta çok daha fantastik işler yapmaya kalkıyorsunuz ve sınavlarda en öne oturtulduğum için kim bilir kaç tane hoca benim kağıdıma bakıp “salak ya bu çocuk” diye yorum yaptı.

Zaten hocanın bana sorduğu “Nasıl gidiyor? sorusuna da “Ee yani işte” diye gayet seviyesiz bir cevap verdim çünkü o soruya gayet güzel bir cevap verecek kadar parlak bir kağıt yoktu önümde. Sınavdan çıkınca da “Adımı yazdım mı lan ben sınav kağıdına?” diye düşünmeye başladım ve cevabı hala bulamadım.

Çekme Fotoğrafımı!

Can sıkıntısından odamı karıştırmaya başlıyorum. Daha önce kendi ellerimle yerleştirdiğim şeyleri kurcalayıp “Aaa burada mıymış bu?” diye tepkiler vererek can sıkıntımı geçirme gibi bir amacım var ve böyle bir amaçla yaşamak gerçekten kahrediyor beni. Bir insanın dolabına koyduğu tişörtü eline alarak “İşte buldum seniiiii” demesi, bunu diyince can sıkıntısının geçeceğini düşünmesi ve bu prosesten sonra ortalıkta hala ben insanım diye dolaşması, olaya neresinden bakarsanız bakın bir ömrün ne kadar boş geçirilebileceğinin kanıtı.

Ben bunları düşünürken, açtığım bir pencerede karşıma bir fotoğraf albümünün çıkması çok ironik oluyor. Fotoğraf albümüne bakarak yılları ne kadar boş geçirdiğimi fark edecek ve tarihe tanıklık edeceğim. Çekmeceyi kapatarak yatağıma doğru ilerliyorum. Kapağını açtığım fotoğraf albümünde de ilk fotoğrafın, ben, henüz birkaç günlükken ve bir yatakta yatarken çekildiğini fark ediyorum. Şimdiki halime bakıyorum ve sanki yirmi üç yıldır o yataktan kalkmamışım ve temel ihtiyaçlarımı bu yatak üzerinde karşılayarak bugüne kadar gelmişim. Kendimi o kadar boş hissediyorum.

Albümün sayfalarını çevirdikçe başka bir şey fark ediyorum: Bir gün oturmuşum ve bu fotoğrafları yıllara göre sıralamışım. Dört günlükken eve geldiğimde çekilen ilk fotoğraflardan başlıyor albüm ve sırasıyla birkaç aylıktan birkaç yaşlığa kadar ilerliyor. (Evet, eve, doğduktan dört sonra gelmişim, gelmişim diyorum, çünkü hatırlamıyorum, hasta mı ne olmuşum, hastanede kalsın demiş doktorlar.) Ne zaman böyle boş bir işle uğraştığımı çok merak ediyorum. Büyük ihtimalle fotoğrafları bu şekilde sıraladıktan birkaç gün sonra, bu yaptığım işten çok büyük bir utanç duymuşum ve bu olayı unutmak için ne gerekiyorsa yapmışım.

O anda da fotoğraflara bakarken büyük bir utanç yaşıyorum. Herkesin dediğine bakılırsa küçükken çok tatlıymışım falan. Bebeklik fotoğraflarıma bakarken o cümleyi kuranların haklı olabileceğini düşünüyorum fakat sayfaları geçtikçe tatlı sayılabilecek bir bebekken nasıl bu kadar çirkin bir organizma olmayı başarabildiğimi düşünüyorum. İşte bu düşünce utanç üzerine utanç yaşatıyor.

Aklım erdiği zamanlardan beridir fotoğraf makinesinin karşısına geçmekten hep çekinmişimdir. Lisedeki yıllığımızda bulunan yedi binden fazla fotoğraf içinden benimkileri seçseniz en fazla elli tane fotoğraf elde edersiniz. Bu konuda böyle bir istatistiğim vardır. Fotoğrafı sevmem ve fotoğraf olayını icat eden, Alexander von Photographer diye bir adam olduğuna kendimi inandırmış ve ne zaman fotoğrafımı çekmeye kalksalar bu adam hakkında çok da hoş olmayan sözler sarf etmişimdir içimden. Tabii bir yerden sonra vicdanım rahat etmemiş ve kendi uydurduğum bir karakter de olsa Alexander’ın aslında kötü bir amacı olmadığını düşünmüş ve onu affetmişimdir. (Tabii bunları düşünürken yirmi yaşında falan değildim.)

Çekilen hiçbir fotoğrafımı da beğenmem. Dijital fotoğraf makinelerinin çıkmasıyla, çekilen fotoğrafın hemen silinmesi gibi bir opsiyona sahip olmamız dünya üzerinde en çok beni memnun etmiş olabilir. Eskiden fotoğraf filmini tab ettirmek falan derken, fotoğrafın çekildikten birkaç ay sonrasına kadar bile o olayın kabızlığını yaşabiliyordun, nasıl çıktım acaba ya da nasıl yok edebilirim fotoğraflarımı şeklinde. Ama bir insan tüm fotoğraflarında çirkin çıkmayı becerince, fotoğraf yok etme konusunda uzmanlık seviyesine kadar yükselebiliyor. (Bu özelliğimle gurur duyuyorum.)

Geçen gün de İrem’in yoğun ısrarları sonucu çektiği fotoğrafı, yine onun yoğun ısrarları sonucu Facebook’a koymayı kabul ettim ve Göksu’yla fotoğrafın kaç kişi tarafından beğenileceği üzerine iddiaya girdik. Ben o sayının üçü bile geçemeyeceğinden o kadar eminken, Göksu’nun kaybetmek için bu kadar iddialı olması çok hoşuma gitti. Ama iddiayı kaybedersem, elindeki fotoğraf makinesiyle benim fotoğrafımı çekmek üzere bana doğru yaklaşan birini gördüğümde, Mario oynayan küçük kız olup, “Çekme fotoğrafımı!” diyerek bir tane patlatabilirim o kişiye. Çekmeyin fotoğrafımı!

Söz konusu küçük kız için: http://www.youtube.com/watch?v=91xAu0Rtnv4

Laboratuvar Dediğin Nedir Ki!

Geçen Salı günü itibariyle Boğaziçi Üniversitesi’nde CHEM 107 ile başlayan laboratuvar serüvenim CHEM 442 ile sonlanmış oldu. Yani artık önlük giyip, gözlük takarak elimizde deney tüpleriyle oradan oraya koşuşturmak ve deney bittikten sonra bir hafta boyunca “hadi bugün rapor yazayım, yok yaa ya da yarın yazarım” diye diye rapor yazmayı son güne bırakmak yok.

Lise eğitimimizde laboratuvara girip herhangi bir deney yapma gibi bir alışkanlığımız olmadığı için laboratuvar ortamıyla tanışmak üniversiteye kısmet oldu. CHEM 107 dersinin ilk laboratuvarına girdiğimizde ne yapacağımızı bilmez haldeydik tabii ki. Asistanları isimleriyle mi çağırmak yoksa onlara “hocam” mı demek gibi bir sorunsal vardı önümüzde ve isimleriyle çağırmaya karar verdik. Laboratuvardaki ilk deneyimizde bildiğimiz şeker, tuz falan çözmemiz gerekiyordu suyun içinde. Şekerin ve tuzun suda güzel güzel çözündüğünden emin olmamıza ve bunu üç yaşımızdan beri bilmemize rağmen yine de “dur lan bi çözelim bakalım, belki bi şeyi vardı, çözünmez falan, durduk yere başımıza iş almayalım” diyip tüm dikkatimizi bu işe vererek şeker ve tuz çözeltileri elde etmiş olduk ve bu prosesin sonunda “aa gerçekten çözündü lan” diyerek dünyanın belki de yüzyıllardır bilinen bu olayını doğrulamanın verdiği sonsuz gururu yaşadık. Acemiydik, elimize belki de ilk defa deney tüpü alıyorduk ve pasteur pipette nedir, ne değildir bilmiyorduk. Crucible hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu. CHEM 107 laboratuvarı en temel şeyleri yaptığımız ve bu işin alfabesini ve tricklerini öğrendiğimiz laboratuvar oldu denebilir.

Tabii zaman ilerledikçe elimiz alışmaya başladı deney yapmaya. Önceleri prosedürde 2 mililitre konulması yazan maddeyi, elimize pipette alıp 2 mililitre çizgisini geçmeden, bin bir güçlükle ayarlamaya çalışırken, bu miktar zamanla “bir pıtık” adını aldı. Pipette ele alınır ve ilk çekişte ne kadar madde gelirse, o maddenin miktarına bir pıtık adı verilir. Ya da 1.5693 gram alınması gereken madde önce o miktara zorla getirilmeye çalışıldı, sonra “aman 1.6 gram iyidir, dur lan hatta 2 gram oldu, koy koy hadi boşver” denip kolaya kaçıldı. Yüzlerce titrasyon yapıldı, önce “end pointi geçmeyelim de garip bir pembe elde etmeyelim” diyerek damla damla akıtılan asitler, bazlar, artık bir yerden sonra “aç abi büreti akar o kendi, boşver” cümleleriyle daha umarsız bir halde kullanılmaya başlandı.

Partnerimizle yaptığımız deneylerde elde ettiğimiz maddeleri karşılaştırırken de garip terminolojiler kullandık tabii ki. Koyu kahverengi olan bir solüsyon için “sade Nescafe” tanımını yaparken, açık kahverengi için “cappucino” demeyi uygun gördük. Bir organik laboratuvarında sabun yaptık ve elde ettiğimiz sabunun yeşil renkte olup kola gibi kokmasını isteyerek, bu haliyle dünya üzerinde satmak istesen, sıfır satış miktarına ulaşabilecek bir ürün elde ettik.

Laboratuvarlarla ilgili en büyük sıkıntımız tabii ki deneyin raporunu yazmaktı ve daha önce yazılmış ve nesilden nesile aktarılan raporlarla bu işin üstesinden gelmeye çalıştık. Tabii bilgisayarın başına oturup, kendi kendimize yazmak için de uğraştığımız bir sürü rapor oldu. Süper bir kopyacı damgası yemeyelim burada. Laboratuvar olayının en sıkıcı bölümü tabii ki rapor yazma işiydi, girdiğim seksen beş tane laboratuvardan sonra bunu çok net bir şekilde söyleyebilirim.

Bir sürü teknolojik alet kullandık, eteri elimize alıp “lan bayılır mıyız acaba?” dedik, deney tüplerini kırdık, önlüklerimizi deldik, birbirimizin üzerine asit fırlatmakla ilgili klasik ama çok saçma şakalar yaptık, sülfür kokusundan iğrendik, “bu raporda hesaplama nasıl yapılıyor yaa?” diye çemkirdik ama sonuna geldik laboratuvar sürecinin. Güzeldi be.

