31 Aralık 2010 Cuma

2010 Almanak

2010 yılını bitiriyoruz bugün. (Çok önemli bir tespit değil tabii ki bu, herkes farkındadır bunun) Koskoca bir yıl geçirmişim ama bu 365 gün nasıl geçmiş hiç farkına varamadım; günler, yıllar ne çabuk geçiyor geyiğine girecek değilim burada. Bu bir yılın özeti aylara bölünmüş olarak aşağıda arz-ı endam edecek.

Ocak

1 Ocak günü saat 07:00’de uyumaya karar verdiğimi hatırlıyorum. Tabii öğlen vaktini geçmişti uyandığımda. “Daha ilk günden bu kadar tembellik yaparsan ohooo!” diye bir yorum yapmak işime gelmedi tabii ki. “Yeni yılda yeni kararlar almalıyım” insanı olmadım hiçbir zaman. Ocak ayının ilk günlerinde finallere çalıştım. Sonra çalıştığım finallere girip, çıktıktan sonra “ne kadar zordu lan!” diye yorumlar yapmış olma ihtimalim gayet yüksek. Ocak ayının ortalarında “notlar ne geldi acaba?” diye kayıt işlerinin web sayfasının müdavimi oldum, ortalama hesapladım. Ders muhabbeti bir zaman sonra kapandı, farmville ile baş başa kaldım. Ektiğim çileklerin çürüme ihtimali beni hep korkutmuştur o yüzden gübreyi eksik etmedim. Traktör için nasıl benzin kazanabilirim diye uykularım kaçmıştı bir ara. Sonra dizilere sardım. Dexter, How I Met Your Mother ve Fringe üçgeninde gidip geldim; hangisinin daha iyi olduğuna dair kafamda fikirler oluşturmaya çalıştım. Dexter kazandı.

Şubat

Şubat ayında zağar gibi dolaştım. Sabaha karşı 5:00 civarında uyudum, öğlen 2:00’de kalktım. Sadece dizi seyrettim; arada oksijen alıp, karbondioksit verdim. Hayatımın en boş şubat aylarından birini yaşadım. Kendimin sevgililer gününü kutladım. Şubat’ın sonunda dersler başladı. Kendime yeni defterler ve renkli kalemler aldım. Bu dönem bambaşka olacak dedim; olmadı.

Mart

Derslere gidip gelerek vakit geçirmeye çalıştım. Fizikokimya dersimizin hocası “Rahmi Koç müzesine götüreceğim sizi” dedi. Tatilya gibi geldi sanki bir an orası, “bak bu çok iyi oldu” diye sevindim. Müzeye gidince “Vaaayy, Yok artık, O ne be, Olum şuna bakın lan, Amaan salla onu!” gibi tepkiler verdim. Denizaltı varmış orada, onun içine girdik hep beraber. Denizaltı hakkında bize bilgi veren amca “120 gün boyunca ben bunun içinde kaldım, hiç dışarı çıkmadım” dedi, “Abi manyak mısın?” sorusu dilimin ucuna kadar geldi ama nezih ortamı bozmamak için bir şey demedim. Denizaltının içinde hareket edeceğim diye helak oldum. “Denizaltına da sana da” diyerek Rahmi Koç hakkında pek hoş olmayan sözler söyledim, sonra “O kadar müze yapmış yazık yaa” diyerek üzüldüm. Yanımda olsaydı “Tamam tamam gel hadi” diye teselli edebilirdim. Sonra kimya bölümünde bir efsane olan fizikokimya laboratuvarı başladı, he bir de midtermler başladı. Bir daha da bitmedi.

Nisan

Nisan ayında ne olduğunu hiç hatırlamıyorum demek ki bu kadar sönük bir ay geçirmişim. 6 Nisan annemin doğum günü. Bir o var aklımda.

Mayıs

Mayıs’ın ilk günleri okul tatildi. Bunu hatırlarım tabii ki. Sonra poster sunumu oldu okulda. Projemizin posterini hazırlamıştık ama o kadar kötü bir yere asmışız ki kimse gelip bir şey sormadı. Fizikokimya laboratuvarı bitti. Midtermler bitti diye sevindim ama finaller başladı. “Olum bi durun yaa” diye sitemde bulundum kendilerine. Evaluation form (değerlendirme formu olmakta kendisi, hocaları değerlendiriyorsun, beğenmediğin hoca varsa 1’i (en kötü seçenek yani) işaretliyorsun falan, öyle bir form işte) doldurduk hocalarımız için. Çipli akbillerimize kavuştuk, pembe pembe göz alıcı bir şeydi. Zorlayınca içindeki çip de gözükebiliyor, küçük bir şey.

Haziran

Hayatımın en yoğun dönemini geçirdim sanırım bu ayda. Babamın doğum gününü kutladım. Finallerin bitmesiyle kendimi Ören’de tatilde buldum. Bir haftadan fazla oralarda takıldım, denize girdim, çıktım. Akşamları yürüyüş yaptım. “Hayat güzel sanırım” diye çıkarımlar yaptım tatil psikolojisiyle. Sonra tatil bitti. “Nesi güzel be hayatın” dedim. Değişken hallerimin en güzel örneklerini sundum yani. Ören’den dönünce staja başladım. Bir hafta sonra Zonguldak’taki Kimya Kongresi’ne katıldım. Mayıs ayında hazırladığımız posteri bir daha sundum. Boynumda asılı olan ve adımla beraber Boğaziçi Üniversitesi yazan zımbırtıya bakan iki kızdan biri “Aaa Boğaziçi Üniversitesi!” diye tepki verdi. Diğeri daha çok şaşırdı ve “Neeeeeeee!” dedi. Anlam veremedim onların bu hallerine. Zonguldak’ta market ve karın doyuracak bir yer aramaktan yorgun düştüm; otele geldim, uyudum.

Temmuz

İstanbul’a döndüm. Staja devam ettim. Hastalanıp rapor aldım. Garip geldi bu durum. Ocağın üzerindeki isooktan patladı analiz yaparken. Ölüyordum falan. Elimi kestim mütemadiyen. Stajdan çıkıp koştura koştura Beşiktaş’ın maçlarına gittim. Temmuz’un sonunda “Happy Birthday!” dedim İrem’e. Sevindi. Hediye almak için Fenerium’a girdim. Orada çalışan abiye “Ben Fenerbahçeli değilim, ver işte oradan bir şeyler, sarı lacivert bir şeyi beğenebileceğimi sanmıyorum” dedim. Elime bir Fenerium poşeti tutuşturdu. Eve nasıl geleceğimi bilemedim.

Ağustos

Ağustos’un ortasında staj bitti. Boş günlerime geri döndüm. Koskoca boş zamanlarım oldu. Hiçbir yararlı şey yapmadım. Kitap okudum sadece. Facebook chat ve msnden geyik çevirdik Mustafa, Seda falan. İrem de lise hayatına adım attı, gitti lisesine kayıt oldu. Kopya çekme yöntemleri üzerine HC 101 HOW TO CHEAT dersi verdim İrem’e. CB vermeyi düşünüyorum kendisine.

Eylül

Doğum günümün olduğu ay olması nedeniyle Eylül ayı önemlidir benim için. Doğum günümde yine hiçbir şey yapmadım her sene olduğu gibi ama doğum günümü kutlayan insan sayısında belirgin bir artış oldu. İlginç bir deneyimdi. 18 Eylül tarihini sevmeye başladım bu sene. Umarım ilerleyen aylarda daha çok sevmeye başlayacağım. Okul yine açıldı. Yine defter, kalem aldım. Defter bitmedi henüz. Kalemleri de hala kullanırım. Dexter’ın yeni sezonu başladı diye bir mutlu oldum ki anlatamam.

Ekim

Okula gidip gelerek geçti bu ay da. Yine değişik bir şey olmadı. Bloga yazı eklemeye falan başladım. Kimsenin okumadığından eminim. Sınavlara girip çıkmaya başladım yine. Yine “ortalama kaç çıkmış?” muhabbeti sardı her yanımızı. “Kaçla geçiriyomuş hoca?” sorusuna yanıt aramaya çalıştık. Aldığımız yanıtların doğruluğunu ispat etmemiz 2011’e kaldı. Umarım kandırılmadık. Akbilimi aylık yaptırdım.

Kasım

“Monoton geçer yeaa bu ay da” diye yorum yaparken aslında öyle olmadı. Uzun bir aradan sonra güzel günler geçirdim. Teşekkür ederim bunun için. Sınavlar devam etti, uykusuzluk başladı. Çok pis isyan edesim geldi, “uykusuzluktan gözlerim yanıyo laaaan” diye bağırdım çağırdım kendi içimde. Kimse duymadığı için kendi kendime gelin güvey oldum. Bir sonuç elde edemedim. Uykusuz kaldığımla kaldım.

Aralık

En garip aylardan biriydi Aralık. Ne oldu ne bitti anlamadım. Birçok ilk yaşadım. Çok önemli olanlar vardı içinde. Dexter’ın 5. sezonu bitti. Üzüldüm. Sınavlara girdim, çok yoruldum. Penguen’deki favori karakterim olan Baltalı İlah’ın takvimine kavuştum. ”2010 bitiyor vay bee!” diye kimseye faydası olmayan saçma yorumlar yaptım.

Çok çok kitap okudum. Albert Camus’ye olan hayranlığım daha da çok arttı. Paul Auster’ın yeni kitabı çıktı. İki günde bitirdim. Pain of Salvation, My Dying Bride, Katatonia, Sakin, Redd ve Kurban en çok dinlediğim gruplar oldu. Aralıksız bir şekilde “Sisters”, “Undertow”, “Two Winters Only”, “A Doomed Lover”, “A Kiss to Remember”, “My Twin”, “Bu Defa”, “İlk Yara”, “Artık Gel”, “Aşktı Bu” ve “Usulca” dinledim. Canım sıkıldıkça Boğaz’da yürüyüş yaptım. Bazen tek başımaydım, bazen arkadaşlar vardı, bazen de annem ve İrem falan. Koca bir yıl geçti. Değişen bir şey olmadı. Böyle de garip bir yıldı 2010. En sevmediğim yıllar arasında zirveye oynayacak kadar iddialı kendisi. Ee o zaman git artık bari…

Usulca: http://www.youtube.com/watch?v=3-_TNFMoUR4

Bu Defa: http://www.youtube.com/watch?v=qkkBrHBAixE

İlk Yara: http://www.youtube.com/watch?v=cLE-VFsKdcY

Artık Gel: http://www.youtube.com/watch?v=SRse5RWYxFk

Aşktı Bu: http://www.youtube.com/watch?v=YLkODPLM1Xs

Undertow: http://www.youtube.com/watch?v=ja5wA4s8tQU

Sisters: http://www.youtube.com/watch?v=wS4PBhbagRc

My Twin: http://www.youtube.com/watch?v=an-nknHiaiU

A Kiss to Remember: http://www.youtube.com/watch?v=hEpvnkFAoe4

Two Winters Only: http://www.youtube.com/watch?v=ikG0vC519yw

A Doomed Lover: http://www.youtube.com/watch?v=dd6R1xpVkjg

Yaş Olmuş Yirmi Dört Ama Hala Bir Çocukluk

Mustafa’yla studyde otururken aklıma nerden geldiği muallâkta olan bir konu açıldı. “23 yaşındayım” şeklinde kurduğum, amaçsız olduğu her halinden belli olan cümleme, Mustafa’nın ben de “22 yaşındayım” diye verdiği cevap tüm zamanımızı ne kadar boş geçirdiğimizin güzel bir kanıtı. Bu muhabbeti “iki gün sonra ben 24 yaşında olacağım, sen de 23 yaşında olacaksın” diye ilkokul 1 seviyesinde sürdürmeme ne demeli? (Yeni yıla girince yaş bir fazla söylenir, yoksa doğum günü beklenir yaşı bir arttırmak için falan, biliyorum bunu) Hadi ben böyle bir gariplik içerisine girdim. Peki Mustafa’nın Tank 90 isimli oyunu oynarken “Evet lan!” diye sanki zibilyonda bir karşılaşılacak bir olaydan bahsediyormuşum gibi heyecanlı heyecanlı beni onaylaması nedir? Tank 90 da adından anlaşılacağı üzere 1990 çıkışlı bir oyun. O zamanlar yaşımız 2 – 3…

3 yaşımın üzerine fazla bir şey koyamadan 24 olmam acınılası bir durum. 24 yaşına gelmiş olmak bir zamanlar asla hayal edemediğim bir şey. 18 yaşına bile gelmek yeterince inanılmaz gelirken 24 yaşında olmayı beynim asla almazdı sanırım. Sonuçta bir 24 sayısından bahsediyoruz. 3’ü 8’le çarpınca falan elde edebiliyorsun 24’ü. Öyle garip bir havası var 24’ün. Ve bu garip hava en sonunda beni de yakaladı. 1987 doğumlu olmanın böyle de kötü tarafları var işte. 2011 yılında 24 yaşında olmak. İnsan daha kafiyeli bir şey beklemiyor değil 2011’den. 21 yaşında olmak falan iyi mesela. Hatta ortadaki sıfırı ve sağdaaaki 1’i silip Devlet Bahçeli kafasıyla çeşitli mistik yorumlar yapmak da mümkün.

