21 Ekim 2011 Cuma

"Ben Hasta Olmam Hiç"

“Ben hasta olmam ki abi, ne olucam ya” cümlesini milyonlarca kez kurdum. Bu düşünceye güvenip buz gibi havada tişörtle dolaştım, yağan yağmura hiç aldırmadan avare gibi takıldım sokaklarda. “Manyak mısın sen bu havada böyle çıkılır mı dışarı? Aaa donarak ölecek çocuk!” diyenlere, “Ne var ki bence hava sıcak” gibi ipe sapa gelmez laflar ettim ve bunu çok büyük bir yetenekmiş gibi algıladım. Şimdi defterin başında oturup bu pişmanlık kokan cümleleri yazmamın sebebi de amaçsız bir şekilde ağrıyan bir boğaza ve elinden geldiği ölçüde boğazı yalnız bırakmamaya çalışan bir burna söz geçiremiyor olmam.

Minicik hallerimden beri gayet iyi bakılmış bana. Zavallı bir dananın kemiğinin kaynatılmasıyla elde edilen şeyden yapılan çorbalar, meyvelerden yapılan çeşitli tatlar falan derken tombul bir çocuk olmuşum ve etraftan da duyduğum kadarıyla, bu yediğim şeyler çok dayanıklı bir bünye yaratmış. Bugüne kadar “Ee tabii sağlam vücut”, “Dayanıklısın sen”, “İyi yetiştin iyi, bağışıklık falan iyi yani” cümlelerini o kadar çok duydum ki, “Oğlum; halayı, teyzeyi bırak, beş kat yukarıda oturan komşu bile bunu söylüyorsa, ben ömrüm boyunca hasta olmam herhalde” şeklinde bir inanç tarzı geliştirdim.

Tabii çocukluk aklıyla uydurduğun bu tarz şeylere sımsıkı bağlandığın olabiliyor. Zaten mülayim bir insan olduğum için giymem söylenen kıyafetlere “Ya banönö annö yaa giymem ben bunu” diye tepkiler vermiyordum ve mayıs ayında bile atkıyla, montla okula gittiğimi bilirim. Böyle sımsıkı giyinince, zaten anca elektron mikroskobuyla görebileceğin bir mikropla bile temasın olmuyor ve hasta olsam diye uğraşsan bile olamıyorsun. Sonra da “Hasta olmam ben hehe” diye dolaşıyorsun ortalıkta çok iddialı bir şekilde.

Ama zaman ilerliyor, vücutta deformasyonlar başlıyor ve çok sağlıklı olduğunu iddia eden çocuğun yerine “Üşüyorum şu an, hastalık beni bekler, şu an hasta oldum, off ölüyorum, kurtarın beni” diyen bir insan çıkıyor ortaya. Zamanında çok güzel kandırıldığın ve bu yüzden çok iddialı konuştuğun için de “Yok ki benim bir şeyim, her geçen gün sağlık doluyorum, Allah Allah ne ilginç değil mi?” gibi garip tepkiler vermeye kalkıyorsun. Sonra kimsenin olmadığı bir yere gidip deli gibi öksürüyorsun “Allah’ım nolur öksürdüğümü kimse duymasın” duaları eşliğinde. Bir de duyulan ilk öksürük sesi aslında bir annenin zafer çığlığı demek. Çünkü anneler, çocukları “öhö” yaptığı anda, “Ee ben dedim sana incecik giyinip çıkma dışarı diye, kafanı ıslatıp dışarı çıkıyorsun, tabii hasta olursun, şimdi öksür dur bakalım” diyerek haklı çıkmanın gururunu yaşıyorlar. Daha yaşın küçükse de bu tepkiler “Şimdi doktora gidelim, ye bi tane iğne de aklın başına gelsin” boyutuna ulaşabiliyor.

Bir de hasta olduğumda doktora gitme gibi bir alışkanlığım yok benim. “Geçer yaa” diyen insanlar grubuna aidim ben. Artık bir yerden sonra dayanamayacağım bir noktaya gelirsem “Eh gidelim bakalım bi doktora, ‘üşütmüşsün’ diyecek işte yani, hep aynı şeyler” diye cahil cahil konuşarak düşüyorum doktor yollarına. Ne zaman böyle düşünüp doktora gitsem, beni yanıltmadılar ve basit bir “Soğuk algınlığı” teşhisiyle yollandım eve. Doktor da arkamdan “Burnu akıyor diye buraya gelmiş, te allam” falan demişse de çok gücenirim mesela. O kadar doktora gitmişsin, ne bileyim, bir zatürre, bir bronşit falan bekliyor insan. (Hayattan beklentilerimi hep yüksek tutmaya çalışırım çünkü ben)

Hastalığın fiziksel etkileri dışında psikolojik etkileri de oluyor ya, o yüzden iki gündür “Off çok yalnızım ya yanımda bana destek olacak kimse yok, bi çorba istiyorum be sıcak bi çay sadece” düşünceleriyle dolaşıyorum ortada. Bir de gözler yaşarıyor hastalıktan dolayı ama sanki psikolojim etkilendi de ondan ağlıyormuşum gibi moda giriyorum. Ama “Allah’ım tek başıma düşüp öleceğim yollarda” diyecek kadar mızmız olma durumuna da gelmem herhalde.

Gerçi bugün hem derste hem de Güney Kampüs’e inerken, kendi kendime “Galiba ölüyorum, boğazım ağrıyor, öksürmem gerekiyor, gözlerim falan yaşarıyor” diye diye pis bir psikolojiye girdim ve “Mızmız mı oluyorum ya?” diye korktum. Meydana inip manzaraya gitmek için köşeyi döndüm, birkaç adım attım ve bir umut arkama bakıp da kimseyi göremeyince “Ben hasta olmazdım ya hiç ama şimdi hasta olmakla beraber, yaşlı ve yalnız da bir insanım” düşünceleriyle döküldü sözler ağzımdan:

don't leave me here to cast through time

without a map or road sign

don't leave me here my guiding light cause i,

i wouldn't know where to begin

i asked the kings of medicine

but it seems they've lost their power

all i'm left with is the hours

http://www.youtube.com/watch?v=rTL45SZKiKU

20 Ekim 2011 Perşembe

"Buck"

“Sahile gidiyoruz” cümlesini duyunca “Neeee! Sahil mi! Heyoo!” ünlemlerini içeren bir sevinç dalgası yayılıyor vücuduma. Zaten “Boğaz’a gitme, oralarda dolaşma” gibi bir hastalığım varken, bir de sıkıntıyla geçen, beklentileri karşılamayan ve üstüne üstlük iki saat süren bir dersin ardından gelen sahil fikri inanılmaz mutluluklar yaşatıyor bana. O anki sevinçle “Abi, siz arabayla gidin, zira ben koşarak size yetişebilecek kadar enerjiyle doldum bir anda ve bir çılgınlık yapmak istiyorum” deme noktasına geliyorum. Fakat dana gibi koşarak gitmek yerine daha insani tavırlarla arabaya biniyorum, “Hem muhabbet ederiz lan arabada, ne güzel işte, gençlik işte, kanımız kaynıyor” falan diye düşünerek.

Harun, Melih, Gül ve benden oluşan dört kişilik bir ekip var arabada. Müzikler, kahkahalar ve Ülker’in çıkardığı ürünlere koyduğu zorlama isimleri (İşte Haylayf, Çizi falan) ortaya çıkarmalar eşliğinde Boğaz kıyısında ilerliyoruz. Melih bir ara “80’ler 90’lar” falan diyerek bir radyo kanalı açınca, çalan müzik ile nostaljik dakikalar yaşamaya çalışsam da kulağıma gelen şarkı hakkında belirgin bir fikrim yok. Bu durumu 1987’de doğmuş olmama bağlıyor ve “Zaten aklım başıma gelene kadar 90’lar olmuştur abi o, ondan hatırlamıyorum” diyerek kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Hoppidik şarkılar çalan başka bir kanala geçince de günümüz müzik endüstrisinde şarkı sözlerine özen gösterilmediği ve insanların aklına ne gelirse yazıp bize şarkı diye kakaladığı konusunda fikir birliğine varıp, Ajdar’ı çeşitli yabancı şarkıcılarla aynı statüde değerlendiriyoruz. Ajdar yanımızda olsa, yıllardır peşinde koştuğu “Kendisini anlayan insanlar”ı bulduğu için mutluluktan bir portakala, efendime söyleyeyim bir kiviye bile şarkı yazıp, dansa başlayabilir.

Bebek Starbucks’ta takılmaya karar veriyoruz ve siparişlerimizi verip soğuğa falan aldırmadan açık alana geçiyoruz. Standart bir ayakkabı kutusu boyutunda olan ısıtıcılar o an ne olduysa, gözüme devasa ısıtıcı panelleri gibi gözüktüğü için üşümeyeceğime inancım tam. Fakat ilk üşüme dalgası Harun’un ciddi ciddi üzüldüğünü gösteren bir yüz ifadesiyle kurduğu cümle sonrasında geliyor: Abi senin bardağında niye “Süt” yazıyor? Herkesin bardağında ismi ya da en kötü ihtimalle içtiği şeyin baş harfi yazarken benim bardağıma “Süt” yazmayı uygun görmüşler. Etrafta oturan herkesin, benim adımın “Süt” olduğunu sanmaları gibi bir ihtimal söz konusu. Tabii ki buruluyorum biraz. “Abi nolur kalkıp gidelim buradan” deme boyutuna gelsem de espriler, komiklikler, şakalar sayesinde kendimi orada oturma konusunda çok güzel bir şekilde ikna ediyorum. Artık bir yerden sonra o kadar ikna olmuş duruma geliyorum ki “Ne var anam babam süt koymuş adımı! Ne var yani!” bile diyebilirim. Fakat Starbucks olunca ortam, biraz böyle nezihmişsin gibi davranman gerekiyor. Zaten muhabbet sırasında “Muhaha hohoho” falan diye güldükçe, Harun “Abi bizi atmazlar di mi buradan?” diye soruyor ve benim de “Atarlar abi bak şimdi” diyerek ayağa kalkıp “Benim adım Süüüütt!” diye bağırmam hepimizi iyice tedirgin edebilir.

Yalnız masada inanılmaz bir muhabbet ortamı yaratılmış durumda. Yani herhangi bir şeyden bahsederken, o konuyu birden kimyaya bağlamak, oradan da bu konu hakkında bir Umut Sarıkaya karikatürü anlatmak, sonrasında buna gülmek ve hemen başka bir konu ortaya çıkarıp aynı prosedürü izlemek gibi bir döngü oluşturulmuş. Herkes farklı bir şeyden bahsederken, ortaya ortak bir konu çıkarmak gibi inanılmaz işler peşindeyiz ve bunu da başarıyla sağlıyoruz. Mesela “0 Kelvin'de hayat duruyo olum, elektron böyle pıt diye düşüyo" derken, Melih birden “Starbucks, Deniz Yıldızı demekmiş, doğru mu?” diye soruyor ve elektrondan bir şekilde deniz yıldızına geçebiliyoruz. Evet, yapabiliyoruz bunu.

Ama artık hava iyice abartmış durumda ve titremeler baş göstermeye başlıyor. Harun artık kalkalım dedikçe, üçümüz “Yoo iyi böyle” diyorduk ama kalkma fikri yavaş yavaş beynimize yerleşiyor. Soğuk beyin fonksiyonlarını durdurma durumuna geldi ve içimizden biri (İsim vermek istemiyorum, o kendini biliyor)belki de çok fazla üşümenin verdiği etkiyle Melih’in “Starbucks deniz yıldızı demekmiş” cümlesine istinaden “Buck yıldız demek yani?” diye bir cümle kuruyor. Öyle böyle gülmüyoruz ama bu cümleden sonra. Yani insan olan böyle gülmez. “Gülmekten karnıma ağrı girdi” şeklindeki fizyolojik olayı tecrübe etmeye başlayınca susup, artık kalkıp gitmemiz gerektiğine karar veriyoruz. Zirvede bırakmalıyız artık.