Son 24 Saat

Son yirmi dört saatte sadece sıfır dakika uyuyabildim. Sınav vardı, ders çalışmak lazımdı, karşımda yığılmış binlerce sayfa. Sayfadan sayfaya atladım, elimdeki yeşil Rotring’imle. Yeşil yanınca geçiyoruz karşıya. Yeşil bir adam beliriyor karşımda. Önce sakin sakin adımlar atıyor, sonra sanki bir şeyden kaçıyormuş gibi koşmaya başlıyor. Adımlarımı ona uyduruyorum. Kaçacak şey bulmak zaten çok kolay, aramama gerek yok. Kaçmak iyi geliyor bazen. Bazen de kırmızı ışıkta beklemek çok anlamsız geliyor. Nedenini sorgulamadım. Birçok şeyin nedenini sorgulamamak üzerine ihtisas yapmış gibi hissediyorum bazen kendimi. Sanki sorgulasam, düzeltilecek birçok şey bulabilirim diye düşünüyorum. Düşünüyorum zaten günlerdir. Metroda, otobüste, ders arasında illa ki düşünüyorum. Bir şeyleri birbirine bağlayıp çok güzel sonuçlar elde etmek istiyorum. Minimum şeylerden maksimum anlam çıkarmaya çalışıyorum. Bunu başarabilmek için de çok zorluyorum kendimi. Zorla güzellik olmaz diye bir atasözü vardı. Ne alaka bilemedim şimdi. Alakalı alakasız her şeyin kafama takılması çok can sıkıcı. Canım çok sıkılıyor. Can sıkıntısını geçirebilecek herhangi bir meşgale bulamıyorum. Bazen duyduğun bir ses bile tüm can sıkıntısı götürebilirken, o sesi duyamamak daha da çok sıkıyor canımı. Ses duyamadığım için sabit kalmalıydı bence can sıkıntısı. Yokluğun, bir şeylerin artmasına sebep olması bence hiç adil değil. Yokluk bile kendi başına bir şeyler yapabilirken, bu şekilde amaçsızca oturmak katlanılacak gibi değil. Oturmaktan sıkıldım zaten ama ayağa kalkıp odadan odaya geçmenin de bana getireceği salt bir yarar yok. Salonda ya da mutfakta bulunmak benim için sadece bulunduğum noktanın koordinatlarını değiştiriyor. Koordinat düzlemini ilk kez ortaokulda görmüştük. x noktası, y noktası falan filan. Bugüne kadar kaç tane x değeri bulduğuma bakınca problem çözmede usta biriymişim gibi bir izlenim oluşabilir belki. Ama bence alakası bile yok. Hayat x=2 kıvamına indirgenemedi hiçbir zaman. İkiyi değil ama yediyi çok sevdim ben. Bu yaşıma kadar neden yediyi bu kadar çok sevdiğimi düşündüm. Belki sadece 1987’nin sonuna bağlıydı bu sevgi. Eğer öyleyse kendimi hiç zorlamadan sevmiştim yediyi. “Aa 1987 doğumlu muyum? O zaman yediyi çok sevmeliyim” Umarım bilinçaltımda böyle saçma bir düzenek işlememiştir. “Düzenek” de ne garip geldi birden buraya yazınca kulağıma. Bomba düzeneği var mesela. Bir de “bomba yapmadınız mı hala ehe ehe” diye bir cümle var. Kimya okuduğumu bilen ve yaşları 40-50 arasında değişen insanların kurmaktan zevk aldığı bir cümle. Geleceğimi şekillendirecek olan ve bunun karşılığında saçlarımın bir kısmını beyazlatan bir bilim dalı kimya. İsteyerek gittiğim bir bölüm kimya. Belki isteyerek gittiğim için bu kadar zorluyor beni. Daha önceden yaşadığım için biliyorum bunu. Ne kadar çok istersen o kadar çok uğraşıyorsun bir şeylerle. Daha fazla istemek, kendinden daha fazla uzaklaştırmak demek sanki. Bir şeyi daha fazla isteyerek daha fazla uzaklara kaçırmak demektir belki hayat. O uzaklara kaçtıkça daha acımasız oluyoruz belki. Belki diyorum, çünkü emin değilim bundan. “İnsan büyüdükçe affetmemeyi öğrenir” diyordu Altay Öktem bir kitabında. Ama ben daha büyümedim.

Veli Toplantısı

Dün sevgili kardeşim İrem’in veli toplantısına katılınca fark ettim ki birkaç adet öğrenci velisini bir sınıfa toplayıp, o sınıfa bir de hoca gönderince gayet komik diyaloglarla karşılaşmak mümkün. İnsanların sordukları soruları ya da yaptıkları çıkarımları duyunca “ben neden böyle çok yönlü düşünemiyorum lan?” diye hayıflanmak da veli toplantısının bünyenizde yaratabileceği hasarlardan bir tanesi.

Annem benim toplantılarıma gidip orada duyduklarını anlatınca hayatım adına en büyük hedeflerimden bir tanesi de İrem büyüyünce onun veli toplantılarına katılmak oldu. (Sığ bir insanım, basit hedeflerle hayatıma yön veriyorum.) Kendi toplantılarıma katılmak gibi ütopik şeyler düşündüm önceleri ama toplantıda sınıfa giren öğretmenlerin öğrencileri hemen dışarı çıkardıkları gerçeğinin birkaç arkadaşım tarafından dile getirilmesi üzerine, yıllar boyunca İrem’in bir an önce büyümesi için durmadan dua ettim. Aslında düşününce bir öğrencinin kendi toplantısına girememesi çok saçma bir şey. Birkaç kişi toplanmış sizin hakkınızda konuşuyor ve bu konuşma süresince araya girip “aa hayır, o öyle değildi” deme şansınız yok. Ayrıca veli toplantılarında öğretmenlerin her söylediğinin kabul edilmesi gibi bir durum da söz konusu ve evin en zeki insanı olduğunu iddia eden anne babanızdan öğretmenin ağzından çıkan tek bir kelimeyle “gerizekalı” damgası yemeniz çok kolay.

Hiçbir toplantımın sonunda kötü olaylarla karşılaşmadım, “salak mı ne bu çocuk” damgası yemedim ve hatta lise 3’teyken bir öğretmenim, benden çok memnun olduğunu, benim çok “hanımefendi” olduğumu söyleyerek ifade etme yolunu seçti. Çalışkan öğrencilikten hanımefendiliğe doğru bir level atlayacak kadar iyi bir öğrenci olduğumu düşünmemiştim oysa hiçbir zaman. “Hanımefendi Erdem” kalıbı da kulağı gerçekten çok rahatsız edici bir kavram.

Eğer kendinizle bir sorununuz varsa, kendinize acı çektirmek, kulağınızın rahatsız olacağı şeyler duymak istiyorsanız hemen bir veli toplantısını gidin. İrem’in veli toplantısına katıldıktan sonra bu çıkarımları net bir şekilde yapabiliyorum. On dört yaşına gelen ve hala garip hareketler peşinde koşan kızını ıslah etmek için ne yapması gerektiğini öğretmene sorandan tutun da “aa benim oğlum asla yalan söylemez” diyerek kendisini ve oğlunu, diğer velilerin ve öğretmenlerin gözünde üstün bir konuma çıkarmak isteyen ve böyle bir evlat yetiştirdiği için takdir edilmeyi bekleyenine kadar herkes var orada. Bir öğretmene dönüp “amaaan herkes şikâyetçi sizden zaten, ne biçim öğretmenseniz artık” diyebilecek kadar yürekli insanların toplum içinde var olduğunu görebilmek de ülkemin geleceğine umutla bakmamı sağladı.

Bir de nerede okuduğumu soran ve Boğaziçi Üniversitesi cevabını alınca beni ortamın maskotu yapan bir öğretmen oldu ki, bana sorduğu diğer sorular gerçekten çok can sıkıcıydı. Kimya bölümüne isteyerek mi girdiğimi, ÖSS’ye hazırlanırken günde ne kadar ders çalıştığımı, bu süreç içersinde televizyon seyredip seyretmediğimi sorarak saçmalama katsayısında kayda değer bir artış gösterdi. Artık toplantıdan vazgeçilmiş, sınıf, sınıf olmaktan çıkmış ve benim kişisel bilgilerimin toplandığı bir sorgu odası haline dönüşmüştü. Bir de anneme dönerek “Erdem ÖSS’ye hazırlanırken ne yiyordu?” gibi bir soru sorması iyice canımı sıktı. Tüm özel hayatımın hiç tanımadığım kişiler tarafından dinlenmesi anlamsız geldi. Öğretmenin benim yediğim makarnayla, içtiğim kolayla bu denli ilgilenmesi daha da saçma geldi. “Hee ortaya çıkıp oynayayım bari, yeter be Erdem Erdem Erdem aaa” demek istedim, diyemedim.

İrem için de “iyi bir öğrenci” falan dediler işte. “Ehe ehe bana çekmiş”

Karanlık

Gözlerimi kapıyorum. Karanlıkta karşıma çıkan yüzlerce yüzün içinden seni bulup çıkarıyorum. Önceden sadece sen gelirdin karanlıkta karşıma; şimdi benim uğraşıp çıkarmam gerekiyor seni. Buna sevinmeli miyim üzülmeli miyim karar veremiyorum. Çok sevdiğim karanlığın tadını çıkarmak varken, sorularla boğuşmak istemiyorum.

Kafamda nerden duyduğumu bir türlü hatırlayamadığım bir müzik çalıyor. Hüzünlü bir ezgisi var ve şarkıyı söyleyen adamın ne dediğini anlamasam da sesinden anlaşılıyor içinde bulunduğu durumdan memnun olmadığı. Belki bu yüzden atamıyorum kafamdan sözlerini bile anlayamadığım şarkıyı. Başıboş bir bekleyişle oturdum gecenin bu saatine kadar. En son saate baktığımda üç olmak üzereydi ve yatmadan önce bakmadım kaç olduğuna, saate bakmanın ne kadar anlamsız olduğunu fark ederek. İlerleyen saatin bana getireceği hiçbir şey yokken üzerimden ne kadar zaman geçtiğini düşünmek anlamsız geldi. Telefona da bu yüzden bakmadım yatarken, sadece saati gösterecekti çünkü.

Yatınca gözlerimi hemen kapattım ki, karanlığa alışıp odadaki her şeyi biraz puslu dahi olsa görmesinlerdi. Karanlığa bu denli düşkün olmayı hiçbir şey ya da hiçbir kimse tarafından görülme ihtimalimin olmamasına bağladım. Bu ihtimalin gerçekleşecek olmasını bu kadar istememi sorgulamadım. Daha önce birkaç kez yaptığım şeyleri, tekrar tekrar yapmak bazen can sıkıcı sonuçlar doğurabiliyordu ve daha fazla can sıkıntısına ihtiyacım yoktu şu an. “Karanlık karanlıktır işte” dedim. Bir kez daha kaçtım gerçeklerden.

Yastığın hemen ısınması da sinirimi bozdu. “Hep soğuk durduğumu söylerler, acaba ondan mı sevmiyorum yastığın ısınmasını?” diye düşündüm. Karanlığın içinden çıkıp “çok sıcakkanlısın sen yaa” dedin bir kez daha. Daha önce inandıklarımı düşünüp, buna inanıp inanmamayı uzun süre düşündüm. Ama bir kez daha inandım, ne kaybedecektim ki zaten artık. İnandığımı görmenin umurunda olup olmayacağını düşünmedim ama bu kez. Karanlığın içinden seni destekleyenler çıktı. Şaşırdım. Kendime çok fazla yükleniyor olabileceğimi düşündüm. Bu konu hakkında da konuştun benle. Beni tam ikna etmek üzereydin ki karanlığın içinde kendimi gördüm. Bu sefer hak veremedim sana.

