31 Aralık 2012 Pazartesi

2012 Almanak

Geçen sene bugün, boş bir anımda kendimi düşünmeye verip hakkında “Bu sene olmadı ama önümüzdeki sene adam olacağım artık!” diye bir cümle kurduğum ve her sene olduğu gibi büyük umutlarla girdiğim 2012 bitiyor. Hatta benim gözümde birkaç gün önceden bitmişti. Benim böyle bir yapım var, dibinde 3-4 parmak kalınlığında çay kalan kupayı da fırlatıp atıyorum mesela bir kenara “Bitmiş çayım” diye. O yüzden 20 Aralık’ta falan bitmişti benim için 2012. Ama yine de bugüne kısmet oldu koskoca bir yılda neler yaptıklarımı yazmak.

Ocak
“Okulda son dönemlerimi yaşıyorum, artık bitirmeliyim bu okulu” diye düşündüğümden 85 tane falan ders almıştım dönem başında. Bunun için de Ocak ayı finallerle dolu geçti. Bildiğin ders çalıştım falan. “Yumurta kapıya gelince” diye bir deyim var ya, çok güzel bir şekilde örneklendirdim bunu. Hatta bana göre gayet yüksek bir puan aldığım finalin sonrasında, dersin hocası “Bak, isteyince oluyormuş değil mi Erdem?” gibi sarkastik bir soru sorunca, hocaya göre de gayet yüksek bir puan aldığımı fark edip ilk aydınlanmamı yaşadım. Aydınlanmam geçince de “Laf mı soktu lan bana bu hoca! Bir dk ya!” gibi cümleler kurup kendi içimde atarlandım. Ama genellikle sığ bir insan gibi davrandığımdan, bu durumu da “Ehehehe” diye geçiştirdim. Sonuçta dersi geçiyordum. Hocanın karşısında geçip “Erdem, ne öküzsün ya! Armutsun hatta!” gibi cümleler duysaydım bile sırıtırdım yine. Vermem gereken tüm dersleri verip sadece bir tanesi kalınca, çok da dert etmedim bunu. Zira “Tek Ders Sınavı” diye bir seçenek vardı önümde ve Haziran’da bu hakkımı kullanıp okulu bitirebilirdim. Ama dersin hocası kalanlardan bazılarına bir sınav daha yapma gibi bir karar alıp ve finalin cevap anahtarını da göstererek “Fotoğrafını çeker gibi bakın buna!” falan deyince; “Demek ki aynı soruları soracak lan! 2 dk ezberlerim soruları ne var yani!” diye düşündüm. Hatta bir arkadaşım “Fotoğrafını çeker gibi bakın!” cümlesinin içerdiği anlamı, sanırım “Ne çeker gibi bakıcam lan! Adam gibi çekerim fotoğrafını!” diye düşündüğünden sorular da geçti elimize. Sınav sabahı köpekler gibi rahattım. Hepimiz “Nasılsa aynı sorular çıkacak hehehe!” diye bir fikir birliği sonucunda normal zamanda yapmadığımız kadar geyik yaptık. Ama sınava girince önümüze ansiklopedi kondu resmen. Hoca aklına gelen her soruyu sormuş, hatta zorlasa “Nasılsınız?” gibi genel geçer sorular bile soracakmış, maksat soru sormak olsun diye. Ama sonunda geçtim dersi. Bazen kafam çalışıyordu.

Şubat
Her sene olduğu gibi bomboş geçirilmiş bir ay. Bir de bu sene Şubat 29 gün çektiği için, fazladan boş bir gün daha geçirdim. Ömürden gidiyor tabii hep bunlar.

Mart
Son dönemime başlamıştım artık. İnsan gibi çalışıp, zaten az dersim vardı, okulu bitirecektim. Seçmeli ders olarak tiyatro dersleri aldığım için verdim kendimi Epik Tiyatro’ya, verdim kendimi Absürt Tiyatro’ya. Bertolt Brecht, Samuel Beckett falan artık emmi gibi olmuştu benim için. Her akşam yemeğinde soğan kırıp yiyorduk sanki. Fizik dersi alıyordum bir de yine ama tabii ki anlamıyordum.

