29 Ocak 2011 Cumartesi

Ayrılıklar Zordur

Ayrılıklar zordur. Bağlandığımız bir kimseden kopup gitmek canımızı acıtır. Her gün onu görmeye ya da ondan haber almaya alışmışken, bir sabah kalktığımızda, artık hayatımızda onun olmadığı gerçeğini fark etmek hüzne boğar bizi. Çok değer verdiğimiz bir varlığı kaybetmişizdir. Yanımızdayken kıymetini bilmediğimiz için kendimize sinirleniriz. Zamanı geri alma hayalleri kurar, yaptığımız hataları telafi etme şansı arar, dururuz. Fakat bu çabaların hepsi boşunadır, çünkü giden gitmiştir. Artık ayrılığın getirdiği o pis psikolojiyle yaşamamız gerekir. Artık ne kadar dövünsek de, o, başka hayatların öznesi olmuştur, biz ise geçmiş zamanın –mişli hali belki de…

İşte kabının içinde hareketsiz duran kaplumbağam Nurettin’i görünce bu düşünceler geçti kafamdan. Her sabah yaptığım gibi yemini vermek için yanına gidip, yaşadığı kaba “höt, kalk artık, yemek vakti” diyerek vurduğumda, yemek yiyeceği zaman kaplumbağa olmaktan çıkıp adeta bir köpekbalığı, bir kartal, bir vaşak olan Nurettin’in hiçbir tepki vermediğini gördüm. Bir önceki akşam kavga ederek ayrıldığımız için bana tavır yapıyor olabileceğini düşündüm. “Hadi büyüklük bende kalsın” diye düşündüm ve kendisine “Nurettin, abicim, kafanı zorla kabuğunun içine sokmaya çalıştım diye bana bağırman gerekmezdi ama yine de özür dilerim senden” dedim. Herhangi bir tepki vermedi. Kabuğuna iki pıt pıt vurarak dikkatini çekmeye çalıştım. Oralı olmadı. “Oğlum hadi lan ne trip yaptın he!” diyerek son bir çaba gösterdim. Fakat yine beni takmadığını görünce, önüne yemini koyup, “şunları ye de kafan çalışsın, o zaman haksız olduğunu anlarsın” dedim ve odadan çıkıp kendimi internette sörf yapmaya verdim.

Bilgisayarın başında haberleri okuyup, Facebook’ta da kim kimi dürtmüş, kim saçma sözler paylaşmış diye bakıp, bu sözleri paylaşanlar kişilerle olan ilişkilerimi tekrar gözden geçirme kararı aldıktan sonra Nurettin’in ne durumda olduğunu merak ettim ve yanına gitmek üzere yola koyuldum. Yolculuk süresince, yani bir odadan diğer odaya geçerken, “kafayı o kadar zorlamayaydım iyiydi, beyni göçtü herhalde” diye Nurettin ve onun sinir sistemi hakkında fikir yürüttüm. Yanına vardığımda önündeki yemlerin yenmediğini ve yemlerin su alıp şişerek iğrenç bir hale geldiğini gördüm. Zaten bu saatten sonra Nurettin’in bu yemleri yiyeceğini de düşünmüyordum. Sonuçta yemek göze de hitap etmeliydi. Bıraktığım gibi duran Nurettin’e “iyi alıştın sosis yemeye, önüne konanı da beğenmiyorsun” diyerek serzenişte bulundum. Nurettin’in hareket etmeden durması iyice canımı sıkmıştı. Kabı sallayıp, Nurettin’in içinde bulunduğu suların yarattığı dalgayla Nurettin’e ivme kazandırmayı amaçladım. Yine tepki vermedi. Nurettin’i elime alarak orasına burasına baktım. Yaşam belirtisi görünmüyordu. Kaplumbağacığı yerine koydum, gözlerim dolmuştu. Olanlara inanamıyordum. Yere diz çöküp dizlerimi dövmeye başladım. Nurettin hayata gözlerini yummuştu, biricik dostum bu dünyadan göçüp gitmişti ve beni artık yapayalnız bırakmıştı. Birkaç saat boyunca durmadan ağladım. O olmadan ben bir hiçtim. Kabının üzerine beyaz çarşaf örterken de bu dünyanın ne kadar boş bir yer olduğunu düşünüyordum.

Ertesi gün Nurettin’i sade bir törenle toprağa verdim. Katılım oldukça azdı, sadece ben vardım. Son bir kez özür diledim ondan ve beni unutmamasını söyledim.

Nurettin olmadan geçen günlere alışmam oldukça zor oldu. Telefonlara çıkmadım, televizyon seyretmedim (gerçi normal zamanda da televizyon izlemem pek, bunun Nurettin’le bir ilgisi olmayabilir) ve internetle olan ilişkimi minimum seviyeye indirdim. Günlerim Nurettin’in fotoğraflarına bakmakla geçiyordu. Fakat bir gün internete bakarken gördüğüm bir başlık beni yıktı. “Kaplumbağalarınızı öldü sanmayın, kış uykusuna yatmış olabilirler” yazıyordu gözlerimin önünde. Nurettin’in elimdeki fotoğrafına baktım ve “dağ gibi hayvanı gömdük, iyi mi!” dedim.

Pardon, Şuraya Nasıl Gidebilirim Acaba?

"Metrobüsten inmek için düğmeye basmak gerekiyor mu yoksa her durakta kapı açılıyor mu?” diye bana soruyor arkamdaki abla. “Adnan Menderes Bulvaaaaarı” sesini duyduktan sonra kapıları açmayı bırak durakta bile durmayan metrobüs ablayı telaşa düşürmüş gibi. Zaten elindeki iphone ve sağ kolunu bükerek dirseğinde tuttuğu çantası ile böyle ortamlara yabancı olduğu belli oluyor. “Yok, açılıyor her durakta kapı da bu durakta durmuyor metrobüsler” diyorum ablaya. İçimden de “Madem durmayacaksın neden durak yapıyorlar ki?” diye düşünüyorum. Fakat bu soruya anında cevap buluyorum: Koskoca metrobüs, bir bildiği vardır herhalde.

Ne zaman yola çıksam en fazla üç dakika içinde yol tarif eden insan rolüne soyunuyorum. “Şu otobüse bineceksiniz, bu durakta ineceksiniz, sağa dön abi karşına çıkar” gibi cümleler öğrenci andı gibi bir şey oldu artık benim için. İnsanların neden bana durmadan gidecekleri yere nasıl gideceklerini sorma gibi bir alışkanlık edindikleri hakkında bir fikrim yok. Sarıyer’e nasıl gideceklerini tarif ettirmekten inanılmaz bir mutluluk duyuyorlar sanki. Ya da herhangi bir Ziraat Bankası şubesinin hangi sokakta olduğunu öğrenmekten…

Otobüs numaralarını söylemekte herhangi bir sıkıntı yaşamadım bugüne kadar. Yani Kabataş’tan Tarabyaüstü’ne gitmek isteyen birinin 29C’ye binmesini sağlamış, 58N’ye binerek Fatih Sultan Mehmet Mahallesi’ne gitmesine neden olmamışımdır. (Böyle bir şey yapmış olsaydım kendimi asla affetmezdim.) Ama “Düz gidin, ikinci sokaktan sola dönün” gibi direktiflerim genelde, bana adres soran abi ya da abla yanımdan uzaklaştıktan sonra “Off düz gitmeyecekti, hafif bir yanlamasına gidecekti!” şeklindeki hayıflanmalarımla vicdan azabına dönüşmekte. Hak verirsiniz ki o abi ya da ablanın peşinden gidip “Ben yanlış söyledim yaa hiç yürümeseniz bile bulursunuz orayı” demek yeterince kötü bir imaj oluşturabilir o insanın gözünde. Bu gibi anlarda vicdan azabımı hafifletmek için “En azından herkese adres sorulmaması gerektiğini öğrenmiştir bu abi” diye düşünür, insanların hayattan ders almasını sağlamış gibi övünürüm.

Sorulan adres için “Bilmiyorum” demeyi de bir İstanbullu olarak kendime yediremem. Bilmediğim her adresi kendi çapımda bilinir hale getirmek için elimden geleni yaparım. Nerede olduğundan tam emin olmadığım bir adres sorulursa bana, o yeri kafamda canlandırır, yollar, köprüler kurar, insanları iç dünyamda yaratmış olduğum bu şehre göre yönlendiririm. Bu konuda altıncı hissime çok güvenirim. Adres soran insan da bana güvenmiştir ki yanıma kadar gelip benden yardım istemiştir. Kendime duyduğum ve başkalarının da bana duyduğuna inandığım bu güven sayesinde içimden önümüzdeki seçimler için Kadir Topbaş’a gözdağı vermekte bir sakınca görmem. Fakat dağıtacak kömürüm olmadığı için şansımın çok az olduğunun da farkındayımdır. (Siyasi mesajımı da veririm.)