İnsan yaşlanmaya başladığının farkına saçındaki ilk beyazı görünce varıyor sanırım. İlk beyaz saçımı görünce “vay be yaşlandık” diye çok sığ bir tepki vermiştim. Daha fantastik tepkiler verince gelecek nesillere aktarılacak bir anın olabilir aslında. Mesela “o beyaz saçı tuttuğum gibi kopardım ve havaya kaldırarak ‘beni yenemeyeceksin’ diye haykırdım, bir daha da hiç beyaz çıkmadı” şeklinde anlatılacak bir anı küçük torunlara hayat dersi vermede kullanılabilir. Böyle bir anım yok ama sol tarafta çıkan ilk beyaz saçımı hala saklarım mesela ben. Hiç kesmem, uzar durur. Torunlarım oluncaya kadar bayağı bir uzamış olur, onu gösteririm ben de. Tabii böyle bir olaya kalkışırsam torunlarımın gözlerinde nasıl bir imajım olur tahmin etmek istemiyorum. Sadece “torunları için hiçbir şey yapmamış dede” olmak istemedim.

Geride kalan 23 yılda ne yaptım diye düşünüp aklıma gelen şeylerin çok da işe yarar şeyler olmaması yukarda 3 yaşımın üzerine fazla bir şey koymamışım yorumuna neden oldu. Lego falan olsa oynarım şu an, Pokemon seyredip charmender olmaya çalışırım. İlkokula başla deseler başlarım, “Birol ablan evi süpürmüş mü?” diye merak edebilirim. 23 senede bir üniversite falan kazanabildim sadece, bir de Anadolu Lisesi kazanmışlığım var. Belki çok fazla kitap okumuş da olabilirim ama hala 3 yaşında yaptığım gibi boyama kitaplarındaki şekilleri, şeklin dışına taşırarak boyarım. 1000’den fazlasını sayamam. “Anneeeeeee” diye ağlarım. 3 yaşındaki kadar da yalnız hissettiğim anlar çoğunluktadır.

Bu gidişle değil 24, 576 bile olsam değişen bir şey olmayacak sanırım. 3 yaşındaki minik Erdem moduna nasıl alıştıysam bırakamayacakmışım gibi geliyor. Şu an Mario oynayıp prensesi kurtarmak isteyişim de bunun göstergesi olabilir. Yazıyı da “oyunlarda prenses oluyor anca ne yaparsın” diye arabesk kokan bir şekilde bitirmek istemiyorum. Mario’yu açmışken hazır, bu şekilde bırakıyım yazımı…

28 Aralık 2010 Salı

Ama Halime Ne Yaptın Sen Yaa!

Bugün Beşiktaş otobüsünde yanıma oturan teyze;

Bu yazımı senin için yazıyorum. Koskoca otobüste boş koltuklar varken niçin benim yanıma oturmayı tercih ettin bilmiyorum. Belki otobüs kapılarını açmadan önce tam olarak o koltuğu gözüne kestirmiştin. Gerçi en arkada sağ taraftaki cam kenarında olan koltuğun bir yanını neden gözüne kestirmiş olabilirsin, bu konu hakkında bir fikrim yok. Belki cam kenarını tercih edecektin ama orada ben oturduğum için “madem hedefim dolu, hedefime yakın olmak için hedef koltuğumun yanındaki koltuğa oturayım” diye düşündün. Belki de spontane bir tercih oldu ve benim yanıma geldin.

Teyzeciğim;

Bilme ihtimalin yoktu ama şimdi buradan söyleyeyim; benim migren gibi bir derdim var. Ve bu migren öyle bir psikopat ki garip ve yoğun bir kokuda bile kendini hatırlatıyor. Çok ağır bir parfüm kokusu duyunca hemen migrenim tutar mesela. Migrenim tutunca ben hayata küserim, yaşamak külfet gibi gelir. Kafamı duvarlara vurasım gelir ama sonra duvarlara acırım, onların ne günahı var diye. Başım ağrırken bile duvar için üzülürüm, üzüldüğüm için daha fazla ağrır.

Teyze;

Mutlaka bir adın olmalı ama adını bilmediğim için sana bundan sonra Halime Teyze diyeceğim. Halime Teyze, neden o kadar çok soğan yedin be teyzem? Soğanı günahım kadar sevmem ama belli ki sen çok seviyorsun, o yüzden saygı duymaya çalışıyorum sana. Olabilir, çok hoşuna gitti ve bayağı bir soğan yedin. Gerçi o kadar soğanı yemene gerek yoktu, onun kokusuyla bile üç gün acıkmazdın Halime Teyze. Midene yazık değil mi teyzeciğim? Haydi, tamam anladım, beni düşünme gibi bir zorunluluğun yoktu. Ben kokma demiyorum zaten sana. Tamam, kok, hobi olarak yine kok ama efendi gibi kok. Bak o zaman gözümde bambaşka bir konumda olurdun. Prensiplerinden ödün vermiyor ve ölçüsünde soğan yiyor diye takdir ederdim seni. Hatta “Aa vücuda çok yararı var, romatizmaya iyi geliyor” falan diye bir şeyler sallayabilirdim sadece sen mutlu ol diye. Ama keşke bu akşam bir tarla soğanı yemeseydin be Halime’m.

Halime Teyze;

Bilmeni isterim ki senin soğanların benim migrenimi harekete geçirdi. En arkada cam da yoktu, açamadım hava sirkülâsyonu olsun diye. Açsaydım da üşüdüm diye kapattırabilirdin değil mi? Gerçi o soğanların verdiği enerjiyle ömrün boyunca soğuk nedir bilmeyeceksin teyze. Soğanlardan bir kalkan yapmışsın teyzeciğim kendine. Soğanlardan oluşturduğun o küçük dünyanda mutlu mesut yaşayacaksın belki teyzeciğim. Ama beni bugün ne hallere düşürdün be güzel teyzem? Bir yudum da olsa beni düşünseydin be! Kimsenin umrunda değilim ama sen önemseseydin beni Halime Teyze!

Seni takdir etmem gereken bir konu da var ama. Açıyı o kadar güzel kapatmıştın ki yanından kalkamadım ben teyze. Hoş kalksam da bir şey fark edeceğini sanmıyorum. Bütün otobüsü büyüledin be teyzem. Sanki Beşiktaş’ta alem yapmış ve evine dönüyordu herkes. Otobüsten inenlerin nasıl yalpalayarak yürüdüğünü fark ettin mi Halime Teyze? Fark ettiysen gözlerini otobüsün içinde gezdirdin mi neden otobüsün içindeki yolcuların hepsi uçup gitmiş gibi duruyor diye teyzem? Komplo teorilerine meraklı milletiz biz, biliyorsun bunu değil mi? Peki otobüsün içindeki muhabbetlere kulak kabarttın mı teyzeciğim? Nükleer saldırıdan kuşkulanıp, otobüsü askerlik şubesinin önüne çekmesi için otobüs şoförünü zorlayan yiğit delikanlılar oldu teyzem. “Biz Osmanlı torunuyuz” diye cep telefonlarından mehter marşları çalındı. Yunanistan’a, ABD’ye, İsrail’e küfürler edildi. Hem midemizi hem terbiyemizi bozdun be teyzem. Psikolojimizi bozdun Halime Teyze!

Halime Teyzeciğim;

Afiyet olsun…

26 Aralık 2010 Pazar

Pis Burç

Burç konusu açıldığında ve başak burcu olduğumu söylediğimde iki tepki alırım. Birincisi: Iyyyy! İkincisi: Aaa hiç başak burcu bir erkek tanımamıştım. Bunu söylerken de suratta garip bir ifade oluşur. “Amaaan o ne be!” demek istiyorlarmış da kibarlık yolunu seçmişler gibi. Evet, bugüne kadar “ne güzel lan!” diye bir cevap gelmemiştir. İnsanlar başak burcu olmamdan dolayı ön yargılı yaklaşmayı tercih etmiş, bana “işe yaramaz” damgasını vurmuşlardır. (İşe yarıyor muyum bilmiyorum gerçi)

11 Eylül’de doğarak başak burcu olmayı seçtim. (Tam olarak benim kararım olmayabilir) “Madem başak burcuna mensubum neden düzenli olmuyorum” kararını çok küçük yaşlarda almışımdır. Kitaplarımı önce boylarına göre dizerim. Mesela Doğan Yayıncılık’ın kitapları Can Yayınları’nın kitaplarına göre daha uzundur. Daha sonra kitaplar yayınevlerine göre dizilir, yayınevlerine göre dizdikten sonra da alfabetik olarak yazar adlarına, yazar adlarından sonra da yine alfabetik olarak kitap adlarına göre dizilir. Bu vazgeçemediğim bir davranıştır. Bu sıra bozulursa uykularım kaçar. Bu davranış düzenli olma gibi görünür ve takıntı da vardır içinde. Takıntı hayatıma en çok müdahale eden şeydir. Herhangi bir düzensizlik görsem takıntı huyum alarm verir. Simetri hastalığımın ana kaynağıdır bu takıntı denen şey. Bazen bu takıntı huyumdan dolayı kendimi eleştiririm. Eleştiri olmazsa olmazlarımdandır. Gözü kapalı bir şekilde her şeyi eleştirme huyum vardır ki bazen tepki çekerim. Aslında sevdiğim insanları eleştiririm, diğerlerini pek takmam. (Diğerleri konusunda pek takıntılı değilimdir.) Mekanizmam eleştiriye o kadar alışmıştır ki bazen kendimi bir şeyleri eleştirirken bulurum. Belki de bazen eleştiri yaptığımın bile farkına varmam. Bu da eleştiri görevini beynimin değil de omuriliğimin üstlendiği düşüncesini getirir aklıma. Eleştiri benim için sonradan kazanılan bir refleks olmuştur. Ayrıntıya takılıp kalırım. Kolay kolay da beğenmem. Bir insanın gözünün üstünde kaşı olması bile beğenmemek için yeterli bir sebep olabilir bazen. Böyle de pisimdir. Fil hafızasına sahip olduğum da söylenir ve genelde “yok artık nasıl hatırlıyorsun!” gibi tepkiler alırım. Beşiktaş’ın maçı 3-1 biteceğine 2-0 bitmelidir, o golü yememek lazımdır.