Nisan
Şöyle bir düşündüm “Nisan’da ne yaptım lan ben!” diye yemin ederim aklıma bir şey gelmedi. Hatta geçen senelerde yazdığım şeylere baktım, onlarda da Nisan ayını hiç hatırlamamışım. Allah’ım neden unutuyorum ben Nisan ayını ya! Niye değer vermiyorum ona!

Mayıs
Finaller başlamıştı sanırım Mayıs’ın sonunda. Hepi topu 3 ders aldığım için “Aman yeaa geçeriz yeaa” gibi cümleler kurup kendimi finallere hazırladım. Fizikten geçemedim.

Haziran
“Lan geçemedim fizikten ne olacak şimdi!” diye düşünmeye başladım Haziran ayına gelince. Sonra geçmişi hatırlama metoduyla kendimi bir anda Ocak ayında buldum ve “Tek Ders Sınavı” geldi aklıma. “Aa doğru lan, girerim tek derse, bitiririm okulu!” diye düşünüp mutlu oldum. Ama o süreç çok sıkıcıydı. Günlerce ders çalış, sınava gir, sınav sonuçları açıklansın diye kafayı ye, hatta stresten gözüne kan otursun ve ilk çağlarda yaşadığı varsayılan canavarlara dön. Kırmızı gözlü bir mahlukattan bahsediyoruz sonuçta. Sonunda artık bu tipime dayanamayıp hocaya “Hocam ne oldu bizim iş? Bir haber verin!” tadında mail atmam ve hocadan anında “Geçtiniz, tebrikler!” diye bir cevap gelmesi. Maili okuduktan sonraki 2-3 saati inanın hatırlamıyorum. Okul bitmişti! Ne yani kimyager mi olmuştum ben artık! Oha! İnanamıyordum. Zira kendimi 3. sınıftayken falan artık mezun olmayacağıma gayet de güzel ikna etmiştim. Şimdi nasıl olur da mezun olurdum! Bir hata olmalıydı! Sonra bir silkinip kendime geldim, “Ne hatası lan! Bitmiş işte okul! Ne kurcukluyorsun! Hata olduysa oldu! Yapmasalardı! Bitti okul banane!” gibi düşünceler eşliğinde. Okulla ilişiğimi kestim, kep fırlattım, diplomamı aldım ve içindeyken bir azap gibi gelen ama son gün okulun meşhur yokuşunu çıkıp da şöyle bir geriye dönüp baktığımda aslında bir rüya olduğunu fark ettiğim yolculuğun sonuna gelmiştim. Hep dedikleri gibi hayat aslında şimdi başlıyordu.

Temmuz
Temmuz’un ilk günlerini aptalca geçirdim. “Mezun oldum lan banane köpek gibi yatarım!” falan dedim. Sonra askerlik işlerini halletmek üzere hayat adına bir şeyler yapabilmek için ilk adımımı attım dışarı. Askerlik şubesi, hastane falan derken yaklaşık bir haftada terhis oldum, zira muaftım askerlikten. Gözümün bozukluğu ilk defa bir işe yaramıştı, eve dönünce gözlerimi sevdim. İş görüşmelerine de başlamıştım artık. Beni görüşmeye kendileri davet eden bir şirkette, benle görüşen bir adamın sorduğu “İngilizce’ne niye çok iyi yazdın?” sorusuna önce gülüp sonra da “Ee Boğaziçi mezunuyum” diye cevap verince şirketten geri dönüş olmadı. Sanırım adam, ben cevap verirken suratımdaki “Oha! Ciddi ciddi soruyor musun bu soruyu! Şimdi bir şey diyeceğim ama neyse! Te allam ya!” ifadesini gördü.

Ağustos
Ağustos’ta da iş baktım ama doğru düzgün bir şey yoktu. Zaten hayatımın en salak ayıydı Ağustos. Neyse…

Eylül
Doğum günümün olduğu ay. 25 yılı tamamladım bu sene. Adam olmuştum be artık! Yani yaş itibariyle öyle düşünülebilirdi. Çocukça hareketlerim var çünkü hala ve bunları yapmak çok eğlenceli yeaa! He bir de iş buldum Eylül’de. Ar-Ge elemanıydım artık. Araştırıp, geliştirip ülke ekonomisine katkıda bulunacaktım, bilim adına ilerlememizi sağlayacaktım. Heyt be!