Bazen bu konuda sorulan sorular da beni bayağı güldürür. Taksim Meydanı’ndan maça giderken, üzerimde Beşiktaş formasını görerek, “Kardeş” diye bana seslenen abinin “Maça mı gidiyorsun?” diye sorması ve “Evet” cevabını aldıktan sonra “Yaa İnönü Stadı nerede?” diyerek benden yol tarifi almasını örnek verebilirim bu duruma. Bir keresinde de Bakırköy Meydanı’nda “Bakırköy Meydanı’na nasıl giderim?” diye soran ve benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim bir kıza da “Ee gelmişsin zaten” diye bir cevap vermişliğim de vardır. Şu an burada o kızın nasıl utandığını anlatmanın gereği yok diye düşünüyorum. (Verdiğim iki örnek de meydanlarda gerçekleşen olaylardan üzerine oldu. “Nerede meydan var, ben oradayım” gibi bir imaj oluşturmuş olabilirim ama meydan dışındaki yerlerde de bulunduğum oluyor.)

Metrobüsteki abla da bana yol boyunca İstanbul Belediyesi Ulaştırma Dairesi Başkanı’ymışımcasına durmadan sorular sordu. En son sorduğu soru Şirinevler’de metrobüsten indikten sonra yine Şirinevler’de metroya binmek için gerekli olan jetonu nereden alabileceği idi. Metroya binip havaalanına gideceğini de belirtti. “Gel buradan kaçalım beraber” diyecek gibi bir hali vardı. “Jetonmatikler var, über teknolojik bir şey, oradan alabilirsiniz” dedim. Mutlu oldu, teşekkür etti, iphone’nundan beraber şarkı dinlemeyi teklif etti. Kibarca reddettim. Metrobüsten inince de bana el salladı, görmemezlikten geldim. Bu kadar samimiyet fazlaydı.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Sokak, Apartmanlar, Yüzler, Ben

Upuzun bir sokakta yürüyorum. Tek başımayım. Sokağın bir tarafı boşluğa bakıyor. Diğer tarafta boyları git gide uzayan apartmanlar yan yana dizilmiş. Apartmanlardan kimi canlı renklere boyanmış; kiminin ise dışarıya bakan bir penceresi bile yok, kapkaralar bunlar.

Hızlı hızlı yürümeye çalışıyorum fakat çok fazla yol aldığımı düşünsem de anca bir apartman kadar ilerlediğimi fark ediyorum. İlk başlarda bu durumu çok garipsemiş olsam da sonra alışıyorum. Ben ne kadar hızlı olmaya çalışırsam çalışayım, belli bir zamanda alacağım yol sabit. Bunu fark edene kadar birkaç apartman geçmiş oluyorum. Sokağın başındayken bilseydim bunu, olduğum yere gelene kadar kendimi bu kadar yormazdım. Neyse, bundan sonrası için bu durumu dikkate alabilirim.

Sokağın içinde ilerledikçe apartmanlardan beni izleyenler olduğunu görüyorum. Kimisi benim onları gördüğümü fark edince daha bir kendinden emin bakıyor bana. Kimileri de benle göz göze gelince ışığı gören böcekler gibi kaçışıyorlar. Kaçmadan beni izleyenler elleriyle bir şeyler işaret ediyorlar bana. Anlayabildiğim kadarıyla bu sokakta nasıl yürümem gerektiğini tarif ediyorlar. Hepsinin yüzünde bir gülümseme var. Onların bu halini görünce kanım ısınıyor onlara. Fakat aklımın bir köşesinde ise fark edilince kaçıp giden insanlar var. Yüzlerini tam seçemediğim için ileride de karşıma çıkarlarsa, onları tanıyamayabilirim. Bu yüzden dikkatli olmam gerekiyor.

Sokak düzdü en başta. Rahatça yürüyebiliyordum. Ama artık bazen yokuş oluyor, bazen de o yokuştan aşağıya iniyorum. Yokuş olan her kısmın başında kapkara bir apartman var. Apartmanın içinden garip sesler geliyor. Bir tür yakarış gibi. Azap içinde kıvranan insanlar olduğunu düşünüyorum içinde. Yardım dileniyorlar, fakat kimseden umduklarını bulamıyorlar gibi. Bazen duyduğum çığlıklar korkutuyor beni. Korkudan önümü göremediğim bile oluyor. Bazen korkudan nefes alamıyorum. Dua ederek kurtulmaya çalışıyorum oradan. Artık dayanamayacak noktaya geldiğimde yokuş bitiyor. Bu zamana kadar böyle oldu hep. Bundan sonrası için de böyle olmasını ümit ediyorum; artık son raddeye geldiğimde hala o yokuşu çıkıyor durumda olursam, çok da iyi şeylerin olmayacağını hissediyorum. Bunları hissedince, yokuştan aşağıya inerken de “bir dahaki sefere daha dikkatli olacağım” diye sözler veriyorum kendime. Ama bir sonraki yokuşta daha kötü etkileniyorum. Attığım her adım daha çok boğuyor beni.

Yokuşlar düzleşince de mutlu olabilmek için bir sebep arıyorum kendime sanki. Bu zamanlarda apartmanlara daha çok bakınıyorum. Bir apartmanda güler bir yüz görüyorum. Onunla mutlu olmaya çalışıyorum. En başlarda mutlu olabileceğimi hissederken, sonra bu konuda başarılı olamadığımı anlıyorum. Çünkü, yürümeye devam ediyorum ve o yüzü gördüğüm apartman geride kalıyor. Bundan da dersler almaya çalışıyorum. Mutlu olabilmem için, bana mutluluk veren şeyin içinde bulunduğu apartmanın da benle beraber yürümesi gerekiyor. Fakat hareket edebilen bir apartman bulabilmek o kadar zor ki.

Bunları düşünürken takılıp düşüyorum. Yuvarlanıyorum, duramıyorum. Başım dönmeye başlıyor. Sonunda yolun kenarında duran bir ağaca çarpıp durduruyorum kendimi. Ayağa kalkmaya çalışıyorum ama öyle bir gücüm yok. Oturuyorum, ağlıyorum. Tıkanıp nefes alamıyorum. Etimden et koparıyorlar sanki. Vücudumdan bir şeylerin eksildiğini hissediyorum. Sadece ruhsal olarak yaşabildiğim bir acı değil bu. Bana yardım edebilecek bir yüz arıyorum. Yol boyunca bana yardım etmeye çalışan yüzleri karşımda görmek istiyorum. Ama hepsi çıkmıyor karşıma, eksik var aralarında. Arkama dönüp bakıyorum, gerilerden seyrediyor beni. El sallıyor bana. Oraya ulaşıp yanında olmak istiyorum ama mümkün değil bu. Karşımda duran diğer yüzler gibi o da artık kalkmam gerektiğini işaret ediyor bana. Doğruluyorum. Yalpalayarak yürüdüğümü fark ediyorum. Adımlarımı böyle attığımı görenlerden bana yardım etmek isteyenler de var, acıyanlar da, arkamdan kıs kıs gülenler de. “Devam et yoluna, sen bakma kimseye” diyorum kendi kendime. Yavaş yavaş büyüyorum sanki bunları düşündükçe.

Kafamı kaldırmadan yürüyorum uzun bir süre. Etrafımdaki apartmanlar ya da diğer taraftaki boşluk umrumda değil. Bu şekilde yürümeye alışmışken bir ses duyuyorum. Adımı söylüyor gibi geliyor bana. Kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne bakıyorum. Daha önce gördüğüm birisi değil. Boyu gökyüzüne kadar uzanıyor sanki. Elimi uzatıyorum ona. Geri çevirmeden tutuyor. “Tamam, artık oldu” diyorum. “Bu kadar zorluk çektim ama sonu güzel oldu diye” düşünüyorum. Ama birkaç adım attıkça benle pek konuşmadığını fark ediyorum. Ben konuşmaya çalıştığımda ise beni susturuyor. Sustururken kullandığı kelimeler hoş değil çoğu zaman. Bunları duydukça daha da çok içime kapanıyorum. O ise benim bu halimden hoşnut gibi gözüküyor. Buraya gelene kadar yeterince yorulmamışım gibi daha çok yormaya çalışıyor beni. Artık gücümün yetmeyeceğini anlayınca ellerinden kurtulup kaçıyorum. Arkamdan “gitme!” diye bir ses duyuyorum. Ses yankılandıkça yankılanıyor, peşimi bırakmıyor sanki. Bu sese kulak verirsem, bu kadar yolu boşuna yürümüş gibi olacağım. Kulaklarımı tıkıyorum, önüme bakıyorum sadece.

Hızlı hızlı yürüyorum. Apartmanları arkamda bırakıyorum. Ara sıra kafamı kaldırıyorum, değişen hiçbir şey olmadığını görüyorum. “Bundan sonrası da böyle olacak işte” diyorum kendime. Perdelerin arkasında birçok yüz göreceksin ama ne düşündüklerini anlayamayacaksın. Perde oynadıkça suratlarının şekli değişecek. Sana ellerini uzatıp sonra geri çekecekler. Ellerini geri çekerken sana bakıp kahkahalarla gülecekler. Duymayacaksın onları. Yolun sonunda ışık yok mu zaten? Başkalarının ışık tutmasına ne gerek var ki sen yürürken?