Kalkıyoruz masadan. Gülerken ısınmıştım ama rüzgar yine göstermeye başlıyor etkisini arabaya doğru ilerlerken. Arabaya binerken önce telefona, sonra Boğaz’a son kez dönüp bakıyorum. Aklıma bir şarkı geliyor ve dökülüyor sözleri ağzımdan:

nothing melts in this cold

but russia on ice is burning a hole

14 Ekim 2011 Cuma

İhtilali Ne Zaman Yapıyorum?

Telefonun alarmını duyup daha beynimi toparlayamadan masama doğru koşuyorum. Yıllardır yanı başıma koyardım telefonu yatmadan önce, birisi falan ararsa anında cevaplayayım, mesaj gelirse bekletmeden cevap vereyim ki insani ilişkilere ne kadar çok önem verdiğim anlaşılsın, böylece kendim hakkında çok da olumsuz bir imaj oluşturmayayım diye. Telefonum sessizdedir gerçi hep, o yüzden buradaki hemen cevap verme olayı, olur da gece uyanırsam, uyandığım gibi cevap veririm şeklinde anlaşılmalı. Yoksa her dakika arayan soran var, herkese yetişmeliyim, o yüzden telefonu hiç yanımdan ayırmamalıyım gibi bir durum söz konusu değil. Bir de telefonun alarm özelliğinin kullanılması var, kalkman gereken saatte seni uyandırsın diye, fakat o telefon, yastığımın yanında olunca daha neredeyse alarmı çalmadan erteleme tuşuna basmak gibi bir mekanizma geliştirmiştim. Sonra da alarmı kurduğun saatten en az 40-45 dakika sonra kalkıyorsun yataktan ve o hiç hoş olmuyor. Uykudan vazgeçtiğim için değil de artık her 5 dakikada bir dıttırıdıttırı diye alarmın çalması sinirlerimi bozuyordu. O yüzden “Telefonu odamdaki yatağımdan en uzak köşeye koyayım da alarm çalınca mecburen yataktan kalkarım, sonra da tekrar yatmamak için kendimi ikna yollarını ararım” diye düşünüp masamın üstünü bellemiştim telefonun yeri için.

Masama vardığım gibi telefonu susturuyorum. Bu sırada beyin de etraftaki olayların farkına varmaya başlıyor. Deli gibi bir rüzgarın estiğini fark ediyorum önce dışarıda, sanırım yine aynı delilik ölçüsünde yağmur da yağıyor. 5:30’da kalktığım için her yer zifiri karanlık ve uykudan yeni uyandığım için hala kısık olan gözlerimin bu özelliğinden faydalanarak sanki çok ciddi bir şekilde dışarıyı izliyormuş gibi gözükmek için pencereye doğru koşuyorum. Pencereyi açıp “Lan!” efektiyle kapatmam aynı anda oluyor yüzüme tonla yağmur damlası yiyince. Pencerenin arkasında, dışarıda ne gibi olaylar döndüğünü anlayabilmek için garip garip dururken başımın fena halde ağrıdığını fark ediyorum. Yani öyle böyle bir ağrı değil. Uyanıp birkaç saçma aktivite yaptıktan sonra ağrıyı anca fark edebilmem ilginç geliyor. “Hani bazen çok koyar bir şey ama biraz vakit geçtikten sonra fark ederiz acısını, galiba öyle oldu şu anda, sanırım bu durumu yaşıyorum” diye felsefik düşüncelere saplanıp hayatı sorgulamaya girişiyorum. “Boş boş şeyler düşüneceğime biraz olsun mantıklı davrandım lan ne güzel!” diye sevinip bu mutlulukla yeniden yatağa dönüyorum, masanın üzerinden telefonumu aldıktan sonra. Okula gidecek durumumun olmadığını fark etmem de yatağa başımı koyduğumda anladığım şey olma ünvanına kavuşuyor. Gözlerimi kapatıyorum.

Rüyamda bir çocuk var karşımda, bir şeyler anlatıyor bana. Dalgalı saçlarıyla tırmanıyor kucağıma. “Kimdi ya bu çocuk?” diye dakikalarca düşündükten sonra, bana artık, “Çocukken sen çok güzeldin” demelerine neden olan çocuk olduğunu anlıyorum karşımdakinin. Küçüklük halimin karşımda öylece oturması “Off daha bu kadarcık mıyım ben ya?” diye düşünmeme neden oluyor, korkuyla uyanıyorum. Hemen yastığımın yanındaki telefona sarılıp “Bitti mi ders?” yazıyorum. 10:50’de bitmesi gereken ders için 11:35’te mesaj atıyorum, “Bitti mi?” diye. Sanki iki saat değil de yıllarca geç kalmışım gibi bir psikoloji var üzerimde rüyanın getirdiği etkiyle ve dersin bitmediğini duyma gibi bir isteğim var, sanki bir şeyleri yakalayabilecekmişim gibi. “Süper başladım güne sanırsam. Hadi bakalım bu psikolojiden kurtulmak için nelerin peşinde koşmalıyım?” diye düşünüp kalkıyorum yataktan.

Başımın ağrısı sabahki kadar ağır olmasa da devam ediyor. Odamın penceresini açıyorum, yağmur durmuş ama rüzgar esiyor hala şiddetli bir şekilde. Çocukluğumdaki kahramanlardan biri geliyor aklıma, belki de rüyanın etkisinden kurtulamadığım için hala. Böyle rüzgarlı bir havada vedalaşmıştım onunla. Başıma ağrı saplanıyor birden. “Çay içme vaktim geldi” diye düşünüp mutfağa doğru ilerliyorum. Böyle canımın sıkıldığı anlarda alabildiğim en net karar bu zaten: Çay içeyim ben. Çaya inanılmaz sorumluluklar yüklediğim oluyor yani böyle. “Bir kupa çay içilecek ve her şey yoluna girecek.” Şifalı bitkiler kitabı bile hiç kimseye bu kadar umut veremez. Demliğe su koyup kaynamasını bekliyorum. Suyun ısınması sırasında demliği izleyip bütün proses hakkında fikir yürüterek günlük kimya ihtiyacımı karşılamak gibi bir amacım var. “Bugün kimya için ne yaptın?” diye soran olursa, gönül rahatlığıyla cevap verebilirim. Su kaynayınca içine çay atıyorum. Çayın demlenmesini de bekleme gibi bir fikir geliyor aklıma ama demliğin içine doğru yavaş yavaş çöken çay yapraklarına bakıp ilkokul düzeyinde felsefe yapmaktan korkuyorum. “Neyse, kupa seçimi yapayım, oradan bir felsefe yakalarım artık” diyip mutfak dolabının kapağını açıyorum. “Ee bu baş ağrısına bence bu anca yeter” kararıyla devasa Starbucks kupamı alıyorum, felsefem de şu oluyor: Abi gönlün zengin olacak işte, o zaman tat alırsın ki hayattan, ne o öyle bir yudum çay mı içilir!

Masama gidip Facebook’u açarak oradaki günlük işlerimi tamamlıyorum öncelikle. (Bejeweled Blitz’de coins toplamak ve kimler online diye bakmak için iki saniyeliğine online olup hemen offline olmak) Kahvaltı yapmamak gibi bir yaşam formu geliştirdiğim için “Acaba ne yesem?” diye bir derdim yok. Onun yerine “Hangi şarkıyı açsam da bütün gün onu dilime dolasam?” gibi bir soruya cevap arıyorum. Pain of Salvation’dan Eleven şanslı şarklı oluyor bugün için. “İleeeeeeevııııııınn” diyerek şarkıya eşlik ediyorum ama komşular hakkımda “Yazık lan kim bilir ne derdi var, nasıl içli söylüyor, yazıktır” şeklinde düşünmesin diye İngilizce’yi yeni yeni öğrenmeye çalışıyormuş gibi yapıp “Tıveeeelllfff” ve “Tööörrrttiiiinnn” diyerek devam ediyorum. Yaptığım manyaklığın farkına varıyorum bir süre sonra, içime kapanıyorum. Bir süre kapanık bir şekilde durduktan sonra biraz neşelenmek için masamın üzerinde duran ve yarısı okunmuş Uykusuz’a gidiyor elim. El dergiye uzanırken “Dur lan poster vermişti bu hafta Uykusuz, onu odama asayım da şekilli oda sahibi bir birey olayım, saten boya da bir yere kadar, azıcık renk gelsin odama, Feng Shui gibi takılayım biraz” diye düşünüyorum. Sandalye tepesine tırmanıp astığım poster yamuk duruyor duvarda. “Alt tarafı iki bant, bi zahmet onu düzgün yapıştır be bari bunu yap be” serzenişleriyle kendime tepki gösterip kendimi yollara vuruyorum. Temiz hava alarak üzerimdeki negatif enerjiyi dağıtmak ve böylece pozitif bir insan olarak etrafa güven veren, insanların yanındayken tüm dertlerini unuttuğu, hayat dolduğu bir insan olma gibi bir amacım var.

Gerçi bugüne kadar “Evet, Erdem’in yanına gidince tüm dertlerimi unuttum, bir mutlu oldum ki sorma gitsin, bence hep Erdem’in yanında olmalıyım” diyen biri oldu mu bilmiyorum. Bundan sonra da olur mu? Onu da bilmiyorum. Keşke olsa. “İşe yarıyorum galiba” diyerek mutlu olabilirdim mesela. Yolda bunları düşünüyorum yağmur hafif hafif çiselerken. Anlamsız bir huzur doluyor içime her şey yolundaymış gibi sanki. Yağmurun galiba gerçekten huzur verme gibi bir olayı var. Bazen sonsuz bir huzur oluyor işte böyle, bazen de “Lanet olası bu yalnızlık” diyebiliyor insan. Huzur dolduğun zamanlarda bazı şeyleri yapmak çok kolay oluyor. Genelde soğuk duran biri olmama rağmen garip garip gülebiliyorum durup dururken böyle anlarda. Durmadan konuşabiliyorum falan… Ama “Lanet olsun” dediğin anlar çok hoş zaman dilimleri olmuyor tabii ki. Kendi kendime yürümeye o kadar çok alışmışım ki arkamdan gelen birisi hızlanıp beni geçmeye karar verince aynı hizaya geldiğimizde “Noluyo ya!” diye tepkiler verdiğim oluyor. Sakin sakin yürürken yanımdan geçen arabanın yağmur sularını “foşş” efektiyle üstüme sıçratmasıyla da “Noluyo ya!” diye bir tepki verdim ve artık iyice ıslanınca artık bir arabaya atlamam gerektiğini düşündüm işe gitmek için. Minibüste yanıma oturan amca da her binene sevimlilikler yapmaya başlayınca bir kez daha “Noluyo ya!” dedim. Ne kadar mesut bir ortamda bulunuyordum. “Pozitif enerji yaymaya mı başladım ne!” diye düşünmeye başladım ve hafif hafif sırıttım.

Derse girdim işe gelince ve can, could falan öğretmeye çalıştım. “Hadi bakalım sen de can kullanıp bir cümle kur” dediğim öğrenci, duraksamadan “I can I can I can” demeye başlayınca onu o anda susturup “I can you can what can you do?” şarkısını söylemek istedim. Bu pozitif hal başıma dert açacak gibiydi. Sonuçta koskoca adamın “Heyoo i can you can oo lalala” falan diye bir şarkı söylemeye başlaması çok da hoş görüntüler oluşturmaz. Pozitiflik de bir yere kadar tabii. Zaten pozitif olmak bana çok da uyan bir şey de değil ki. “Niye bu kadar kasıyosun abicim pozitif olacaksın diye? Saçmalıyosun işte” diye düşünüp hemen negatif duygularımı öne çıkardım. Tabii öğrencinin de bana bu konuda inanılmaz yardımları dokundu sonradan. Türkçe’sini sorduğum her kelimeyi “Sürahi” olarak yanıtlaması hayattan iyice soğuttu beni. Şu yirmi dört yıllık hayatımda bugüne kadar “Sürahi” kelimesini toplamda bu kadar duymamışımdır. En sonunda “Sürahinin İngilizce’sini sorayım da ona da ‘Sürahi’ desin, o da rahatlasın, ben de rahatlayayım” diye düşündüm ve doğru cevabı alınca da dersi bitirdim.