Ekim
İşte yeni işe alışma durumları falan. Çok ekstra şeyler yapmadım. Bir tek şunu fark ettim, çalışma hayatı başlayınca monotona bağlıyorsun ciddi ciddi.

Kasım
Şirket yeni fabrikaya taşındı, yorgunluğun ne demek olabileceğini gördüm ben de. Eskiden gece 3’te 4’te hala uyumayan ben, işten eve gelip saat 8 gibi yatağa attım kendimi. Pis telefonun pis alarmı olmasaydı daha da uyurdum sabah ama işe gitmek de gerektiğinden erkenden kalkıp yine yoruldum. Yoruldum, uyudum, yoruldum, uyudum şeklinde bir düzen oturttum bu ay.

Aralık
İşe iyice adapte olup deli gibi boya yapmaya başladım. Bir de çok pis olduğumu fark ettim. Boya yaparken her yeri boyuyorum, kollarım, yüzüm bile kıpkırmızı oluyor mesela. Yolda falan bir gören olsa, “Erdem ne oldu sana hasta mısın?” ya da “Erdem sen neden utandın böyle kıpkırmızı olmuşsun?” diye sorabilir. O kadar kırmızı oluyorum çünkü. Aralık yılın son ayı olduğu için de çok önem vermedim kendisine, o yüzden çok da bir şey yapmadım. Bitmiş bir yıl sonuçta, 11 ay boyunca bir şey yapmamışım da son ay mı yapacağım? Bence çok saçma.

En çok büyüdüğümü anladığım yıl oldu 2012. Ergenmişim gibi demiyorum bunu. Hani öyle bir trip değil bu, “Tanıdım artık dünyayı” falan gibi. “Tanıttılar dünyayı” desem daha güzel olur aslında. Hayatın boyunca tanıdığın insanların hepsinin sana çok fazla şey katabileceğine dair sarsılmaz bir inancım var ve bu sene bu gerçeği çok da iyi bir şekilde gördüm. Bunun için de teşekkür edeyim herkese. Getirdikleriyle, götürdükleriyle, gelenlerle, gidenlerle en yoğun senem oldu 2012. 32 tane yazı yazmışım 2012 boyunca. Bir sürü kitap okumuşum. Yine çok çok müzik dinledim. En çok dinlediğim şarkılardan biriyle bitireyim yazıyı:

http://www.youtube.com/watch?v=-UJX0QpkhhU

25 Aralık 2012 Salı

Türkü Baba

Mesai saatini tamamlamış olmanın verdiği iç huzurla servise biniyorum. İnsanoğlu yapması gereken işleri tamamlayınca garip bir mutluluk duyuyor içinde. Beynin sorumluluk duygusundan sorumlu bölgesinin bir şekilde tatmin olmasıyla sonuçlanan bir dizi reaksiyonu bitirmiş oluyorsun sanırım. Nöronlar beyne sinyal gönderiyor, “Bak bu çocuk işini gücünü bitirdi, aferin ona, hadi şimdi biraz keyif yapalım” diyerek. Ya da şu an bilim dünyasının benden çok fazla utanacağı bir şekilde saçma çıkarımlar yapıyorum. Binlerce bilim adamı toplanıp beyne giden sinyalleri falan inceliyor, insanoğlu çağ atlasın, hiçbir şey gizli kalmasın falan diye, ben de burada “Nöronlarım şunu dedi, bunun hakkında fikir yürüttü, oturdu biraz, bir kahve içti” falan diyorum. Bilim adına kendimi hiç yetiştirememişim sanırım.