Sorularıma cevap verdikten sonra ilerlemeye devam ediyorum. Daha iyi gibiyim sanki şimdi. İlerliyorum, durmadan ilerliyorum. Kendimi geçiyorum artık. Uzaktan bakıyorum sonra kendime, yavaş yavaş kayboluyorum sokağın karanlığında…

23 Ocak 2011 Pazar

Karalama

Saat 02:46. Camdan bakıyorum. Yavaş yavaş yağmur yağıyor. Dört ay önce yine aynı saatlerde, yine aynı camdan bakarken ve telefonda konuşurken hava gayet güzeldi. Bu kez kendi kendime takılıyorum camda. Şu an dışarıda olup sakince yürümek istiyorum. Kulağımda da müzik olsa fena olmaz aslında. Kulağımda illa bir ses olsun istiyorum sanki. Şu anda arayabileceğim birisi yok. Konuşacağım herhangi birisi olmadığı için de müziğe sarılmak istiyorum. My Dying Bride’dan “Two Winters Only” gayet güzel giderdi şu an. “We could have changed the world, had you been here with me right now” derdi şarkı.

Karanlıkta olmayı seviyorum. Gündüz vakti herkes dışarıda olduğu için ve ben kalabalığı sevmediğim için böyle düşünüyor olabilirim. Zaten sakin bir yapım olduğu için de içinde bulunduğum ortamın sakin olmasını istiyorum çoğu zaman. Bazen gerçekten kalabalığın, duyduğum onlarca sesin, bu seslerin söylediği yüzlerce cümlenin beni çok fazla yorduğu oluyor. Gerçi bu kalabalıkta, sevdiğim bir insan yanımda olunca yukarıda bahsettiğim şeyleri dert etmiyorum. Ama genelde yalnız takıldığım için karanlığın bastırdığı ve herkesin uyuduğu zamanları tercih ediyorum bir şeyler yapmak için. Kitap okumak, müzik dinlemek, yazı yazmak ve dışarıda tek başıma yürümek gibi. Asosyal bir imaj çiziyor olabilirim şu an ama çok da sosyal olduğumu iddia edecek değilim zaten. Tek başıma yaşamaya gayet alışmış durumdayım artık ve yavaş yavaş kabulleniyorum da bu durumu.

Tek başına yaşama olayı sadece insanların fiziksel eksikliği olarak anlaşılmamalı bence. Yoksa herkesin annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları ve kimilerinin de sevgilisi, eşi falan var. Tabii burada önemli olan bu kişilerin sizi anlayabilmesidir, sizin de onları anlamanız gerekir, birlikte yaşam bunu gerektirir. İnsanın kendisini gerçekten çok iyi anlayabilecek birisine ihtiyacı var her zaman. Tek başınıza olmaktan bunaldığınız anlar olabiliyor ve işte bu anlarda yanınızda birisinin olması en büyük isteğiniz haline gelebiliyor. Bu kişi kardeşiniz de olabilir, anneniz de olabilir, belki sevgiliniz, eşiniz de olabilir. Anne, baba, kardeş, sevgili gibi sıfatlara takılmak yerine o insanın yanınızda olup olmadığına bakmak gerek sanırım. İnsan anlaşılabildiği, kafasındaki sorunlara çözüm bulabildiği, gülümseyebildiği zaman inanıyor hayata.

Herkesin bazen yalnız kalmaya ihtiyaç duyması da su götürmez bir gerçek bence. İnsanın kalabalıktan uzaklaşıp kendine yakınlaşması için bu zamanlara ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. O kalabalığın içinde düşünmeye fırsat bulamadığın ya da belki cesaret edemediğin şeyleri, tek başına kaldığında kendi kendine tartışman, olanları ya da olacakları bir sonuca bağlamaya çalışman çoğu zaman çok daha iyi sonuçlar verebiliyor. Ve eğer benim gibi yaşadıklarını ya da düşündüklerini çok da fazla insanla, hatta bazen hiç kimseyle paylaşmayan biriyseniz, işte bu tek başına kaldığınız zamanların önemi çok daha fazla artıyor.

Hayatınızda sizi anlayabilecek özel birisinin olması bir ihtiyaç, yalnız kalmak da aynı şekilde.

Saat 03:46 oldu, yağmur hala devam ediyor. Yazıyı noktalayıp, müzik dinlemeye geçebilirim. Nazım Hikmet’le bitirelim yazıyı, yukarda bahsettiğim özel insanlara gelsin:

Üstümüze yazdıklarımın hepsi yalan

onlar olan değil olmasını istediklerimdi aramızda

onlar ulaşılmaz dallarımda duran hasretlerimdi

onlar susuzluğumdu düşlerimin kuyusundan çekilmiş

ışığa çizdiğim resimlerdi onlar

Üstümüze yazdıklarımın doğru hepsi

güzelliğin

yani bir yemiş sepeti yahut bir sofrası

sensizliğim

yani şehrin son köşesinde son sokak feneri oluşum

kıskanışım seni

yani gözüm bağlı koşuşum geceleyin trenlerin arasında

bahtiyarlığım

yani bentlerini yıkıp atan güneşli ırmak.

Üstümüze yazdıklarımın hepsi yalan

üstümüze yazdıklarımın doğru hepsi

21 Ocak 2011 Cuma

Rüyamdaki Saçma Solucan

- Yakalasana be gidiyo!

+ Ya bırak durur şimdi bi yerde

- Al işte arabanın altına girdi, gir al şimdi arabanın altına

+ İyi be alırız

“İyi be alırız” diyen kişinin, arabanın altından aldığı topun bir anda solucana dönüşmesi ve solucanı elinde tutan bu insanın elindeki solucanla beraber “hebele hübele” sesleri eşliğinde beni kovalamaya başlaması…

Bugüne kadar gördüğüm en saçma rüya bu olsa gerek. Yani arabanın altına kaçan bir toptan solucan yaratabilme başarısını gösterebilmiştir bilinçaltım. Solucan da pis, yapış yapış bir şey olmasına rağmen kendisiyle bu şekilde bilinçaltıma işleyecek kadar bir münasebetimin olduğunu hatırlamıyorum. Yani böyle sümüklüböcek ezen, sokaktan bulduğu karafatmayla arkadaşlarına olur olmadık saçmalıklar yapan ya da eline konan uğur böceğine annesinin ona alacağı terlik pabuçla ile ilgili şarkılar söyleyerek küçücük böceğe umut veren biri olmadım hiçbir zaman. Bu tarz canlılarla, kediyle, köpekle, kuşla ilişkimi minimum düzeyde tutmak istememe rağmen rüyalarımda mutlaka karşıma çıkarlar. Hatta şunu söyleyebilirim ki her gece hayvanlar âleminden farklı bir canlı görmezsem, o uykuya uyku demem ben.

“Her insan uykusunda rüya görür ama o rüyayı hatırlayamaz bazen” diye bir şey okumuştum vakti zamanında. Bilmiyorum, belki çoğu yerde yazıyordur bu. Vakti zamanında diyerek hem “yaşım kemale erdi” hem de “yıllar süren araştırmalarıma işte bu cümleyi okuyarak başladım” gibi anlamlar çıksın istemem. Bu konuda yaptığım en büyük araştırma sonucunda elde ettiğim veri şu şekilde: Her sabah, öğle, akşam, artık her neyse ya da kısaca her uykudan kalktığımda elimde en az üç adet yorumlanmaya açık rüya olduğudur. Yani yorumlanmasa da olur tabii ki ama başak burcu olduğum için her şeyi sorgulamaya meyillimdir. O yüzden uykudan uyandığımda karşımda Sigmund Freud olsun isterim ki anında çeşitli fantastik yorumlar yapsın rüyalarım hakkında. Rüyalarımı Medyum Memiş’in ya da Flash Tv’de çıkan o garip bayanın yorumlamasını istemem. Medyum Memiş’i bir kez yolda gördüm diye tüm bilinçaltıma ona açacak değilim elbet. Gerçi Medyum Memiş’i yolda görüp, “”Aaa Medyum Memiş diil mi lan bu?” diye bir tepki verecek kadar adamın yüzüne aşina olmam da yazı yazmayı bırakıp birkaç dakikalığına hayatı sorgulamama neden oldu. Umarım bu sorgulamalarımın sonucunda Medyum Memiş’i bilinçaltıma atmamışımdır, rüyamda Memiş’le karşılaşmak istemem.