İşten çıkınca “Arabaya binmek üzere durağa gidene kadar ne yapsam acaba?” diye düşündüm ve aklıma gelen en mantıklı hareket bugün telefonuma gelen mesajları ve benim onlara verdiğim cevapları sırayla okumak oldu. Bir gelenlere, bir gönderilenlere girerek inanılmaz bir döngü oluşturdum. Elimde telefonla, bir yandan mesajları okumaya, bir yandan da yağmurun yarattığı çamurla dolu yolda oraya buraya saplanıp düşmemeye çalışırken yanımda bir gölge hâsıl oldu ve bankamatik kartı olmadan hesaba para yatırıp yatıramadığımı sordu. Sorudaki ihtişamı duyunca kendimi çok önemli biri gibi zannettim ve “Yatırırım” dedim. Bankamatiğe doğru ilerlerken dünya üzerinde çok önemli bir platformda süper bir açılış yapacakmışım gibi gururlu bir şekilde yürümeyi ihmal etmedim. Bankamatiğin önünde elime bir kağıt sıkıştırıldı ve bütün bilgilerin burada olduğu söylendi. Tam olarak bu anda kendimi bir uyuşturucu kaçakçısı gibi hissettiğimi belirtmeliyim. Etrafı kolaçan ettikten sonra elimdeki kağıdı açtım ve üzerinde sadece HALKBANK yazdığını gördüm. “Abi bu ne ya? Banka adı yazıyo burda sadece nasıl yatacak o para?” dedim. Adam telefona sarılıp birisini aradı ve telefonu bana uzattı. Telefondaki genç, ben daha sesimi çıkarmadan kartın üzerindeki bütün bilgileri okumaya başladı. İki saniye daha bekleseydim Halkbank Müşteri Hizmetleri’ndeki bir görevli olup “Beyefendi annenizin kızlık soyadı nedir?” falan diye soracaktım. Kartın geçerlilik süresini de öğrenip bu dünya üzerinde artık hiçbir bilgiye ihtiyacım kalmadığını fark edince (Çünkü gerçekten öğrenmem gereken şeylerdi bunlar) “Siz şimdi bankayı arayın, hesap numarasını falan öğrenin, galiba bu işler öyle oluyo” diyerek telefonu amcaya geri verdim. Telefonu alan amca, diğer elindeki 100 lirayla birlikte bana el sallamayı unutmadı. Ben de el salladım. “Yazık lan!” dedim.

Eve geliyorum. Her şey bıraktığım gibi. Masamın bir köşesinde sabah rüyamda gördüğüm çocuğun fotoğrafı duruyor. Uykusuz hala yarım bırakılmış vaziyette. Açık bıraktığım pencereden hala sabahki gibi rüzgar esiyor. Telefonda gün içinde birkaç kez okuduğum mesajlar var sadece. Gözüm duvardaki yamuk asılmış postere takılıyor. Utançla indiriyorum kafamı. Gözlerim dün gece okumaya karar verdiğim ama elime aldığım gibi gözlerimin kapanmaya başlamasıyla okuyamadığım kitaba takılıyor. 1971 basımlı bir Aziz Nesin kitabı bu. İhtilali Nasıl Yaptık yazıyor kitabın kapağında. “Ben ne zaman yapacağım şu ihtilali? Galiba çok sıkıldım artık” diyorum kitabı elime alıp yatağıma doğru ilerlerken.

Lütfen Beni Uyandırma

Yağmurun en güzel yağdığı gecelerden biri herhalde bu gece. Balkona çıkınca rüzgarın deli gibi estiğini fark ediyorum, garip geliyor bu bana, çok uzun zamandır üşümüyordum herhalde. Ama kahve var elimde ve o da rüzgar yüzünden soğuyana kadar beni ısıtabilir diye düşünüyorum. Bir kazak alıp balkona geri dönmek zor geliyor şu an. Her yer sessizken ses çıkarmaktan çekiniyor olabilirim. Kahveyi elimden bırakıp mp3 playera uzanıyorum. Bu gece shuffle özelliğini kullanma gibi bir karar aldım ve karşıma çıkacak ilk şarkıya hazırlıklıyım, ne olursa olsun onu dinleyeceğim. Play tuşuna basıyorum, gitar sesi geliyor önce, sonra sözler başlıyor.

yüzünden başlasam gitmeye uzaklara, duymasam kimseyi

Kimseyi duymuyorum zaten şu an fiziksel anlamda ama içinde konuştuğunu hissettiğin insanlar oluyor çoğunlukla. Duymak istediğin sesleri bir şekilde hissedebilmek güzel aslında. Böyle bir ses duyunca sesin sahibinin yüzünün aklıma gelmesi gibi alışkanlığım var. Belki herkeste böyle oluyordur. Yüz, bir insanda en önemli şey bence. Bütün duyguyu, düşünceyi aktarabilme gibi bir meziyeti var yüzün. Moralim bozuk olduğunda gidip bunu birine anlatmam ben genelde ama böyle zamanlarda “Sen niye böyle bozuk duruyorsun? Yüzünden düşen bin parça” gibi cümleleri duyuyorum hep. Yüzümle alakalı olarak bu cümleleri duymam, diğer insanların yüzüne bakarak bir şeyler yakalamaya çalışmak gibi bir alışkanlık kazandırdı bana. Herhangi bir karar alacakken karşımdaki insanın yüzüne bakıyorum önce. O yüzden uzaklara gitme isteğinin ilk adımının yüze bakılarak atılması çok mantıklı geliyor bana, şarkının bu sözünü duyduğumda. Tabii kimin yüzü olduğu da çok önemli burada. (“Çekip gitmek istiyorum uzaklara, hiç kimse beni anlamıyor” şeklindeki ergen tribi gibi de anlaşılmasın bu yazdığım)

bir gün kendimi bırakıp, sana anlatsam ne olduğunu

neden sözleri yuttuğumu, gerisi zaten gözlerinde

Çok konuşan biri değilim ben. Yani aslında konuşmak için optimum koşullar sağlanmadan pek cümle kurma gibi bir özelliğim yok. Bazen keyfim yerinde oluyor, çenem düşebiliyor ama genelde bir toplulukta falan olunca etrafında oturulan masanın en az konuşanı ben oluyorum. Anlatmak istenilen çok şey oluyor aslında, şu anda da bir sürü şey var kafamda. Ama yutmakla yetiniyorum. Şarkının dediği gibi, bir gün bırakırım herhalde kendimi, neden konuşmadığımı bile anlatabilirim belki, böylece “Neden konuşmuyorsun sen?” sorusuna cevap veririm falan, iyi olur.

lütfen beni hemen uyandır, ya da hep öyle bak yüzüme

ne kork benden ne uzaktan dinle

lütfen beni uyandırma

Galiba böyle tek başıma oturmak canımı sıkmaya başlıyor. Gözler açık olsa da bir tür uyku hali mevcut. “Bak tam da konuşma havam geldi birden” diyorum uyku halini atabilmek için üzerimden. Yakınlarda beni dinleyebilecek kimse yok ama. Uzaktan dinlemek de yani ne bileyim! Uzaktan dinleneceğime uyurum galiba. “Lütfen beni uyandırma” diyerek odama doğru gidiyorum. Bazen uyku hali, gerçeklerle karşılaşmaktan daha iyi gibi oluyor sanki. Yani hani “Ay bi korktum senden” lafını duyacağına uyursun abi.

Odama giriyorum. Kulaklıkları çıkarıp masama bırakıyorum mp3 playerı. Yatağıma doğru giderken bir yerlerden bir müzik sesi geliyor. “Kapamadım mı lan mp3 playerı?” diye düşünüp tekrar masama doğru harekete geçmişken donup kalıyorum odanın içinde. Gecenin bu saatinde birisi İsmail YK dinliyor. “İsmail YK müziğini nasıl kendi müziklerimle karıştırırım ya!” diye kızıyorum kendime. Odamın yan tarafında biri “Feysbuk feysbuk her gün aradım durdum” diye tempo tutarken, ben başlıyorum kendi kendime mırıldanmaya: Yüzünden başlasam gitmeye uzaklara, duymasam kimseyi…

Üç

Menü geliyor önüme, “Türk kahvesi söyliyim abi, kafam rahat olur” diye düşünüyorum. Türk kahvesinin kafayı rahatlatacak kadar psikolojik etkileri var mı emin değilim. Hava yağmurlu, tatlı bir rüzgar esiyor, Boğaz kıyısındayım, karşımda Cansu, çaprazımda Mustafa oturuyor. Siparişi alan abi “Nasıl olsun kahve?” diye soruyor. “Orta” diyorum. “Ortalama bir insan mıyım acaba kahveyi bile orta şekerli istiyorum?” diye bir an düşünsem de “Ne ortalama olucam ya o ne demek öyle!” diye susturuyorum kendimi.

Küçükken kahve yapılacağı zaman benim de içmek istediğimi söylediğimde “Yok sen içme, bıyıkların çıkar” diye kandırırlardı beni. O zamanlar “Daha 5 yaşındayım ve bu yaşta bıyıklı biri olmak gerçekten hiç hoş olmaz” diye düşünürdüm. Yani bir fincan şeyin vücutta birdenbire inanılmaz reaksiyonlar gerçekleştirerek hoop diye bıyık çıkaracağına falan inanıyormuşum. Çocukken her şeye kanıyormuşum galiba. Hiç inat yoktu yani “Hayır, içicem ben bunu!” diye. (Gerçi bana ne dense, ben hala kabul ediyorum) Bir de “Kahve seni kara yapar” diye bir bahane duymuştum bir gün. İnsanların el birliğiyle bana kahve içirmeme çabasına da anlam veremedim şu an düşününce. “Yeter ki Erdem kahve içmesin” diye bir amaç edinip inanılmaz beyin fırtınaları estirmişler. Ben ne kadar düşünürsem düşüneyim, bir insanı “Olum bak bıyığın çıkar lan” ya da “Vallahi billahi kolun kopar anında, içme sen bunu” diye kandırmaya çalışacak cümleler bulamam herhalde.

Garson herhangi bir bahane sunmadan kahveyi getiriyor garip bir düzenek içinde. Galiba artık büyüdüğüm için kahve içme olgunluğuna ulaşmışım. Kahve gelince her zaman herkesin yaptığı gibi fal mevzusunu açıyorum ama kahvenin geldiği düzenekte fincanı kapatmak için herhangi bir aparat yok. Cansu, fincanımı kendi içeceğinin tabağına kapatmam gibi bir öneride bulunuyor ve kahve bittikten sonra hep beraber şekillere bakarak ortaya bir fal çıkarmayı planlıyoruz. (Ama bu plan gerçekleşmeden kaldı öyle, bir fal borcun var bana Cansu ehehe)Fal mevzusu açılınca, Taksim’de, falcı bir teyzenin bana 36 yaşında evleneceğimi söylediğini anlatıyorum. Çeşitli mantıklar yürütüyoruz bu konu hakkında. Mustafa “Aslında 40’tır o” diye bir cümle kuruyor. Hala neden böyle dediğini bilmiyorum. (Teyzenin bu kadar net bir sayı söylemesi her zaman “Lan acaba haklı mı, kafadan sallasa 35-40 derdi, çok net konuştu, kendinden çok emindi” diye düşünmeme neden olmuştur mesela)

Neyse, fal bakma olayı gerçekleşmedi işte dün akşam ama ne çıkacağını biliyor gibiydim aslında ben, çünkü benim fix bir fal olayım vardır. Fincanıma bakılınca sıralanan maddeler şöyle:

· Kafan çok dolu, ne düşünüyorsun sen böyle bu kadar çok! (Allah Allah çok şaşırdım bak bunu duyunca)

· Minimum iki, maksimum üç yolun var. (Ev-Okul-Akbilci)

· Bölümde seni çok seven bir hoca var. (Yıllardır kim olduğunu düşünürüm, hala bulamadım)

· Ooo bir kız var burada. Kim bu? (Ne bileyim ben!) Hadi hadi söyle! (Neyi?)