İç dünyamda kendimle alakalı bu tarz hesaplaşmalar yaparken ve “Gelip geçen yıllarımı keşke daha verimli kullansaydım, üniversite eğitimim boyunca kah orada gezip kah burada uyuyacağıma azıcık araştırma yapsaydım, öküz gibi yetiştirmişim resmen kendimi, anam, babam şu halimi görse ‘ne biçim evlat yetiştirmişiz, tam it kopuk oldu’ diyerek kendilerini derde, kedere verirler yemin ederim, Allah belamı versin benim ya!” şeklinde pişmanlıklar yaşarken, servisin teybinden ilginç müzikler duyuluyor. Bir abla “1,2,3,14” sayılarını bir müziğe uydurarak arka arkaya söylüyor. 3’ten ne ara 14’e geldik, aradaki sayıların neden bir hükmü yok, bilmiyorum. Sanırım bilimden anlamayan tek ben değilim. Buradan da konuyu yârine bağlaması ilginç. 4 tane sayıyla sevdiğin adamın gönlünü fethetmeye çalışmak ve bundan maksimum verim elde edebileceğini düşünmek, nereden bakarsanız bakın çok iyimser bir şey. “Adama 4 sayı söyledim, geldi, beni istedi” falan.
- Hüseyin, 1,2,3,14
+ Ah Necla seni seviyorum bebeğim.
Milletin ilişkisi ne kolay lan! Gidip sevgilimin suratına “7,26 ve inanamayacaksın ama 144” desem, “Erdem sen gerizekalı mısın ya!” der. Ben de sesimi çıkarıp bir şey diyemem tabii. Tıpkı müziği duyduğum anda, “Abi şunu değiştirin, bu ne böyle ya!” diyemediğim gibi. Fakat hoşuma gitmeyen şeyleri mimiklerimle belli etme gibi bir özellik edinmişim zamanında ve teybe ne kadar öfke dolu bakıyorsam artık, öndeki abilerden biri bana dönüp “Erdem değiştirelim istersen” dedi. Tam cevap verecekken de “Başka türkü bulalım mı?” diyerek soruyu genişletti.

Bugüne kadar bir türküden sıkılıp başka bir türkü dinlemek gibi bir aktivite içerisine girmedim hiç. Türkü dinlemedim yani özellikle. “Dur lan bi Karadeniz FM’İ açayım” falan gibi cümleler de kurmadım. Yani olmadı işte, ne bileyim denk gelmedi belki. Ya da bir ara gaza geldim “Ben rock, metal dinlerim abi, hayata bakışım o yönde çünkü. Düzene karşı bir bireyim sonuçta” falan diye. (Gerçi düzene karşı yaptığım en şiddetli başkaldırı hareketi de “Sınav ertelensin bugün ya banane! Erteleyecek abi o hoca bu sınavı! Başka yolu yok bunun!” şeklinde olmuştur) Sonuç olarak türkülerle aramda herhangi bir ilişki yok. O yüzden “Evet abi ya başka bir türkü bulalım şöyle, yanık yanık dinleyelim” şeklinde bir cevap vermem mümkün değil. “Ya ben pek…” diye başlayan bir cevap bulmuşken, abiden, kendilerine Anadolu’nun bağrından kopan türkülerle dolu bir CD hazırlamam ve bunu serviste dinlememiz şeklinde bir istek geliyor. Google’a girip “Anadolu’dan türküler bedava indir” yazarak türkü indirdiğimi düşünüyorum. Flash TV izleyip playlist hazırladığım falan geliyor gözümün önüne. 165 türküden oluşan bir mp3 hazırlayıp üzerine de “Anadolu Türküleri Full Mp3” yazdığımı hayal ediyorum. Allah’ım galiba bunları yapamayacağım. Az önce tamamlayamadığım cümleyi şimdi biraz daha geliştirerek tamamen söylüyorum: Ya ben pek dinlemem öyle türkü falan, anlamam yani, şimdi gider saçma sapan şeyler indiririm, hiç beğenmezsiniz.

“Ya olsun sen yanık türküler diye ara, çıkanları CD’ye at” diyor abi. “Peki” diyorum, çünkü “Hayır” diyemiyorum insanlara. Görevim zorlu. İlla yanık mı olması gerekiyor acaba yoksa hafif şen şakrak da olabilir mi? Mesela samanlıktan samanı kaldıramayan Zühtü’nün başına gelen komikli şeyleri anlatan bir türkü falan da olur mu? Çeşitli sorular var aklımda fakat türkü dağarcığı diye bir kavrama sahip değilim. Yine bilime, teknolojiye başvurup Google’da bir şansımı deneyeyim. Hem sinir sistemimiz hakkında atıp tuttuktan sonra, belki bilim dünyasına kendimi affettirebilirim, teknolojiyi verimli kullanıp.