Sol tarafıma dönüp duvarla karşılaştım. “Duvarlarım vardı, öyle dedin, öyle olsun” diye bir şarkı sözü geldi aklıma. “Bir akşamın kalbinde bıraktım seni” diye devam ediyordu şarkı. Hangi akşamdı o diye düşündüm sonra. Sana sormak istedim, karanlığın içinde gözükmedin bu kez. “Neyse, ne önemi var ki!” diye düşündüm. Bazı şeylerin nedenlerini sorgulamanın beni yorduğunu fark etmiştim geçen gece. O gece de upuzun bir bekleyiş düşündürdü bunları bana. Kalbinde bıraktığım akşam, o akşam olabilirdi.

Dışarıdan konuşma sesleri geliyordu. “Ne buluyorlar bu saatte konuşacak?” diye düşündüm seslerin sahipleri hakkında. Biraz kulak kabarttım konuşulanlara. Sonra, bomboş odanın incecik duvarlarını aşıp gelen her sesi senin sesine benzetme rahatsızlığımdan kurtulduğumu fark ettim. Bunun sevinciyle yataktan kalkıp komik video izlemeye verdim kendimi. “Püskevit ne lan!” dedim.

Erdem'in Fizikle İmtihanı

İki gün boyunca evin her odasına sinsi bir fare gibi girip çıkıyorum. Bu işi o kadar büyük bir ustalıkla yapıyorum ki günlerden cumartesi ve pazar olmasa okulda olduğumu çok rahat bir şekilde düşünebilir evdekiler. Bu kaçışlarıma fon oluştursun, heyecan daha da artsın diye düşünüp saklandığım banyodan odama doğru gitmeye karar veriyorum mp3 playerımı almak için. Tam bu görevimi de başarıyla tamamlayacakken peşimden gelen İrem’in sesini duyuyorum: Abi nerdesin sen yaa fizik çalışacaktık hani! Bu sesle beraber iki günlük emeğim boşa gidiyor; fizikten kaçamıyorum.

Fizikle aram Star gazetesinin Pringles verdiği yıllardan beri bozuk. (Pringles’ın fizikle doğrudan bir ilişkisi yok. Ne güzel günlerdi, gazeteler cips verirdi ahh ahh demek için tarihi bu şekilde anlatmayı tercih ettim) Beynimin hangi bölgesi iyi çalışır bilmiyorum ama beynimle ilgili bildiğim bir şey var: Beynimin basit fiziksel olayları kavrama gibi bir yeteneği yok. O yüzden hangi sıvı neyi, ne kadar kaldırmış, kim hangi termometreyi uydurmuş, hangi aynadan kaç tane görüntüm yansımış, hangi dirençten ne kadar akım geçip lambayı yakmış/patlatmış zerre kadar umrumda değil. Fizik testlerinde doğru cevabı bildiğim halde gidip yanlış şıkkı işaretleyecek kadar yeteneksizim bu konuda.

Fizikle yaşadığımız ilişkide sorunlar baş göstermeye başlayınca fiziği karşıma alıp konuştum. “Bak” dedim, “bu böyle olmayacak; ya birbirimizin suyuna gidelim, anlayışlı olalım ya da nokta koyalım her şeye. Güzel güzel anlaşıp yaşamak varken birbirimize rererö yapmanın anlamı yok, yok yere ikimizin de canı yanıyor.” Ben bu cümleleri söyleyip her şeyi yoluna koymayı umut ederken; fizik, “benim canım yanmıyor, banane yaa her gün bin soru çözenler var benden, sana mı kaldım!” dedi ve aramızdaki ipler koptu.

Bu konuşmadan sonra fizikle yüz yüze gelmekten kaçınır oldum. Bu yüzden, İrem bana her “fizik çalışalım” dediğinde, “yeaa çalışırız, meaa yaparız” şeklinde cevaplar vererek İrem’i oyalama ve fizikten sıyrılma amacını güttüm.

Fakat ben odadan odaya kaçarken beni aramaktan yorgun düşen İrem, en sonunda beni bulunca “hadi yaa artık!” diyip sinirli hareketler sergiledi. Ben de onun bu halini görünce vicdanımın rahat etmediğini fark ettim ve süklüm püklüm onun odasına girdim. (Bazen vicdanımı hiç sevmiyorum)

Önüme koyduğu defterdeki konulara baktım ve işin içinden çıkamayacağımı anladım. Bunu üzerine bana sorduğu her soru için farklı bahaneler uydurdum. Bir dinamik sorusu mu gördüm, söyledim bahanemi: Ahh menisküsüm tuttu. Bir elektrik devresi mi geldi karşıma: Off şu migren ne kötü bir şey yaa! Hareket konusuna mı geçtik: Mola verelim biraz, hareketsiz kaldık masada otura otura, tutuldu her yerimiz…

“Çözemiyorum ben bu soruları” demek yerine, kendince sefil bahaneler uydurmaya çalışan zavallı beynim, kulağım tarafından kendisine iletilen ses dalgalarıyla irkildi: Yaa ne kadar naz yaptın! Tamam sen çalıştırma, ben kendim çalışırım!

“İyi, peki” diyerek masadan gayet mutlu bir şekilde kalktım. Odama doğru ilerlerken yine rahat edemeyen vicdanımın sesine kulak vererek, bin bir umutla ona fizik anlatmamı bekleyen İrem’e dönüp o an için bana çok mantıklı gelen cümlemi söyledim: Bence elektrik sorusunu boş bırak… Hayır, konu zor… Gerek yok…

Teyzeden Karakter Tahlili

En az 50 yaşında, boyları en fazla 1.59 m olan, kiloları oldukça fazla bayan vatandaşlarımıza halk arasında teyze denir. Teyzeler söz konusu olduğu zaman komik bir şeyle karşılaşmamak pek olası değildir. Konu teyzelerden açılmışken; geçen gün markette yaşadığım bir olay beni teyzelerin ülkemizdeki komedi kaynağı olabileceği konusundaki inancımı pekiştirdi. Marketteki olay express kasada geçiyor ve hepimizin bildiği gibi express kasa en fazla beş adet ürün aldıysak kullanmaya hak kazanabileceğimiz bir para ödeme noktası. Önündeki market arabasında yüzlerce ürün olan teyzeyle aramda geçen diyalog şöyle:

Teyze: (Arkasını dönerek) Sizin bir tane mi?

Erdem: (Aha sırasını bana veriyor umuduyla) Evet!

Teyze: Hımm

Teyzenin bunu dedikten sonra önüne dönmesi ve bana sırasını falan vermemesi. Nasıl bir psikoloji sayesinde bana böyle bir soru sormak istedi bilemiyorum. Kendisinin çok çok fazla şey alması, buna rağmen express kasada sıraya girmesi ve bunun karşılığında benim gibi bir garibanın sadece bir adet ürünle markette ezik rolüne bürünmesi teyzeyi ilginç bir şekilde tatmin etmiş olabilir.

Ayrıca bugün fark ettim ki birkaç tane spor aleti ve bir-iki teyze ile birlikte gayet komik görüntüler elde etmek mümkün. Çok güzel çalışan belediyelerimizin ilçelerinde gördükleri her parka yerleştirdikleri ve plastikten veya metalden imal edilmiş spor aletleri, teyzelerimizin çok fazla önem verdikleri şeyler arasında önemli bir yere sahipler. Her sabah okula gelirken içinden geçtiğim parkta gördüğüm, canhıraş bir şekilde spor aletleri ile haşır neşir olan teyzelerin, hayatları boyunca başka herhangi bir şeye bu derecede bağlandıklarını zannetmiyorum. Yıllar boyunca vücutlarında biriktirdikleri kiloları plastik şeylerin etrafında dönerek vereceklerine inanmaları sayesinde, en karamsar anlarda bile içimizdeki umut tohumlarını yeşertmeye çalışmak nasıl olur tüm dünyaya gösteriyorlar.

Spor yapan teyzelerin bana şöyle bir faydası oldu: Parkın ortasında halter kaldırmaya çalışan teyzeyi gördükten sonra dünyada hiçbir zorluğun beni yıkamayacağı gibi bir fikir edindim. Bu teyze bile halter kaldırmayı göze alacak kadar hayata inanmışsa ben neden yirmi üç yaşımda dünyanın bütün yükü benim omuzlarımdaymış gibi düşünmeli ve kendimi yıpratmalıydım ki? Menisküsüm iyileşirdi, dersler bir şekilde hallolurdu, çok isteyen varsa gelip beni bulsundu.

Fakat halter kaldırmaya çalışan bir teyzenin bile kolaylıkla değiştirebileceği bir hayat felsefesinden bahsediyorum ve bu da artık sığlık konusunda zirve yaptığımı gösteriyor. Bu kadar sığlıktan sonra “heeyt be hiçbir şey yoramaz beni, ultra bir yaşam felsefem var” demek de aymazlıktan başka bir şey değil. Bir paragraf önce kendimi övmeye çalışırken bu paragrafta yerin dibine sokmam da ne kadar tutarsız olduğumu göstermekte. Böyle bir insanın menisküsü de olur, dersleri de hallolmaz, kimse de gelip bir şey bulamaz. Tüm kişilik özelliklerimi de teyzelere bakıp saymaya çalışmama ne denir peki? Daha ne kadar kötüleyebilirim kendimi bilemiyorum. Susmam gerekiyor artık. Sustum.

Doktor Doktor Kalksana, Şu Garibe Baksana

Doktora gitmeyi hiç sevmem. Bu yüzden yirmi üç yıllık koca hayatım boyunca doktora gitmişliğim sayılıdır. Üç yaşındayken deli gibi çıkan ateşim yüzünden buz banyosuna yatırılmam gerektiğine karar veren doktor, farkına varmadan bana bir travma yaşatmış olabilir, bilmiyorum. Bu konu hakkında yorum yapabilecek kadar donanıma sahip değilim çocuk psikolojisi alanında. Fakat doktora gitmemeyi marifet sayarak çok sağlıklı olduğumu göstermeye çalışırmış gibi “Oğlum benim bugüne kadar burnum bile kanamadı lan!” diye konuşmaktan da geri kalmam.

Yaklaşık bir aydır sol dizimin bana yaşattığı inanılmaz ağrıyı önce önemsemeyip, “ne gideceğim doktora yeaa” diye konuşup durdum. Ağrının iyice artmasıyla doktora gidip gitmeme kararım da yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Bu süreç içinde en başta söylediğim “ne gideceğim doktora yeaa” cümlesi, önce “acaba gitsem mi lan doktora?” şekline büründü. Birkaç gün bu düşünceyle idare ettikten sonra, en sonunda “doktor çağırın bana!” şeklinde garip cümleler kurmaya başladım. Doktorun gelip, dizimi muayene ettikten sonra “sevdiğiyle evlenemezse ölür” gibi bir cümle söylemesinin ve bu sayede fantastik bir hayat yaşamaya başlayacağımın hayallerini kurmaya başladım. Bir-iki gün bu hayali bana yaşatan sevgili dizimi severek, ona anne şefkatiyle yaklaştım. Dizim, kendisine şefkatle yaklaşıldıkça daha çok şımardı, daha çok ağrıdı. Bu durum bana daha çok huzursuzluk verdi. Kısır bir döngüye girmiştik artık. Sonunda şefkat duygumun kalmadığını anlayınca ve doktorun da eve gelmediğini görünce, “bari ben gideyim” diye bir karar alıp, hastanenin yolunu tuttum.