Yalanla işim olmaz. Aklım çok çalışmaz gerçi ama yalan söyleyen insanı hemen anlarım. Çoğu zaman bunu kendisine söylemem ama o kişi anında bitme noktasına gelir benim için. Belki de kötü huylarımdan birisi de insanları tek bir hareketlerine göre kafadan silmektir. Ve artık o insan artık ne yaparsa yapsın asla önceki konumuna gelemez benim için. Bazen çok işe yarar gerçi bu huyum. Beni üzen insan için üzülmem böylece. Bir insana güvenmem yıllarımı alabilir.

Çok fazla şey düşünüp kendimi üzme gibi bir potansiyelim de vardır. Beynim sadece olaylar kurar kafamda, başka da bir şey yapmaz. Kendime dünyayı dar ederim. Atılan adımın 9570952329509097464682612 adım ilerisini düşünürüm ki bu da çoğu zaman yorar beni. Etrafımdaki insanlara moral veririm ama kendim için asla böyle bir şey yapmam. Olayların olumsuz taraflarını görmek en büyük hobimdir. Olumsuz yanları bulur çıkarırım ki kendime dert yapayım, sonra da üzüleyim. Kendi kafamda oluşturduğum şeyin tam tersine de ikna olmam. “Bu böyledir” diye inandıysam artık bundan sonra o gerçekten böyledir. Bir şeyin doğruluğuna inandıysam o şeyin yanlış olduğuna ikna edilmem. Ama emin olmadığım konularda kendimden başka herkesi dinlerim.

Yalnızlık benim için çok değerlidir. Çok fazla insanla samimi olmam, samimi olacaksam da bundan sonra hep samimi kalmayı tercih ederim. Yetmiş beş kişiyle dışarıda olmaktansa evde tek başıma kalmayı tercih ederim. Zaten evde olmak süper bir şeydir benim için. Açarım müziğimi, kafamı dinlerim. Değer verdiğim insanlar kendimden bile daha değerlidir benim için. Sonunda ben zarar göreceksem bile onların mutlu olmasını tercih ederim. Böyle de bir insanım işte. Canı sıkılan, derdi olan insanları dinlemeyi çok severim. Azıcık olan beyin kıvrımlarıma rağmen akıl vermekten, teselli etmekten de geri kalmam. Sonra onlar mutlu olur, ben de “bir dakika yaa ne oldu?” diye düşünüp sonrasında yine yalnız takılmayı tercih ederim.

“Iyyy!” tepkisini de hak etmiyor değilmişim sanırım. Şimdi ben bunu biraz kafaya takıp, üzerinde düşüneyim…

Aman Bee!!

Her gün Facebook’a girmesem olmaz. Saat başına 1538 notification düşüyor da onları kontrol ediyormuşum gibi düşünülmesin. Amaçsızca dolaşırım orada.

Facebook chatte gördüğüm Seda’ya “Facebook’ta herhangi bir amaç uğruna mı dolaşıyorsun?” diye felsefe yapıyormuş gibi görünen ama aslında birinci sınıfta öğrendiğim “Cemil cici kuş öttü” cümlesinin anlamsızlığıyla yarışabilecek bir soru sordum. Seda soruma vermesi gereken önemi vermeyerek (en azından epsilon kadar bir önemi hak ediyordu sorum) “Canım sıkkın” dedi. “Neden yeaa?” diye sordum. Anlattı da anlattı. Bilgisayarın başında saçlarım beyazladı, boyum kısaldı ve Güzin Abla oldum. (Güzin Abla’nın boyu benden kısadır diye düşünüyorum) Ama akıl fikir verme konusunda onun kadar başarılı değildim. İçim adeta cansız manken Vahe Kılıçarslan gibiydi. Adeta donmuştum ve tepki veremiyordum. Hem saygısızlık olmasın diye araya da girmek istemedim. Cümlelerini tamamlayınca o an sanki tüm sorunları çözecekmiş gibi düşündüğüm bir cümle oluşturan şu kelimeleri sarf ettim: Boş ver yeaa takma kafana! Bu cümlenin onun hayatını aydınlatacağı gibi bir inancım da yok değildi, ne yalan söyliyim! Fakat bu ulu cümleme sadece kuru bir “aman bee” tepkisi aldım. (Seda’yı bilenler “aman bee” vurgusunu kafalarında çok net bir şekilde canlandırabilirler.) Ortalığı toparlamam gerektiğini hissettim ve “anlıyorum seni” diyerek konuya girdim fakat cümlelerimi “hayat zor be!” diye bitirince sığlığımdan bir şey kaybetmemiş oldum. “Ehe ehe” diye bir şeyler geveledim. “Dur benim canım sıkılıyor, birazdan gelirim” diyip anlamını şimdi bile anlayamadığım bir cümle kurdum. Bana derdini anlatan insanlar karşısında sosyopata döndüğümü fark ettim.

Hayatımın tüm evrelerinde bu şekilde tepkisiz kaldığım olaylar yaşamışımdır. Çok sevineceğim bir haber alınca da tepki veremedim, ölüm haberi alınca da çok uzun bir süre konuşmadığım oldu. Bu durum sanki duygusuzmuşum gibi bir imaj yaratıyor sanırım insanların kafalarında. Zaten herkes genelde “Çok soğuk duruyorsun” yorumunu yapar benim için. Birisi benle konuşmaya başlamadan önce o kişinin yanına gidip konuşma çabasına girdiğim de olmamıştır. (Tabii ki samimi olduğum insanlar hariç, o kadar da değil!) İnsanları teselli ederken de beylik lafları etmekten çekinmem, kimsenin benim tavsiyemi dinleyip işe yarar sonuçlar elde ettiği görülmemiştir. Böyle de garip bir insanım.

“Neyse Seda’ya bir şeyler diyeyim bari, ayıp olur şimdi” diye düşündüm ve çok derin yorumlar yapmak üzere tekrar bilgisayarın başına geçtim. “Hacı ne takıyosun yeaa kafaya salla gitsin” diyerek önce “mükemmel konuşacağım şimdi” diye düşünüp aldığım kararı bir anda silip attım. Lise 1’e giden ergenlik çağındaki bir genç gibi davranmıştım. “Öhö öhö” efektiyle silkinip kendime geldim. Konuşmaya çalıştım ama kendime gelmemişim meğer. “Ben neyim ki sana akıl fikir veriyorum, senin bana anlattığın şeyleri ben de yaşıyorum zaten. Benden alacağın akıl devede kulak kalır. Deve de zaten eğri büğrü bir hayvan, o kulak da bir işe yaramaz.” dedim. “Ver şu çocuğun telefonunu ifadesini alalım” gibi cümleler edecek kalibrede değildim, hiçbir zaman olmadım. İstanbulluydum ben. Böyle şeyler yapmazdım. “Neyse Seda, Pazartesi günü Mustafa’yı da alıp manzaraya inelim, orada dertleşelim, çok fazla anlatılacak şey var” dedim. Sevindi. “Yazık lan” dedim içimden.

Can Sıkıntısı

Can sıkıntısının çok berbat bir şey olduğuna emin oldum bugün. 4 gblık mp3 playerdaki tüm şarkıları silip, aynı şarkıları yeniden mp3 playera attığımı söylersem ne şekil bir can sıkıntısıyla uğraştığım daha net anlaşılabilir. Saçma işlerle uğraşmakta üstüme yoktur ama bugünkü bu davranışım beni bile hayrete düşürdü. Gerçi bir kere de okuduğum kitaplarda altını çizdiğim cümlelerin altını bir kez daha çizmiştim can sıkıntısından. Hangisi daha çok hayret edilesi bir şey karar veremedim.

Son günlerde bir de “karar verememe” gibi bir sorunla uğraşmaktayım. En başlarda yaşadığım “hangi kitabı okusam?” kararsızlığının “çayımı hangi kupaya koysam? Starbucks’tan aldığım devasa kupaya mı yoksa kırmızı Nescafe kupasına mı?” boyutlarına ulaşması beni korkutmuyor değil. Basit bir “kupaya çay koyma” prosesi için kupaların önünde 27 dakika vakit geçirmek akıllı bir insanın yapacağı bir hareket olmasa gerek. Tabii bu süre içinde çaydanlıktaki suyun buharlaşarak bir yudumcuk kalması ve tekrar su doldurup onun kaynamasını beklemek de beni çileden çıkaran şeylerden biri. Yani benim çay içmeye niyetlenmem ömrümden 3 yıl götürüyor.

Aslında bu tarz, nispeten daha küçük konularda kararsızlık yaşamaktayım. Kesin kararlı olduğum ve benim için çok önemli olduğuna inandığım konular vardır. Mesela uçlu kalemim için Tombo marka uç alma yönündeki kararım hiç değişmez. “Acaba Faber Castell mi alsam?” diye hiç düşünmem. (Bu arada Tombo aslında Tombow’muş. Öğrenciler arasında Tombo olarak bilinir, hatta ben de öyle biliyordum ama internetten baktım şimdi. Gerçeği öğrendim ama Tombow benim için hala Tombo’dur ve bu konudaki kararım da değişmeyecek.) Uç konusu açılınca aklıma şu geldi: Tombo (bakın ne kadar kararlıyım!) uç kutusunun içinde 12 tane uç olur ama bir keresinde 13 uç çıkmıştı ve çok mutlu olmuştum. Hangi akla uyup o uçları saydım şu an bilemiyorum. Büyük ihtimalle ilkokulda birisinin gazına gelmişimdir. İlkokul gaza getirme yuvasıdır. Ayrıca fazladan gelen 1 uca çok sevinecek kadar nasıl da alçalmışım! Bundan sonra 3 tane bile fazladan uç çıksa sevinmeyeceğim. (Anlaşıldığı üzere uçları saymaktan vazgeçmiyorum; işte hep can sıkıntısından.)

“Müzik dinleyerek Bejeweled Blitz oynıyım hem can sıkıntım geçer hem de Çağıl’ı geçerim belki belki, bir taşla iki kuş vururum nihoho” diye düşündüm ve masaüstündeki Bejeweled Blitz simgesine tıkladım. O yüklenene kadar şarkı seçerim diyip media playerı açtıktan sonra ne kadar basit işlerin peşinde koşan bir adam olduğumu fark ettim. Çok prensipli birisiymiş gibi iki saniyenin peşinden koşuyordum. Önce buna sinirim bozuldu. Bejeweled Blitz’de Çağıl’ı geçemedim, üstüne dinlediğim şarkı iyice moralimi bozdu. Sonra Facebook’ta bir mesaj geldi. Bütün can sıkıntım geçti.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Shuffle Me!

Mp3 playerlardaki (telefonlarda, medya oynatıcılarında falan da var biliyorum) shuffle özelliği hiç kullanmadığım bir şeydir. Sabah kalktığımda gün içinde hangi saatte ne yapacağım beynim tarafından otomatik olarak planlandığından (beynimin düzgün bir şekilde yaptığı tek iş bu olabilir) müzik dinlerken de hangi şarkıyı dinleyeceğime ben karar vermek isterim. Hatta çoğu zaman “bu şarkıdan sonra hangi şarkıyı dinlesem?” diye düşündüğümden o an dinlediğim şarkıdan hiçbir şey anlamam. Fakat bugün “hangi şarkıyı dinlesem yeaa?” diye düşünmek zor geldi ve kendimi shufflea verdim.