Bazı insanlarla sadece rüyada karşılaşabilecek olma gerçeği can acıtabiliyor bazen. (Burada kastedilen insanlardan biri Medyum Memiş değil tabii ki) En son dün akşam hissettim bu duyguyu. Her şey çok güzel giderken, gözlerimi açtığımda o yoktu. Sonra sımsıkı kapadım gözlerimi tekrar, sanki geri gelmesi benim gözlerimin kapalı olmasına bağlıymış gibi. Fakat onun da gözleri kapalı olduğu için bir sonraki rüyaya erteledim buluşmamızı. Bu rüyanın bitmesini hiç istemedim ama bir önceki gece de uyurken kendimi zorladığımı hatırlıyorum başka bir rüya için, “Ne biçim rüya ya bu! Uyanıyım da bitsin!” diye. Sonra o uyku sersemliğiyle bu yeteneğimden(!) dolayı kendimle gurur duyup “he heeyt be rüyayı bitirdim anında, ben istesem var yaa neler yaparım neler!” gibi saçma yorumlar yaptım.

Rüyalarla ilgili yapabildiğim başka bir şey ise yarım kalan bir rüya sonunda kendimi o rüyanın devamını görebilmek için zorlamak. Rüyalarımın bir sonuca bağlanması gerektiği gibi bir prensibim vardır. “Yarım kalan iş hiç başlanmamış iştir” klişesini kullanacak değilim burada ama insan o rüyanın sonunda ne olacağını da merak etmiyor değil. Yani şimdi bilgisayarda futbol oyunu oynarken yarım kalan rüyamda o maçın kaç kaç bittiğini, maçın sonunda kupayı alıp alamadığımı bilmek en doğal hakkım diye düşünüyorum. Bazen de “dur rüya şöyle devam ederken yarım kaldı, bari şöyle bitsin” diyerek çocukken oynadığımız evcilik oyunlarındaki “sen şimdi şöyle de, ben de böyle diyeceğim” gibi bir hava yaratmaya çalışıyorum. İnsanın uyku halinde bu tarz şeylere uğraşması da çok akıllı bir şey değil sanki. Hâlbuki yat uyu, ne düşünüyorsun değil mi? Ama yok, olmaz! İlla yatakta doğrulacağım, o girişi yapılan rüyanın, gelişmesini ve sonucunu kafamda kurgulayıp, yastığa tekrar başımı koyduğumda, bilinçaltıma kurguladığım düzene uyması konusunda baskı uygulayacağım. Asi bir bilinçaltım olduğu için de tüm bunları boşuna hayal edip, uyandığımda saçma sapan bir sonu olan bir rüya elde ederim. Sonu istediğim gibi biten rüyaların sayısı da epsilon kadar az olduğu için, bu rüyaların kıymetini bilip, tüm gün boyunca o rüyayı düşünüp, kendime saçma mutluluklar yaratmaya çalışırım. Sanırım istediğim bir sonla biten bir rüyayı en son on dört gün önce gördüm ve on dört gündür “ne güzel rüyaydı be!” diyip duruyorum. Bazen rüyalarda yaşamak insanın canını fazlasıyla sıkabiliyor.

Solucanlı rüya aklıma geldiğinde “rüyada solucan görmenin neye delalet ettiğini” merak ettim ve hemen internetten araştırma yapmaya koyuldum. Rüyada solucan görmek çevremizde kötülüğümüzü isteyen insanlar olduğunu gösteriyormuş. Bunu okuyunca “Ee zaten rüyanın kendisine bakınca anlaşılıyor ki bu, adam solucanla kovaladı beni, elindeki solucanın bana ne gibi bir iyiliği dokunabilirdi ki?” şeklinde bir yorum yaptım ve bu kadar saçma amaçlar için internet sitesi açan insanları ve elindeki solucanla beni kovalayarak ne yapmayı amaçladığını hala anlayamadığım arkadaşımı kınadım.

O Kahveyi Dökmeyecektim Vol.2

Bir hevesle yaptığım kahveyi, kupamı elime aldıktan yaklaşık seksen üç saniye dökmek gibi bir alışkanlık edindim. Sanki kahveyi yapma amacım kafein almak değil de seksen bir, seksen iki diye sayıp tam seksen üç olmak üzereyken kupayı ters çevirmek. Sonra da olaya inandırıcılık katmak istiyormuş gibi oraya buraya kaçışmam da takdire şayan bir hareket olsa gerek.

Daha önce kahveyi üzerine dökerek ısıtmak ve soğutmak olmak üzere iki fonksiyonu olan garip cihazı bozduktan sonra gözümü daha yüksek hedeflere dikmiş gibi davrandım ve içi kahve dolu olan kupayı masamın üzerinde duran telefonumun tam olarak üzerine getirdiğimde “dur şunu sağ elimden sol elime alıyım” gibi anlamsız bir iş yapmaya kalktım. Sıcak olan herhangi bir şeyle ilişkimi minimum düzeyde tutmaya çalışırım her zaman. “Çay sıcak içilir” mantığını asla benimsemeyen bir insanımdır mesela. Sadece çay değil, kahve de soğuk içilmelidir bence. İşte “kahveyi soğusun diye sol tarafıma alıyım, bunun için de sol elimi kullanayım” diye kupayı elden ele uzatırken, sol elim kupanın tutmacını değil de kendisini tutmaya kalktı ve sıcakla temas edince de “ehe ehe” diyerek kaçtı. Dengesini kaybeden kupanın içindeki kahvenin bir kısmı da gitti telefona döküldü. Verdiğim tepki çok basitti: Lan!

Kahveyi dökmek neyse de (zaten kahvedir sonuçta, ya içilir ya dökülür, çok fantastik şeyler beklememek lazım belki kahveden) bu dökülen kahveyi temizlemek gerekiyordu. Aklıma tabii ki hemen masamın çekmecesinde duran Dalin markalı ıslak mendiller geldi. “Allah’ım ne zekiyim hemen bir çözüm bulabildim” diyerek kendimi övmeyi de ihmal etmedim, elim çekmeceye doğru uzanırken. Çekmeceyi açıp, elime ıslak mendilleri aldığımda ise yapmam gereken işi unutarak Dalin markalı ıslak mendilleri koklamaya başladım. “Ne günlerdi be!” diye garip yorumlar yaptım sanki bebeklik zamanlarımı hatırlıyormuş gibi. Kahve telefonun hücrelerine kadar dayanmıştı ama ben hala Dalin kokluyordum. Artık paketin üzerindeki civcivi sevmeye başladığımda ise yapmış olduğum saçmalığın farkına vardım ve hemen işime yoğunlaşmam gerektiğine inandım. Bir hevesle işimi tamamladıktan sonra diyebilirim ki Dalin’le karışan kahve kokusu pek hoş değil. “Dalin dalında güzeldir” diye iğrenç bir cümle kurmama da neden oldu bu durum.

Tüpte kaçak olup olmadığını çakmakla kontrol eden bir tüpçü gibi davranarak temizlendiğine inandığım telefonu şarja taktım. Olağanüstü güzellikte ışımalar bekledim telefondan fakat herhangi bir şey olmadı. Acaba doğru düzgün temizlediğim için sevinmeli miyim yoksa elektriksel bir şovu kaçırdığım için üzülmeli miyim karar veremedim. Kararsızlık yaşadığım anlar çok fazladır ve bu anların sonunda aldığım karardan şimdiye kadar hiçbir şekilde memnun olmadım. Markete girerim, alacağımı alırım ve artık kasaya doğru ilerleme vakti gelmiştir. Çok büyük kararsızlık yaşayarak önümde duran 2-3 kasadan birin tercih ederim (iki kasada da sıraya girme gibi bir yeteneğim yok) ve o kasa artık durur. Ya kasanın fiş kağıdı (fiş kağıdı?) biter ya da önümdeki insanın kredi kartı sorun çıkarır. Bense bu kasayı tercih ettiğim için duyduğum pişmanlık yüzünden alacaklarımı bırakma noktasına gelirim. Sonra “ne bırakacağım yaa o kadar aradım, buldum” gibi bir mantık geliştiririm ve azap içinde orada beklerim. Bu beklemelerim bazen o kadar uzun sürer ki aldığım şeylere zam bile gelir.

Zamlı ürün almakta da üstüme yoktur. Tanesine 15 lira denen şeyden iki tane alınca, “indirim olur mu acaba?” umuduyla sorduğum “ne kadar yaptı abi?” sorusuna “35 lira yaptı abi” gibi bir cevap almam durumun vahametini gösterir sanırım. “Ve 35 lirayı verip onları aldım” da demeyeceğim tabii ki! O kadar da değil! Ama oradaki abi bendeki potansiyeli gördü büyük ihtimalle.

Temizlik yapma potansiyelimi de telefonumu güzelce temizleyerek gösterdiğime inanıyordum ki gelen mesaja cevap vermeye kalktığımda, bastığım R tuşundan kahve damlacıkları fırladı. Sonra D’ye bastım, orada da kahve vardı. X’te de hatta F’de de… Ama M’de falan bir şey yoktu. Hafif bir mutluluk duymadım değil bu durumdan ötürü. Sonra iki tane daha Dalin mendil aldım elime, önce kokladım, sonra telefonu temizlemeye giriştim. “Kahveyi dökmeyeydim iyiydi” dedim.

18 Ocak 2011 Salı

İşte Bunlar Olmadan Yaşayamam!