Hastanenin kapısından girince muayene olmak için önceden aldığım randevuyu teyit ettirmek amacıyla, bir masanın arkasında oturan ve görevli gibi gözüken bir kızın yanına gittim. Kızın tepesine dikilince, bana söylediği ilk cümle şu oldu: Siz Turan Bey’in yakını mısınız? Bu cümleyi duyunca, “Hiç tanımadığım Turan Bey’in yakını gibi mi gözüküyorum acaba?” diye üstüme başıma dikkatli bir şekilde baktım. Giydiğim tişörtte Turan Bey’le ilgili hiçbir ilgi göremediğim için, bana sorulan soruyu “Hayır” diyerek cevapladım. Kız cevabımı duyunca “Hımm, bir tanıdığına benzettim sizi” dedi. Bu gerçekle yüzleşince, “Acaba Turan Bey çok önemli biri mi tanıdıkları bile ilk görüşte hemen anlaşılıyor?” diye düşündüm ve kızın suratına bakarak “Bana bir faydası olacaksa hemen şu an gidip Turan Bey’le tanışabilirim. Nerede kendisi?” dedim, fakat kız “Yok, bir faydası olmaz” dedi. Kız, Turan Bey’i anında silip atmıştı. Bu gerçekle yüzleşince, dizimin ağrısını unutup, bir süre Turan Bey için üzüldüm. Sonra, “Banane ya Turan Bey’den, adam gibi adam olsa millete bir faydası dokunur” dedim ve kızın uzattığı kağıdı hiç okumadan imzaladım. “Doktor beyin odası şu tarafta” diyen kızın parmağını izleyerek doktorun odasına doğru yol almaya başladım. Yol boyunca da “Acaba o kağıtta ne yazıyordu, okumadan attık imzayı, durup dururken başımıza iş almayalım” diye düşünerek bir tedirginlik yaşadım.

Doktorun odasına girince kapıyı tıklatmadığımı fark ettim. “Ayıp olmasın doktora, dur dışarı çıkıp, kapıyı vurarak gireyim içeri” diye düşündüm ama sonra çok salak bir izlenim oluşturacağımı fark ederek, yaptığım kabalığın utancıyla munis bir şekilde odadaki koltuğa oturdum. Şikayetlerimi soran doktora “Ya hayat zor be hacı, bir terslik var her şeyde, okul desen zor, aşk meşk hak getire zaten, dur bakalım ne olacak” demek istedim ama sadece iki dakika gördüğüm bir adama tüm hayatımı anlatmak mantıklı gelmedi ve sadece dizimden bahsettim. Dizimin ağrısının nasıl bir şey olduğunu dinleyen doktor, dizimi kontrol etmek için pantolonumu sıyırmamı söyledi. Ben ne olur ne olmaz diye pantolonumun iki paçasını da sıyırdım. Dere kenarında çamaşır yıkayan teyzeler gibi olmuştum ama tıpta utanma olmaz diye düşündüm. Sağ dizimi muayene etmeye başlayan doktoru, “Benim sol dizim ağrıyor” diyerek uyarmak istedim. “Tamam, biliyorum” diyen doktoru, içimden “Vay be işinin eriymiş, her şeyi kontrol ediyor, helal olsun!” diyerek takdir ettim. Sağ bacağımla garip hareketler yapan doktor, sol bacağıma geçince, “Bak az önce sağ bacağına yaptığım şeyleri sol bacağına yapsam ağrıdan duramazsın” gibi garip bir cümle kurdu. Sol bacağım üzerinde o hareketleri yapmadığı için kendisine minnet duymamı bekliyormuş gibi bir hali vardı. “Yazık lan, kimse önemsemiyor herhalde adamı evinde falan, bir yudum takdire ihtiyacı var, onun için de hastalardan medet umuyor” diye düşündüm. “Menisküs var sende” diyen doktorun yakasına yapışarak “söyle doktor; ne kadar ömrüm kaldı, ne kadar!” diye bağırıp, haykırarak ağlamayı düşündüm ama doktor hemen MR çektirmem gerektiğini söyledi ve bu “hemen” sözcüğünü duyunca garip bir korku yaşadım. MR sonucunu doktorun eline verdikten sonra bu tiyatral havayı yakalarsam daha anlamlı olur diye bir karar aldım.

MR çeken abi, ben odaya girer girmez, ilk defa MR çektireceğimi, aletin çok ses çıkararak çalıştığını ve korkmamam gerektiğini söyledi. Bunları söylerken suratında çok fazla şaşırdığını gösteren bir ifade vardı. Bu ifade “Demek ki insanlar bol bol MR çektiriyor, ben niye bu kadar geç kaldım lan yaşım olmuş yirmi üç” diye düşünmeme neden oldu. MR çekilmeye başlamadan önce görevli abi birkaç kez daha “korkma” dedi. Abinin MR cihazıyla çok kötü anıları olduğunu düşünmeye başladım, yoksa bu kadar çok “korkma” demesi mümkün değildi. Abiyi geçmişiyle baş başa bırakarak, MR cihazıyla baş başa kaldım.

MR çekildikten sonra hastaneden çıkma vaktim gelmişti. Kapıdan tam çıkarken, önündeki kartta Turan yazan bir doktor gördüm. “Amaaaan Turan Turan dedikleri bu muymuş? İyi ki tanımıyormuşum” dedim.

Aşk Acısı

- Abi, unutamıyorum ya

+ Neyi?

- Onu

+ O kim lan?

- Off ne yapacağım ben yaa!!

Metroda yanımda aşk acısı çeken arkadaşımla beraber oturuyorum ve yukarıdaki diyalogdan da anlaşılacağı üzere arkadaşım, benden, kendisine güzel fikirler verecek ya da onu az da olsa teselli edebilecek cümleler kurmamı bekliyor. Söylediği sözleri hiç takmasam metrodaki insanlar tarafından “odun” olarak nitelendirilebilirim. Çok duygusal bir şekilde konuşup geceleri radyoda buğulu sesleriyle şiir okuyan garip adamlar gibi de görünmek istemiyorum. Orta bir yol bulup kendimi rezil etmeden bu konuşmayı sonlandırmam gerekiyor, zira konu daha şimdiden hem karşımızda oturanların, hem de tepemizde duranların gayet ilgisini çekmiş durumda. Bize bakarak fısıltılara başladıklarını fark ediyorum.

“Nesini unutamıyorsun?” diye sorarak konuya ilk adımımı atıyorum. Bu cümlenin başlangıç için kötü bir cümle olmadığına inandırıyorum kendimi. Fakat arkadaşım soruya cevap verdiğinde kendimi bir bataklığa soktuğumu hissediyorum: Abi, her şeyi aklımda. Milletin saçına bile baksam onun saçını görüyorum sanki. Bu cümleye karşılık olarak “ayy kıyamam, yazık yaa” gibi duygusal bir tepki verirsem, arkadaşımın omzuma başını koyarak ağlamasından korkuyorum. Böyle bir görüntünün toplum içinde hoş karşılanmayacağının farkındayım ve ben de istemem açıkçası koskoca bir adamın omzumda kedisel bir şekilde durmasını. “Oğlum, saç saçtır, kaç tane farklı model olabilir ki, zaten ya topluyorlar ya da açık bırakıyorlar, benzemesi normal” diyerek bu konu hakkındaki rengimi belli ediyorum. “Yok abi, onunki öyle değildi” diyor. “Kendinle çelişme, nasıl herkesinkine benziyor o zaman?” diye sorarak arkadaşımın kafasını bulandırmak istiyorum. Konuyu saptırma gibi ulvi bir amaç güdüyorum burada. Arkadaşım, sorduğum soruyu es geçip, “Onun saçları bambaşkaydı” diyince, arkadaşımın sevgilisinin aslında bir öbek dolusu saç olmasından şüpheleniyorum. “Hee sadece saçlarını unutamıyorsun yani?” diye garip bir soru soruyorum. Sorum karşıdaki teyzenin hoşuna gitmiş olacak ki bana bakıp gülmeye başlıyor.

Ortam giderek çirkinleşmekte ve arkadaşımın buna katkısı yadsınamaz düzeyde. Çünkü saçlardan vazgeçip kendisinin nasıl terk edildiği üzerine kafa yormaya başladı. Bu süreç içersinde kendisine 5-6 tane soru sordu ve hepsini kendince cevapladı. Her cevabın sonunda da suratını buruşturdu. Suratının buruşmaktan kaşık kadar kaldığını anlayıp, daha fazla buruşamayacağını da fark edince sorularını bana yöneltmeye başladı. Zaten insanlara herhangi yüzeysel bir konuda bile tavsiye verme gibi bir yeteneğim yokken, aşk meşk mevzusunda benden fikir beklemek, çok büyük hayal kırıklığı yaşatabilecek düzeyde olabilir. Bu konularda verebildiğim en başarılı tepki “abi şimdi ne diyeyim, seviyorsan seviyorsundur, ne güzel” düzeyinde olduğu için, şu anda arkadaşımın benden maksimum verim beklemesi çok anlamsız geliyor. Bana sorduğu her soruya “sen bilirsin” diye cevap verdiğimi geç de olsa fark ediyor arkadaşım ve benim yüzümden kendini daha da kötü hissettiğini söylüyor. Arkadaşımın, benim “canım yaa bak şimdi” ile başlayan cümleler kuracağımı düşünmesi içimi daha da çok sıkıyor. “Ee ne diyeyim abi, ara konuş o zaman” diyerek arkadaşımın, benim yarattığımı söylediği can sıkıntısı gidermeye çalışıyorum. Bu cümlem süper bir reaksiyon başlatıyor ve arkadaşım cep telefonuna saldırıyor. “Aa ilk defa verdiğim bir tavsiye işe yarayacak galiba” diye düşünüp sığ bir mutluluk yaşıyorum.

Tabii ki bu mutluluğum uzun sürmüyor ve arkadaşım ekşimiş suratını bana çevirerek “meşgule verdi telefonu” diyor. Verdiğim tavsiyenin işe yaramadığını anlayıp, bu konu hakkında dünyanın en eski teselli cümlesi olabilecek cümleyi kurmakta bir sakınca görmüyorum: Boşver oğlum, sana kız mı yok! Buluruz bir tane! Arkadaşım, özlediği saçların, ayrılık nedenlerinin ve açılmayan telefonun acısını benden çıkarıyor: Sen önce kendine bul bir tane kız!

Karşımdaki teyzenin, tepemdeki liseli gençlerin önünde yerin dibine geçiyorum. Metro da bu sırada tünele girip, ironi yapıyor.