Shuffle özelliğini sığ bir insan olduğum için şöyle açıklayabilirim: İşte kafasına göre şarkı çalıyor müzik dinlediğin şey. Ondan ona, ötekinden berikine atlıyor. Hatta bazen “aa bu şarkıyı atmış mıyım yeaa mp3 playera?” gibi tepkiler de vermek mümkün olabiliyor sanırım. İnsanımız bu şekilde tepkiler vermeye meyilli, gözlemlerim sonucunda bunu söyleyebilirim. Her neyse.. Shuffle özelliğini bulana kadar epey zaman harcadım. Bu süre içersinde mp3 playerı kapattığım bile oldu. “Kapatıp açalım belki olur” düşüncesi benim tarafımdan da benimsenmiş meğerse. Kapatıp açınca olmadı ama bütün kombinasyonları denediğim için mutlu sona ulaştım. Tabii bu özelliği bulana kadar otobüs de ineceğim durağa geldi. Otobüsün kapısı açıldığında elimde mp3 playerla zafer kazanmış bir komutan edasıyla otobüsten indim. “Bari yürürken müzik dinliyim” diye düşündüm ve shuffleın ilk meyvesini vermesini bekledim. Katatonia’dan “My Twin” çıktı karşıma. “Shuffle shuffle dediniz bu muydu!” diye sinirlendim. Bu şarkıyı dinlememeliydim sanırım bu günlerde. Bunları düşünürken, Jonas abi (Katatonia’nın solisti olur kendisi) sözleri söylemeye başladı tabii ki. Bu şarkının kanımca en etkili bölümü kısık sesle söylenen “you used to be like my twin and all that's been. was it all for nothing?” sözleridir. Her şeyi getirir aklına ve tabii ki bir sürü soru sorar ki en üzücüsü şarkının dizesinde geçen son sorudur: Was it all for nothing?

Her şeyin boşuna olduğu sorunsalı hemen hemen herkesin takıldığı bir şeydir. Kimi zaman vefat eden kişinin fotoğrafına bakarken sorarsın bu soruyu, kimi zaman da ayrıldığın sevgilin ya da bir türlü başlamayan ilişkin sordurur bunu. Kaybettiğin o çok değerli insanı görme ihtimalin yoktur belki ama görme ihtimalin olan insanlar daha çok yıpratır seni. Çünkü “it was all for nothing” konsepti daha uygundur bu duruma. Çünkü “it was all for nothing” olduğu daha çok sokulur gözüne. Çünkü kaybettiğin insan için elinden gelen her şeyin en iyisini yapmış olabilirsin, o da senin için en güzelini yapmıştır belki. O gittiği zaman hayıflanman gereken şey o kişinin yanında olmaması durumudur. Diğer durumda hem boşunadır yaptıkların ve yanında da yoktur o kişi. Şimdi şöyle bi düşünce gelebilir insanın aklına: ee iyi de o kadar şey paylaşmışsın, neden boşuna olsun? O zaman şunu diyebilirim ben de: O kişinin yanında olması sağlamıştır o paylaştığın şeyleri, o olmayınca paylaştığın şeylerin de bi önemi kalmamaktadır. Her şey boşunaymış ki demek ki yanında yok şu an. (Sığ bir insan olduğum için bu kadar felsefe yapabiliyorum.)

Şarkının “Are you strong when you're with him do what has placed you above us all” dediğini fark ettim sonra. “Negzel şarkı be!” dedim. “Shuffle ne iyiymiş” dedim. Kendimi shuffle yapasım geldi.

(Yazıyı yazarken hangi şarkıyı dinlediğim belli sanırım)

19 Aralık 2010 Pazar

Boş İşler Adamı

Getirisi olmayan işlerin adamıyımdır. Nerede boş iş görsem oraya damlarım. Ece’ye ve Seda’ya “bir video var, çok komik, çocuk ‘al kırdın kırdın’ diyo muhaha” dediğimde bana boş boş bakan gözlerle karşılaşmam bu saçma özelliğimden emin olmamı sağlamıştır. Tüm bu boş işler karşılığında koca bir sıfır elde ederim. Neticede sıfır bir doğal sayıdır, irrasyonel sayıyla işim olmaz. Fransiyum favori elementimdir. Herkes flor, klor takılırken, o periyodik tablonun sol alt köşesinde tüm haşmetiyle durur. Hidrojen gibi her şeyle içli dışlı olmaz. Ağırdır. Fransiyum candır. Fizikle ilişkimi kesmem duyduğum ilkokul esprisine dayanır. “O kızın fiziği iyi nihoho” cümlesi fizik dersini paralel evrendeki Erdem’e havale etmeme neden olmuştur. Fizik evlat olsa sevilmez.

Boş işlerin ilgi alanımda olduğunu belirtmiştim. Bir diğer ilgi alanım ise otobüste en arkanın bir önündeki ikili koltuğun sol tarafta yani cam kenarında olanına oturmaktır. Otobüse binmeden önce mutlaka bu koltuğa bakarım. Eğer doluysa o otobüse binmem, yenisini beklerim. İneceğim durağa en az üç durak kala otobüsten nasıl ineceğimin planlarını yapmaya başlarım. Stratejik noktaları belirler, ayağa kalktığımda planımı uygularım. İnmek için ayağa kalktıktan sonra düğmeye basıp tekrar oturmam. Bunu yapanlardan hoşlanmam. Ayağa kalktıysam arkama dönüp bakmam, boş koltuk artık umrumda değildir. (Çok pis bir metafor kullandım burada, anlaşılmıştır sanırım.) Çok dolu otobüslere binmem ama illa oturmalıyım diye de diretmem. Bindiğim otobüs pis kokmamalıdır. Çok pis takıntılarım vardır.

Takıntılarımdan rahatsız olanları görünce suçu başak burcuna atmaktan çekinmem. Başak burcu kahrımı çekmeye alışmıştır. “İşte biz başaklar…” diyerek dünya üzerinde benim gibi birçok manyak olduğu izlenimini uyandırmaya çalışırım. “Hepimiz böyleyiz işte ne yaparsın” diye de eklerim. Genelleme yapmakta üstüme yoktur.

Genelleme yaparım ama genellemelere pek uymam. “Solaklar zeki olur” hipotezinin istisnasıyımdır. “Herkes Anadolu’dan gelmiştir, vardır bir köken” genellemesi de bana terstir. Yeni tanıştığım insanlara İstanbullu olduğumu anlatabilmek için çok vakit harcarım. 1200’lü yıllara kadar inerim ama yine de karşımdaki insanın ikna olmadığını hissettiren bir surat ifadesi görürüm. İnsanlar beni Anadolu’nun herhangi bir köyüne yakıştırmayı çok severler. Kökenimin orası olmasını isterler. Sanki “evet lan oralıyım” desem ömür boyu hiç üzülmeyeceklermiş gibi bir halleri vardır. Onlar mutlu olsun diye yalan söyleyemem. Yalanı hiç sevmem. İstanbulluyum ben arkadaşlar. Dedem falan da öyle. İkna oldunuz mu bilmiyorum ama?

İkna kabiliyetim epsilon kadardır. Sanki ikna edecek insan gibi değil, ikna edilecek insan gibi davranırım. Herhangi bir şeye ikna edeceğim kişi “hayır” derse, hemen ikna olup “tamam o zaman” derim. “Hayır” demem, diyemem. Her şeyi onaylarım. Bu durum bana notermişim gibi bir hava verir, o yüzden insanlara biraz resmi davranırım. Ama karşımda kafa dengi insan bulduğumda ortamın şebeği olmaktan çekinmem. Espriler benim üzerimden döner, ben de buna katılıp kendimi yerin dibine sokmaktan gocunmam. (İlgi alanlarımdan biri de budur.)

Gocunduğum tek şey 2007’deki Liverpool – Beşiktaş maçının, o malum sayının hatırlatılması ve o sayı üzerinden yapılan esprilere maruz kalmamdır. Babel’in sırtına çarparak kalemize giden yedinci gol evrenin benle dalga geçtiğine emin olmamı sağlamıştır. Oysa evrenle seviyeli bir ilişkim vardı. Hatta lise numaramın 1111 olduğunu öğrendiğimde evrenin beni seçilmiş insan konumuna getirdiğine inanmıştım. Ama sonra evren cozuttu. Artık kendisiyle “merhaba merhaba” seviyesinde takılmaktayım.

Doğum günümün 11 Eylül olmasıyla başlayan 11 silsilesi hayatımla ilgili mistik yorumlar yapmamı sağlar. “11/11/2011’de başıma bişey gelecek ama du bakalım” diyerek yıllardır gün sayarım. “Eğer o gün çok sıradan geçerse hayatımdaki en büyük hayal kırıklığını yaşarım” diye düşünürüm. Eylül ayında doğmuş olmam nedeniyle sonbahara karşı özel bir ilgim vardır. Her sene sonbaharın gelişini “So Fell Autumn Rain” dinleyerek karşılarım. İlkbahar ise “To Blossom Blue” ile gelir. İlkbaharda da hüzünlenmekten vazgeçmem. Yaz veya kış için henüz herhangi bir şarkı seçememişimdir. Kırılmalarını istemem ama “ya kırılırlarsa” diye kafaya takarım.

Zaten her şeyi kafama takmayı çok mükemmel bir şekilde başarırım. Bu nedenle sevgili dostum migrenle pek sıkı fıkıyızdır. Sağ olsun sürekli gelir, ziyaret eder. Eli boş gelmez. Hatırşinastır. Ömrüm boyunca yanımda olacağına söz vermiştir. Başkaları gibi gitmez ya da gelmemezlik etmez. Başım ne zaman sıkışsa anında yanımdadır.

Şu an yanımda olan şey ise çalışmam gereken ders notları. Ama önce şu komik videoyu seyretmem gerekiyor… Puhaha süpermiş yaa!!!

ee devam et sen

“O diil de” kalıbını çok fazla kullandığımı fark ettim biraz önce. Sanki karşımdakinin konuşmasını beğenmiyor da “bi sus da şunu dinle” havası yaratıyordum. Peki konuya “o diil de” diye girip çok mu önemli şeyler anlatıyorum? Yoo! Hatta çoğu zaman “o diil de” diyip lafın devamını getirmekte zorlandığım bile oluyor. Bazen ne kadar çaresiz kaldığımı anlatabilmek için şu örneği verebilirim:

- - ya işte dedi ki ….

Erdem: o diil de ..

- ee?

Erdem: ee devam et sen..

Tabii ki böyle bir hareket yaptıktan sonra o toplulukta insan herhangi bir önemsenme duygusu hissetmeyi bekleyemiyor. “Durun lan evrenin sırrı bende” de desen yok olmaz artık. Zaten oldum olası bir toplulukta muhabbete katılamama gibi bir sıkıntım olmuştur. Herhangi bir buluşmadan sonra iki gün boyunca boyun ağrısı çekerim, çünkü her söylenene “he he” anlamına gelecek şekilde kafa sallamışımdır.

Yazıyı yazarken de kafa salladığımı fark ettim. Çünkü media player kendisinden bekleneni yapıyor ve şarkı çalıyordu. “Acaba durup dururken de mi kafa sallıyorum?” diye korktum ve şarkıyı durdurup üç dakika kadar bekledim. Kafam sabit durabiliyordu. Mutluluktan şarkıyı devam ettirmek istedim. “Die, Die My Darling” çalıyordu ve ben mutluluktan kafa sallıyordum. Tarifsiz bir korku kapladı içimi. “Öl” diyip neden mutlu oluyordum ben! Nasıl bir bünye olmuştum! Çok korktum, çok! Buna benzer bir korkuyu sanırım beş yaşındayken, balkonda oturan annemin kolunun bir kısmını dışarıda gördüğüm anda yaşamıştım. “Kolun düşecek anne!” diye haykırarak ağlamış bir insanım ben. Böyle de saçmalıklar yapmışımdır.

Saçmalık yapmak bir yere kadar tolere edilebilir bir şey bence. Ama tolerans eşiği nedir işte bunu düzgün ayarlamak lazım. Bu konuda hiçbir zaman başarılı olamadım. Alttan almak bu dünyada yapabildiğim en iyi şey olabilir. (Alttan almadığım olaylar ve kişiler varsa özür dilerim ama varsa da epsilon kadardır herhalde, daha fazla olamaz.) Şimdi biri beni gelip durup dururken öldürse, “aman sıkma canını abicim zaten ölmeyecek miydik?” diyerek cinayetimi bile alttan alabilirim son nefesimde. Böyle garip bir mekanizmam var. Ama de bağlacını ayrı yazmayan insanların bu davranışını alttan alamam. Sırası gelmişken de bağlacına olan kızgınlığımı da belirtmek isterim; obsesif olmamda kendisi başroldedir. Ama yine de kendisine saygıyı eksik etmem, seviyeli bir birlikteliğimiz vardır.