17 Ocak oldu ama hala herhangi bir değişiklik ya da heyecan yaşayabilmiş değilim yeni yılda. Sanki 2011’de değilim de 23 Ağustos 1997’de takılıyorum. Zannedersiniz ki ilkokul yeni bitmiş ve mavi önlükten kurtulmuş olmanın sevincini hala tüm hücrelerimde yaşıyorum. Mavi önlük giydim ben yaa böyle yakalı falan. Önlüğümün cebine beyefendi imajı kazanıyım diye beyaz mendil koydum, üçgen olsun diye onla uğraştım, beğenmedim tekrar katladım, millet teneffüste top oynarken, ben mendil üzerinde geometri çalıştım. O mendile gereken saygıyı gösterdiğime inanıyorum. Burnum aktığında burnumu ona silmeyi hiç düşünmedim. Beslenme teneffüslerinde, yemeğimi yedikten sonra “oğlum elimizi hangisine siliyorduk yaa beslenme çantasının içinden çıkan bu kutunun içindekine mi yoksa cebimdekine mi?” diye ara sıra düşünsem de hala sakladığım o mendil kutsallığını korudu her zaman.

Bu şekilde kutsallık mertebesine taşıdığım başka şeyler de var. Bunlardan biri de Beşiktaş formamdır mesela. Her gün dolabımı açar, formama sevgi gösterilerinde bulunurum. Ara sıra gaza gelip formayı üstüme geçirerek evin için koşturduğum bile olur. Böyle zamanlarda artık 1997’de değil 1994 yılında yaşıyormuşum gibi gelir. Formam zaman makinesi gibidir adeta.

Kutsallığını hiçbir zaman yitirmeyecek olan başka bir şey ise ben bebekken üstüme örtülen, bir tarafı mavi, diğer tarafı pembe olan yani bebeğin cinsiyetine göre dışarıya bakacak kısmına karar verilen örtüdür. Bebekken çekilen fotoğraflarımda mavi mavi gözüken bu örtüyü zaman zaman üstüme örterim. Artık yalnızca dizimden aşağısını örtme vazifesini üstlense de beni 1987 yılına götürmekten geri kalmaz. Doğduğum yıla gidince de “ulan bir de artık yürüyemezsem” diye korkar, örtüyü güzelce katlayıp yerine koyarım.

Ve bir diğer kutsal varlığım: tabii ki Liselere Giriş Sınavı’na giriş belgem. 2000 yılından beri özenle koruduğum, üzerinde garip bir fotoğrafım olan bu kağıt bende neden derin izler bıraktı bilmiyorum. Bu parça için mistik yorumlar yapmaya çalışsam da bugüne kadar çok başarılı olamadım. Ama yine de haftada en az iki kere üzerinde tercih ettiğim okulların kodları yazılı olan, turuncu ve beyaz renklerinden oluşan bu kağıdı görmeden edemem. Müdür yardımcısının onaylarken attığı imzayı da görüp zaman zaman “aslında çok kolay taklit edilir he bu imza” gibi garip yorumlar bile yaparım. Hatta bir gün o imzayı taklit etmeye çalışmışlığım bile vardır ama silkinerek kendime gelip, “ne yapıyorsun yaa kaç yaşına geldin uğraştığın işe bak” diye kendime kızmışımdır sonra. Zaten benzetememiştim de imzayı.

Penguen ve Uykusuz dergilerim de kutsallık listemde kendilerine yer bulmuşlardır. Her gün kaç tane Penguen ve Uykusuz dergimin olduğunu sayarım ve bu işe yarım saatimi harcamaktan asla gocunmam. Bazı günler “acaba doğru saydım mı?” diye düşünüp tekrar elden geçiririm tüm dergileri. Böylece bir saatimi bu işe ayırmış olurum. Ama bu bir saat sonunda önceden doğru saydığımı teyit edersem, bu durumdan anlamsız bir mutluluk duyarım.

İlkokul üçüncü sınıfta aldığım pasoyu neden kutsal saydığım hakkında bir fikrim yok. Acaba “bir gün lazım olur falan” mantığıyla mı bu kadar saygı duyuyorum kendisine, bilmiyorum. Tek bildiğim bu konuyu fazla deşmemem gerektiği. Ayrıntısına inersem yapacağım karakter tahlilinden çok kötü sonuçlar elde edebilirim ve bazı gerçeklerle yüzleşmek istemiyorum.

Yaklaşık bir buçuk senedir kolumda duran bileklikimsi şey de yavaş yavaş kutsallığa doğru ilerlemekte. Kolumdaki şeyi görüp “o ne öyle?” diye soranlara, “hayatın bize karşı dayattıklarına karşı bir isyan sembolü o” diye cevap vermek isterdim ama koluma bakıp dümdüz bir ip parçası görünce “abi ip işte ne olsun” tepkisini veriyorum. Sadece basit bir ip de olsa kutsal kutsaldır benim gözümde.

2011 de farklı olacaktı gözümde ama yazının son paragrafını yazmadan önce hala formamı giyip dergi saydıktan sonra bir de LGS giriş belgeme bakıyorsam, ben bu yıldan da fazla bir şey bekleyemem. Hala mendil katlayıp, pasomla oyun oynarım ve biri gelip beni kurtarsın diye beklerim.

Arkadaşlar Soru Bu!

“Arkadaşlar soru buuuuu” diye bir ses duyuyorum sınıfta. İçimden “hımm, soru buysa tamam o zaman!” diyorum. Sol elimdeki kaleme dönüp “soru buymuş!” diye fısıldayarak birlikte bir şey yapabilmeyi umuyorum. Ama soru “bu” olduğuyla kalıyor.

Sınavdan çıkınca aklıma gelen ilk şey “acaba bugüne kadar kaç soru çözdüm?” şeklinde anlamsız bir soru oluyor. Bu sorunun cevabını o an verebilsem bile bu cevabın bana katacağı hiçbir şey yok. Ama basit hesaplar yaparak yine de bir sonuca ulaşmaya çalışıyorum. “Her gün ortalama şu kadar soru çözsem, 7795 gün yaşadım, gün sayısıyla soru sayısını çarp, hımm kaç yaptı” gibi anlamsız düşüncelerle dolduruyorum kafamı. Bulduğum sonuçtan emin değilim ama çok da sorun yapmıyorum bunu. “Abi çözmüşsün, geçmiş gitmiş, niye düşünüyorsun ki daha fazla bunları?” diyor içimdeki ses. Tam ona hak verecekken,” bence çözemediğin sorunları düşün, onlar daha fazla” gibi bir şeyler daha diyor bana. Hafif bir buruluyorum, çok değil ama… Boğaz’a doğru bakıyorum, “çözülür onlar da yaa” diye cevap veriyorum kendime.

Boğaz’ın neden beni bu kadar etkilediğini düşünüyorum. Buna cevap bulamasam daha iyi gibi geliyor. Bazı sorulara cevap bulamamak o sorunun etkisini daha da çok arttırıyor bazen. Bazı şeylerin soru halinde kalması çok daha iyi olabiliyor çünkü aldığın cevap her zaman beklediğin gibi olmuyor. Eve gidip ders çalışmak yerine Bebek’e inip Sarıyer’e kadar yürümeyi düşünüyorum. Mesafe çok uzun ama bu manzara karşısında, ellerim ceplerimde ve kulağımda müzik olup da “Zamanı gelince nasıl terk eder kuşlar… Kaçıyor muyuz kalacak mıyız yoksa?” sözlerine eşlik etsem yürüdüğüm yoldan şikayet etmem.

Bu hayalleri önümüzdeki günlere erteliyorum. Önümüzdeki günlere ertelenen o kadar çok şey var ki bir günün yirmi dört saat olması her şeyi yapabilmek için yeterli olmayabilir. “Bir gün yirmi dört saatten fazla olsaydı beklenilen bir tarihin gelmesi de gecikirdi” gibi saçma yorumlar yapıyorum. Üç saat süren bir sınavdan çıktıktan sonra bir yere kadar saçmalamam tolere edilebilir belki. Ama yaptığım bu saçmalıktan sonra ortada tolere edilecek bir şey olmadığını fark ediyorum: önümüzdeki finale kaç saat kaç dakika kaç saniye kaldığını hesaplayıp, geriye doğru saymaya başlıyorum. 44 saat 40 dakika 27 saniyeden başlayıp 26, 25 diye gidiyorum. Psikolojik olarak yerlerdeyim. Ama beynimi de bu kadar saçma fikirleri hiçbir şekilde teklemeden bulup ortaya çıkardığı için takdir ediyorum. Çok büyük iş yapmış gibi kendisini takdir etmemi “ehe ehe sağol” gibi bir tepki vererek karşılıyor. İroni yapmakta üstüne yok ama kendisi hakkında ironik cümleler kurulunca işine gelmediği için bu cümleleri anlamamakta ısrar ediyor. Çok akıllı kendisi. (Akıllı beyin?)