Erdem'in Çiçekle İmtihanı (Bir Adam Olma Macerası)

Markette boş boş dolaşıyorum. Önümdeki market arabasını çocukluktan kalma bir hevesle, içimden gelen “vınn vınn” efektleri eşliğinde bir sağa bir sola döndürüyorum, reyonlara girerken önümde çok tehlikeli virajlar varmış gibi fantastik hareketler yapıyorum. Böyle garip bir şekilde ilerlerken çok güzel bir koku geliyor burnuma. “Aa çiçeklerden mi geliyor yoksa?” diye kendime anlamsız bir soru soruyorum. Önümdeki arabaları sollayarak kokunun kaynağına gidiyorum. Mor bir çiçeğin çok çok güzel koktuğunu fark ediyorum. Alttaki etikette isminin sümbül olduğu yazıyor. Daha karizmatik bir isim beklerken basit bir sümbül ismiyle karşılaşmak beni hayal kırıklığına uğratsa da bugüne kadar asla yapmadığım bir şeyi yapmaya karar veriyorum: Evet, bu çiçeği alıp odamda eksantrik bir köşe yaratacağım.

Kasaya doğru ilerlerken koskoca market arabasında sadece bir saksı çiçeğin olmasının etraftaki insanlar tarafından garip ve daha da kötüsü komik karşılanabileceğinin farkındayım. Düştüğüm bu durumun beni strese sokmasını engellemek için kendi kendimi çiçek yetiştirmenin aslında ne kadar ulvi bir şey olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyorum. Bir kere market arabasını sadece bir çiçek taşımak için alarak çiçeklere karşı ne kadar duyarlı olduğumu gösteren bir imaj oluşturmak istiyorum. Düştüğüm komik durumu bu şekilde düşünerek örtmeye çalışıyor olabilirim. Fakat ağlayan çocuğunu susturmak için beni göstererek “bak, abi çiçek almış” diyen anne kendime olan güvenimi alıp götürüyor. Çikolata istediği için ağlayan bir çocuğu bile güldürebilecek kadar berbat bir durumda olduğum gerçeği hiç bu kadar açık bir şekilde belli edilmemişti. Bu cümleyi duyduktan sonra arabayı daha hızlı sürmem gerektiğini fark ediyorum ve kasaysa doğru koşar adım ilerliyorum. Artık bambaşka bir hale büründüm ve tüketim çılgınlığına kendini kaptırmış bir birey gibi gözüküyorum. Marketteki her şeyi bir an önce alabilmek için reyonlar arasında kendini kaybetmiş biri gibiyim. İçinde bulunduğum marketin (Migros olur kendileri) müdürü benim bu halimi görse Migros’un yeni reklam yıldızı ben olabilirim. Öyle bir koşuyorum ki marketteki her şeyi silip süpürecekmişim gibi bir halim var. Arabada hala sadece bir tane ürünün bulunması müdürü belki hayal kırıklığına uğratabilir ama suratımdaki telaşlı ifade, indirimdeki ürünlere yetişmeye çalışıyormuşum gibi. Bu ifadeyi de marketteki tüm ürünlerde indirim yaparak elde edebilirler. Müdürün hoşuna giden de bu olacak.

Kasaya doğru koşarken kendimi ikna etme çabamdan da geri kalmıyorum. Beynimin ürettiği fikirlere göre, şu küçük saksının içinde bulunan çiçek bana sorumlu olma bilinci aşılayacak. Daha önce yaşamış olduğum kaplumbağa faciasından sonra başka bir canlıya bakarak bu konuda ilerleme gösterip göstermediğimi test etme imkanım olacak. Eğer bu işin altından kalkabilirsem, toplumun ortasında “heeey ben de bir birey oldum artık!” diye bağırma şansım olacak ki bu durum inanılmaz bir heyecan yaratıyor bünyemde. Toplumda adı geçecek bir birey olacak olmanın getirdiği mutluluk, kasada, önüme bekleyen teyzenin arkasını dönüp, çiçeği göstererek “bende de pembesi var onun ama mor da güzel” demesiyle büyük bir hüzne dönüşüyor. Kasiyerin ve sıra bekleyen diğer insanların gözü bende artık. Koskoca marketin ortasında, elindeki saksının içinde mor bir çiçekle bekleyen birisinin herkes tarafından izlenmesi sonucunda, mutlu olması düşünülemez. Markete sadece çiçek almak için gelmiş gibi garip bir imaj oluşturuyorum insanların gözünde. “Keşke kıyma ve iki de çikolata alaydım da ben de sizler gibi her günkü alışverişimi yapmaya geldim buraya imajı vereydim insanlara” diye düşünüyorum.

Sıra önümdeki teyzeye geliyor. Aldığı şeylerin parasını ödeyen teyze marketten çıkmadan önce bana çiçeğe nasıl bakmam konusunda öğütler veriyor. Kasiyer, “sizin sadece çiçek mi vardı?” diye bir soru sorma ihtiyacı hissediyor. “Evet” diye cevap verince arkamdaki liseliler gülüyor. Mükemmel bir ortam var markette. Herkese neşe saçıyorum.

Marketten çıkıp elimdeki çiçeği sallaya sallaya eve geliyorum. Artık rezilliğin en üst noktasına geldiğim için bu kadar rahatım. Odama girip en güzel köşeye koyuyorum çiçeği. Biraz da su veriyorum. Markette çektiğim tüm çile boyunca yanımda olan çiçeği severek, “bu dünyada tüm güçlüklere karşı artık hep beraber olacağız, yeneceğiz hepsini” diye garip bir cümle kuruyorum.

Bir hafta geçiyor bu maceranın üzerinden. Annem geliyor yanıma, elinde çiçeğimle. “Ee kurumuş bu, niye hiç sulamadın?” diye soruyor. Hala bakamıyorum hiçbir canlıya; hala birey olamıyorum.

I Love Uyku

Son günlerde istikrarlı bir şekilde yaptığım tek şey telefonun alarmını ertelemek. Önceleri beşer dakikadan on dakika kadar erteleyerek başlayan bu eylem, giderek daha da kötü bir hal almakta. En son denemem kırk beş dakikayı buldu ki bu süre içinde her beş dakikada bir “ertele” tuşuna basmaktan sıkıldım ve bu kırk beş dakikanın sonunda artık yataktan kalkmam gerektiğine kanaat getirdim.

Sabah uyanmanın çok zor gelmesiyle yavaş yavaş “akşam yatmaz sabah kalkmaz” insanı olduğumu fark ediyorum. On altı – on yedi yaşındayken “akşam yatar sabah kalkmaz” insanıydım ben. Aslında şimdilerde akşamları yatmak bilmemeyi kendimce önemli bir görev gibi belliyorum ve “amaaan zaten ne kadar yaşayacağız ki uyu uyu nereye kadar” diye bir aforizma geliştirdim. Lise zamanında akşam saat dokuzda yattığımı bilirim ki bu zamanlarımı gerçekten çok boş geçirdiğimi yeni yeni fark ediyorum. (Bunun on sene sonra farkına varmam da gayet acıklı bence) Bir önceki akşam dokuzda yatıyorsun, sabah yedide zar zor kalkıp okula gidiyorsun, bütün günün okulda kapak maçı yapmakla geçiyor (Anadolu Lisesi’nin örnek bir öğrencisi), saat dört olunca eve geliyorsun, yine yatıp uyuyorsun, kalkınca yemek yiyip yine yatağına gidiyorsun. İşte bomboş bir organizma olmanın özeti budur.

Artık geç yatıp sabahları da erken kalkmak zorunda kalınca, eksikliğini hissettiğin o uykuyu vücut otobüste falan tamamlamaya çalışıyor. Bence otobüste uyumak acınası şeyler listesinin en tepesinde kendine yer bulabilir. (Acınası şeyler listemin başında o an dinlemek istediğin şarkının mp3 playerında olmadığını fark etmek yer alır. Evet, böyle de sığ bir insanım) Otobüsteki uyku halinin acınacak bir şey olduğunu şunları düşününce fark ettim: Milletin uyuduğunu anlamaması için kafanın en uygun pozisyonu almasını mı hesaplayacaksın, yine kafanın saçma sapan oraya buraya eğilip bükülmesinden mi korkacaksın ya da uyurken garip sesler (horlama, sayıklama gibi) çıkarmaktan mı korkacaksın! Ağzı açık bir şekilde uyuyan birçok insan gördüm otobüslerde ve bu insanlar uyurken, etrafındaki insanların kendilerine olan bakışlarını görse uyumak kavramını hayatlarından tamamen çıkarırlarmış gibi geliyor bana.

Uykuda sayıklamak da bende garip bir korku uyandırır. Hayatımla ilgili ağzımdan kaçırmaktan korktuğum sırlarım falan yok ama sayıklarken gayet anlamsız cümleler kurabiliyor insanlar ve bu yüzden uyandıktan sonra espri malzemesi olmak işime gelmez. Ama uyurken konuşan insanlarla ilgili acımasız espriler yapmaktan ve onlarla dalga geçmekten de hiçbir zaman vazgeçmem. Böyle de pisim işte. Bu konudaki en başarılı örneği canım kardeşim İrem vermiştir ve bir gece yarısı ben bilgisayar başında otururken, “Abi?” diye bir ses duymuşumdur. “Efendim?” diyince İrem’den gelen soru sayesinde yaklaşık yetmiş iki saat süren bir dalga geçilme süreci yaşanmıştır evde: Abi, anneler giysi olur mu? “Hee evet, pantolon olanların sayısı fazla ama arada bere de olanlar çıkabiliyor” şeklinde bir cevap vermişliğim vardır bu soruya. Yine İrem’in uyurken beni yanına çağırıp söylediği bir üçlemesi vardır. Buyrun:

İrem: Abi?

Ben: Efendim?

İrem: Üniversite…

Ben: Ne?

İrem: Şaka…

Bunu diyip gitti uykusuna devam etti kaldığı yerden. Ben de gayet aydınlanmış bir şekilde oturduğum yere geri döndüm. Hayatın sırrına erişmiş gibi hissediyordum artık kendimi. Uyuyan insanlardan duyduklarım bunlarla sınırlı değil. Bir de “Biz Fenliyiz, biz Fenliyiz; Finliler dışarı, Finliler dışarı!” var. Önümde böyle örnekler varken uyurken sayıklamaktan korkmam gayet normal sayılmalı bence.

Çok yorucu geçen bir günün sonunda metroya binmiş eve gitmeye çalışırken, karşımda uyuklayan abi sayesinde uykuyla ilgili düşüncelere daldım böyle. Kafası bir öne bir arkaya giden ve gözlerini açtığı anlarda uyumuyormuş izlenimi vermek için etrafa delici gözlerle bakan abi, bir ara kendini kaybetti ve sol bileğine sesli sesli iki öpücük kondurdu. “Kim bilir rüyasında ne gördü yazık yaa” diye abi hakkında yanlış bir şey düşünmemeye çalışsam da karşımdaki görüntünün iğrençliği git gide büyüdü gözlerimin önünde. İşler daha da çirkinleşmeden metrodan inmem gerektiğini düşündüm ve otobüse binip gözlerimi kapadım. Rüyamda bileğini öpen abiyi gördüm. Bileğinden dirseğine doğru ilerliyordu. Zıplayarak uyandım ve uyuduğum anlaşılmasın diye cin cin gibi etrafı kestim.

Asansör; Öl!

Evin kapısının önündeyim. Sanki çok yoğun bir insanmışım, her şeyimi belli bir plan, program dahilinde yapıyormuşum ve boşa geçirdiğim her saniye bana çok büyük şeyler kaybettiriyormuş gibi davranıp, “ayakkabılarımı bağlamadan önce asansörü çağırıyım da zamandan tasarruf edeyim” gibi bir düşünce eşliğinde asansörü çağırma düğmesine basıyorum.