Bunlar dün akşam da aklıma gelince bir an hüzünsellik çöküyor içime. (İşte, “Bana niye kahve vermiyorlardı, kafam niye bu kadar çok dolu ki acaba, niye sadece 2 yolum var benim ya!” gibi şeyler) Kafamı kahve fincanından kaldırıp şiirsel bir hava yakalamaya çalışıyormuş gibi Boğaz’a doğru bakıyorum. Kahve içmeye başlamadan yaklaşık bir saat önce “Sen ne biçim bakıyorsun öyle ya, bence hiçbir yere bakma sen, kafan hep önünde dursun, valla daha iyi” gibi yorumlar alsam da hem masanın bir kısmını hem de Boğaz’ı görebileceğim bir bakış açısı yakalayıp bütün hüzünselliği atıyorum birden içimden. Aruz veznini bilsem anında 10-15 kıtalık bir şiir yazabilirim o an. Ama bir Yahya Kemal değilim ve en iyi bildiğim şey cinaslı kafiye. İki cinas bulmaya çalışırken de masadan kalkma kararı alıyoruz.

Okula geri dönerken yağmur hala yağıyor. Güney Kampüs’e iniyorum “Yok inme bu yağmurda” ısrarlarına rağmen. Güney’den yukarıya çıkarken durmuş olan yağmurun da yardımıyla, durup Boğaz manzarasını izliyorum bir kez daha. “Şimdi falı falan bırak da şu şarkı ne güzeldir ya” diye düşünüp mp3 playerımı açıyorum, kulaklıkları kulağıma takıp eşlik ediyorum şarkıya:

Yoksa yiten ben miyim derken, nerden geldin sen?

Kaybeden ben miyim derken nerden geldin sen?

10 Ekim 2011 Pazartesi

İyi Geceler

Gecenin bir vakti birdenbire uykudan uyanıp salak salak etrafa bakınmak kadar çaresiz kaldığımız başka bir davranış biçimimiz yok sanırım. Yani o kadar savunmasız bir şekilde kalıyoruz ki, açılabileceği kadar açılmış gözler ve düşünme yeteneğini kaybetmiş bir beyinle o an sonunda ne olacağını kestiremediğimiz garip işler yapmaya kalkışabiliriz. “Ulan hava sıcak, pencereden atlayınca güzel bir hava akımı olur bence, o halde bunun keyfini çıkarayım” dedikten sonra bunu gerçekleştirmekten korktuğum zamanlar oluyor.

“Bütün gün çok yoruldum, bari erken yatayım” diye uzun yıllardır almadığım bir karar alıp 12:00 gibi yatağıma gittim dün gece. (12:00 erken, evet!) “Sabah sekizde kalksam, toplamda sekiz saat uyumuş olurum” diye genel geçer yorumlar yaparak, “İnsan her gece yatağına yattığında bütün gün ne yaptığını sorgulamalı, biraz düşünmeli” mantığına uyum sağlamaya çalıştım. Böylece yattığım gibi hemen uyumayacak, hayatı, kendini, hatalarını sorgulama ve bunlardan ders çıkarma gibi amaçları yerine getirecek ve düzgün insan olma yolunda ciddi adımlar atacaktım. Fakat, “Sekiz saat uyurum, ohh mis!” gibi bir çıkarım insana kendini düzeltme yolunda pek de bir fayda sağlamıyor. Bu gerçekle yüzleşince biraz üzüldüm ama “Yarın öğlen 12:00 gibi yaparım o zaman bu sorgulamayı, hatta o zamana kadar başka şeyler de olursa, onları da sorgularım, toptan hallederim abi, çıkar hepsi aradan” diye bir karar alınca üzüntüm geçti. Telefonum saatlerdir ses çıkarmadığı için yatmadan önce hem “Acaba telefonumun mesaj gelme özelliği mi bozuldu?” diye merak ettiğimden bunu kontrol amaçlı, hem de 10 günde ne kadar konuştuğumu öğrenmek istediğimden Vodafone’a kaç dakika sürem kaldığını soran bir mesaj attım. Gelen cevapla mutlu olup güzelce uykuya daldım. Zira hem telefonuma hala mesaj gelebiliyordu, hem de sadece 4 dakika konuşmuştum ve ayın geriye kalan 20 gününde konuşabilmek için 996 dakikam vardı.

Fakat her şey umduğumuz gibi gitmiyor şu hayatta ne yazık ki. “Güzelce dinlenirim” diye başladığım uyku serüveni gecenin bir vakti deli gibi açılmış gözlerle sekteye uğradı. Belli bir açılış mesafesi kat eden gözlerin, bir yerden sonra göz kapaklarının kırpışmasına neden olma gibi bir olayı var. Yeterince kırpışma sayısına ulaşınca saatin kaç olduğunu ve eğer bundan sonra uyuyabileceksem ne kadar daha uyuyabileceğimi merak ettiğim için saate bakmaya karar verdim ve saatin hangi duvarda olduğunu düşünmeye başladım. (Uyanınca beynin bir süre çalışmadığını buradan anlayabiliriz) Gerizekalı bir şekilde tüm duvarları incelerken, aklıma, küçükken geceleri aynı saatte uyanıp, kim olduğunu asla öğrenemediğim bir insanın gecenin o vakti açtığı ve Esmeray’ın söylediği, “Gel tezkere gel tezkere bitsin bu gurbet; evde baban, anan, bacın yüzüne hasret” gibi sözleri olan şarkıyı dinlediğim geldi. O zamanlar nedensiz bir hüzne kapılır ve çocuk aklının yarattığı düşüncelerle, artık askerde olan her kimse, bir an önce onun dönmesini isterdim. Esmeray’ın buğulu sesi beni ağlama noktasına getirir, hemen sabah olması için o an ne yapılması gerekiyorsa yapmaya hazır duruma gelirdim. Şarkı tekrar tekrar döner, ben de her defasında daha çok korkuya kapılırdım. Şarkıyı dinleyenin umutları o gece için bitip de şarkı sustuğunda, ben de yorganıma sarılarak sımsıkı yumardım gözlerimi. Ne olursa olsun beni kurtarabilecek annem, babam ve babaannem vardı evde ve bunun rahatlığı kaplardı içimi.

Şu an gecenin bu vaktinde etraftan duyduğum bir şarkı yok. Onun yerine bir sürü hayal sesleniyor bana. “Gel Tezkere”yi dinleyeli çok fazla zaman geçmiş, bunu fark ediyorum aklımdan insanlar geçtikçe. Hayatının bir kısmında da olsa bir şekilde yer alan insanların çok fazla iz bıraktığını görüyorum bünyede. Kendi hayatımızı yaşamaya devam etsek de bir zamanlar bir yerlerde bıraktığımız izlerle başkalarının da hayatlarında yaşıyoruz aslında. Kendi hayatımızı yönetmeye çalışmakla kalmayıp, başkalarının, hayatları adına aldığı kararlarda bile etkimiz var belki.

Şimdi ben yatağımdan kaldırıp mp3 playerı aramamı sağlayan da başkaları oldu. Yoksa dana gibi yatıp uykuma devam ederdim herhalde. Ama bazen üzerinden çok fazla zaman geçmiş bir olayın kahramanı ya da hevesle planını yaptığınız ama planladığınız bu şeyin gerçekleşemeyeceğini öğrendiğiniz anlar harekete geçirebiliyor sizi. Sonra bu şarkı ona gitsin, şu şarkı şuna gitsin diye eşleştirmeler yaparak beyin jimnastiği yapıyorsunuz.

Mp3 playerı bulmak için masama doğru ilerliyorum. Masaya varınca gözlerimi çok fazla açarak arama çalışmalarını başlatıyorum. Mp3 player olduğunu sanıp kulağıma götürdüğüm şeyin telefonum olduğunu kulağımı fazla zorlayınca anlıyorum. “Kulaklık denen bi şey var, koca şeyi ne sokuyosun kulağına, hem de telefon yani höh!” diye söylenirken, ışığı yanan telefondan saatin kaç olduğunu görüyorum. 02:54 yazıyor ekranda, ben uyurken arayan soran da olmamış. “İyi iyi böyle hiç kimse aramayınca cevap vermek zorunda kaldığın birisi olmuyo, böylece merak eden de olmuyo, gayet iyi” diyerek yatağıma geri dönüyorum. “İyi geceler Esmeray ve tezkere bekleyen insan” diyorum kendi kendime. “Bi dk lan Esmeray ölmüş müydü yaa?” diye düşünürken uyuyakalıyorum.

8 Ekim 2011 Cumartesi

"İyi, İyi, Her Şey Yolunda"

Bir akşam vakti tatlı tatlı rüzgar esiyor, elimde bira var, ayaklarımı uzatmış Boğaz manzarasını seyrediyorum. Tüm sahil şeridi boyunca yanan ışıklar, hiç de fena olmayan görüntüler oluşturup insanın göz zevkine hitap ederken, güzel güzel hayaller kurmaya çalışıyorum. Hayallere kendimi kaptırıp kolumu yanımdakine sarılacakmış gibi uzatırken çok yakınımdan gelen ses bütün her şeyi bozuyor. Kafamı sola çevirip Mustafa’yı görüyorum. Herhangi bir hayalin en kötü şekilde yıkılması böyle olsa gerek. Elindeki iphone’nundan kafasını kaldırıp bana bakıyor. “Efendim?” diyorum. “’Ne düşünüyosun lan öyle?’ diye merak ettim, onu sordum” diyor ve manalı bir şekilde gülümsüyor gözlerini tekrar iphone’a doğru indirirken.

“Hiiiç, öyle dalmışım” diyip Mustafa’yı kandırma amacı güdüyorum, fakat çok etkili bir cümle kuramamış olacağım ki, “Hadi lan!” diye bir tepki geliyor Mustafa’dan. “Valla önemli bir şey değil ya, şu ilerdeki ağacın kaç yıllık olduğunu düşünüyordum” diyorum. Alkol kafasında olduğu için beyin fonksiyonları sekteye uğrayan Mustafa, bu saçma sapan cümleyi sanki cevabı bulunca dünyanın sırrını keşfedecekmişiz gibi benimseyip “Hangi ağaç? Göster bakalım bi” diyor. Onun bu heyecanlı hali beni de gaza getiriyor ve karanlıkta gelişigüzel seçtiğim bir ağacı işaret ediyorum. İkimiz de gözlerimizi kısarak parmağımın gösterdiği yere bakıyoruz. Etraftan geçenler, iki erkeğin kafa kafaya vererek ileriye doğru buğulu gözlerle bakmasını yanlış bir şekilde yorumlayabilirler. O yüzden bu sahneyi kısa kesmek istiyor ve “Tamam tamam 200 yıllıktır o” diyorum. Mustafa “Heaa” diyerek duyduğu cevaptan gayet memnun olduğunu belirtiyor, oynadığı oyuna geri dönüyor ve parmağını telefonunun ekranına sürterek uçmasını sağladığı tavuklarla bir şeyleri vurmaya çalışıyor. Arada “Angry Birds! Haha! Angry bunlar angry öyle böyle değil!” gibi tepkiler vererek oyuna canlılık katıp bende bir merak duygusu uyandırmaya çalışıyor. İnsanlar yanımızdaki banklarda sevdicekleriyle hasbıhal ederlerken; ben, iki tavukla dünyayı fethetmeye çalışan bir adamın zafer çığlıklarını dinliyorum.