Yol boyunca bıkıp usanmadan garip fikirler üreten beynimi eve gelince stand by durumuna almak istiyorum ama kapıdan girince İrem yarın İngilizce’den yazılısı olduğunu söylüyor ve beraber çalışıp çalışamayacağımızı soruyor. Kardeşimi kıracak değilim. Yemek yemeden dersin başına oturuyorum, İrem’in sorularını cevaplıyorum Böylece gün başına düşen çözdüğüm soru sayısında artış oluyor. İstatistiklerimi geliştirmek anlamsız bir mutluluk veriyor bana. Bir soruda takılan İrem’e “abicim kurcalama fazla, soru bu” diyorum. Lanet bana geçmiş, bunu fark ediyorum.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Boyum Uzadı Da Ne Oldu!!

Otobüse binilir, tüm koltuklar dolu olduğu için arkaya doğru ilerlenir. Bu sırada kafanı ne kadar tutmaç (ayakta kaldığında yere düşmeden durabilmene yardımcı olan şey, genelde plastikten yapılır) varsa hepsine vurursun. Sonra da söylenirsin: Off boyun uzun olunca da bir dert yeaa!

Boy konusu çocukluktan başlayıp ergenliğin sonuna kadar sürekli sorun edilen bir şeydir. Önce kızların boyu erkekleri geçer, erkekler burulur, içlerine kapanırlar. Sonra erkekler uzamaya başlar ve kız arkadaşlarına bu konuda saçma espriler yapmaktan da geri kalmazlar. “Yer cücesi” ve “Aşağıda havalar nasıl?” favori sözler olarak kullanılır. Ama bu konuda dönen en acımasız muhabbet hemcinsler arasında yapılan boy karşılaştırmasıdır. İnsanlar bu konuda çok garip davranabiliyorlar. Boyun kısaysa zaten bittin sen. Sınıfının basketbol takımına girip okuldaki kızlara hava atma gibi bir şansın yok. (Çok sığ bir bakış açısı olabilir bu) Boyunun çok uzun olması da “zürafa” damgası yemene neden olur ki lise çağındaki birisiyle “tipe bak lan zürafa gibi, sen bu boyla kız falan bulamazsın” diye dalga geçmek zaten o dönemlerde hassas olan duyguları iyice çöplüğe çevirebilir. “Bizim çok uzun boylu bir arkadaş vardı, bir gün dizlerini kırıp geldi okula” şeklinde örnek verebileceğim bir olay yaşamadım gerçi ama zürafa gibi boyu olmasından hiç de memnun olmayan birçok insan gördüm. Burada görmüş geçirmiş bir insan rolüne girip “her şeyin aşırısı fazla tabii” gibi bir cümle kurmayacağım. “Kimsenin boyu da ilgilendirmiyor beni açıkçası” diyerek aymaz bir insan olmayı tercih ediyorum. Sonuçta herhangi bir Nazım’ın, Ayşe’nin ya da Ziya’nın boyunun 1.70 m olmasının bana salt bir faydası yok.

Burada “boyumun 1.79 m olması için neler yaptım şimdi onu anlatacağım” da demeyeceğim. Boyum da kendi kendine oldu işte. “Bir sabah kalktığında Erdem’in boyu 1.79 m olmuştu” diye başlayan fantastik hikâyelerim de yok tabii ki. Zaten tüm hayatım boyunca yaşadığım tek fantastik olay gittiğim berberin saçımı bir kere de olsa istediğim gibi kesmesidir. Sonra saç uzayınca bir anlamı olmadı tabii ki bu olayın. Ama yine de bu olayı her hatırlayışımda yüzümde bir tebessüm belirir, Osman Abi’nin (Osman Kuaför Salonu’nun sahibi ve saçları biçimlendirmekle görevli insanı. Yani kendi işinin patronu) elini öpmek isterim.

Peki, boyumun bana bir faydası oldu mu bugüne kadar? Aslında pek yok. Beden eğitimi dersinde boy sırası yapıldığında son sıralara kalmıyordum, belki böyle bir yararı oldu sevgili boy ölçümün. Çünkü eğer sonlarda olsaydım, “sağdan say” komutu verildiğinde, “bana kaç numara gelecek acaba?” diye meraktan ölebilirdim. “Ya sayıyı yanlış söylersem?” stresi beni esir alabilirdi. Düşünsenize üçüncü sırada olup “üüüüç” diye bağırmak var, bir de sonlarda olup “yirmi sekiiizz” demek var. Oradaki yirmi sekiz sayısı sadece bulunduğun sırayı ifade eden bir şey değil. “Benden önce yirmi yedi kişi var” demek. “Bana sıra gelene kadar yirmi yedi kişinin keyfini bekledim” demek. Ki başkası tarafından bekletilmek şu hayatta en çok sinir olduğum şeyler arasındadır. Beden Eğitimi dersi de bunun hemen arkasından gelir.

Bir de “boyun uzun olacağına aklın uzun olsun” diye bir laf vardır ki ben hayatımda bu kadar zorlama bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Bu lafı, boyu kısa olan birinin, artık insanların boy konusunda üstüne gelmesiyle bunalıp söylediğini düşünüyorum. “Aklın uzun olsun” derken de “bakın benim boyum kısa ama hepinizden de akıllıyım” diye şımarıkça bir tavır takınmış bence. Bu lafı duyan insanlardan birinin de altta kalmamak için “akıl yaşta değil baştadır” dediği konusunda bir hipotezim var. Tabii bu laf da söylenince konu farklı yerlere sapmıştır. Umarım “sakla samanı gelir zamanı” sözü de bu muhabbetin sonunda çıkmamıştır. Yoksa gerçekten “bu kadar ilginç insanları neden tanıyamadım!” diye hayıflanıp durabilirim.

Tabii koca otobüsün içinde, o kadar insanın önünde kafamı bir oraya bir buraya vurup komik duruma düştüğüm için yolculuk boyunca hayıflanıp durdum. Hatta bir ara demek o kadar hayıflanmışım ki yanımdaki amca kolumu dürterek “boş ver oğul, sana kız mı yok?” falan dedi. “Yaa ama şimdi öyle değil o” diye konuya girecektim ama vazgeçtim. Amcaya gülümseyip “he dedem benim ne güzel söyledin yaa!” diyip elini öptüm, konuyu kapattım. Özel hayatımı amcaya anlatacak değildim.

9 Ocak 2011 Pazar

Vladimir'in Garip Halleri

Ne zaman okuldan çıkıp otobüse binsem hemen müzik dinleme ihtiyacı baş gösterir. Otobüs görünce elimin mp3 playera gitmesi gibi sonradan kazanılmış bir bağışıklık edinmiş olabilirim. Kazandığım garip bağışıklıklar vardır. Yüksek bir yerde camdan bakan birisini görünce “haaaayııırrrr” diyerek oradan uzaklaşmam, o binanın bodrumuna kadar inmem gibi. Yükseklik korkum vardır ve adım atarken ayağımın yerden yükselmesi bile bu korkumu tetikleyecek diye korkarım. Korku üstüne korku yaşarım. Sonra bundan da korkarım. Bugün de “Allah’ım çok korkuyorum” diye garip tavırlar takınmışken otobüsün geldiğini gördüm, “ eh biniyim bari” dedim.

“Ama olsun müzik iyidir” cümlesi otobüse bindikten sonra kendi kendime söylediğim ilk cümle oldu. Sonra biraz daha “sonradan kazanılan bağışıklıklar” konusu hakkında ahkâm kestikten sonra “doğuştan gelen bağışıklıklar neydi yaa?” sorusu aklıma takıldı. İki tane sınava girmiştim ama beynim bunu yorulmak için yeterli görmüyor gibi davranmaktaydı. “Hayır senin kapasiten belli zaten, niye bunu zorluyorsun?” şeklinde bir soru yöneltmek üzereydim beynime ancak fark ettim ki kendisi çoktan “Siyahi insanlar sarı hummaya yakalanmazlar” konusu üzerinde düşünmeye başlamıştı. Bu cümleyi ilk kez duyduğum bir biyoloji dersinde yanımdaki arkadaşım “olum keşke zenci olsaydık, sarı hummaya yakalanmazdık” gibi garip bir tespit yaptı ve başını öne eğerek üzüldü. Tüm ömrü boyunca sarı humma derdiyle uğraşmış gibi gözüküyordu. O kadar inandırıcıydı ki onun bu halini gören herhangi birisi “abi kötüysen acile falan gidelim” diyebilirdi. Fakat ben Faruk’u tanıyordum ve onun bu halini takmayarak “zenci olsaydın dünyanın her yerinde ezilirdin! Yazık değil mi adamlara bir sarı hummaya yakalanmıyorlar diye çektikleri eziyetlere bak!” diye sosyal bir tespit yaptım. Bu cümleyi duyan Faruk’un az önceki üzüntüsünden eser kalmadı ve “iyi ki beyazız” dedi. “Arkadaş ne tutarsız, ne sığ bir adamsın sen ya! Irkçılık yapma adam gibi ders dinleyelim, sonra test çözeriz” şeklinde bir cevap verdim ben de. Cümleye güzel başlamıştım ama sonunu “test çözeriz” diye getirmem tüm duyarlılığımı yok etmişti. Hele “ırkçılık yapma, ders dinleyelim” gibi kelimeleri hangi mantıkla birbirine bağlamıştım, hala bunu düşünür dururum. Bağışıklık konusunu düşünürken sonuç olarak mantıksız cümleler kurma yeteneğimi ortaya çıkarmam tabii ki canımı sıktı. Gerçi böyle bir sonuca varmasam bile canım sıkılabilirdi. Çünkü bildiğimiz basit bir belediye otobüsünde “bağışıklık” diye bir şey düşünmek ortama uygun hareket etmediğimi gösteriyordu. Otobüste olduğuma göre “nereye oturmalıyım, yanıma kim oturacak ya da arkaya doğru ilerlesem nereye kadar ilerleyebilirim” diye düşünmem gerekiyordu. Ya da “ulan akbili gönderdik ama ya geri gelmezse” şeklinde paranoyalara kapılıp, en sonunda da kendimi dizginleyemeyip “kaptan akbiller gelmedi, gönderin şunları yaa” diye kükreyebilirdim. Bunları yapmayıp, oturmuş bağışıklık hakkında düşünüyordum. Otobüste olmasa bile bir insanın durup dururken bağışıklık hakkında garip fikirler yürütmesi o insanın nasıl bir psikolojide olduğunu gösterir bence. Normal bir insan durup dururken değil bağışıklık, duyu organları hakkında bile düşünmez. Yani “kulak da ne şekilli ha böyle kıvrımlı falan” diye düşünen bir insan normal değildir kanımca.