“Bakalım asansör gelene kadar ayakkabılarımı bağlayabilecek miyim?” gibi saçma bir düşünceyle birlikte asansörle gereksiz bir yarışa giriyorum. Bu heyecan yüklü oyundaki tek güvencem asansörün zemin kattan dokuzunca kata kadar alması gereken uzun bir yol olması. Fakat ben daha ayakkabımın sol tekini elime almadan asansör tepemde beliriyor. Çirkeflik yapıp oyunun galibinin ben olduğumu iddia etmeye çalışacağım fakat herhangi bir muhatap yok karşımda. “Neyse yenildiğimi kimse görmedi” gibi garip bir düşünceyle ayakkabı bağlama işlemini güzelce tamamlıyorum ve elimi asansörün kapısına doğru uzatıyorum. Bu sırada asansör aşağıdan çağrılıyor. Sinirimi yatıştırmak için asansör indikçe ben azalan numaraları sayıyorum içimden. 8, 7, 6 diye giderken işlerin artık iyice tatsızlaştığını fark ediyorum. Asansör durunca birinci kattan çağrıldığını anlıyorum. Birinci katta bir süre durup zemin kata iniyor asansör. Sadece bir katı yürüyerek inmemek için dokuzuncu kattaki asansörün gelmesini bekleyebilen insanlar olduğunu idrak ediyorum. “Te allam yaa” serzenişiyle birlikte asansörü yeniden çağırıyorum, “ulan ya asansörde kalırsam” korkusuyla adım atıyorum asansöre.

Klostrofobi var bende. Sığ bir şekilde açıklarsam kapalı yerde kalma korkusu olur kendileri. Niye böyle bir korku edindiğim hakkında bir fikrim yok, çok düşündüm sebebini ama o kadar fazla inemedim çocukluğuma. Çocukluğa inmek de çok süper bir şey değil bence. Herhangi bir kavga sırasında “çocukluğuna inerim ulan senin” diye bir cümle kurulsa karşı tarafın tepkisi ne olur diye çok merak ettim. Neyse… İşte bu klostrofobi yüzünden zaman zaman çok sıkıntılı anlar yaşarım. Bodrum kattaki evlere girmek çok büyük sorunlara yol açar, asansör yolculukları bir türlü geçmek bilmez, Taksim-Levent metrosunda yürüyen merdivenleri koşarak çıkarım. Boğaziçi’ndeki ilk dersimin de (CHEM 103) arkadaşlar arasında “mahzen” olarak adlandırdığımız YD’nin en alt katında olduğunu görünce çok büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. O yüzden 103’ün CB gelmesini sınıfın konumuna bağlayıp işin içinden sıyrılmaya çalışırım. Asansör harekete başlayınca da bir an önce asansörün içinden sıyrılıp çıkmak istiyorum.

Asansörle aşağı inerken her katta hedefe ulaşma konusunda bir adım daha attığımı düşünüp mutlu olurken, bir anda asansör duruyor. “Noluyo yaa!” serzenişiyle saçma saçma etrafa bakarken asansörün kapısı açılıyor ve bir teyze,” aşağı mı iniyorsunuz?” diye soruyor. Teyzeye “yukarıdan geldiğime göre aşağıya iniyorum; yukarı çıkacak olsaydım, zaten orada dururdum” diye bir cevap vermek istiyorum ama teyzenin bu fiziksel olayı şu an için kaldıracakmış gibi bir görüntüsü yok. Kuru bir “evet” ile geçiştiriyorum ve teyze “heh iyi o zaman” diyerek asansöre atlıyor. Verdiğim cevabın bir insanoğlunu bu kadar memnun etmesi sabah sabah göğsümü kabartıyor. Ben kendimle övünüp dururken, teyze anlamsız sorularına ara vermeden devam ediyor: Kaçıncı katta ineceksiniz? Sırtımda çantam var, montumu giymişim ve buna rağmen teyze, üçüncü katta inip komşuya, altın gününe gittiğimi düşünüyor olmalı. Bu sefer kısa bir cevapla geçiştirmek istemiyorum ve “ben bastım zaten ineceğim katın düğmesine, teşekkür ederim beni düşündüğünüz için” diye ironik bir cevap veriyorum. Teyze tip tip suratıma bakıyor ve “tip tip bakma” kelime grubu, teyzenin sayesinde bir vücut oluyor resmen. Artık o basit bir kelime topluluğu değil. Mitoz bölünme sayesinde teyze, “tip tip bakma” diye bir canlı oluşturdu. Artık asansörde üç kişiyiz. Bu yolculuk hiç bitmesin istiyorum.

Fakat her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, asansör zemin kata geliyor ve birbirimizden ayrılmak zorunda kalıyoruz. Teyzeyi ve teyzenin biraz önce hayat verdiği canlıyı arkamda bırakıyorum. Teyzeden kurtularak büyük bir iş başardığımı düşünüyorum. Apartmandan koşarak çıkıyorum. Önümde, bir kat inmek için asansörü çağıran insanı, ortadan kaybolmadan önce bulmak gibi zorlu bir görev var.

Ankara Sabahı

En son okuduğu kitapta karşısına “O” çıktığı için kitabın kapağını bir daha açamadı. Başka bir kitaba geçmek istemiyor, çünkü karşısına yine “O”nun çıkacağından korkuyor. Kitaplar korkuluk gibi duruyor yatağının başucundaki kitaplıkta. Bir gün her şeye yeniden başlayabileceğini umut ediyor ve o zamana kadar elini herhangi bir kitaba sürmeyecek. Yeniden başladığı hayatında kitaplar ona kimseyi hatırlatmayacak ve işte o zaman durmadan okuyacak, hiç durmayacak.

Kabuslarla dolu bir gece geçirmişti, doğru düzgün uyuyamadığı için kendini halsiz hissediyordu. Bu yüzden bütün gün yattı. Hiçbir şey yapmadı. Arada, sokaktan geçen satıcıların sesine kulak kabarttı. Nedense kendi adını söylüyorlarmış gibi geliyordu her seferinde. Çalmayan telefona dikti gözlerini zaman zaman. Çalar diye bekledi, çalmayınca kendi telefonundan kendi numarasını aradı. Meşgul tonunu duyunca “acaba kimle konuşuyor?” diye kıskançlık kokan, garip düşünceler içerisine girdi. Artık bazı duyguları kendi kendine yaşatmayı öğrenmişti. Kendi kendini seviyor, kendi kendini arıyor, kendi kendini ağlatıyordu. Bir gün kendi kendini de güldürecekti.

Doğruldu yattığı yerden, bir şeyler atıştırmak için gittiği mutfaktan karnını tıka basa doyurarak çıktı. Birazdan midesi ağrırdı, biliyordu bunu. İlaç içmek için ağrının başlamasını bekledi. Beklediği gibi de oldu, yarım saat olmadan mide ağrısı başladı, kalktı yerinden, ilacını içti, gitti, tekrar yattı. Mekanik bir düzende hareket ediyor gibiydi. Uykuya daldı.

Uyandığında akşamüstü olmuştu, hava kararıyordu artık. Dışarı çıkmak istedi. Herkesin işten eve döndüğü saatte o dışarı çıkıyordu. Hayatındaki bu zıtlıklara alışmıştı uzun zaman önce ve bunları sorgulamayı da bırakmıştı. Kendi kendinin nazını çekecek değildi şimdi ve içinden gelen sesin sorduğu soruları duymamazlıktan geldi. Boş sokakları dolaştı. Bir köşe başında “O”nu gördü sanki, geriye döndü, koşa koşa eve geldi. İçeri girer girmez kapıyı kilitledi. Soluk soluğa kalmıştı. Kapının deliğinden korka korka baktı, sanki gördüğü hayal onu takip edecekmiş gibi. Kapının önüne çöktü, ağlamaya başladı.

Durduramıyordu ağlamasını ama kapı çalınınca hızla kuruladı gözyaşlarını. Kapıyı aralayınca karşı dairesinde oturan Fikret Teyze’yi gördü kapının önünde. “Ne oldu yavrum?” diye sordu kadın. “Bir şey yok Fikret Teyze” diye cevapladı soruyu. “Nasıl bir şey yok! Şu gözlerinin haline bak” diyen teyzeye anlattı her şeyi sonunda. Hiç yapmadığı şeyi yaptı, içini bir başkasına açtı. Hayallerle baş etmeye çalışmaktan artık bıktığını ama “O”nu görebilmek için de hayallere ihtiyaç duyduğunu, evde tek başına çıldıracak gibi olduğunu ama dışarı çıkınca da herkesin sanki onu izlediğini, herkesin onun hakkında konuştuğunu sandığını ve artık tüm bunlara dayanamadığını anlattı. Kadın dinledi onu, kendince yardımcı olmaya çalıştı. Kadının söylediklerini dinliyormuş gibi yapıyor kafasını sallıyordu ama kafasında yine “O” vardı. “O” yine kızacaktı sanki, kendisini başkasına anlattığı için; olmayan bir şeye niye bu kadar bağlandığı için.

“Bir şeye ihtiyacın olursa çal kapıyı” diyen kadının arkasından hemen kapadı kapıyı. Hiçbir ihtiyacı için kimseye hiçbir şey dememişti bugüne kadar ve bundan sonra da suskun kalmaya kararlıydı. Kapıyı kapadı ve yine kendi kendine katlanmak zorunda kalmamak için kendisini ne kadar korkutsa da “O”nu düşünmeye başladı yine. Karşısındaki koltuğa oturtturdu “O”nu, sanki kendisini dinleyen varmış gibi ciddi ciddi konuştu boşlukla, “O”nun da kendisini onaylamasını bekledi. Nasılsa hayal değil miydi, bir kere “evet” deseydi zaten, ne kaybederdi ki…

Gece yarısına kadar oturdu böyle. Sonra karşısında oturan “O”na dışarıya çıkmak isteyip istemediğini sordu. Birlikte dışarı çıkmaya karar verdiler. Saat 04:00 olmuştu. Hava soğuktu. Ama yanında “O” var diye çok etkilemedi soğuk kendisini. Sonra “O”nun üşümesinden korktu. “Bir şarkı söyleyeyim sana hadi” dedi, “sen de eşlik et ama…” Girdi “O”nun koluna, şarkıyı söylemeye başladı:

Her Ankara sabahı gibi belki biraz üşüyorsun… Ama olsun eskiden beri üşümeyi seviyorsun…

Sen Bilirsin!

“İyi akşamlar” diyorum, “Rica ederiz” diye cevap veriyor bana. İki tane küçük meyve suyu aldığım marketten çıkarken, kasiyerin söylemiş olduğu o iki kelime yüzünden “bana laf mı soktu?” korkusu yaşıyorum. Koskoca marketten ala ala minicik meyve suyu almam kasiyeri tatmin etmemiş olabilir. Markete geri dönüp kendimi affettirmek için “acaba bir de coco star mı alsam?” diye düşünüyorum. Kasiyerin aldığım coco starı da beğenmeme ihtimali yüzünden içimde büyük bir tedirginlik var.