“Olum bırak şunu da iki laf edelim” dedim Mustafa’ya. Lafımı dinledi. “Ben çok içtim galiba” diyerek söze başladı. Başını, gözlerini diktiği kargacık burgacık şeylerin döndürdüğünü anlayamayarak suçu hemen alkole attı. “Bu hayat, hayat değil Mustafa” diyerek ilk cümlemi kurdum. Tam bir kahvehane ortamı yakalayabilmemiz için mükemmel bir başlangıç yapmıştım. Fakat, Mustafa, elinde, kendimizi kahvehanelerdeki emekli amcalar gibi hissetmemiz için gereken iskambil kağıdı ya da okey taşı yerine Doritos dilimleri tutuyordu. Söylediğim lafı duyunca “Niye böyle diyosun ki?” diye sordu. “Olum ağzındakini yut, ondan sonra konuş, valla midemi kaldırdın lan!” diye sitemde bulundum. Mustafa biraz utandı. “Pardon abi” diyerek yutkunmaya girişti. Fakat bir yandan yutkunurken, bir yandan da boş durmayıp yeni Doritos dilimlerini paketinden çıkarıyordu. Bu hareketini görmemezlikten geldim. “Canı istedi herhalde yazık lan! İnsan nefsi işte her gün yeni bir şeyin peşinde” diye diye yorumlar yaptım kendi kendime. Ben bunları düşünürken, Mustafa “Heh şimdi anlat, bitti Doritos, artık dinleyebilirim seni” dedi. Beni dinlemeyi Doritos’tan sonraya atması biraz etkiledi beni. “Vay arkadaş! İki baharat, iki ne idüğü belirsiz yağ, üç-dört mısır koçanı silip attı beni anında!” diye düşünerek az önceki yorumlarıma devam ettim. Kendi kendime yorum yapa yapa vaktimi geçiriyordum ki, aslında Boğaz karşısında yorum yaparken, insanın beyninin biraz daha fazla çalıştığını ve böylece olaylara biraz daha farklı açılardan bakıldığını fark edip bu fırsattan yararlanmak istedim ve biraz da bizim sitenin karşısında yer alan büfenin neden çok fazla ürün bulundurmadığı hakkında yorum yaptım. “Biraz da ikili ilişkiler hakkında yorum yapıp felsefi yaklaşımlar sergileyeyim, zira bu konu hakkında çok şey söylenmeye çok müsait” diye düşünürken, Mustafa bira ve Doritos ikilisinin çok iyi olduğunu düşündüğünü söyledi. Doritos’tan bir tane bile yiyemediğim için bu yorumu destekleyecek ya da reddedecek bir veri yoktu elimde. Fakat yine de Mustafa’nın hevesi kursağında kalmasın diye “Bence de öyle” dedim. Sevindi. “Ee anlat bakalım, ne var ne yok?” diye sordu sevincinin arkasından. Ama ne yazık ki size bakarak sırıtan bir surata herhangi bir dert anlatmak mümkün olmuyor. Ne çok özlediğiniz ama bir daha görme umudunuzun olmadığı ama belki bir yerlerden size baktığını umduğunuz insanı anlatabiliyorsunuz, ne görmeyi beklediğin insanı, ne karşında Boğaz ışıl ışıl dururken saatlerdir ışığı yanmayan telefon anlatılıyor, ne de “Artık karanlık olsa da kendime kalabilsem” dediğiniz anlar.

“Kötü giden bir şey yok abi, her şey yolunda” diyorum biranın son yudumunu içerken. “İyi, iyi” diyor Mustafa ve elindeki Doritos paketini havaya kaldırıp son kırıntıları yiyor.

Olmayınca Olmuyor

Kalemi elime alıp çok deli cümleler kurarak çeşitli psikolojik yaklaşımlar sergilemek ve bu sayede çok derin mesajlar vermek istediğim oluyor fakat galiba sığ bir insan olduğumdan yazdıklarım “Bugün de şöyle oldu yaa”dan ötesine gidemiyor. Kimi insanların çok garip metaforlar kullanarak sonu üç noktayla biten uzun uzun cümleler kurduğunu fark ediyorum yazdıkları yazılara bakarak ve aklıma hemen şu düşünceler geliyor: Olum ben niye böyle yazamıyorum lan! Galiba çok yüzeysel şeyler yaşadım bugüne kadar. Hiç öyle “Sana elveda demek zorundaydım ama şunu bil ki seni hiç unutamadım! Şimdi kalbimdeki taşla seni anıyoruz mütemadiyen, ellerimde gözyaşlarımla ıslanmış bir kağıt mendil, dilimde senin adın… Her nefesimde yokluğunu haykırıyorum… Sen –di’li geçmiş zamandayken, ben şimdiki zamanda senin acını yaşıyorum…” falan diyesim yok. Ya da “Akşam yemeği için ekmek kalmamıştı, bakkala inip ekmek alınca ekmeği üreten insanları düşündüm. Sadece ekmek değil, emek de taşıyordum elimde, buğday tarlasındaki köylüsünden, fırının başındaki işçiye kadar hepsinin alın teri var bu ekmekte” yazamıyorum. Odun muyum neyim!

“Sen somut şeyler yazıyorsun” cümlesini birkaç kişiden duydum. Yani öyle “Ah efendim ben çok acı çekiyorum, aşk dedikleri şey ne menem bir şeymiş, yaktı küle çevirdi beni” falan yazınca soyut bir şeyler yazmış oluyorsun ama benim gibi işte otobüstür, şemsiyedir falan yazınca somuta tıkılıp kalıyorsun. “Tıkılıp kalmak” diyorum çünkü benim somut şeyler yazdığımı söyleyen insanlar bu cümleyi şu anlama gelecek şekilde söylediler: Ya sen somut yazıyorsun tamam mı! Yani böyle her şey ortada zaten ama soyut öyle değil, soyut lan görmüyorsun bile bir kere! Somut ne ki hem herkes yazar ki gördüğünü!

Bir kere soyut bir şeyler yazabilmek için çok ağdalı bir dil kullanman gerekiyor. Yani öyle şeyler yazmalısın ki hiç kimse bir şey anlamasın, hatta bir yerden sonra artık sen de anlama ne yazdığını, öyle spontane bir biçimde yaz. Zaten kapasitesi belli bir beynim olduğu için, ben, bu tarz cümlelerin sonuna geldiğimde kime ne mesaj gönderilmiş, bu cümle yazılırken ne amaçlanmış, özne nerdeydi, dolaylı tümleç var mıydı gibi sorularla boğuşuyorum. Belki de beynimin fonksiyonlarında bu tarz sorunlar yaşadığım için şöyle cümleler yazıyorum ben: Bugün otobüse bindim.

Bir de yazılarımı okuyanların “Ee tabii başak burcusun sen” şeklinde yorumları olabiliyor bazen. Başak burcu realistik düşünürmüş de, mantık adamıymış da soyut yazmazmış hep bir gerçeklik yakalamaya çalışırmış da düz yaklaşırmış olaylara da falan da filan da. Gerçekleşen olayları anlatıyorum yazılarda, evet ama realistik düşünüyoruz diye biz mesaj veremeyecek miyiz yani? “Ah kalbimin en ücra köşesinde seni saklıyorum” diye bir mesaj vermem de gider “Migrenim tuttu, Maxalt aldım” derim. O Maxalt durup dururken girmedi değil mi o konunun içine? İlaç mümessili değilim ki reklam yapayım.

Gayet geyik bir şekilde başlamıştım yazıyı yazmaya, durup dururken, sanki biri bana bir şey demiş de savunma yapmaya çalışıyormuşum gibi bir hava yarattım birden. Tabii ki yok öyle bir şey. Bir şeyler yazan insanları takdir ediyorum hep. Ama soyut mudur nedir öyle de yazamıyorum ben ya! “Rüzgarlar esti bugün, hep sensizlik taşıdılar yanı başıma…” falan çok garip geliyor bana. Migrenim tutabiliyor böyle ağır şeyleri okuyunca. O değil de yazıyı burada bitirmek zorundayım, migrenim tuttu, gidip dinleneyim biraz. Yatmadan önce de bir Maxalt içeyim.

4 Ekim 2011 Salı

Bilim İyidir, Güzeldir!

“Evet, galiba bu kez tam anlamıyla mükemmel bir şekilde rezil oluyorum” diye düşünüyorum önümdeki bardağın içindeki pipete sahip çıkıp bardağın içindeki kahveyi içmeye çalışırken. Pipet bir o yana bir bu yana giderken, mistik bir gücü varmış gibi hem gözlerime hem dudaklarıma garip şekiller çizdiriyor. Bilim dünyasının belki de en uyduruk buluşu, benle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor, bense sesimi çıkarıp tek kelime edemiyorum.

Bilimle tanışmam beş-altı yaşlarındayken annemle yaptığım bir yürüyüş sırasında kafamı çevirdiğim her yerde sevgili Dünya’mızın uydusu olan Ay’ı görmemle başladı. Belki daha önce de bilim adına ilginç bilgiler öğrenmiş ve hatta bunları uygulamış da olabilirim ama açıkçası hatırlayamıyorum. Yani en fazla elimden oyuncağımı düşürdüğümde yer çekimi tabii falan diye düşünmüş olabilirim ama buna da şundan dolayı pek ihtimal vermiyorum; koskoca Newton bile kaç yaşında akıl edebilmiş yer çekimi diye bir şey olduğunu, ben daha üç yaşında bunu düşünemezdim sanırım. Yalnız hayatımda Newton kadar da zorlama adam görmedim. Bir adet elmadan neler çıkarmış adam. Neyse, Ay’ın bizle beraber her yere geldiğini gören ben, annemden, gece olunca, eğer havada bulut yoksa herkesin Ay’ı görebildiğini öğrenmiş ve bunu da kendi aklımdan yaptığım çıkarımla “Herhalde Ay’ın çok büyük olmasından kaynaklanıyor bu durum” anlamına gelen bir cümleyle desteklemiştim. Tabii yaşım o zamanlar küçük olduğu için, yaptığım bu yorumu “Ay koskocaman herhalde” şeklinde söyleyerek ve kollarımı iki yana açarak yapmışımdır diye düşünüyorum.

Bilim dünyasına yaptığım bu girişten sonra her şeyin çok güzel olacağına kendimi inandırmış, çeşitli saçma sapan deneylerle kendime ve bilime olan inancımı pekiştirmiştim. Bir bardaktan başka bir bardağa su dökerek suyun bu işlem sırasında aldığı şekilleri inceleme, balkondan aşağı fırlatılan mandalın yerde kaç kere sekeceğini bulma, parmağa sarılan ipin parmağı kaç dakikada mosmor yapabileceğini saptama gibi herhangi bir mantığa dayanmayan birkaç denemeden, herhangi bir insanın dünya üzerinde hiçbir şekilde işine yaramayacağı bilgileri elde ettikten sonra bu işlerin piri olduğumu sanmış ve kendimi ilerde çok başarılı bir bilim adamı olacağım konusunda ikna etmeye başlamıştım. Ama ilkokulda pamuklara sarıp sarmaladığım ve birkaç denemeden sonra bile bana yeşil bir dalcık bile vermeyen pis kuru fasulyeler yüzünden bilime küstüm.

Bilime küskünlüğüm yıllar sürdü. Lise bitip de artık bir üniversiteye girme vaktim geldiğinde, girdiğim sınav sonucu bildiğin koskoca bir bilim dalı olan Kimya ile uzun yıllar geçireceğim gerçeğiyle yüzleştim. Artık bilimi affetmeli ve birlikte mükemmel işler başarmalıydık. Bir de "Fen Edebiyat Fakültesi'ndeki bölümlerden mezun olanlar "Bilim adamı" sıfatına sahip oluyorlar" diye bir cümle duymuş ve iyice inanmıştım yapacağım işlere. “Bilim tabii lazım” diyerek bir gazla girdiğim bölümde darbe üstüne darbe almaya başlayınca önce “Kimya kolay değil galiba” demeye, sonra bu düşünceyi “Zor olsa da bilimsel bir çalışma içine girmeliyim” haline, en sonunda da “Galiba bilinmeyen her şey bulundu, öyle icat, keşif falan kalmadı benim için, ondan yapamıyorum herhalde bir şey” şekline getirdim. Kendi salaklığımla başkalarını yüceltiyor, “Millet ne kadar akıllı lan her şeyi düşünüp bulmuşlar” havası yaratıyor, önüme konan formüller ve düşünmem gereken elektronlar, elementler, bileşikler sayesinde beynimin ne kadar yetersiz olduğunu fark ediyor, bilimden git gide uzaklaşıyordum. “Bari iki bilimsel şey okuyayım” diye düşünüp TÜBİTAK yayınlarından çıkan 107 Kimya Öyküsü kitabını işte ne biliyim biraz makale falan okuyarak bilimle olan ilişkimi canlandırmaya çabalasam da istenen sonucu bir türlü elde edemedim. Bohr’u, Schrödinger’i , Marie Curie’yi bir kenara bırakıp Bakkal İlhan, Kasap Selahattin, Berber Remzi ile takılmaya başladım.