Zaten düşündüğüm şeylerin sonunda kendimi kötüleyecek bir şey bulmazsam, o şeyi düşünülmüş bir şey bile saymam ben. Böyle de pis bir huyum vardır. İçim rahat etmez, ruhum bunalır. Ne zaman ki kendimi kötülerim, işte o zaman mutluluk beni bulur. İşte o zaman gülerim, çoşarım. İşte o zaman siyahî olup sarı hummaya yakalansam bile gözlerim parlar sevinçten. Baktım gözlerim parlamaya başlamış, hemen müzik dinleyerek duruma bir fon yaratma çabası içersine girdim. Gözlerimin nasıl parladığını nasıl anladığım hakkında bir fikrim yok. Edebi bir hava yaratmak için yazdım onu. “Rus Edebiyatı gibi olsa fena mı olur?” diye düşündüm ve şöyle bir şey olsun istedim: Vladimir Yurik o kadar mutluydu ki gözlerinin parladığını kendisi bile fark edebiliyordu. “Rus Edebiyatı’nda ağır bir kasvet havası da vardır” diyip yolculuk boyunca dinlediğim şarkının sözlerini yazarak tamamlıyım yazıyı: 50-50 varsa şansım, sebebi yok doğmuşum belli, ya seversin ya sevmezsin, sebebi çok mu önemli?

*** Uydurduğum Rus Edebiyatı Örneğinin Sonu: Vladimir Yurik’in parlayan gözleri dinlediği şarkının etkisiyle yavaş yavaş küçüldü, sonra yok oldu. Gözleri yok olunca görme yetisini kaybeden Vladimir Yurik bir de siyahi olmadığı için sarı hummaya yakalanmaktan kurtulamayarak acı içersinde can verdi. (Bir karakter yarattık; üstümüze kalmış gibi olmasın, vefat etsin istedim)

5 Ocak 2011 Çarşamba

Bak Geldim İşte

Eylül’ün ilk günlerinden birinin gecesi. Balkonun camı açık. Hava zaten sıcak. Arkadaşımla konuşurken saatin 5’i geçtiğini fark ediyorum. Sağ olsun saatlerdir beni dinliyor. “Çok konuştum, git filmini seyret hadi” diyorum. “Anlatacak çok şey var ve konuştukça da bir yere varmıyor zaten, şöyle olsaydı, böyle olsaydı demenin bir anlamı yok” diyorum. “Peki” diyor. Kapatıyorum bilgisayarı. Ayağa kalkıyorum. Elim mp3 playera uzanıyor. Açık olan cama doğru ilerliyorum. Karanlığı izlemeye başlıyorum. Şarkı da başlamış ama ben biterken fark ediyorum bunu. “Görmüyor musun kabuk bağlamıyor kanattığın hiçbir yaran… Hiçbir zaman geri dönmüyor kaybettiğin onca insan… Saat 4 olmuş; arıyorsun çaresini hüznün, kederin... Acıdan başka dermanı yok ki boş vermiş bünyenin…” diyor şarkı kulağımda. Ses gittikçe azalıyor. Sonra sessizlik. “Saat 4’ü bile geçmiş, 5 olmuş” diyorum, sanki çok önemli bir sonuç elde etmiş gibi. “Yatıyım artık…”

Yatağıma doğru gidiyorum. Tek başımayım odada. Karanlığı hep sevdim zaten, hiçbir yerden ışık gelmemesi de rahatsız etmiyor beni. Telefonumu başucuma koyuyorum. Her an çalacakmış da geç açarsam olmazmış gibi. Gözlerimi kapatmaya hazırlanırken odanın içi aydınlanıyor birden. Işık telefondan geliyor. “Yok artık” diyorum. Herhangi birinden herhangi bir beklentim yok gecenin bu saatinde. “Gecenin bu saati olmasına da gerek yok aslında” diye bir düşünce beliriyor kafamda. Ama anlamsız düşüncelerle uğraşacak vaktim yok şu an. Şu an herhangi bir şeyle yüzleşmek istemiyorum. Telefona elim gidiyor. “Kim ki bu?” sorusu var kafamda. Ekrana bakıyorum. “Pil zayıf” diyor. Acıkınca ağlayan bebek gibi bir telefonum var. Şarjının azaldığını ışığını yakarak anlatmaya çalışıyor. Ölümcül bir hastanın dünyayı terk etmeden dünya turuna çıkması gibi bir şey telefonun yaptığı. Son enerjisini de buna harcıyor. Kızamıyorum telefona. Biri arasaydı ya da mesaj gelseydi haber verirdi bana çünkü. Kalkıyorum ayağa, şarja takıyorum telefonu. Yine yanıyor ışığı, “şarj oluyor” yazıyor ekranda. Bir de pil göstergesi var, dolduğunu belli etmek istiyor gibi garip şekillerle. Mutlu bir hali var. Mutlu bir telefonum var. Anlamsızca bakıyorum telefona, çoğu zaman yaptığım gibi. Cevap olarak ışığını söndürüyor. Oda yine karanlık. Odada sadece ben varım.

Uyumaya çalışırken milyonlarca düşünce geliyor aklıma. Birçok yüz var karşımda sanki. Birkaç gün sonra beş sene olacak, biliyorum. Eğilip içeriye doğru bakıyorum, içimdeki anlamsız umutla. Göremiyorum onu. Tekrar başımı yastığa koyuyorum. Tanıdıklarım arasında daha önce hiç görmediğim biri daha var. Önce kim olduğunu çıkarmaya çalışıyorum. Ama “tanıdık değil” demiştim. “Zaman var tanımaya” demek ki diyorum. Her şeyi zamana bırakıyorum. Zamana çok yükleniyorum. Boşa giden zamanlar da geliyor aklıma. Hepsi bir şeylerle, birileriyle eşleşiyor kafamda. Bazen gülümsüyorum, çoğu zaman da acı bir tebessüm var yüzümde. Hep gülüyor gibi gözüktüğümün farkındayım. “Karanlıkta kimse görmez nasılsa” diyorum.

Geçmişi bırakıp geleceğe odaklanıyorum. Albert Camus’nün “Herkes gibi ben de düşler kurarım bazı bazı.” cümlesi geliyor aklıma. Geçmişten umduğum şeyleri aklıma getiremediğim için hayal kurmayı tercih ediyorum. Herkes gibi tüm hayallerimi mutlu bir sona bağlıyorum. “Kendimizi mutlu etmek için mi hayal kurma gibi bir yeteneğimiz var acaba?” diye düşünüyorum. Hiç kimsenin “işte böyle böyle olsa ölürüm ne güzel” diye hayal kurduğunu sanmıyorum. “Hissettiğin mutsuzlukla kurduğun hayallerin miktarı arasında doğru bir orantı var mı acaba?” diye merak ediyorum. “Ya da kendini mutlu hissettiğin zaman hayal kurmaya da çok ihtiyacın olur mu?” sorusu takılıyor kafama. “Çok fazla hayal kurduğum için mutsuz olduğum zamanlar çok fazla o zaman” diye bir çıkarım yapıyorum. Canım sıkılıyor. Sabah olmak üzere. Bazı sabahlara çok sevinçli uyandığım oluyordu. Fakat bu sabah için herhangi bir beklentim yok. O yüzden olmasa da olur. Hem karanlığı severim ben. Hem daha uyumadım.