O diil de “A” ne muhteşem bir şarkıdır. Üst paragrafta “seviyeli birliktelik” yazdıktan sonra aklıma bu şarkının gelmesi çok ironik. Birden onu açasım geldi. (açası gelmek?) Açtım. Ondan sonra “Ağla” çaldı. “Çok uzaklardan onun sesini duyarken, sana huzur veren gelir mi seslenirsen? Sen de benim kadar yalnız ve ümitsizsen ağla. .” dedi Deniz abimiz. Sonra “Turn the Page” açtım.

Later in the evenin',

As you lie awake in bed

With the echoes of the amplifiers,

Ringin' in your head

You smoke the day's last cigarette,

Rememberin' what she said

What she said


Şarkı çalıyor. Dur ben onu dinliyim.

9 Aralık 2010 Perşembe

ÇÖ

Saat 03:18 olmuştu ama ben hala uyumamıştım. Bu saate kadar uyumayıp, çok önemli bir iş yaptığımı zannetmeyin. Kimi gece geç vakitlerde oturur roman yazar, kimi teorem ispatlar ama sığ bir insan olduğum için benim iki saattir yaptığım tek şey arkadaşlarımın facebook profillerini gezmek ve “aaa”, “vaaay”, “ehe ehe” ve “poff” gibi o an çok önemli olduğunu sandığım ama basitlikten öteye gitmeyen saçma tepkiler vermek. Ve birden karşıma o ifade çıkar: "küçüktür 3". Sevgili olan bir çiftin erkeği, kız arkadaşının profiline girmiş, bu ifadeyi postlamıştır ve sonunda çok tatlı, minicik bir kalp elde etmiştir. Artık herkes çocuğun kızı ne kadar çok sevdiğinden emindir, aman ne güzeldir.

Bu ifadeyle ilk karşılaşmam bir kızın avucunun içini fotoğraf makinesine doğrultması, üşenmeden avucunun içinin fotoğrafını çekmesi ve bunu paylaşıma değer bulması ile olmuştu. İlk tepkim şuydu: Bu ne lan? Sonra bir apartmanın dış cephesinde gördüğüm bu ifade, iyice meraklandırdı beni. Neyin 3’ten küçük olabileceğini düşündüm. 1 ve 2 dedim. Doğal sayıysa 0 da olur dedim. Sonra işin eksi sonsuza kadar gideceğini düşünüp “ee yeter be iyice abarttınız!” diye eve ulaşana kadar söylendim. Apartmana girince kapıyı çalmadan, kapının arkasından İrem’e seslendim. Beni duymadı. Telefonumu çantamdan çıkarıp İrem’i aradım. “Ben kapıdayım ama açma kapıyı bir şey soracağım, çok acele” dedim. Beni anlamamış olacak ki kapıyı açtı. Sinirle kapıyı kapattım ve kulağını kapıya daya dedim. “İçeri girmekle vakit kaybetmemeliyim” diye düşünmüştüm ama henüz cevabı alamamıştım. Sonra sesimi duysun diye var gücümle bağırdım “küçüktür 3 ne yaa?” diye. “Kalp oluyo öyle” dedi. “Tamam aç kapıyı” dedim. Bu sefer duymadı. Zili çaldım. Otomatiğe bastı. “Kapının önündeyim, niye otomatiğe basıyorsun” diye kızdım ama tepkimi belli etmedim, her şeyi içimde yaşadım.

küçüktür ve 3 tuşlarını kullanarak kalp ortaya çıkarmayı düşünebilen insanı daha ayakkabılarımı çıkarmadan takdir ettim içimden ve ayakkabılar çıkınca hemen ben de bilgisayarın başına oturdum. Önce doğruluğunu kontrol etmek için ben de bir "küçüktür 3" yaptım. Valla kalp oluyordu. Birkaç dakika hayranlıkla o kalbi izledim. “Boş boş durma sen de bir şeyler bul” diye beynime kızdım ve hemen bir "büyüktür 7" yaptım. Herhangi bir anlam ifade etmedi. “Bir de çift sayı deneyeyim” dedim ve "eşittir 4" yaptım. Yok, bu da olmamıştı. Sonra klavyede kaç tuş olduğunu saydım ve 88 sonucuna ulaştım. Hesap makinesini elime alarak 88 tuşla oluşacak kombinasyonları hesaplamaya başladım. Ben de bir şeyler bulmalıydım. “Shift falan da var, ona basınca karakter sayısı artıyor” diye bir çıkarımda bulundum. Benim için daha iyiydi bu. Ne kadar çok şekil, o kadar fazla ihtimaldi ve ben en güzelini bulmalıydım. Yoğun çalışmalarımın sonucunda zibilyon kadar kombinasyondan bula bula “çö” diye bir şey buldum. Herhangi bir duygusallık ifade ediyormuş gibi gelmedi bana. “İfadene de sana da” diye söylenerek bilgisayarın başından kalktım. “Sana da” dediğim şey neydi, sonra bunu düşündüm. Bir sonuca varamadım.

Gel zaman git zaman "küçüktür 3" ifadesine gözüm alışmaya başladı. Gözüm alıştıktan sonra gönlüm bu ifadeyi kullanma isteğiyle yanıp tutuşuyordu artık. İfadeyi kullanarak “Ben de trende ayak uyduruyorum, heyo hepiniz gibiyim ben de” demek istiyordum adeta herkese. Bu sayede toplumda kabul görebilir, sevgimi anlatmanın en güzel yolunu bulduğumu ispatlayabilirdim. “Eğer bir insan herhangi bir şeyi seviyorsa mutlaka bu ifadeyi kullanmalı” diye düşünüyordum. Sırf bu ifadeyi duvarına yollayabilmek için kız arkadaş buldum. Onu sevdiğimi yüzüne karşı söyleyerek değil, herkes görsün diye salak bir şekilde duvarına ifade yollayarak göstermeliydim. Zaten bir kere "küçüktür 3" yaptıktan sonra da ayrıldım.

Saate baktım, 04:16 olmuştu. Kalpli çift aklıma geldi. “Ne kadar çok saçmalıyoruz, seviyorsan aç söyle, o kalp göndermeler falan ne! Sanallaştırmayın bu kadar hayatı!” diye topluma ders verici yorumlar yaptım. Sonra Mustafa’nın profiline girip "büyüktür 8" yazdım. “Ulan şimdi terbiyesiz bir şey falan çıkar” diye tırstım ve hemen delete tuşuna bastım.

7 Aralık 2010 Salı

Söylesem Olmaz...

“Bir defa kalsam yanında, hayat güzel hikâyemde kalınca…” diyor şarkı kulağımda. Şimdi hiç sırası değildi bunu duymanın. Otobüste Umut Sarıkaya’nın Benim De Söyleyeceklerim Var kitabını okurken bir cümle dikkatimi çekmiş, yaklaşık 30 saniye sonra kulağımda kulaklıkları bulmuştum. “Bildik bir ses olmuştun ya sonunda bir ben duyan, kaçırdım orda bakarken hayaline” diye devam ediyor şarkı. Sonra müzik sesi gelmiyor, sadece solistin sesi: Bir defa kalsam yanında, hayat güzel hikâyemde kalınca…

Başka bir şarkıya geçiyorum, “Gözlerim kızgın, mutlu ve ezik sonsuz hayalde” diye bir cümle var bu şarkıda. “Sonsuz hayal” ifadesi gerçeği gösteriyor bana. “Söylesem olmaz, sessiz kalma konuşmak güzel ya! Ahh bu da kalbim… Yarattı deveyi, dehşet içinde” diye devam ediyor şarkı. Pireyi deve yaptım sanırım. Belki de yapmadım. Yapmışımdır ben. Ama sanki deve gibiydi. Yok yaa pire bile değildi. Off yeter!

Her şey istediğim gibi devam edebilseydi keşke. Demek ki ne yaparsan yap olmadığı zamanlar varmış. Çıkarıyorum kulaklıkları. Şarkı beynimde devam ediyor: “Bir ses duydum, sen sanmıştım, taa derinden, içlerdeyken… Sorma sen sus, her şey bağırırken…” Sonra ben ekliyorum: hep kalsaydın yanımda, hayat güzeldi hikayemde kalınca… Tabii söylesem olmaz bunu…

6 Aralık 2010 Pazartesi

Dak Dak Saydak!!

Facebook’a girdiğimde çoğu arkadaşımın profilinin çizgi film karakterleri ile donandığını gördüm. Ben de çocuk istismarına karşı çıkmak için yapılan bu harekete katılma isteği duydum ve kendime model olarak Psyduck isimli salak salak hareketler yapan ördek pokemonu seçtim.

Yıl 2000’di sanırım. Pokemon çılgınlığı biz çocukları sarmış, çocukların çoğu elinde tasolarla gözlerini televizyona diker, büyülenirdi. Televizyona bakarken elinde taso tutmayanlar da vardı. Tasolarla televizyon seyretmenin ne gibi bir yararı olduğu konusunda herhangi bir mantıklı açıklamam hala yok. Ama olaya mistik bir hava katıyor da olabilirdi bilmiyorum. Ya da ne mistik hava katacak, elinde Pikachu’nun resmini tutmaya çok anlam yüklemiş olmıyım.

O gün Türkçe öğretmenimiz sınıftaki arkadaşlarımdan birinde taso bulmuş ve çantasından çıkardığı bir makasla bana doğru ilerlemişti. Sınıfın en ineği olmamdan ötürü tasoları kesme gibi bir görev bana bahşedilmişti. Daha önce de sınıfta kusan çocuğun kusmuklarını temizlemek için de temizlik görevlisini bulma gibi görevler üstlenmiştim. Amcanın gelip de “sabah sabah menemen mi yenir yaa” diye kurduğu cümleyi hatırlayınca, taso kesmek görevi terfi ettiğimin göstergesi olabilirdi ve bunu 10 sene sonra anlayabiliyordum. Şu an anlamsız bir şekilde sırıtıyorum çünkü kariyerimdeki ilk sıçramayı meğer 10 yıl önce yapmışım.

Tasoları önce özenli bir şekilde kesmeye çalıştım. Ortaokul öğrencisi acımasızdır, şu an olsa o tasoları sıranın altından arkadaşıma geri verirdim. Bir süre sonra taso kesme işi canımı sıkmaya başladı. “Elalemin kerizi ben miyim?” diye düşündüğümden çata çuta tasoları kırmaya başladım. Arkadaşım da bütün mal varlığını Cheetos’a yatırmıştı sanki. Bir insanın 3466424245970945 tane tasosu olmamalıydı. Arkadaşımı arkadan dürtüp “olum yeme şu yağlı şeyleri” diyerek onun adına üzüldüğümü göstermek istedim. Suratımda “biz de emir kuluyuz abi ne yapalım” ifadesi vardı. Sonra Psyduck çıktı karşıma. Ellerinin arasına kafasını almıştı. Tasoyu cebime attım, hala da saklarım. Yok be saklamam banane. Ama Psyduck denen şey o an bilinçaltıma yerleşmiş olmalı ki profil fotoğrafım şu an Psyduck. Bir insanın Psyduck isimli garibanı beğenmesi de incelenmem gereken bir vaka olarak görülmeme neden olabilir.