Bugün pipetle uğraştığım yaklaşık bir dakikalık süre iki saat gibi gelirken, kafamı bardaktan kaldırıp muhabbet etmeye başladığımda geçen iki saatlik süre üç saniye gibi geldi. Daha sonra bu durum hakkında düşündüğümde “Görecelik kavramı abi işte” diye yorumlar yaptım. “Aha Einstein değil miydi bu işlerle uğraşan!” diye bir şimşek çaktı beynimde. İlhan’ı, Selahattin’i, Remzi’yi bir kenara bırakıp bilime döndüm yine. “Einstein tabii ya eheheehehe” diye güldüm sonra…

Vicdan Muhasebesi

En mükemmel adalet, vicdandır

-Victor Hugo

Abi, bak vicdanım rahatsız oldu şimdi!

-Erdem

Bir Sabah Vakti

Otobüste sessiz sedasız müziğimi dinlerken, yani kulağıma ulaşan müziği insan gibi dinleyip herhangi bir tempo tutma arayışı içersine girmeden, yanıma doğru yaklaşan bir amca görüyorum. Oturduğum koltuğun yanı başına gelince ağzını açıp bir şeyler diyor ve kulağımdaki müzikle senkronize bir halde davranıyormuş gibi bir hale bürünüyor. Solistin bu amca olduğuna inanmaya başlıyorum. “Amcadan imza mı istesem lan acaba?” diye düşünüp şımarık bir hal takınmışken, amca eliyle garip hareketler yapıp kulaklıkları kulağımdan çıkarmamı istiyor. Yani herhalde bunu demek istiyor, yoksa bana bakarak kulağını karıştıracak hali yok koskoca adamın. Kulaklıkları çıkarmamın üzerinden daha iki salise geçmeden amca sorusunu soruyor. Büyük ihtimalle deminden beri sormaya çalıştığı soru da bu olsa gerek: Akbilin var mı?

Önceden otobüsün şoförüne para veriyorduk, o da bize akbil uzatıyordu ve böyle sessiz sedasız ama karşılıklı memnuniyetin verdiği sevinçle gayet güzel bir şekilde ilerleyen bir ilişkimiz vardı, biliyorsunuz otobüs şoförleriyle. Bu seviyeli ilişkiyi bize çok gören başımızdaki büyük insanlar, yine hepimizin bildiği gibi, bu uygulamayı kaldırdılar ve otobüse bindiği halde akbili olmayan ya da akbili olan fakat boş bir akbili elinde tutan insanlar afedersiniz ama deli dana gibi otobüsün içinde bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlar akbil bulma umuduyla. Bu amca da bugün soluğu benim yanımda aldı ve işte yukarıdaki o soruyu yöneltti. Soruyu duyar duymaz harekete geçen beynim kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle düşünceleri sıralamaya başladı: Galiba sadece bir basımlık bir akbilim var. Şimdi bir iyilik yapıp bu akbili amcaya versem, otobüsten indikten sonra metrobüse binmek için ilerlerken akbilci bir insan bulmak için gözlerimi bir o yana bir bu yana çevirmem gerekecek. Daha önce bu evirip çevirme olayında kayda değer bir başarı sağlayamamış ve elimde boş bir akbille kalakalmıştım. Takdir ederim ki boş bir akbille de metrobüse binemem. Metrobüsün girişinde akbil doldurmak için garip bir zamazingo var ama hem sürekli kuyruk oluyor önünde hem de bu garip aleti kullanmaya çalışırken başarılı olamayıp elaleme rezil olma gibi bir ihtimalim var. Demek ki yine bir adet insana ihtiyacım var şunu doldurmak için. O insanı da bulabilmek için çok fazla yürümem gerekebilir ve bu yürüyüş uzarsa okula geç kalma gibi bir ihtimale sahip olurum. Daha ilk günden de okula geç kalırsam, bunu çok pis bir alışkanlık haline getirip bundan sonraki derslerime hep geç giderim. Geç gittikten sonra da bir şey anlayamam ki o dersten. Ee zaten bir şey anlamayacak olduktan sonra okula gitmenin ne anlamı var. O kadar saat yolculuk, o kadar yorgunluk. Onun yerine yatar uyurum ve sağlıklı bir vücuda sahip olurum. Tüm bu düşüncelerin sonunda amcaya dönüp ne cevap verdiğimi tahmin edebilirsiniz tabii ki. Fakat vicdan denen şey, amcayı ret cevabıyla gönderdikten sonra devreye girdi. Amca otobüsün içindeki her insana teker teker aynı soruyu sormaya başlayıp hepsinden olumsuz cevap aldıkça vicdanım beni çok pis bir şekilde yargılamaya başladı: “Neden vermedin akbilini? Adama yazık değil mi? Al işte, boşu boşuna atraksiyon dolu hareketler yapıyor hareket eden otobüsün içinde. Hep senin yüzünden” Artık bir noktadan sonra “Hepinizin akbili var ulan, versenize şu amcaya, yemin ederim kanser olacağım üzüntüden” diye bağırmaya başlayacaktım ki imdadıma başka bir amca yetişti. Zaten yaşlıların birbirlerinin hallerinden anlama gibi bir meziyetleri var. Bu meziyet sayesinde vicdanım da sessizliğe gömülmeye karar verdi.

Tam bu kararın verdiği memnuniyetin tadını çıkarıp, biraz olsun şu acımasız hayattan keyif almaya başladığım sırada akbilsiz amca geldi, yanıma oturdu. Eğer herhangi bir yolculuk sırasında yanınızda bir amca ya da teyze varsa çok çok büyük ihtimalle sizle iletişim kurmaya çalışacaktır. Tabii ki bu öngörümde yanılmadım ve sessizliğe daha fazla dayanamayan amca “plonk” gibi bir efekt vererek İETT’nin akbillerle ilgili almış olduğu bu kararı bana bakarak eleştirmeye başladı. O kadar acıklı konuşuyordu ki otobüsün şoförüne “İETT Genel Merkezi’ne kır direksiyonu, bu kararı alanları göster bana, hepsinin …” şeklinde bir tepki vermekten çekindim. Fakat tıpkı bir koyun gibi olduğum için yani herhangi bir muhalif yapım olmadığından amcanın her dediğine “He he” diyip kafa sallamakla yetindim, amcayı bu kadar üzenler için herhangi bir girişimde bulunmadım. Bu tepkisizliğimden dolayı da otobüsten indikten sonra bir süre kadar yine bir vicdan azabı çekmeye başladım. Fakat koskoca İETT’nin elbet bir bildiği olduğunu düşünüp, bu bildiklerine de benim aklımın yetmeyebileceğini sandığım için vicdanım kendi kendine sustu.

Akbilimi amcaya vermediğim için metrobüse zorluk çekmeden binebilecektim. Akbili dokundurdum ve merdivenlerden inmeye başladım. Son 2-3 merdivene doğru yaklaşırken önümdeki kadın “gümpss” efektiyle yere yuvarlandı. Kadının tam arkasında ben yer aldığım için sanki kadını ben ittirmişim de ondan dolayı yerde yatıyormuş gibi bir görüntü elde edildi. Bir de görebildiğim kadarıyla bileği garip bir şekil almış olan kadına yine “okula geç kalmama” bahanesiyle hiçbir yardım teklifi etmeden nerdeyse koşa koşa metrobüse doğru ilerlemem bende bir suçlu imajı oluşturmuş olabilir. Sanki kadını “eheheuhueue” efekti eşliğinde ittirmişim ve tıpkı bir arsız gibi olay yerinden uzaklaşıyormuşum gibi oldu. Gerçi olay mahallinde bulunan insanlar, kadının düştüğü sırada benim tabir-i caizse aval aval etrafa bakındığımı ve eğer dudak okuyabiliyorlarsa da “Şu hareket eden metrobüs Zincirlikuyu’ya kadar gidiyor mu lan?” dediğimin şahidi olabilirler. Fakat vicdanımı ikna edebilmek tabii ki bu insanları kendime inandırabilmekten daha zor olacaktı. “Düşen insana yardım edilir” diye başladı içimden bir ses. “Dana gibi arkana bakmadan gidiyorsun, ya kadın ölürse!” diye devam etti. “Tamam, kadının bileği şekilli bir şekilde duruyor olabilir ama ölmez değil mi o kadar şeyden?” diyerek bir korku dolu bir cümle kurdum, vicdan da bu arada uslanmak bilmiyordu. Fakat “Git bir bandaj falan bul, yardım et kadına” diyince “Eeh yok artık, okula geç kalırım” diyerek yine sığ bir insan profili çizdim. Vicdan sustu. Korktu mu benden ne yaptı, bilmiyorum.

Metrobüse binerken kendimden beklemediğim bir çeviklik gösterdim ve bu sayede boş bir yer bularak oturabildim. Suratımdaki “Ehehehe” ifadesiyle ablak ablak dışarı bakınırken, kolumda iki pıt pıt etkisi hissettim. Biraz tombulcana bir teyze, benim yan tarafa geçmemi emrediyor ve bu sayede yanındaki kendisine nispeten daha zayıfçıl bir teyze ile beraber yolculuk etmek istediğini belirtiyordu. Bu teklifi reddedeceğim en başından belliydi zaten ama şişman teyze isteğini belirtirken “Kalkığn hele ordağn” diye bir cümle kurmasaydı, kendime belki bir-iki saniye kadar düşünme süresi tanır ve öyle reddederdim. Ama keşke bu kararlı yapımı gözler önüne serebilecek bir cümle kurabilseydim teklifi kabul etmiyorken. Yani “Güneş geliyor bu taraftan, rahat edemezsiniz” demek ne demektir! Hemen söyleyeyim ne demek olduğunu: Ben gerizekalıyım ve binlerce derece sıcaklıkta yolculuk yapmak bana inanılmaz bir huzur veriyor. Ben bu cümleyi kurduktan sonra teyzenin verdiği tepki de şahaneydi yalnız: Kız Hatçe güneş geliyo kız bu tarafa, diğer taraftan birini kaldırak. Teyzeler planını kurdukları bu eylemi gerçekleştirmek için yeni kurbanlarını ararlarken, ben de önce taviz vermeyen yapımdan dolayı kendimi takdir ettim. Bazı zamanlarda koyun olmaktan çıkabildiğimi fakat koyun olmadığım anlarda da koyun zekasıyla cümle kurmamam gerektiğini kendime itiraf ettim. Tüm bu atraksiyonlu eylemler ve düşüncelerden sonra bir metrobüste bulunmanın izin verdiği ölçülerde keyfime bakacakken, az önce inanılmaz bir ikna yöntemiyle başımdan savuşturduğum teyzelerin, yerinden kaldırdığı insanı gördüm. Adam resmen otuz yıl yaşlanmış gibiydi; saçlar hafif beyazlamaya başlamış, avurtlar çökmüş, pespaye bir hal. Az önce metrobüste yer kapabilmek için cengaver olan delikanlı gitmiş, yerine adeta bir Adnan Şenses gelmişti. Koskoca adamın bir anda bu hale gelmesine de benim sebep olduğumu düşünen vicdanım, “Bak işte sen yer verseydin böyle olmayacaktı. Yazık günah değil mi lan adama hayan herif!” demeye başladı. Güne gittikleri her hallerinden belli olan iki teyze, yapacakları dedikoduya daha yolda başlamak istedikleri için vicdanım bana giydirmeye başlamıştı. İki koca kadın “Ayşegiller şöyle yapmış, Fatma’nın kaynanası çok cadalozmuş” diyecekler diye hakaretleri ben yiyordum. Sessiz kaldığımı gören vicdanım da artık zıvanadan çıkmış, hatta manyağa dönmüş ve “Yazık değil mi bu kadar insanlara bu öğle vaktinde koşturup duruyorlar işleri güçleri için! Ulan ayıp be! Hayat bu kadar mı zor be!” demeye başladı. Ben de “Cozutan bir vicdandan hemen kaçmak gerekir” diye bir felsefe uydurup, bu düşünce tarzını hemen hayata geçirdim. Vicdanım yalnızlığa terk edilmişti.

Akşam Eve Dönüş Yolunda

Durağa yaklaşan ve bir süre durakta durmasına rağmen kapılarını açmadan duraktan çıkan ve böylece bir tane bile yolcu almayan bir otobüs şoförünün arkasından yaşlı bir amca bağırdı: Ulan vicdansız! Herkes evine yetişmeye çalışıyor. Vicdansız bunların hepsi! Hepsi Vicdansız!

Amcanın yanına gidip, “Amca ne olur sen de başlama vicdan vicdan aaa!” demeyi düşündüm. Vicdanım el vermedi.