Not: Olayın gerçekleştiği günün akşamında Erdem, Google’a “türkü indir mp3”, “free download türkü”, “bedava full türkü” yazarak çeşitli araştırmalar yaptı. Bulduğu türkülere kendini kaptırıp flütle eşlik etti. Hatta araştırmasını o kadar uzattı ki türkü dinleye dinleye bir adet pala bıyık sahibi oldu.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Söz Vermiştin Bana

Bir işle uğraşırken birisi yanıma gelip de benle konuşmaya başladığında o kişiye gereken özeni gösteremiyorum. Böyle bir yapım var. Beynim sadece bir işe odaklanabiliyor. Yani işte bilgisayarda falan bir şeyler yaparken yanıma gelen olursa, onun söylediklerine “Evet, tabii ki, hımm” gibi tepkiler vererek sanki o an o konuşmayla çok fazla ilgileniyormuş gibi bir izlenim yaratıyorum. İkiyüzlü müyüm neyim!

Şirkette çalışırken acele bir şekilde aldığım notları temize çekmek için dün masama oturdum. Öyle bir not almışım ki iş yaparken, sanki son nefesimi veriyor ve giderayak bu dünyada bir iz bırakmak istiyormuşum gibi. Yazıyı bulan adam bile o heyecanına rağmen daha düzgün bir şeyler yazmıştır. O derece kötü yazılmış yazılar var yani önümde. Bir önceki gün bu karaladığım şeyleri de şirket sahibine göstermek durumunda kalınca utandım kendimden ve “Artık notlarım düzenli olmalı” şeklinde bir karar aldım. Bu işte ne kadar kararlı olduğumu göstermek için de mesai saati başladıktan bir saniye sonra operasyona başladım. (O bir saniyeyi de “Eveeeeet hadi bakalım!” diyerek kaybettim.)

Bu arada yeni fabrikaya taşındığımız için aksaklıklar çıkabiliyor ve bu yüzden şirketin herhangi bir köşesinde tesisatçı, elektrikçi, sıvacı, boyacı gibi sıfatlara sahip olan insanlar görmek mümkün. Dün de benim bulunduğum Ar-Ge laboratuvarında yapılması gereken bir sıva işi varmış, ben tam çalışmaya başlayınca sıvacı abimiz geldi ve yavaş yavaş işini yapmaya başladı. Ben de baktım, o öyle tek başına takılıyor, işime iyice yoğunlaşıp güzel güzel yazılar yazmaya başladım.

Bir zaman böyle geçti. Herkes işini yapıyordu, güzel bir ortam vardı. Ekmek parası sonuçta, herkes bir yerlerden para kazanıyor. Bu düşünceler eşliğinde işime daha da sıkı sarıldım. Niye bilmiyorum ama. Para kazanmak falan deyince mi keyfim yerine geldi demek ki. Neyse, sonra yanımda bir karartı gördüm. Sıvacı abi işi gücü bırakmış, hazırladığımız formüllere bakarak “Hımm, Aaa, Hee tabii ya” gibi tepkiler veriyordu. 7-8 tane kimyasal adı yazıyor önümdeki kâğıtta, adam da bunlara bakarak, böyle tepkiler veriyor. Kimyager olmama rağmen ben bile bir kimyasal adı görünce bu kadar heyecanlanmıyorum. Gerçi bir insan, n-etil prolidon yazısını görünce neden heyecanlansın değil mi? Ama adamda garip bir hal vardı ve heyecanı da iyice tavan yapınca, ben de adama bakıp gülümsedim. Gülümsemek güzel bir eylem gibi düşünülse de aslında bazen kötü sonuçlar yaratabiliyor. Bir kere, bir adama gülümsemek bile sıkıntı yaratabilecek bir durumken, bu kadar meraklı bir adama gülümsemek çok pis bir reaksiyon başlatabilir. Ve sıvacı abimiz kurduğu cümleyle reaksiyonu ateşledi:

- Formül mü bunlar?