Ninja Kaplumbağalardan gözünde mavi bir şey bağlı olan Leonardo’yu seçmemde bilinçaltımın bir etkisi var mıydı acaba? 4 kuzen birer Ninja Kaplumbağa seçmiş, saçma oyunlarla kendimizi avutmuştuk. Hatta bu olayın o kadar etkisinde kalmış olmalıyım ki rüyasında camın vurulduğunu ve korktuğunu söyleyen kuzenime “sakın Rasktedi ve Bibap olmasın cama vuranlar?” diyerek yeşil dostlarımızın ezeli düşmanlarının bizim de yanımıza gelmiş olabileceği gibi saçma bir çıkarım yapmıştım. Çocukken gerçekten çok salakmışım. Bir Cheetos paketinden 3 adet taso çıkınca deli gibi sevindiğimi de söylersem salaklık seviyem daha net anlaşılabilir. “Küçük şeylerle mutlu oluyo yaa” felsefesi bu taso olayında sökmez. O kadar da değil. Pollyannacılık bir yere kadar.

Yalnız Pollyanna yaşasaydı, benle gurur duyardı. Dünya üzerinde onun felsefesinin en büyük destekleyicisi olabilirim. Hatta “ya hiç kimse benim felsefemi benimsemeseydi!!” diye yorum yapıp kendi felsefesini özetleyebilirdi. Modelimin de Pollyanna olmasının sığ bir insan olduğumu gösterdiği gerçeğine ise şu an değinmek istemiyorum, Pollyannacılık’a aykırı bu. Ya hiçbir felsefem olmasaydı?

Ya Psyduck olmasaydı? Kendimi kime benzetirdim? Neyse ki Psyduck var ve şu an mutluluktan “dak dak saydak” diye sesler çıkara çıkara seviniyorum.

düşündüm düşündüm başlık bulamadım, o kadar kötü bi yazı

“Abi böyle iyi mi?” diye soruyor. Cevabım: İyidir.. Hafif bir beğenmeme tınısı seziliyor cevabımda ama kaderime razıymış gibi gözüküp kalender bir hava da yaratıyorum. Az önce yapmış olduğu “abi çok mu okuyosun saç kalmamış kafanda ehe ehe” esprisi onu çok keyiflendirmişti. “Beyazlar da var” demem neşesine neşe kattı. Saçlarımın bu adamı neden bu kadar ilgilendirdiğini gerçekten anlayamıyorum. Ben kafamda bu sorunun cevabını bulmaya çalışırken; O, yaptığı işte başarılı olduğunu göstermek istercesine yan tarafa doğru uzanıp, 25x40 cm boyutlarında bir ayna çıkarıyor ve ense tarafında yaptığı çalışmayı sunuyor. Amaç, enseye düzgün bir şekil verdiğini gösterebilmek. Amaç, müşterinin yolda giderken “arkamdan bana bakıp gülüyorlar mıdır lan?” diye düşünmesini engellemek, gülüyorlarsa bile bunun ense traşı yüzünden olmadığını ispatlamak. Aynayı kaldırıp enseye doğru tuttuğunda baktığım şey traşın nasıl yapıldığı değil, iki aynanın karşı karşıya gelmesi ve sonsuz sayıda Erdem oluşturması. Bu basit fizik kuralını sanki dünyanın sırrını görüyormuş gibi hayranlıkla izliyorum. Bu yüzden kuaföre (kibar olmak istiyorsak kuaför, erkekler arasında ise genellikle berber) minnettarım. Bu arada berber muhabbeti (kuaför muhabbeti diye söylenince etkisini kaybediyor) tüm hızıyla devam etmekte. Mahallenin tüm karakterlerinin buluştuğu belki de tek mekân olan kuaförde (yine kibar oldum burada) her çeşit muhabbete rastlamak mümkün tabii ki. Gençler çeşitli küfürler eşliğinde yaptıkları çılgınlıkları büyük bir gövde gösterisi eşliğinde sunarlar mesela. Yaşlı insanlar için ise dünya üzerindeki tek konu hayat pahalılığıdır. Elindeki Türkiye gazetesinden kafasını kaldıran amca, kurduğu cümle ile bu tespitimi destekliyor. Amcanın dediklerini can kulağıyla dinlemiyorum çünkü dikkatim başka bir yana kaydı. Evet; Türkiye gazetesi. Bugüne kadar gittiğim her kuaförde (kibar insan modu devam etmekte) gördüğüm bir gazete bu. Kuaför olmanın ana şartı bu gazeteyi dükkânına sokmak olmalı diye düşünüyorum. Kuaförler dışında bu gazeteyi okuyan olmadığına eminim. “Saatler olsun” lafını duymam işimin bittiğini gösteriyor. “Sıhhatler” kelimesi berberler tarafından kısaltılarak “saatler” şeklinde söyleniyor. (Evet, bir berber “saatler” der; bir kuaför ise “sıhhatler” adamıdır.)

Dışarı çıkınca başımın ağrıdığını hissediyorum. 40-45 dakika boyunca aynada kendimi izlemek canımı sıkmış olmalı. Benim için can sıkıntısı = baş ağrısı. Biraz hava alıyım belki iyi gelir diye düşünüyorum. “Dışarı çıkıp biraz hava almak” bizim insanımızca birçok rahatsızlığın çözümü olarak görülür. Bu yöntem gerçekten işe yarıyor mu bilmiyorum. Eğer başımın ağrısı esen rüzgârla geçecekse hiç yaşamamalıyım diye düşünüyorum, bu kadar basit bir insan olmamalıyım diye saçmalıyorum.

Yürürken de mesaj yazabildiğimi ispat etmek istercesine telefonumu elime alıp Ece’den ve Seda’dan gelen mesajları cevaplamaya karar veriyorum. Böyle bir şeyi ispat etmenin kimseye herhangi bir faydası yok tabii ki. Yoldan geçen herhangi bir insanın “Aman Allah’ım hem yürüyor hem de mesaj yazıyor, ne kadar ulu bir insan!” diyeceğini sanmıyorum. Ece’ye mesaj gönderildi. Seda’ya mesaj yazarken bir mesaj geliyor. Ece’den mi geldi acaba diye merak ediyorum, eğer O’ndan geldiyse, Ece “bir mesaja bu kadar çabuk cevap verme” gibi bir rekorun sahibi olabilir. Ece’yi ödülünü alırken düşünüyorum, tam bir “(H)” ifadesi duruyor karşımda. Suratım “:D” şeklini alıyor. Merakıma yenik düşüp yazdığım mesajı yarıda bırakarak bu yeni mesajı kimin gönderdiğine bakıyorum. Suratım”:O” halini aldı. Ece’yi beklerken karşıma Mustafa çıkıyor. Gönderdiği mesaj sadece “Adam ol” kelimelerinden oluşuyor. Hem ben hayal kırıklığı yaşıyorum, hem de Ece rekor kıramıyor. Aynı anda Seda da benden mesaj bekliyor olabilir. Kafamda da Mustafa’nın durup dururken neden böyle bir mesaj atma gereksinimi duyduğu düşüncesi var. İnanılmaz bir hezeyan yaşıyorum. Bu kadar düşünceyi aynı anda beynime yüklemek, kuaförde saçlar kesildikçe önüme düşen beyazları getiriyor gözümün önüne. “Ee normal o zaman” diye sığ bir sonuca varıyorum. Seda’nın mesajını tamamlıyorum, Ece “(H)” ifadesini kullanarak mesajıma karşılık veriyor, Mustafa’ya cevabım belli: Ne diyosun lan?

27 Kasım 2010 Cumartesi

teşekkürler

bazen gerçekten hiç hak etmediği sözleri duymak yıkabiliyormuş insanı.. bu akşam hissettim bu duyguyu ne yazık ki.. bunu hissettiren kişi de önemli tabii.. kişiye bağlı olarak, bu sözler bazen teğet geçerken üzerinden, bazen içine oturabiliyormuş.. önce insan kendini sorguluyor, bunları duymayı gerektirecek bir şey yaptım mı acaba diye.. bakıyorum.. hayır, yapmadım sanırım.. sonuç istediğin gibi değil ama.. "peki" diyorum her zamanki gibi.. kapatıyorum gözlerimi, kulağımda çınlıyor o sözler.. teşekkür ediyorum her şey için.. bu kadar kolay olmamalı kalp kırmak..

26 Kasım 2010 Cuma

öyle bir salağım ki anlatamam

saçma bi insan olmak hayatta en zor şeylerden biridir. saçma kelimesinin kulağa bile ne kadar saçma geldiği düşünülürse bi insanın saçma olmasının ne kadar saçma olduğu fark edilebilir. yanımda oturan seda’ya bu konu hakkında ne düşündüğünü sormak istedim ama o sırada telefonu ile meşgul olduğunu gördüm. facebook’a status girmeye çalışıyodu. saçma bi insan olmamdan ötürü “dur ben de facebook’a giriyim” dedim. bağlanmayı bekledim, bağlanır bağlanmaz mustafa’nın statusunu gördüm. “benim eğitimle kaybedecek zamanım yok” yazmıştı. bunu beğendim. yorum yaptım. vaktimi harcadığım şeyleri düşündüğümde saçma bi insan olduğumu fark edip kendime saçma tripler attım.

Seda statusunu tamamladı, elindeki kahveyi üzerine dökme tehlikesini atlattıktan sonra boğaz’a uzun uzun baktı. çok içlendiğini görüp “Mustafa’yı mı çağırsak acaba?” diye sordum. Mustafa’yla eğlenebilirdik. “Oluuur” dedi u’ları uzatarak. u’ların uzaması bu fikri sevdiğinin bir göstergesiydi. Hemen Mustafa’yı aradım, telefon 374972 kere çaldı ve açılmadı. “uyuyordur” diye çok genel geçer bi yorum yaptık. yan banka oturan insanların konuşmalarını dinlemeye karar verdik ama bunu birbirimize belli etmedik.

“beni istiyorsa ben olduğum için istemeli” cümlesini kurdu yan banktaki çocuk. çok derin bi laf söylediğini sandığı için yanındaki insanın 2-3 dk hayattan soyutlanmasını bekliyormuş gibi bi hali vardı. Kendisine yüklenen misyonun farkına varan çocuk “öyle abi” dedi. Seda’ya döndüm. “öyle mi acaba yaa gerçekten?” diye sordum. Seda “öyledir abi” dedi. Öyle kelimesine eklediği –dir eki aslında bu durumdan çok da emin olmadığını gösteriyordu. bu konunun üzerinde düşünmeye gerek olmadığına karar verdik. bu konuyla ilgili yeterince saçmalık yapıyorduk zaten. şu an başka saçmalıklar yapabilirdik.

mustafa geldi. gelir gelmez üşüdüğünü söyledi. üşüme konusu açılınca otomatik olarak ağzımdan çıkan cümleyi tekrar kurdum: benim içim kalın.. saçma insan rolüne uyuyodum. Geçen gün yolda gördüğüm kızın söylediği söz aklıma geldi, Seda'ya söyledim, dalga geçtik. "Bana sadece hayatı veremezsin, onu da elimden almaya çalışıyorsun" demişti kız. Kız, sevgilisine saçma tripler atıyordu; biz ne saçma laf dedik bu sözler için. Ama haklıydık.