Yazmasam Olmaz

“Sen niye yazı yazmıyorsun?” diye soruyor bana Cansu. “Bilmem, yazayım bu akşam” diyorum sanki her istediği şeyi anında yapabilen bir süper kahramanmışım gibi. İçimden “Niye yazmıyorum ki cidden? Neler oluyor bana?” diye sorular geçiriyorum. Telefonu kapatınca da hakkında yazacak konu düşünmeye başlıyorum ama beynim bazen gerçekten gerektiği gibi çalışması gerektiğinin farkına varamayabiliyor. Ben yazı konusu bulmasını beklerken, o, minibüsün neden hala gelmediğini, yoksa başına kötü bir şey mi gelmiş olabileceğini düşünüyor. Takdir edersiniz ki gelmeyen minibüs ve onun şoförü hakkında mantıklı ve okuyunca insana sanki fena değilmiş gibi gelebilecek bir yazı yazmak çok zor. Yani en azından geç kalmış bir minibüsü ve onun sevimli şoförünü insanlara sevdirecek bir yazı yazabilecek kalibrede değilim ben.

Aslında çoğu zaman yazı yazmak için yeterli malzeme sağlayabilecek olaylarla karşılaşabiliyorum. Mesela, daha bu akşam “Azıcık kafamı dinlerim, o sırada müzik de dinlerim” diye bir karar alıp yürüyüşe çıkmışken ve kendi halimde takılırken, bir arabanın yanıma sokulması, içerisinden uzanan bir kafanın “Saklıdeniz nerede acaba biliyor musunuz?” diye sorması ve benim de “Saklıköy’dür o” diye düşünerek ve bu düşünceyi çok matah bir şeymiş gibi arabadakilere de söyleyerek, onları bambaşka bir yere göndermem gibi. Yani bu olaydan kendime sayıp dökebileceğim bir sürü cümle çıkarabilirim ben. Çünkü, soruyu duyduğumda “Saklı bir denizin nerede olduğunu nerden bilebilirim ki!” diye kendimce bir “Kayıp Kıta Mu” havası yakalamaya çalışsam da aslında insan gibi düşününce bu cümlenin gayet beyinsiz bir şekilde kurulduğu söylenebilir. Bir de böyle bir şey düşündün hadi, sana soru soran insanları niye içinde yine “Saklı” kelimesi geçen başka bir yere gönderiyorsun değil mi? Biraz tutarlı olmak lazım tabii. Sığ bir insan olmanın anlamı da yok. Tabii bu sığlığın farkına yolu tarif edip birkaç adım attıktan sonra “Saklıdeniz” diye bir tabela görünce vardım. Tabelayı görene kadar “Hehe ne güzel ikna ettim insanları Saklıdeniz diye bir yer olmadığına, galiba ikna kabiliyetinde inanılmaz gelişmeler gösteren bir bireyim” diyerek mutlu olmuştum kendi kendime oysa ki.

Ama son zamanlarda ev-iş-ev-iş-ev-iş diye bir döngü oluşturduğumdan ve sosyallik konusunda henüz ana sınıfı, hadi bilemedin 1. sınıfın kasım ayı seviyesinde olduğum için çok ekstrem olaylarla karşılaşmıyorum. Karşılaşsam da bunları yazıya dökecek mecali bulamıyor olabiliyorum kendimde. Azıcık bir mecal kırıntısı bulduğumda da ortaya yazı çıkarmamı sağlayabilecek bir kahramana ihtiyaç duyuyorum. Yani sonuçta kendine yüzyıllarca yetebilecek kadar mecal sahibi olsan da hayatındaki en büyük kahramanın her gün Turkcell’den gelen hava durumu mesajları olması bağlıyor elini kolunu. Sadece Turkcell hava durumu servisi tarafından hatırlanıyorsun her gün. Tabii gayet sinir bozucu bir durum bu. Bugün ciddi ciddi düşündüm hatta “Turkcell hattıma kontör yüklemeyeyim de kapansın gitsin! Bu ne lan böyle!” diye. Mecal ve kahraman bulma olaylarını aynı ana denk getirmek lazım sonuç olarak ortaya bir şeyler koyabilmek için.

Gerçi, iyi ya da kötü, ortaya bir şeyler koyabilmenin de hissettirdiği güzel duygular var. Doğum günümde İrem’den gelen ve bugüne kadar aldığım en güzel hediye olduğuna inandığım şeyi görünce farkına vardım bunun. Tüm yazdığınız yazıların kitap haline getirilip size verilmesi, bu dünyada yaşanabilecek en hoş şeyler listesine çok rahat girer diye düşünüyorum. Böyle bildiğin kitap çünkü, sayfaları falan var ve sayfalarında sizin bir zamanlar yazdığınız kelimeler, cümleler basılı vaziyette. Kapağında fotoğrafınız falan var. Her akşam bu kitabı elime alıp “Bakalım bir zamanlar ne saçmalamışım” desem de yine de yüzümde “Ehehehe” diye ablak bir ifade oluyor. (Şimdi de kalkıp bir baktım kitaba, geri dönüp devam ediyorum şu an yazmaya, bu da böyle bir anımdır.)

Bir şeyler karalamak, insanı gerçekten çok rahatlatan bir aktivite aslında. Hele benim gibi çok fazla konuşamayan (Tamam, bazen konuşabiliyorum ama sonra kendime şaşıyorum “Ne kadar çok konuştum ben ya!” cümlesi eşliğinde) bir insansanız, kafanızdakileri aktarmak için çok güzel bir çözüm yolu oluyor yazı yazmak. Belki kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım asla söyleyemeyeceğim şeyleri, yazı yazarken bir taraflara sıkıştırıyorum, bazen açık açık, bazen üstü kapalı bir şekilde, bazen de bir şarkı sözüyle. He gerçi çoğu zaman anlaşılmıyor sanırım kime, neler söylendiği ama en azından ben söylemiş oluyorum işte ve bununla da mutlu olduğum zamanlar olabiliyor.

Tabii ki her yazdığım yazıda illa birilerine mesaj verme ya da olaylara tepkimi gösterme gibi amaçlarım yok. İnsan bazen kendi kendine söylemekten veya itiraf etmekten çekindiği şeyleri bile eline kağıt kalem alıp deftere geçirme cesareti bulabiliyor ilginç bir şekilde. Yani belki bu yazıyı yazdığım gecenin bu saatinde (02:24), kendi kendime karanlıkta otursam, “Ne bu böyle yalnız yalnız oturuyorum, ne telefonda konuşacağım biri var, ne bilgisayarda, evdeki herkes de uyuyor zaten off poof!” demek çok zor gelebilirdi ama elimde kağıt kalem varken, şu anda duyduğum tek canlı sesinin dışarıda havlayan bir köpekten geldiğini yazmak çok kolay geliyor. Yalnızlığı benimsemiş olmayı kağıda dökmek daha basit herhalde kendi kendine itiraf edebilmekten. Yazı yazarken yanlışlıkla yazdığın ve orada durmasını istemediğin bir kelimenin üzerini çok kolay bir şekilde karalayabiliyorsun mesela ve mükemmel bir sihir yapmışsın gibi bir daha görmüyorsun o kelimeyi. Belki kendi kendine konuşurken kelimelerin etkisinden kurtulmak bu kadar kolay olmayabiliyordur. Bundan dolayı kolay geliyor olabilir belki hissettiğin şeyi sadece düşünüp kalmak yerine bir de yazmak bir yerlere. Çünkü içinde kalmıyor, çıkıp gidiyor. Ya da bilmiyorum, çok fazla felsefik cümleler kurabilecek seviyede de değilim aslında. “Düşünüyorum, öyleyse varım abi” seviyesinde bile olabilirim sadece. Öyle bir geldi aklıma, içimde tutacağıma yazayım dedim.

“Cansu’nun dediği gibi yazı yazmıyorum ne zamandan beri, bari onu anlatayım, bu durum için bulduğum ve kendimi inandırdığım kendimce nedenlerim var, insan gibi açıklamaya çalışayım onları” düşüncesiyle geldiğim masanın başından, yazdığım diğer yazıların hepsinden uzun bir yazıyla kalkacağımı hiç düşünmemiştim aslında. Öyle bir geliyor işte arada, “Yazmasam olmaz” diyip sarılıyorum kağıda kaleme. Çok da uzun gibi oldu sanki, kısa gibi olanları bile dört beş kişi anca okurken, bunu büyük ihtimalle okuyan insan sayısı en iyimser tahminle iki falan olacak ama yazmış bulundum işte bir kere. Hayatım boyunca kullanmak istediğim ve hakkında atasözü mü yoksa deyim mi olduğu konusunda ciddi kararsızlıklar beslediğim “Atsan atılmaz, satsan satılmaz” sözünü bu yazı için kullanabilirim işte. Bak, mutlu oldum şimdi hayatımdaki en büyük amaçlarım listesindeki bir maddenin üzerini karalayabileceğim için. Şu mutluluğun keyfini biraz çıkardıktan sonra, bu yazıyı yazmaya başladığım sırada İrem’in bana sorduğu soruyu (Abi, isminin içinde D harfinin olması nasıl bir duygu? Genelde pek yok erkek isimlerinin içinde D harfi de merak ettim bu konu hakkında neler hissettiğini…) düşünüp onun hakkında da bir yazı yazarım belki bir gün. Ama kahramanımı beklerim yine de diğer yazılar için…

Bu Ne Biçim Hikaye Böyle

Elime defterimi, kalemimi alıp yeni bir yazı yazmaya koyuluyorum. Yazarken iyi gibi olduğuna kendimi inandırdığım yazıyı, son kelimeyi de yazıp baştan sona bir kere okuyunca, aslında hiç de beklediğim gibi olmadığını fark ediyorum. “Ne biçim hikaye olmuş bu!” diye söylenirken aklıma bir şarkı geliyor, onu mırıldanmaya başlıyorum: Bu ne biçim hikaye böyleeee…

Hayatımın her gününde farklı bir hikaye yaşayıp hepsinin sonunda umduğum sonuçları elde etmeyi bekledim hep. Küçücükken, alacağım sakızdan istediğim çıkartmanın çıkmasını umarak bakkala gittiğim zamanlardan, şimdi, bu yazıyı yazarken içinde bulunduğum dakikalara kadar hep hikayeler içinde yüzdüm. Kafamda her karşılaşacağım şey için bir senaryo uydurup, bu senaryoların bir bir gerçeğe dönüşmesini umdum hep. “Hikayeler yaşanmış ya da yaşanması mümkün olayları anlatırlar” cümlesi yüzünden belki de her şeyin sonunda yaşamak istediğim şeylerin başıma geleceğine inandım.

Ama tabii ki istediğim çıkartmalar çıkmadı hep. Tam “Hayatımı düzene soktum galiba sanırsam” derken kötü adam hortladı hikayenin bir yerlerinden genellikle. “Her hikaye mutlu sonla bitecek değil ya” kandırmacası ilk başlarda ciddi ciddi işe yaradı, “İşte bir şeyler öğreniyoruz hep hayattan” çıkarımlarıyla. Pollyannacılık oynadığım zamanlardı bu dönemler. Bir insanın hayatının bir dönemindeki en önemli felsefesinin “Pollyanna’yım ben” şeklinde olması çok hoş bir şey değil tabii ki. Pollyanna’nın yazarı (Eleanor H. Porter) benim dönemimde yaşasaydı, utanmadan telif hakkı isteyebilirdim kendisinden, “Ee sen beni anlatıyorsun” diyerek.