Tedirgin olma durumu nasıl bir illetse yapıştı mı bırakmıyor insanı. Hiç unutmam tedirginlikle ilk tanışmam henüz üç yaşındayken olmuştu. Havaya atıp tutmaya çalıştığım topu yere koyup kendime farklı oyunlar icat etmeye çalışırken, aklıma gelen “topa sağ ayağımla mı yoksa sol ayağımla mı vursam” düşüncesi beynime tedirginlik kavramının ilk tohumlarını attı. Bu tohumlar da bir kere atılmaya görsün! Hemen büyüyorlarmış meğer! Kendime hedef olarak belirlediğim vazonun topun çarpmasıyla kırılması sonucunda, bu kez de kırılan vazonun parçalarını saklamam mı yoksa ağlayarak anneme gidip yediğim haltı ona söylemem mi gerektiği tedirginliğini yaşadım.

Aklınıza gelebilecek en küçük şey için bile stres yapmaya hazır bir bünyem var ve vücudum da tedirginlikle uzun yıllardır süregelen büyük bir aşk yaşamakta. Yani hiç kimseye aşık olmasam bile bu duyguyu en derinden yaşatacak olan bir şey var hayatımda. Böyle de sahiplenmiş durumda beni tedirginlik…

Hiç tedirginlik yaşamadan “amaaan nasıl olursa olsun” kıvamında yaşamak çok çok iyi bir şey değil ama bu tedirginlik kavramının aşırısı da bünyeye zarar vermekte. Hayatımdaki tedirginliklerimi iki ana gruba ayırabilirim sanırım. İlk grup, olmazsa olmaz tedirginliklerdir. “Yemek yemesem ölür müyüm acaba?” sorusu eşliğinde yaşanan tedirginliğin sonunda yemek yemeye karar vermek bu duruma örnek verilebilir. Bu gruptaki tedirginliklerle pek alıp veremediğim yoktur. Fakat ikinci gruba giren tedirginlikleri “gayet salak tedirginlikler” olarak adlandırırım ki bunların hepsi “ben insanım” diyen kişinin yaşamaması gereken şeylerdir. “Otobüste kapı açılmazsa ne yaparım!” ya da Mustafa’yı aramaya karar verip, ”yanlışlıkla başka birini arıyorsam?” korkusuyla telefon Mustafa tarafından açılana kadar milyonlarca kez telefonun ekranına bakmak gibi.

“Şöyle mi yapsam böyle mi yapsam?”, etrafımdaki insanların benden en çok duyduğu soru kalıbı olabilir. Bu cümleyi kurunca sanki bir kararsızlık havası seziliyor olabilir ama aslında tedirginlik had safhada oluyor. Herhangi bir fikir alıp, tedirginliğe ağzının payını vermek için kurduğum bu cümleye, “sen bilirsin” tepkisi geldiği zaman, tedirginlik tahtına kurulup pis pis sırıtıyor. “Sen bilirsin” demeyin bana lütfen…

Peki ya bulaşıcı bir hastalık gibi tedirginliği oraya buraya saçmama ne demeli? Bütünlemeye kaldığı dersin sınavına girip, sınav kağıdının altına “lütfen beni geçirin” notunu yazan arkadaşıma,” olum resmi belge o, yazılır mı lan öyle şey? Atılırsın valla okuldan” demişliğim vardır mesela. Sınav sonuçları açıklanıncaya kadar arkadaşımın yaşadığı tedirginlik görülmeye değerdi. Hatta bir ara hocasına gidip, “beni bırakın n’olur” deme düşüncesiyle yanıp tutuştu. Muhaha!! Ama sonra geçti dersten. İşe yaramadı saldığım o kadar korku. Arkadaşım da artık iyice abartma moduna geçmiş durumda ve verdiği her ödevin altına “beni geçirin hacı hadi be” şeklinde minik notlar yazmakta.

Sınavlarda yaşadığım tedirginlik ise beynimi ilk çağ insanı seviyelerine kadar indirir. Üç kere dört on iki miydi on dört müydü diye düşünürken takındığım hal ve hareketler bambaşka bir şeye döndürür beni. Tedirginlik yüzünden sınavlara ateşi ha buldu ha bulacak insanı gibi olurum. Milattan öncesine giderim, beyin fonksiyonlarım da durur. Sonra A şıkkı yerine B şıkkını işaretlerim; E şıkkı, D şıkkından daha sevimli görünür gözüme.

Marketten çıktığımda yaşadığım tedirginlik yüzünden nasıl göründüğümü bilmek istemiyorum. Çok düşünceli gibi görünüp elinde iki adet küçük meyve suyu tutan bir insanın çok da ciddi bir görünüm sergileyeceğini sanmıyorum. Ama sanırım yaşadığım tedirginliğe sinirlenip, “ee başlarım coco starına, “iyi akşamlar” denince “rica ederiz” mi denir azıcık yol yordam öğrenselerdi!” diye çemkirirken yanımdan geçen insanlar çok kötü şeyler düşünmüşlerdir hakkımda. Düşündüğünüz gibi değilim ben ama yine de siz bilirsiniz..

Aşkım, Beni Seviyor Musun?

Süper yoğun geçen bir günün sonunda zar zor bindiğim metrobüsten inip beni eve götürecek olan otobüse atıyorum kendimi. Otobüste oturacak yer bulduğum için kendimi bir anda dünyanın en mutlu insanı gibi hissetmeye başlıyor ve etrafa gülümseyen gözlerle bakıp “ hohoytt ehe ehe” gibi tepkiler veriyorum. Fakat biraz zaman geçtikten sonra “biraz yaşıma uygun davranmalıyım” diye düşünerek garip tepkiler vermeyi bırakıp, etrafa olgunmuşumcasına tavırlarla bakmaya başlıyorum. Gözlerimi olgun bakma moduna getirdikten sonra ön kapıdan binen bir çift dikkatimi çekiyor ve bu çift, otobüste başka yer yokmuş gibi gelip benim tepeme dikiliyorlar. Kızın ilk cümlesi şu oluyor: Aşkııaaamm senin için benimle geçirdiğin bir an, bir ömre bedel mi?

Bu cümleyi duyduktan sonra bir insanın böyle bir cümle kurması için ne içmiş olabileceğini düşünmeye başlıyorum önce. Sağlam bir kafanın bu tarz sorular üretebileceğini sanmıyorum. Maksimum derecede sevgi açlığı çeken bir insan bile bu kadar zorlama bir soru sorabilir mi bilmiyorum. Kendisine sorulan soruya “Hee?” diye tepki veren erkeğin, sorunun saçmalığıyla dalga geçeceğini düşünüyorum. Fakat kız, soruyu tekrar sorunca (hadi bir kere bir saçmalık yaptın, bunu ikinci kez yapmanın anlamı yok bence) erkek şu cevabı veriyor: Tabii ki aşkım…

Bunu duyunca “Heh tamam” diyorum, “bulmuşsunuz birbirinizi!” “Çiftler çok uyumlu olmalılar, yoksa ilişki sağlıklı yürümez” bıdı bıdısı var ama uyumlu olacağız diye de bazı şeylerin cılkını çıkarmamak gerekiyor sanırım. Yani şimdi diyelim ki ben, beynimi kaybettim ve hayatımdaki insana “senin için benimle geçirdiğin bir an, bir ömre bedel mi?” diye bir soru sordum. (Düşünün yani o derece salaklaştım) Ve sevgilim de bana “eveett hayatıııaaamm” dedi. Ben de bu cevapla birlikte çok mutlu oldum, “heyyoo ne kadar mutluyuz, çok uyumluyuz” diye cümleler kurdum. Ve sonra da normal bir insanmışım gibi hayatıma devam ettim, utanmadan nefes alıp verdim falan… Neresinden bakılırsa bakılsın çok gereksiz davranışlar olurdu bence bunlar.

Otobüs ilerledikçe çiftimizin yaptığı muhabbet iyice derinlere inmeye başladı. Önce çocuğun okumak için Kıbrıs’a gittiği anlaşıldı. Çocuğun orada kaldığı beş sene boyunca burada kalan hanım kızımızın her gece ağladığı ortaya çıktı. Erkek altta kalmadı, “ben de ağladım” dedi. Kız da bunun üzerine çirkefleşerek “madem öyle gitmeseydin oraya, İstanbul’da özel üniversite mi yok?” diye bir soru sordu ve kendi sorduğu soruya “Yeditepe vaaaar” diye kendisi bir cevap verdi, devamını getiremedi. Erkek konuyu değiştirmek için mobilya mağazalarını göstererek “hadi koltuk takımı beğenelim” diye bir cümle kurdu ve işin rengi burada değişti. Demek bu iki ulu insan, birlikte bir yuva kuracak ve dünyaya olağanüstü zekaya sahip mini mini yavrular getireceklerdi. Bu haberi alınca ne kadar mutlu olduğumu anlatmama gerek yok sanırım sevgili dostlarım! Bir anda kendilerine duyduğum saygı iki katına çıktı. Bir ara üç katın bile çıktığı oldu.

Mobilya mağazalarına bakarak, çeşitli modelleri beğendikten sonra çiftimiz, artık televizyon konusunda bir karar vermeleri gerektiğini düşündüler. (Bu cümlenin “Yemekteyiz” programındaki amcanın ses tonuyla okunması, olayı daha anlamlı bir hale getiriyor) 3D televizyon almaya karar veren erkek, bu fikrini kıza söyledikten sonra, “3G televizyonların başka ne özellikleri var ki?” gibi bir soruyla karşılaştı. Teknoloji ve aşk, kızın başını döndürmüştü sanırım. 3G’li televizyon alarak bambaşka bir evrene adım atmak istiyordu ki; sevgilisi, onu, “3D o, 3D” diye pek de hoş olmayan bir şekilde uyardı. Kız da yaptığı hatayı “off bebeğiiimm yaa ne biliyim karışıyoooo” diyerek telafi etmeye çalıştı. Birbirlerine mutlu mutlu gülümsediler. Bu mutluluk sonucunda Bim'e gidip içecek almaya karar verdiler. (3D televizyon alacağını söyleyen bir insanın içecek almak için Bim'i tercih etmesi de ironik geldi)

Artık eve yaklaşmıştım. Otobüsten inmek için ayağa kalktım, düğmeye bastım. Bu sırada koltuk takımlarının nasıl olması gerektiğine karar veren çiftimizin önünde küçük bir sorun vardı. Kızın aldığı kuş tüyünden oluşan şeyi (ne olduğu belli değildi ama, “şey”di onun adı) nereye koyacaklarını düşündüler. Az kalsın işin içinden çıkamıyorlardı fakat ultra zeki kızımız buna da bir çözüm buldu. Ben otobüsten inerken, kızımızın ağzından şu cümleler dökülüyordu: Hani giyim kabini alacağız ya o köşeye, onun üstüne koyacağım o kuş tüy şeyi, konsept yapacağım…”

Otobüsten indim, telefonun “mesaj yaz” bölümüne geldim, “aşkııım beni seviyor musun?” yazıp, mesajı kendime gönderdim. Cevap gelmeyince de “hayatıma uygun konsept yapabilecek miyim acaba lan ben?” diye düşündüm. Buna da cevap gelmedi…


3 Haziran 2011 Cuma

Heh Şimdi Oldu İşte! Aferin Erdem!