Mustafa çalan telefonunu açtı. Seda statusumu like eden var mı acaba diye bi cümle kurdu. Bana kalan sadece telefona mesaj gelmiş mi diye bakmaktı. Turkcell’den gelen mesaja cevap vermeye çalıştım, niye yanıtla bölümü yok bunun diye kendi kendime söylendim. Seda’nın statusunu beğenen sayısı 2’ydi. Mustafa telefonu kapatınca yemeği bu akşam kendisinin yapacağını söyledi. Soğanların pembeleşmesi üzerine 74 kere yaptığım espriyi tekrar yaptım. Hep birlikte suratımızı buruşturduk. Ortamı toparlama görevi bana verilmiş gibi hissettim ve dün akşam olanları anlattım. Anlattıklarımı en iyi anlayacak iki arkadaşımla oturuyordum. Birbirimize çeşitli tavsiyeler verdik, sonra bunlara ne saçma işler yapıyoruz yaa diyerek güldük geçtik. aklıma yaptığım bi saçmalık geldi, öyle bir salağım ki anlatamam diye girdim konuya… sonra shuttlea bindik. kuzey’e gidecektik. shuttle da kuzeye gidiyordu. biz hisar’a gidiyor sandık, güney kapıda indik. shuttle kuzeye doğru döndü. “neyse zaten kalem alacaktık” diye uydurdum. öyle bir salaktım ki anlatamazdım…

21 Kasım 2010 Pazar

Ay Dede

“Yasak o abicim!” diyor yüzüme bakarak. Aklıma gelen ilk cümleyi söylüyor ve idiot seviyesine iniyorum: yoo, öyle elimde kalmış.

Çayı masaya bırakıp koyduğu yasağın keyfiyle karizmatik bir şekilde ilerliyor. Çaya attığım şekerin çözünmesini izlerken (evet burada kimyager ruhum devreye giriyor) bir adet simidin yasaklanmak için ne yapmış olması gerektiğini düşünüyorum. Bugüne kadar yüzüne bakmadığım, yemeyi sevmediğim simidin çayı getiren abiden de bir darbe yemesi çantama sıkıştırdığım üzeri susam kaplı yuvarlak yiyecek için üzülmeme neden oluyor. Simidi teselli edecek birkaç söz arıyorum. Tam o sırada çaycı abiyle göz göze geliyorum. “Simitle konuştuğumu görürse kızabilir” diye düşünüyorum, gözümü Boğaz’a çeviriyorum. Simidi kendi derdiyle baş başa bırakıyorum.

“Denize sıfır” yakıştırması yapılan bir cafedeyim. Dalgaların kıyıya vurup kendilerini birkaç su damlasına indirgeyerek yüzüme çarptığını fark ediyorum. Kasım ayının sonlarına doğru yaklaşmamıza rağmen üzerimde bir gömlek ve bir tişört var. Tişört bana bu durumla ilgili bir yorum yapmamı emrediyormuş gibi sert sert bakıyor. “Küresel ısınma tabii, mevsimler birbirine girdi.” şeklinde yaptığım yorum masanın hemen altında duran kedinin bile yapabileceği sığlıkta. Tam çayı içerken telefonumun çaldığını duyuyorum. Çok meşgul bir iş adamı gibi bardağı elimden fırlatmak ve gelen aramayı anında cevaplamak istiyorum. Telefona ulaşmak için yaptığım hareketler de bu düşüncenin bir göstergesi. Ellerim birbirine dolanıyor ve aynı zamanda çantamın fermuarını açmaya çalışıyor. Kalp de ortama gerilim katmak için hızlı hızlı çarpıyor. Boğaz’dan Jaws çıkacakmış gibi hissediyorum. Ama karşıma umduğum kişi değil çıka çıka mekanik bir ses çıkıyor ve bana Avea’nın çok özel bir kampanyası olduğunu söylemek için aradığını belirtiyor. (Çok özel kampanyalar millet olarak dayanamadığımız ve hemen bir parçası olmak istediğimiz türlü dalaverelerdir.) Telefondaki ses kampanyaya katılmak isteyip istemediğimi soruyor ama bu sesi duyduğumda kampanyanın ne olduğunu dinlemediğimi fark ediyorum. Birkaç saniye sessizce duruyoruz. İki sevgiliden birisinin “Ben ayrılmak istiyorum.” dediği anda yaşanılan sessizliği andırıyor bu durum. Korkuyorum. “Tekrar dinlemek istiyorsanız 2’ye basın” diyor ses. “Tekrar dinlemek istemiyorsam kaça basmalıyım?” diyen iç ses espri yapacak havada olmadığımın en basit göstergesi. Telefonu kapatıyorum.

Telefonda geçirdiğim süre boyunca hava da kararmaya yüz tutmuş. “Ay dede çıkmış” diye bir cümle kuruyorum. 1987 doğumlu bir insanın hala “Ay dede” tabirini kullanmasının savunulacak bir tarafı yok. Yaptığım çocukluğu yüzüme vurmak istercesine ay ışığı denize vurmaya başlıyor. İstemsiz bir şekilde yanımdaki sandalyeye bakıyorum. Boş. O sırada yanıma yaklaşan biri sandalyenin boş olup olmadığını soruyor, boşsa alabileceği söylüyor. Üçüncü sınıf bir komedi filmine yakışır bir cevap arıyorum. Bulamıyorum. Sandalyeyi alması kafamı “alabilirsiniz” anlamında salladığımın göstergesi.

Havanın kararmasını fırsat bilip elimi çantama atıyorum. Karanlıktan faydalanarak az önce kalbi kırılan simide sevgi gösterisinde bulunuyorum. Ayımsı parçalar değil, minicik yudumlar alarak simidi yemeye başlıyorum. “Engelleri yık, yasaklara karşı gel!” diye bir felsefe uydurup, bu düşünceyi uyguladığım için saçma bir mutluluk sarıyor her yanımı. Daha ne kadar sığ olabilirim diye merak ediyorum.

Elinde tepsiyle yaklaşan abiyi görünce çayımın bitmiş olduğunu fark ediyorum. Elimi kaldırıyorum, isteğimi anlıyor. Elim telefona gidiyor ve ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda elimin hep aynı şeyi yaptığını fark ediyorum. Saatin kaç olduğunu bakıyormuş gibi yapıp aslında mesaj gelip gelmediğini kontrol ediyorum. Tabii ki gelmemiş. “Bence bir mesaja cevap verilmeli” diye düşünüyorum. Çok düşünceli bir hal takınmış olmalıyım ki çayı getiren abi ortama neşe katmak amacıyla “Ay dede de çıktı” diyor. “Te allam koca adam olmuş” diyorum “hala Ay dede diyor…”

19 Kasım 2010 Cuma

kahverengi kahve

“off bu ne yaa!!”

Elindeki kahve fincanının içine diktiği gözleri, böyle bir tepki vermesine neden olmuştu. “için kararmış” dedi. “kahve kahverengi ya ondan öyle gözüküyordur” şeklinde kurduğum cümle o an için çok mantıklı gelmişti. Hem “içimin kara olmadığı, kahve koyu bir renkte olduğu için öyle gözüktüğü” izlemini vermiş olacaktım hem de çok önemli bir keşif yapmış gibi gözükecektim. Bunları düşünürken etraftan duyduğum kahkahalar beni kendime getirdi. o renge ismini zaten kahve vermişti.

Telvenin (telve kelimesi bana hep Yıldız Tilbe’yi hatırlatmıştır, neden böyle olduğu hakkında bir fikrim yok) girdiği garip şekillerin hayatım adına olumlu yorumlanmasını bekliyordum. Bir insanın umutlarını kahverengi tortulara bırakması aslında neresinden bakarsanız bakın büyük bir aymazlık örneği. Ama o an onları düşünecek durumda değildim ve merakıma yenik düşerek aymazlık boyutuna geçtim. Artık ben de bir aymazdım. “aymaz diye bir sıfat var mı acaba?” diye düşündüm. “aymaz erdem” dedim. Kulağa hoş gelmiyordu.

Odada bulunan 4 kişi gözlerini fincana dikmiş, nefes bile almıyordu. Bakılan fincan benim fincanım olmasaydı kahkahayı patlatırdım. 4 insanın kafasını küçücük bir fincana sokmaya çalışması çok amaçsız bir işti. Amaçsız işlerin arada beni güldürdüğü olur. Örneğin otobüs son durağa yaklaşırken yerinden kalkarak inmek için düğmeye basan amcaların yaptığı gibi. Son durağa geldiğinde kapıları açmayarak “muhaha kalın ulan otobüste pis fakirler!” diyen bir şoföre henüz denk gelmedim mesela. Korkma amca açacaklar kapıyı, zahmet edip kalkma ayağa.

Fal bakma süresince benle ilgili olan tek cümlenin “için kararmış” olması çok sinir bozucuydu. Benden başka herkes falıma üşüşmüş, telvede yerini almıştı. “sizin karşınızdaki bakkalın vergi borcu mu var?” sözünü duyduğumda fincanı elinden çekip aldım ve “yeter artık!” dedim. Bir fincan kahveyi bana bir sıkıntısı anlatmak isteyen zayıf ve uzun boylu arkadaş için, kendisini teslim etmemi bekleyen belge için (ne belgesi olduğu ve nereye teslim edilmeyi umduğu hakkında bir bilgim yok) içmemiştim. Ayrıca bakkalın vergi borcunun olup olmaması da umrumda değildi. Hem geçen gün bayat ekmek vermişti. Ne hali varsa görsündü!

“Ne bu yaa!” dedim. “Bu falın bir amacı vardı, herkesi sayıyorsun, O’nun hakkında neden bir şey demiyorsun?” diyerek üzgün bir hal takınmaya çalıştım. Nazlı bir insan olmuştum bir anda. “Ver yıkıyım şunu, görmek istemiyorum telve falan” diye ekledim. Naz modundan sinir moduna geçmiştim. Fincanı yıkarken gözümün önüne Yıldız Tilbe geldi. Garip hareketler yapıyor, elini kolunu sallaya sallaya telvenin içinde gidip geliyordu. “Te allam yaa” diye sitemde bulundum, gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımda yıkama işlemi bitmişti, “ben biraz dışarı çıkacağım” dedim. Başına buyruk bir Amerikan genci olmuştum ve aklıma gelen en şımarıkça cümleyi kapıyı kapatmadan önce söyledim: İstemiyorum bir daha fal falan!

Fala bağladığım umutlarım boş çıkmıştı. Kafamı toplamam, radikal kararlar almam gerekiyordu. Ama gaza gelmiş halim yaklaşık 75 saniye sürdü. Geldiğim gazın sonucunda aklıma gelen ilk düşüncenin çikolata almak gibi basit bir düşünce olması beni biraz üzdü. Durumun daha da basite ineceği aklıma gelmezdi: Kinder Surprise mi yoksa Milka Milkinis mi almalıydım? Cevabım belliydi.