Bazı sorular bumerang gibidir. Cevap verirsin ama o, şekil değiştirip yine sana geri döner. Karşımda böyle bir soru vardı. “Hayır” desem, “Ne peki?” diye soracak abi. Bir de ne uydursam diye ona kafa yoracağım. Hani belki “Evet” dersem daha az soru sorabilir diye düşündüğümden “Evet” dedim ben de. “Yapıldı mı bunlar?” diye başka bir soru geldi, ben daha “Evet”imi tamamlayamadan. Yine “Evet” dedim. Diyalog da durmadı, gelişti tabii:

- Basıldı mı?
Erdem: Neye? (Hep o soru soracak değildi.)
- Kumaşa.
Erdem: Evet.
- Sonuç iyi mi?
Erdem: Evet.
- Ürün olur mu?
Erdem: Bakalım artık.
- Olursa iyi olur.
Erdem: Evet.

Baktım durmadan “Evet” diyorum, artık adamın sorduğu soruları dinlemeden her şeye “Evet” demeye başladım ve işimi yapmaya devam ettim. Adam soru sordukça basıyordum “Evet”i. Bir de adamın şivesi biraz bozuk olduğundan sanki anlamıyormuş gibi yapıp arada “Efendim?” falan da dedim, değişiklik olsun diye.

Abi en son “Olur mu?” diye bir şey sordu. Ben de “Ne istemiş olabilir ki Allah aşkına, olur herhalde” diye düşündüğümden “Olur abi” dedim. Sonra “Ne zaman?” diye sordu. Benden ne istendiğini tam bilmediğimden abinin istemiş olabileceği en zor şey ne olabilir diye düşündüm ve buna uygun bir zaman dilimi uydurmaya çalıştım. (Herhalde “Sonuçlar çıkınca bana söyler misin? Merak ettim, olur mu?” diye sormuştur diye bir fikir ürettim) Cevabımı beklemeden “Neyse, sen yap işini, sonra konuşuruz” diyen abi yanımdan uzaklaştı.

Ben de notlarımı tamamlayıp, ortaya koyduğum eserle bir müddet övündükten sonra bir kahve molasını hak ettiğimi düşündüm. Kahve almaya doğru ilerlerken bir kapının arkasından “Pişt!” diye bir ses duydum. Şirkette kimse bana “Pişt”, “Lan!” “Hop!” gibi tabirlerle seslenmediğinden “Kesin dışarıdan biridir” diye düşündüm ve arkamı döndüğümde kapının arkasından uzanmış bir kafa gördüm. Sıvacı abi bana gülüyor ve “Yapacaksın di mi?” diye soruyordu. Ben hala kendi iç dünyamda yarattığım isteğe inandığım için “Tabii ki” diye cevap verip yoluma devam ettim. Adam sevindi.

Öğle yemeğini yiyip laboratuvara doğru ilerlerken de yine arkamdan “Bak söz verdin!” diyen bir ses duydum. “Tamam abi ya” diyip yine kaçtım. Ne yapacağımı bilmiyor fakat bunu yapabileceğime dair inancım çok kuvvetliymiş gibi davranıyordum. Var böyle garipliklerim.

Akşamüstüne doğru abi yine karşıma çıktı ve “Ne zaman yaparsın bizim işi?” diye bir soru yöneltti. “Ne işi abi?” diye sorma zamanı gelmişti artık. “Hani yapacaktın ya Fenerbahçeli boya, söz vermiştin, kumaşa basınca Fenerbahçe’nin amblemi çıkacaktı” cümleleri karşısında dünyanın en aptal ifadesini takınıp “Fenerbahçe?” diye bir soru sordum. “Söz mü verdim?” dedim bir de. “Evet, öğlen dedin ya, bekliyorum valla ben!” falan diyerek hiddetlendi abimiz. “Abi nasıl yapayım ben onu ya! Hadi Beşiktaş olsa uğraşayım da, kendi takımımdır sonuçta ama Fenerbahçe falan, ne bileyim olmaz o ya! Beşiktaş bile olmaz hatta. Kalıp falan lazım ona herhalde, öyle sanıyorum yani. Hem teknoloji o kadar gelişmedi zannedersem, bir şişe boya yapıp istediğin her şeyin şeklini elde edecek kadar! Geliştiyse bile yine yapmam zaten uyuz oluyorum Fenerbahçe’ye!” falan diyerek upuzun bir konuşma yapıp adamın kafasını bulandırmak istedim ama sonunda “Uyuz oluyorum” deyince olmadı tabii.