Fakat son zamanlarda fark ettiklerime göre, Pollyanna kimliğinden sıyrılıp edebiyat tarihinin en karamsar insanı artık kimse onun gibi olma konusunda ciddi bir çabam var sanki. Uç noktalar arasında dolanmak benim de hiç hoşuma gitmiyor aslında ama artık tek derdi ödevini tamamlamak olan on üç yaşındaki bir ortaokul öğrencisi olmadığımın da farkına varıyorum. Yani aslında çok daha önceden farkına varmıştım bunun, yirmi dört yaşına kadar beklemiş değilim tabii ki bazı şeyleri anlayabilmek için. Ama hayatımın son iki yılına falan baktığımda, attığım her adımda o kadar çok terslik yaşamışım ki artık salaklık boyutuna gelmişim ve kafam yeterince çalışmamış herhalde. Düzgün başlayan herhangi bir şeyin eninde sonunda saçma sapan bir hale geleceğine o kadar eminim ki artık, daha adımımı atmadan farkında oluyorum çoğu şeyin. Yani işte ne bileyim, iyi başlayan bir okul dönemi hüsranla tamamlanacak, insan gibi oturduğum bir otobüs koltuğunda yanıma mutlaka bir teyze gelip üzerimde yolculuk edecek, her gün çalmaya başlayan telefon, bu eylemi önce iki günde bire düşürecek, sonra dört günde bire ve bir zaman sonra hiç çalmayarak kendisinin bir iletişim aracı olduğunu unutturacak falan. Tabii bunların olacağını bilerek kafamda kurduğum hikayeleri bir sonuca bağlamak hiç de zor olmuyor. Evet, herhangi şaşırtıcı bir şey olmadığı için basit bir durum hikayesi oluyor bunlar, aksiyon yok hiç içinde, “Rüzgar esti ve ağaçların yaprakları hışırdadı” şeklinde genel geçer bir olayı anlatan dakikalar, saatler, günler işte… Sonunda hep “Bu ne biçim hikaye böyle” denilebilecek kadar saçma sapan şeyler işte.

Şarkı “Yıkma kendini zaten yorgunsun” diyor mesela şimdi. “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin, ya vazgeçer unutursun, ya da yolun açık olsun” diye de devam ediyor. Güdelim bakalım deveyi, gidecek bir yer yok nasılsa hali hazırda. “Yıkma kendini” konusuna ise hiç girmeyeceğim, bir gün, tek başıma ya da başka birisiyle birlikte bir hikaye yazmaya kalkarsam dikkat edeceğim şeylerden biri bu olur o zaman. Ohh süper geleceğimin hikayesini yazmaya başlayarak çok ciddi adımlar attım şu an hayatım adına, kötü adamı engellerim belki bundan sonra. Bu ne biçim hikaye böyle diyerek başladım, yine saçma sapan bir yazı ortaya koydum galiba. Telefon, gözümün önünde zırt pırt ışığını yakıp, beni mesaj geldiğine inandırarak dikkatimi dağıttığı için böyle kopuk bir şey çıktı tabii ki ortaya. Beyefendi şarj olmak istiyor diye yazı bile yazamıyorum.Off bu ne biçim hayat böyleee… Bu ne biçim hikaye böyleeeee…

http://www.youtube.com/watch?v=oNbSGUCVMKM

Kolonya

“Ehehe otobüs boş geldi” diye mutlu mutlu gözüme kestirdiğim yere oturunca, başka yer yokmuş gibi yanıma oturan ama abla mı yoksa teyze mi olduğunu pek kestiremediğim insan tarafından tüm yaşama sevincim emildi bu akşam. İnsanlar etrafa koku yaymak için parfüm, işte ne bileyim deodorant gibi şeyler kullanıyorlar bu devirde. Fakat tahmin edebildiğim kadarıyla yanımdaki insan henüz 1970’lerden günümüze ulaşabilmiş değil. Olsa olsa en iyi ihtimalle 1978’de yaşamakta. Günümüze ayak uydurabilseydi, kokusunu geçtim, artık atom altı parçacıkları görülebilecek seviyeye gelene kadar kolonya sürmezdi sanırım. Yani öyle bir kokuydu ki burnumun bu kokuyu duymasını geçtim, gözlerim görmeye başladı kadının etrafa yaydığı koku partiküllerini.

Patrick Süskind isimli Alman yazarın Koku isimli efsane romanını okuyunca (Hatta filmi de çekildi bu kitabın ama yok abi ya kitabı tam yansıtamamışlar, olmamış yani) bir koku hastalığı başlamıştı bende. Aklınıza gelebilecek her şeyin kokusunu duymaya çalıştığım bir devir vardı. Allah’tan daha ileri boyutlara ulaşmadan sonlandırabildim bu eylemi, yoksa şu yazdığım notu bile koklamaya çalışabilirdim herhalde “Word nasıl kokuyo lan acaba? Excel’den farklı mıdır ki?” diye sorarak kendime. Bir de bir zamanlar kimyager olacak olmanın ortaya çıkardığı düşüncelerle “Ee ben bunun kokusundan anlarım ki hangi madde olduğunu” diye, o zamanlar kendimi kimya dalında çok başarılı olacağıma inandıran ama şimdi düşününce aslında tırt bir iddia olarak düşündüğüm çok ilginç cümleler kuruyordum. Bu konudaki en üstün başarım da ikinci sınıftaki inorganik laboratuvarında duyduğum ve hakkında “Sülfür kokusu değil mi ya bu? Bence öyle, olsa olsa sülfürdür abi, ne olacak ki başka!”diye düşündüğüm koku ile olmuştur. Bu cümleyi kafamda kurup ama “Ulan sülfür yerine başka bir şeyin kokusu çıkar şimdi bu, ağzımı açıp bir şey demeyeyim millete, koku kariyerim yara almasın, doğruysa da kendi kendime sevinirim abi, zaten her şeyi kendi içimde yaşayan bir bireyim” diye bir karar aldığımdan sesimi çıkarmamış, bunları düşündükten yaklaşık üç dakika sonra yanımıza gelen asistanımız İlke’nin “Niye sülfür kokuyor ki burası?” cümlesiyle haklı bir gurur yaşamıştım. Bu olayın her yıldönümünde, iğrenç, pis bir yumurta gibi kokmasına rağmen, bir yerlerden bulur buluşturur, bir mol sülfür alıp, onu koklaya koklaya uyurum ve kendimce kutlama yaparım.

Beynimden bu düşünceler geçerken, burnum buram buram gelen kolonya kokusuyla hurda haline gelmiş durumda. “Koku alan hücrelerin bir zaman sonra yorulduğu ve bu sayede, kötü ve istenmeyen kokuların alınmadığı” bilgisinin neden bende işlemediği konusunda da derin düşüncelere dalıyorum. Tabii böyle bir durumda “Allah’ım işinde ne kadar başarılı koku almaçlarım var, bir saniye olsun sıkılmadan çalışıyorlar” şeklinde bir cümle kurmak çok akıllıca değil. Bunun yerine dua etmeyi düşünüyorum. Daha eve gelmeden otobüsten inme konusunda kendi kendimi razı etmem için ya da yanımdaki canlının bir an önce inmesi için dualarımla yardım istiyorum Allah’tan.

Fakat camdaki yansımama baktığımda ürkünç bir surat ifadesi takındığımı görüyorum. “Madem dua ediyorsun, biraz nurlu bir ifade takın, bu ne be böyle!” diye kendime kızıyorum. Kolonya batağına saplanmış bir kadın yüzünden yine kendime saydıracak bir şeyler bulabiliyorum. Artık bu saatten sonra, özgüven falan hak getire zaten. Evin önüne de geliyor otobüs bu sırada, bir türlü inmek bilmeyen kadından izin isteyip inmek için çaba gösterirken kolonyadaki alkolün yarattığı sarhoşluk ve ürkünç bir surata sahip olmanın yarattığı özgüven eksikliğiyle insanlıktan çıktığımı fark ediyorum ve eve atmak istiyorum kendimi. Bu travmaları atlatmaya ihtiyacım var ve bunun için, bir an önce odama kapanmak istediğimden asansöre biniyorum. Asansörde birlikte yukarı çıktığımız kız, yanındaki çocuğa “Kolonya kokuyor ya asansör!” diyor. “Ee o kadar kolonya elbet bulaşacaktı bir yerlerime” diyorum içimden.

Geceyarısı Notları

Önümdeki upuzun yola bakıyorum, karanlıkta. Bir köpek havlıyor her gece burada, her gece onun farkına vardığımı yeni yeni fark ediyorum. Aslında uzun zamandır çevremizde gerçekleşen şeylerin bazen çok sonradan varabiliyoruz farkına, yani vücut alışmış oluyor belki buna ama beyin geç getiriyor sanki görevini yerine. Tabii sadece olaylar için de geçerli değil bu durum. Her gün bindiğiniz otobüste en önde oturan bir amcaya zaman geçtikçe alışmanız gibi bir şey bu. Her gün karşılaştığın, fakat hiç dikkat etmediğin bir insanın, artık her nedense her gün gözünüze gözükmesi durumu. Dikkatinizi çekmiştir bir şekilde ve artık o, oradadır. Önceleri farkında olmazsınız, sonra bir şekilde gözünüze çarpmaya başlar, artık bir yerden sonra, yani o dikkat çekme anından sonra, ilginç bir şekilde hayatınızda ciddi ciddi yer alır. Bu arada geçen süreç, beynin kendini olaylara hazırlama süresi falan mı acaba? Yani bazı şeylerin varlığını kabullenebilmek için beynin bir şekilde uyarılması ve bunu kabullenebilmesi mi gerekiyor? İlginç bir yapı tabii beyin, benim aklım almaz herhalde neler yapabildiğini…

Sonradan fark edilen şeyler, bazen “neden daha önce fark edilmediği” konusunda insanı hayrete düşürebilecek şeyler olabiliyor. Tabii bu hayıflanmaların iki çeşidi olabilir; kötü bir sonuç elde edilmiştir herhangi bir şeyin sonunda ve yapılan hatanın daha önce fark edilmesi halinde istenmeyen sonuçlara ulaşılmadan bazı şeylerin engellenebileceği düşünülür ya da bazı şeyler hayatınıza inanılmaz derecede güzellikler getirir ve geç kavuşulan güzel şeylerin bugüne kadar nerede kaldığı sorgulanabilir. İlki daha kötü bir durum tabii ki. En azından ikincisinde, sahip olmaktan memnun olduğunuz bir şeye sahip oluyorsunuz. Yani eğer sonuca bakan bir insansanız, kavuştuğunuz şeyin zaten şu anda sizde olmasıyla ilgilenir ve bunun keyfini çıkarırsınız.

Herhalde bugüne kadar genellikle birinci durumla muhatap oldum ben. Çok fazla hayıflandığım şey olabilir. Hakkında “Keşke böyle yapmasaydım” dediğim şeyler bunlar. Zamanla farkına varabiliyorsunuz eğer yanlış yapıyorsunuz bazı şeyleri ve çoğu da sonuçlanmış oluyor zaten siz bir şeyleri düzeltene kadar.

Ama bazı şeyler, bazı insanlar öyle anlarda farkına vardırıyorlar ki kendilerini, kendinizi hissettiğiniz kötü anlardan bir çırpıda çıkarabilecek kadar etkili olabiliyorlar. Bazen bir şarkı da olabiliyor bu, bazen uzun yıllardır gördüğünüz fakat neredeyse hiç konuşmadığınız bir insan da. Canınız sıkkın olduğunda ya da ne bileyim hiçbir şey yapmak istemeyecek bir havada olduğunuzda bile yüzünüzü güldürebilecek birisi olduğunun farkına varmanızı sağlayacak kadar önemli bir şey yapıyorlar bence. Yıllardır orada duruyordu, yeni farkına vardınız ya da yeni farkına varmanızı sağladı ve sizi mutlu edebiliyor bu durum, ne güzel işte değil mi? “Fark etmek” fiili bazen çok basit anlamlar içermiyor aslında galiba…

Çok fazla tanımadığım insanlarla çok çok konuşan biri olmadım bugüne kadar ve bazı insanların bazı şeyleri fark etmesini sağlayacak şeyler de yapmadım herhalde. İşte böyle karanlıkta otururken “Farkına varmak” konusuna da daldım birden, kendimi düşündüm, fark ettiklerimi düşündüm, bazı şeylerin farkına varmamı sağlayan en küçük şeyleri düşündüm, bazen benim yaptığım bir hata oldu bu, bazen bir şarkı sözü, bazen hiç beklemediğim bir anda gelen bir mesaj. Bunları düşünürken kulaklıkları kulağıma taktığımı fark ettim, çalan şarkıyı fark ettiğimde şunları söylüyordu:

“Hey you, would you help me to carry the stone?

Open your heart, i'm coming home”

http://www.youtube.com/watch?v=lRcQZ2tnWeg