Eve geri döndüm. Kinder Surprise’den çıkan kahverengi arabayla sevinçle oynamaya başladım. Kahverengi gözüme batmaya başlamıştı. “Neden kahve yapmıyorsunuz?” dedim, “Fal bakarız…”

16 Kasım 2010 Salı

gregor erdem

“ee sen başkalaşım geçirmişsin!!”

duyduğum cümle karşısında kendimi uzun uzun süzdüm. henüz gregor samsa boyutuna gelmemiştim ama bir değişim olduğu doğruydu. uzun uzun cümleler kuruyor, yüklemlerime yüklem ekliyor, zarf tümlecini ve dolaylı tümleci sık sık kullanmaya özen gösteriyordum. cümle bittikten sonra cümlenin sonuna koyduğum noktanın ardından bir nefes alış süresi kadar bekliyor, paragraf yapacağım zaman tab tuşuna basıyormuş gibi davranıyordum. hem konuşup hem de kafamda bunları kuruyor olmam kendimi çok fonksiyonluymuşum gibi hissetmeme yol açmıştı. “özel yeteneklerim var he heeyyytt” derken gelen “biraz yavaş konuşur musun?” uyarısıyla ilkel benliğime dönüş yaptım. “tabii ki” cevabını beynim düşünerek değil, omuriliğim refleks olarak vermişti. böyle zorda kaldığım anlarda omuriliğimin devreye girmesini çok takdir ediyordum. elimi sırtıma doğru götürerek omuriliğimi sıvazlamaya çalıştım. omuriliğim bunu hak etmişti ama o an için bunun anlamsız bir hareket olduğunu camdaki görüntümü görünce fark ettim. sol elim telefonu kulağıma yapıştırmakla görevliyken, sağ kolum sırtımdaydı. “aha sonsuz sembolü olmuşum” dedim. bir insanın kendini sonsuz sembolüne benzetmesinin onun yaşamına ne gibi bir katkısı olabileceğini düşündüm. “yok yeaa ne katkısı olacak” dedi içimdeki umarsız ses..

eskiden susup karşımdakini dinlerken artık susmayıp karşımdakini konuşturmuyordum. “sanırım başkalaşım bunu gerektiriyor” şeklinde yaptığım manasız yorumdan sonra, “biraz susup O’nu dinlemeye başlamalıyım” diye bir karar aldım. sustum. O’nu dinlemeye başladım. konuşması uzadıkça kendimi şampiyonlar ligi finalinde sahada futbol oynayan oyuncular gibi hissediyordum. cümlelerini bitirdi. beynimdeki maç da bitmiş, sıra kupa seremonisine gelmişti. sesini uzun uzun duymanın verdiği sevinçle beynimde şampiyonlar ligi müziği çalıyor, kupa yerine de elimdeki telefonu sallıyordum. sevinci abartmış olabilirdim ve telefondan bir ses geldiğini duydum. “orda mısın?” sorusu ayımsı bir şekilde sevindiğimi gösteriyordu. “e e evet” dedim. O konuşmaya devam etti, ben dinledim.

bir zaman sonra üşüdüğümü fark ettim. meğer sevinirken üzerimdeki tişörtü forma zannedip çıkarmış ve karşı balkona fırlatmıştım. “neyse ki abartıp halının üzerinde kaymaya kalkmadım” diye kendimi teselli ettim. bir terslik olduğunda “anında olumlu bir şey bulmakla” görevlendirilmiş yanım devreye girmişti. hatta bu yanım ipleri iyice eline aldı. “oha O’nla konuşuyorsun” dedi. “tişörtü fırlattın da ne oldu telefonu bile fırlatman normaldi bu durumda” diye ekledi. olumlu düşünmekten saçmalamaya başlamıştı. ters bir bakış attım olumlu yanıma. “şu an beni öldürebilirdin ama sadece ters bir bakışla yetindin” dedi. “arkadaş ne pis huyun varmış iki dakika sus be!” dedim. biraz alındı. en son “çok daha fazla alınabilirdim” dediğini duydum.

biraz daha konuştum, biraz daha dinledim O’nu. yarın bayramdı ve “erken kalkın” demişti Barış abimiz. gerçi Barış abimiz “bugün bayram, erken kalkın çocuklar” demişti. “ne yapsam bilemedim” diye düşündüm ama sonra “zaman kavramına çok takılmayayım” diyerek bayram sabahları erken kalkılır sonucuna ulaştım.

“hoşça kal” dedi. telefonu kapattım. telefonu kapatmamla birlikte telefon gözüme koskoca gözükmeye başlamıştı. kendime dönüp baktım. mutluluktan kelebek olmuştum. “gregor erdem ehe ehe” dedim kendi kendime..

13 Kasım 2010 Cumartesi

telefon

telefonum açıkken hiç gelmeyen mesajların, telefonu kapattığım çok kısa bir süre içinde gelmesi “bundan sonra telefonumu hiç açmasam mı?” diye düşünmeme neden oldu. ama telefonu açmazsam gelen mesajları da okuyamazdım. bu saçma fikirden vazgeçerek gelen mesajlara cevap vermeye koyuldum..

cep telefonlarının sağ kolumuz olduğu zamanlardayız. eğer kişi solaksa, sol kol görevini de üstlenebiliyorlar. mesela benim sol kolumdur telefonum. sol kolumun üstüne yatmaya da çekinirim ki tuş kilidi açık kalmışsa yanlışlıkla birini aramayayım diye.

belediyemizin bize hediye ettiği, üstün teknoloji ürünü olduğu çeşitli ilanlarla belirtilen elektronik kartı turuncu akbil aletine doğru yaklaştırdım. kart, makineye temas etmeden öttü. “demek ki illa temas etmesi gerekmiyomuş, cidden akıllıymış” diye düşünüp, bu karta sahip olduğum için kendimi mutlu hissettim. zor durumda kaldığımda, dertlere boğulduğumda bana akıl verebilirdi. ama bundan sonra otobüse her bindiğimde “kartı makineye ne kadar yaklaştırırsam öter acaba?” diye düşünmekten korktum. “amaaan olmadı danamsı bi şekilde yapıştırırım kartı makineye” diyip sıyrıldım bu düşünceden.

stratejik önemi olan koltukların hepsi doluydu. bu koltuklarda oturan insanların ayaktakilere yer vermemek için uyuyor taklidi yapmasına gerek yoktu. diğer koltuklarda oturanlar tepelerinde dikilen insanlar yüzünden dışarıya doğru hüzünlü hüzünlü bakma hastalığına yakalanmış gibi görünmek zorundalardı. böyle bi durumda, ayakta duran insanın acıma mekanizması devreye girecek, iç ses “çocuk/kız zaten dertli, bi de ayakta beklemesin” diyecekti ve yerinden kalkmama misyonu tamamlanacaktı. bu misyon uğruna kitap okuma alışkanlığı olmayan insanlar kişisel kütüphane sahibi oldular bu memlekette.

oturduğum koltuğun cezbedici herhangi bir yanı yoktu. camdan, manzarayı görebilmek için ya kafamı aşağı doğru eğmem ya da yukarı kaldırmam gerekiyodu. kulağıma kulaklıkları takıp, çalan şarkıya kafamla tempo tutuyomuş gibi yaparak dışarıyı seyredebilirdim. beynim idiotça fikirler üretiyodu.

telefonu elime aldım. gönderdiğim mesajlara cevap gelmeye başlamıştı. büyük bir özenle hepsine cevap vermeye başladım. sonra tekrar cevap geldi. tekrar cevap verdim. “dur artık arıyım” dedim ama arayınca da ulaşamadım. ulaşamadığı insana telefonu kapattıktan hemen sonra mesaj göndermek yeni çağın getirdiği hastalıklardan biridir. teknolojiyi sonuna kadar kullanma çabasıdır. “telefonuna bak” şeklinde atılan mesaj telaşlı insanoğlunun teknolojiye ayak uydurmasında yaşadığı güçlüğe örnek verilebilir. telefonunun çaldığını duymayan kişinin o mesajı görebileceği umudunu taşıyan insanlardır yukarda bahsi geçenler ve tam olarak yukarda bahsettiğim insan modeline uyduğumu telefonun “gönder” tuşuna bastığımda anladım ben de. “telefonuna bak” yazmış ve utanmadan bunu göndermiştim. bu utancı kaldıramayacağımı düşündüm ve telefonu kapattım. “telefon kapalı olunca daha çok mesaj geliyo” diye avuttum kendimi sığ bir şekilde.

bir süre sonra telefonu açtığımda mesaj gelmemişti. tekrar kapattım. açtığımda yine yoktu. 22 saattir telefonu açıp kapatıyorum. telefon sinirleniyor, “te allam yaa!!” diyor.. “affet beni” diyorum telefona, “ama seni kapatınca mesaj geliyor ve gelen mesajı okumam için seni açmam lazım…”

11 Kasım 2010 Perşembe

dağ kek

“duuur öyle değil” sesiyle irkilmiş, elindeki kek kalıbına bakakalmıştı. bin bir özenle hazırladığı kek karışımını kalıba dökmek için sabırsızlanıyor ama bu işlemi yanlış yaptığı söyleniyordu. “nasıl ki?” diye sordu. 3 yaşındaki bir çocuğun yolda gördüğü her şeyi annesine babasına sorduğu anda sahip olduğu bir yüz ifadesi takınmıştı. sonra bir şey fark etti. sıvı haldeki kek karışımını bile kalıba dökme işini başaramıyordu.”elimizden tutan yok ki” diye düşündü.

“neyse en zor kısmını yaptım ve unu şekeri falan birbirleriyle karıştırdım” diyerek kek kalıbını kendisini uyaran sesin sahibine uzattı. bu süreç içinde çok ciddi bir tavır takınmış, işi çırağa öğreten bir ustabaşı gibi davranmaya özen göstermişti. “artık gerisi sana kalmış” diye ekleyerek işi zirvede bıraktığı izlenimi uyandırmaya çalıştı. ne derece başarılı olmuştu, o da kek fırından çıktıktan sonra belli olacaktı. başarılı olma oranı kekin ne kadar kabardığı ile orantılıydı ve yüksek bir oran tutturmak için 7 paket kabartma tozunu kimseciklere görünmeden kekin için boca etmişti.

“kek pişene kadar dışarı çıkıyım” dedi karşısındakine; “sen kontrol et pişmiş mi kek diye” şeklinde de bir uyarıda bulundu. dışarıya çıktığında aklına gelen ilk şey 7 paket kabartma tozu olmuştu. hemen telefona sarıldı ve kek emanetçisini aradı:

- kek pişti mi?

gülmekten cevap veremeyen emanetçinin boğuk sesi içinden birkaç kelimeyi seçti:

- daha 2 dakika olmadı, nereye pişiyor!!

“hee sen görürsün kek fırını yutunca” diyecekti, sustu.. “işine bağlılığını kontrol etmek istedim” diye aklına gelen ilk saçma cümleyi söyledi ve telefonu kapattı. birkaç dakika sonra telefonuna gelen mesajı emanetçinin gönderdiğini düşündü, “kek boğuyor beni ne koydun lan bunun içine” yazmış olabilir diye hayal etti. korktu. elini cebine götürüp götürmemekte tereddüt etti. ama tereddüt ettiğiyle kaldı çünkü 3 yaşındaki çocuk yine canlanmış ve merakına yenik düşmesine neden olmuştu. mesajın turkcell’den geldiğini gördü. “hey gençtrkcllli” şeklinde başlayan mesajı kendisine yollayan insanı hiç tanımadığını biliyordu ama bu insanın böyle “hey kanka naer yaa xD” diyormuş gibi başlayan bi mesaj gönderirken nasıl bir ruh hali içinde olduğunu da merak etti. “nasıl bir yalnızlık duygusuysa hemen kanı kaynadı bana herhalde yazık lan” diye düşündü, sonra “aman banane yaa ben kendime bakıyım” dedi. içindeki 3 yaşındaki çocuk birden büyümüş, 16 yaşında bir liseli olmuştu ve gelen mesaja “hey bro what’s up man?” diye cevap vermesi için içten içe dürttü onu. “yok artık operatörle mesajlaşacak değilim” diye tersledi içindeki liseliyi, 54 yaşında bir baba olmuştu şimdi de. karakterden karaktere atlaması ruhunu sıkmıştı, özüme dönmeliyim dedi ve birden sabri bey gibi “allaaaaahh allaaaaahhhh” diye bağırıp havalara uçmak, sonra yerde yuvarlanmak istedi. “böyle öze dönülür mü be!” diyip vazgeçti.

istemsizce telefonuna gitti eli, mesaj ve çağrı yoktu. “oohh özüme döndüm” dedi. canı acımıştı birden bu çıkarımı yapınca. “arayan soran yok negzel” diye düşündü. “kek olmuştur” dedi. eve dönmeye karar verdi.

“kapıyı çalmayayım, anahtarla açıyım” dedi. kek emanetçisinden bir de kapıyı açmasını istemezdi. zaten büyük ihtimalle kekle uğraşmaktan bitap düşmüştü. anahtarı çevirirken göreceği manzaradan korktu. kek x-men olmuş olabilir, evi bacayı sarmış halde bulunabilirdi. korkusunu yenmeye çalıştı, kapıyı ardına kadar açtı. kek emanetçisi karşısında oturmuş, ağzındaki keki yutmaya çalışırken şunları diyordu: ne koydun lan bunun içine 2 hafta bitmez bu kek dağ gibi olmuş..