Adamın ağzından dökülen son sözcükler “Ama söz vermiştin!” oldu. Demek işe yoğunlaşınca “Evet” kelimesinden başka şeyler de söylemişim ama hiç farkında değilim. Ya da adam sıkıyor “Söz vermiştin!” diye. Hem niye söz vereyim! Ya da verdim mi acaba ya! Aslında millet sevgilisine bile “Ayh canım yha söz veriyorum sana hiç ayrılmayacağız” deyip yine çıkıp gidiyor hayatından. “Fenerbahçeli boya yaparım” diye söz verip tutmadıysam bile çok büyük bir ayıp olmamıştır sanki. Off ama ayıp oldu adama ya! Bir daha dinleyeyim bari insanları. Söz.

4 Aralık 2012 Salı

Spastik Erdem

Geçen gün sevgili kardeşim İrem’in veli toplantısına gitmek için erkenden uyanıp yola çıktım. Veli toplantılarına katılmak gibi garip isteklerim var bu hayatta. Komşu çocuğu da olsa gidip dinlemek isterim öğretmenlerinin onun hakkında söyleyeceklerini. Dedikoduyu seviyor muyum neyim! Durumu kötü olan öğrenciyi çekiştirmenin vazgeçilmez bir tarafı varmış gibi geliyor çünkü bana. “Aa tembel o anam çok tembel, bütün gün yatıyor evde!” diyip düşene bir tekme de ben atsam ölecekmişim gibi olurum mutluluktan. İnsanoğlu acımasız olabiliyor sevgili dostlarım.

Erkenden yola çıktığımı belirtmiştim. Duraktaki otobüsü görünce kendimi bu otobüsün içinde güzelce uyuyabileceğime inandırdım. Zira otobüs, körüklü dediğimiz upuzun olan otobüslerden biriydi ve en arkaya gidip köpek gibi uyusam kimse beni görmezdi. Bir Pazar sabahının 7’sinde benim nasıl uyuduğumu görmek için otobüse binecek olan varsa da saygı duyardım kendisine, beni uyandırsa da ses çıkarmaz, uslu uslu otururdum bir köşede.

Bu düşünceler eşliğinde otobüse adımımı attım. Daha binmeden gözüme kestirdiğim ve uyumak için mükemmel olduğuna kendimi inandırdığım koltuğa kavuşmak için koşmaya başlayacakken, otobüs şoförü beni durdurdu ve güzergahı bilmediğini, mümkünse ona yardımcı olup olamayacağımı sordu. Soruyu düşünmeden “Tamam” diye cevap verdim. Hayattaki en saçma özelliklerimden biri de bu. Neyin ne olabileceğini düşünmeden hemen cevap veriyorum. Düşünme yeteneğim sekteye uğrayabiliyor bazen işte. Şoförün arkasındaki koltuğa oturduğumda nasıl bir pisliğe bulaştığımın daha yeni yeni farkına varıyordum. Bilenler bilir, Beylikdüzü’nde 10 metrede bir durak vardır ve bindiğiniz otobüs bütün Beylikdüzü’nü dolaşmadan rahat edemez. Ara sokakları, orayı burayı kaçırmadan her durağa götürmem gerekiyordu şoförü ve henüz tam anlamıyla uyanmamış olmam işimi daha da zorlaştıracaktı. Bir ara “Ulan direkt gideceğim yere mi götürsem adamı hiçbir durağa uğramadan! Hiç dolaşmadan biter yolculuğum! Banane abi bilseydi yolunu! Bana mı güvendi kontağı çevirirken!” diye düşünsem de birkaç saniye geçtikten sonra içimde garip bir sorumluluk duygusu oluştu. Sorumluluk ilginç bir şey değerli arkadaşlarım. Az önce uykudan açılmayan gözlerim, “Aman durakta bekleyen birini kaçırmayalım, yazıktır, milletimiz gideceği yere zamanında gitsin, zaten hava da soğuk, üşütecekler falan, bir de hastane hastane dolaşacaklar benim aymazlığım yüzünden!” şeklindeki düşüncelerim sayesinde sonuna kadar açıldı. Daha önce hiç bu kadar dikkatli bir halim olduğunu hatırlamıyorum. Şoföre “Sağa dönelim abi, aman abi durak var, yolcuyu alalım, arkaya takılan vaaaaar” dedikçe daha da manyaklaştım. Zira hem otobüsteki yolcuların, hem de dışarıdakilerin kaderi benim elimdeydi. Koskoca otobüs benim direktiflerimle ilerliyor, “Gir” dediğim yere giriyor, “Yok yok oradan değil” dedikçe de o yoldan kaçıyordu. İstesem kimseyi otobüse aldırmam, “Bırak abi bu adam bu otobüsün yolcusu değil, tipe bak bir kere!” der ya da durakta bekleyenlere nanik yaparak kaçar giderdim. İşte kimisine de mevki vermeyeceksin böyle, hemen suyunu çıkarmanın yollarını düşünüyor.