“Aaa bu kitabı arıyordum ne zamandır!” diye sevinçle bağırıyorum. Albert Camus’nün Veba adlı kitabı. Deli gibi mutlu oluyorum bu kitaba kavuştuğum için. Otobüse biniyorum, yerime oturur oturmaz kitabın üzerindeki saydam kabı yırtıp, hemen okumaya başlıyorum. Keyfime diyecek yok…

Kitap aldığım zaman yaşadığım sevinci başka hiçbir şey yaşatamıyor sanırım bana. Böyle de garip bir huy edinmiş durumdayım. Her hafta kitap almadan duramıyorum, bütün mal varlığımı kitaba yatırıyorum. Boğaziçi’nin bana kazandırdıklarından biri de bu oldu: okula gidiş süresince (bazen de dönerken) kitap okumak. (Okulun kazandırdığı diğer şeyler arasında beyaz saçlar da var)

Tabii ki çoğu çocuk gibi Cin Ali okuyarak başladım ben de kitap serüvenime. Çocuklar okula başladıklarında gözlerine direkt Cin Ali sokulduğu için, bu durumun çocuklarda travma yaşattığına inanıyor ve “Aaa ben Cin Ali bile çizemem” cümlesinin buradan geldiğine inanıyorum. (Böyle garip hipotezlerim var) (Yalnız Cin Ali bile çizemeyen insan da kabiliyetsizin tekidir gözümde bu da bir başka saçma hipotezim)

Kitap okuma maceram ilkokulda öğretmenimizin verdiği kitapların özetini çıkarıp, bir de bu özeti tahtaya çıkıp anlatma olayıyla devam etti. Üçüncü sınıftayken Ökkeş Lunaparkta isimli kitabı okuyup, bu kitabı iki ders boyunca anlatmışlığım vardır. (Burada kesinlikle abartma yok, ciddi bir kıyak yapmıştım arkadaşlarıma) Yalnız Ökkeş Lunaparkta isimli bir kitaptan iki ders saati boyunca anlatacak kadar ne bulmuşum, çok merak ettim şu an yazıyı yazarken. Bu kitapta herhangi felsefi bir düşünce ya da ders çıkarmamız gereken bir durum olduğunu sanmıyorum. Ökkeş isimli bir çocuk (keldi bir de Ökkeş ama bu ekstra bilginin ne gibi bir faydası olacağını bilmiyorum) lunaparka gidiyor ve ben bunu iki saat boyunca anlatıyorum. Küçükken bomboş işlerle uğraşmışım.

Sınıflar ilerledikçe okuduğum dünya klasiklerinin ya da Kemalettin Tuğçu’nun genç çocukları ağlatarak, onların psikolojik bir travma geçirmelerine neden olan kitaplarının yerini test kitapları almaya başladı. Artık Ökkeş’in lunaparkta çarpışan arabalarla ne gibi maceralar peşinde koştuğunu değil, bir binanın tepesinden fırlatılan elmanın yere hangi hızla ve açıyla çarptığını bulmak için önümdeki yazıları okuyordum. Dik üçgen görünce muhteşem üçlü peşinde koşuyor, propan yakıp ne kadar karbondioksit elde edeceğimi hesaplıyordum. İşte bu zamanlarda gerek Tolstoy’un gerekse Sabahattin Ali’nin çok fazla kırdım kalplerini. Kendimi affettirebilmek için hala, güne bir sayfa Sabahattin Ali, iki sayfa da Tolstoy okuyarak başlarım.

Üniversiteye girip test kitaplarıyla olan ilişkimi sonlandırdıktan sonra özlediğim dünyaya dönüş yolu açıldı benim için. Uyurken, yatmadan az önce okumaya başladığım kitabın devamını okuduğum fantastik rüyalar görmeye başladım. (Bu durum “Nasıl bir metabolizmam varsa artık, hiçbir davranışım normal değil!” şeklinde yorumlar yapmama neden oldu.) Otobüsten inmem gereken durağı kaçırmadım ama hiç kitap okuyorum diye, bununla da övünür dururum. (İnsanın kendini övecek hiçbir şeyi olmayınca, inmek için düğmeye doğru zamanda basmasıyla bile gurur duyabilecek hale gelebiliyor)

Veba’yı okurken de inmem gereken durağa geldiğimi fark ettim. Kitap okumanın verdiği huzurla mutlu mutlu eve ulaştım, yeni aldığım Veba’yı koymak için kitaplığıma doğru ilerledim. Kitaplıkta her kitap, yazar isimlerine ve sonra da yazarların eserlerine göre alfabetik bir şekilde sıralanmaktaydı. Albert Camus’nün olduğu bölüme geldim. Kitaplıkta bir kitap bana bakıyor ve üzerinde Veba yazıyordu. Elimdeki kitabın da Veba olduğunu biliyordum. Uzun zamandır almak istediğim kitabın kitaplığımda olduğunu gördüm. İki tane Veba isimli aynı kitapla ne yapacağımı düşündüm. Birinin üzerine “Cilt 1”, diğerine “Cilt 2” yazdım, “heh şimdi oldu işte” dedim…

Hayat Bana Güzel(miş)!

Ne yaptığımı soruyor bana. Teker teker anlatıyorum. “Hayat sana güzel” diyor. “Kolaysa başına gelsin” kalıbı gibi kullanılan bir cümle bu. Anlattıklarımı düşünüp hayatın nasıl bana güzel olabileceğini düşünüyorum. Cevabım yok buna. “Boğaz’da yürümüyor musun sen şimdi?” diyor.

Evet, telefonda konuştuğum sırada Boğaz’da olduğum doğru ama az önce bir sürü dersten oluşan bir maratonu tamamladım ben. Startı sabahın köründe uyanarak verdim. (06:15) Zaten bir de geç yatmıştım. (02:47) Otobüste ayakta kaldım. İnmek için düğmeye bastım, fakat şoför kapıyı açmadı durağa gelince. “Kaptan, arka kapı” diye bağıracak kadar bile girişken olmadığım için bir sonraki durakta inip (bu sefer kapı açıldı) bir de geri yürüdüm o kadar yolu. Durağa doğru yürürken binmem gereken diğer otobüs gözlerimin önünden süzülerek geçti, fakat el kol kaldırarak otobüsü durdurmaya yeltenmedim. Zira böyle bir çaba içerisine girseydim ve otobüs durmasaydı kendimi çok dışlanmış hissederdim. “Benim sayemde para kazanacak bir otobüs şoförü bile beni istemiyorsa, kim beni ne yapsın!” diye düşünür, bu soruya da cevap bulamaz ve zaten içine kapanık olan ben, artık içine bile kapanamaz, böylece bir saksı bitkisinden farkı olmayan bir şeye dönüşürdüm. Trafik ışıklarının üzerine monte edilen ve insanlara “şimdi karşıya geçebilirsiniz” diyerek ya da “beş, dört, üç, iki, bir” diye sayarak yardımcı olmaya çalışan o garip alet kadar bile insanlığa faydam dokunamazdı.

Tüm bunları düşünüp, bu kadar büyük bir risk almanın çok da akıllıca olmadığını fark ettim ve durağa kadar geldim. Durağa vardıktan on dakika sonra otobüs geldi ve şu an bunları yazarken bile hala nasıl olduğunu anlayamadığım şekilde otobüsten inene kadar herhangi bir atraksiyon yaşamadım. (“Hayat sana güzel” cümlesi bu bölüm için söylendiyse, arkadaşıma hayattan beklentilerinin çok az olduğunu uygun bir dille anlatmam gerekiyor. İnsana sadece şehir içinde sorunsuz bir otobüs yolculuğu vaat eden bir hayat, kusura bakmayın da… Neyse…)

Otobüsten, yolculuk süresince başıma herhangi bir şeyin gelmemesinin verdiği şaşkınlık ve bu şaşkınlığın yüzüme yaymış olduğu anlamsız bir sırıtmayla indim. “Ehe ehe ho ho” efektleri eşliğinde Güney Kampüs’e doğru yol alırken yağmur başladı. Şemsiye, nefret ettiğim şeyler listesinde ilk sırada olduğu için (ikinci sırada anket defteri, üçüncü sırada maydanoz var) çantama koymak istememiştim. “Neyse ıslanmayı seviyorum” dedim kendi kendime. (Neden şemsiye kullanmadığımı soranlara “ıslanmayı seviyorum” şeklinde bir cevapla geliyorum) Güney’e inerken peşime talkına köpeği “hoşt” diyerek kibarca uyardım ama köpek “koş” demişim gibi anladı sanırım. Ben kaçtıkça, o hızlanıyordu; ben saklandıkça, o beni bulup çıkarıyordu. Bu şekilde herkese madara olarak Güney Meydan’a kadar indim. Köpeğe de en sonunda “Yürü git lan!” diye çemkirdim. Gitti.

Yağmurda ıslanan banklara oturup oturmama konusunda bir tereddüt yaşamış olsam da birkaç saniye sonra kendimi oturur pozisyonda buldum. Mustafa’yı aradım. Büyük ihtimalle uyuduğu için telefonu açmadı. Ben de arka arkaya üç çağrı bırakıp, dört tane de boş mesaj gönderdim kendisine. Çağrıları ve boş mesajları görünce, uyku sersemliğinin de etkisiyle önce biraz telaşlansın, fakat vurdumduymaz bir insan olduğu için telaşlanma gibi bir alışkanlığının olmadığını fark etsin ve boşuna telaşlandığı için de sinirlensin istedim. Biraz zaman geçince, “boşuna sinirlenmesin, dur ben durumu izah edeyim” diye düşündüm ve yapmış olduğum hareketlerden dolayı hissettiğim pişmanlığı anlatan bir mesaj göndermek istedim kendisine. Fakat yazacak bir şey bulamadığım için bir tane daha boş mesaj gönderdim.

Banklarda boş boş otururken yanıma gelip bir binanın yerini soran yabancı uyruklu bir ablayı yanlış binaya gönderdiğimi fark ettikten sonra, “abla geri dönüp bana bağırmasın” diye düşündüm ve Kuzey Kampüs’teki dersime gitmeye karar verdim. Gittiğim derste, dersi kendini kaybetmiş gibi anlatan ve kurduğu her cümlenin sonuna “basically” kelimesini ekleyen hocanın yüzünden, “madem bu kadar basic, bende bir problem var” diye düşündüğüm için migrenim tuttu. Dersten çıktıktan sonra “çay içiyim de migrenim geçsin” diye bir karar aldım ve aldığım çayı da kantinden çıkmaya çalışırken elime döktüm. Elimin yanmasının verdiği garip ruh haliyle tek ayağımın üzerinde sekerek ilerlemeye başladım ve büyük ihtimalle orada bulunan herkese bol bol malzeme verdim.

Sonra tüm gün boyunca yaşadıklarımı düşünüp “Eeh yeter ama” dedim ve biraz sakinleşmek için Boğaz’a indim. Arkadaşımı aradım. İlk seferinde duymadı. “Kuruçeşme’ye gelince ararım artık” diye düşündüm fakat Kuruçeşme’ye gidene kadar sabredemeyip Arnavutköy’de bir kez daha aradım. Bu kez açtı. “Nerdesin sen?” diye sordu, “Çok rüzgar var, anlamıyorum dediklerini” diye ekledi. “Boğaz’dayım” dedim. “Hayat sana güzel” dedi. “Yaa ama o şimdi öyle değil yani” dedim.