Şoförün de gözlerini açarak durmadan “Şimdi nereden gidiyoruz?”, “Ee sağa mı sapıyorum sola mı?”, “Bir dakika bir dakika anlamadım ben şimdi, bu durakta durmuyor muyuz? Niye?” gibi soruları iyice dengemi bozdu. Zaten koskoca otobüsü kazasız belasız götürmek zorundayım, adam iyice stres yaptırıyor bana bir yandan! Öğrenseydin arkadaşım yolu o zaman! Navigasyon cihazı mıyım ben düğmesine basınca yolu söyleyeyim hemen! İki yardım edelim dedik, “Evet beyler, arkaya doğru ilerleyelim, herkes işine gücüne gidiyor, bak bey amca sağ taraf boş, abla al o çocuğunu kucağına, şu teyze otursun oraya” diye çeşitli yönlendirmeler yapmamı istemediği kaldı koskoca adamın. Bir sabret, dur, anlatacağım işte nasıl gideceğini. Zaten iki gram beynim var, fazla zorlamamak lazım. Sonra saçmalıyorum.

Artık bir yerden sonra adama yol tarif etmekten sıkıldığım için inmem gereken duraktan 3 durak önce indim. Fazla konuşmayı sevmem ama fazladan birkaç adım atarsam, bundan gocunmam. İşte bunlar hep insanın yapısına bağlı şeyler. İrem’in okuluna doğru ilerlerken de kendi yapım hakkında düşünüp bazı çıkarımlar yaptım ve sonuç olarak 3 duraklık yolu kendi salaklığım yüzünden yürüdüğüm sonucuna vardım. Kendimi affedebilmek için de bundan sonra boşuna attığım her adım için gocunma kararı aldım. Kendime gocunarak yine garip işler peşinde koşacaktım ama olsundu. İnsan demek ki hayatında kendisine gocunacak birilerinin olmasını bile istiyor.

Böyle böyle okula vardım. Kimse yoktu. Tam bir idiot gibi toplantı gününü karıştırmış olacağımdan korktum fakat bunu kendime yediremedim ve İrem’in sınıfına çıkıp beklemeye başladım. İnsanoğlu boş kalınca kendine yakışmayacak şeyler yapabiliyor. Baktım gelen giden yok tahtaya çıkıp tebeşirle çeşitli anlamsız şekiller çizdim. Bundan sıkılınca da “Konuşanlar” diye başlık atıp hayalimde yarattığım Şevki’yi ilk sırada yazdım. Necati de rahat durmadığı için onu da listeye ekleyip bir de 2 çarpı attım. Toplantıya çok anlam yüklemiştim ama istediğim gibi gitmeyecek gibiydi. Ortalıkta kimse görünmüyordu ama ben hayalimde bir sınıf oluşturmuştum ve öğretmen içeri girince kimleri şikayet edeceğimi düşünüyor ve pis pis sırıtıyordum. Allah’ım resmen kafayı yiyordum ki bir tane teyze girdi içeri. Akşam eve gidince karşılaştığı manzarayı büyük ihtimalle “İrem’in abisi tahtaya yazı yazıp kendi kendine gülüyordu, spastik galiba o çocuk” diyerek anlatacak olan bir teyze…