Ezan okunmaya başlıyor. Yatağımdan doğruluyorum. Gözlerim bir noktada sabitlenmiş durumda. Kim bilir orada ne görmeyi bekliyorum. Göremiyorum. “Hava karanlık ya ondandır” diye avutuyorum kendimi. Yoksa ben de biliyorum onun orada durduğunu. Havanın aydınlanmasını bekliyor sadece, bana görünmek için. Hava çok uzun zamandır karanlık. Onun da görünmek istediğini biliyorum. Öyle olduğuna inanıyorum.

Ezan bitiyor, tekrar yatıyorum. Saatleri çalmaya başlıyor bazı evlerin. “Uyuma vaktim geldi” diye yorumluyorum bunu. Kalktığımda hava aydınlanmış olacak diye söz veriyorum kendime. “Umarım” diye ekliyorum sonuna. Rüyamda onu görüyorum, yanımda daha önce hiç görmediğim o birisi de var, hani o zamana bıraktığım kişi. Onunla beraber gidiyoruz onun yanına. Elini öpüp, sımsıkı sarılıyorum ona. “Bak geldik işte” diyorum. “Hani ‘ben hiç göremem’ diyordun, ben de ‘olur mu öyle şey!’ diye kızıyordum sana, bak karşındayız işte” diyorum. Sevinçten ağlıyor. Ağlıyoruz.

3 Ocak 2011 Pazartesi

O Kahveyi Dökmeyecektim

“Üşüdüm yaa” diyip yanımda duran küçük ısıtıcı gibimsi şeyi açtım. Sonra “iyi ki açtım, hava ne kadar soğudu yaa” diyip biraz önce aldığım karardan dolayı kendimi takdir ettim. Böylece soğuğa karşı koyabilecek, belki de hastalanmayacaktım. Biraz sonra titremeye başladığımı fark edince, küçük ısıtıcı gibimsi şeyi soğuk hava üflesin diye ayarladığımı fark ettim. Havanın soğukluğu yetmiyor, daha da fazla üşümek için anlamsız hareketler yapıyordum. “Yıl olmuş 2011, hala aynıyım” dedim ve kendime küstüm.

Sıcağı hiç sevmem, soğuk candır. Zaten soğuk bir insanım, sıcakla da işim olmaz asla. Yastığın yattığım tarafının ısınması hayatımda en nefret ettiğim şeydir ve yastığın bir tarafında yatma sürem en fazla bir dakikadır. Yastığı evirip çevirmekten uyuyamam. Yataktan kalkar, ayakta uyurum. İnsan uyuyunca dinlenir, ben bütün gece ayakta durduğum için daha fazla yorulurum ama yastıkla sinir savaşı yaşayacağıma ayaklarımın ağrımasını göze alırım. Hayat adına aldığım böyle garip kararlar vardır ve bunlardan ödün vermeyi asla sevmem.

Çok önemli olduğuna inandığım bir başka kararım ise Beşiktaş yenildiği zaman hayata küsmektir. Küçükken hem hayata küsüp hem de ağlıyordum falan ama kendimi dizginlemeyi öğrendim biraz da olsa. Şu an sadece hayata küserim, birkaç saat moralim bozulur. Bu süre içinde benle geçilen dalgaları da “ben mi yedim yaa golleri!” diye sığ bir şekilde savuşturmaya çalışırım. Ama içten içe de hırs yaparım, on bir numaralı formayı giyip rakip takıma ofsayttan da olsa gol atasım gelir. Bir zaman sonra da bu düşüncem geçer, önümüzdeki maçlara bakma kararı alırım.

Önümüzdeki maçlara bakma kararım da hayatımda edindiğim başlıca felsefelerdendir. Her konuda önümdeki maçlara bakarım. Sınavdan çıkarım, önümdeki maça bakarım; otobüs kaçar, önümdeki maça bakarım; televizyonu açar önümdeki maça bakarım. (Böyle ilkokul iki seviyesinde espri yaptıktan sonra bile önümdeki maçlara bakarım) Bu şekilde hep bir maç havam vardır ama gel gelelim ki çoğu yenilgiyle sonuçlanır. Herhangi bir şeye heveslenip de sonunda “ehe ehe” diye sevindiğim çok nadir görülür, genelde verdiğim tepkiler “tüh be bu sefer de olmadı” şeklinde olur ki beni hayata bağlayan da bu cümledir. İroninin kralını yaparım, kendimle ilgili dalga geçmeyeceğim şey yoktur. İşte bir diğer prensibim de budur. Olumsuz bir olay karşısında işi gırgıra vururum ki dışarıya bir şey yansıtmayayım. Her şeyi içimde yaşamak favorimdir. Bu şekilde konuşarak da gizemli bir hava yaratmaya çalışırım ama aldığım tepki “iyi at içine de sonra gör” olur. Neyi göreceğimi merak ederim. Hemen onu görmek isterim.

Kapının deliğinden bakıp kapının önünde bekleyen insanı görmeyi de çok severim. Gelen kişiyi kapının deliğinden izlemek kadar beni mutlu eden şeylerin sayısı çok azdır. Kapıyı iki – üç dakika açmam, kapıdaki insanı seyrederim. Sonra o insan kapının açılmadığını görüp artık gitmeye karar verince kapıyı açar, içeri buyur ederim. Vicdanım onu çok beklettiğim için rahat etmez ve gelen kişi ayakkabılarını çıkarmadan hemen çayı koyarım. Zaten çay olmadan yaşayamam. Kahve olmadan da belirli bir süre yaşarım. Kafein can ciğer arkadaşımdır. Başımın ağrısına falan iyi gelir. Kafeinle aramı bozmamak hayatta aldığım çeşitli kararlar arasındadır.

Kendime küs olduğum için kahve yapmak istediğimi kendime itiraf etmekte zorlandım ama baktım üzülme numaraları falan yapıyorum kendi kendime, kalkıp bir kahve yaptım. Sonra masama doğru gelirken yerde duran çantama takıldım, kahveyi küçük ısıtıcı gibimsi şeyin üzerine döktüm. “Heh çok ısıtıyordun ya şimdi olağanüstü bir performans sergilersin” diye söylendim. Bana verdiği cevap yavaşlayarak durmak oldu. “Şahtın şahbaz oldun! Aferin valla aferin!” diye tekrar kızdım kendisine. Tekrar kahve yapmak da zor geldi, istemsizce önümüzdeki maçlara bakacağız artık dedim. Sonra utandım.

2 Ocak 2011 Pazar

Beni Yenemeyeceksin Şemsiye

“Şemsiye” isimli şeyin dünya üzerindeki en saçma icatlardan biri olduğuna dair sarsılmaz bir inancım vardır. Herhangi bir şemsiyeden nefret etmek için onlarca neden sayabilirim. Şemsiyeye şemşiye dendiğini duymak bile şemsiyeden iğrenmek için geçerli bir sebepken bir de rüzgârlı bir havada şemsiyeye sahip çıkmak için şekilden şekle giren insanoğlu, o anları sonradan seyredebilse, düştüğü halleri görse, şemsiyeyi evladı olsa eve sokmaz.

Geçen pazartesi günü deli gibi yağan yağmur yüzünden bir ara gözümdeki lensler bile kaydı, bulanık bulanık gördüm ama yine de çantama zorla sıkıştırılan şemsiyeye teslim olmadım. Sonra kafam üşüdü iyice, sular akıyordu her yerimden bir zaman sonra ama şemsiye galip gelemedi. Lenslerim de yerine geldi zaten hemen.

Ama o şemsiyeyi çantamdan çıkarsaydım otobüs yaklaşırken onu kapatma stresiyle baş başa kalacaktım. Otobüs tam durağa yanaştığında şemsiyeyi kapamış olmam gerekiyordu ki otobüsün kapısında kalabalık oluşmadan hemen biniyim ve oturabileyim. Oturmasam da problem değil ama bu kez de hem tutunacak bir yer bulmam, oraya tutunduktan sonra da şemsiyeye sahip çıkmam gerekiyordu. Şemsiyeyi aşağıda tutsam etrafımdaki insanların herhangi bir yerine çarpması durumunda orta çaplı bir tartışma yaşayabilirdim. Çünkü sabahları en munis insanlar bile birer canavara dönüşebiliyor. Şemsiyeyi havaya kaldırsam, bu sefer de tepesinde durduğum amcanın ya da teyzenin kafasına su damlaması gibi bir ihtimal yüzünden laf yiyebilirdim. Hâlbuki bir damla su, on sekiz molarlık HCl (bilmeyenler için hidroklorik asit) gelmiyor kafasına ama yine de insanların ıslanma fobisi var. Bu fobiyi canlandırmak istemezdim. Diyelim ki şemsiyeye sahip çıkmak için optimum durum sağlandı, herhangi bir olaya karışmadan Taksim’e geldim ve otobüsten indim. Şimdi de yirmi beş – otuz metre yürüyüp beni okula götürecek olan diğer otobüse binmem gerekiyordu. Bu sefer aklıma gelen düşünce şu olacaktı: İki adım için şemsiye açmaya değer mi? Bir – iki dakika bunu düşünecektim ve bu süre sonunda da zaten otobüsün bulunduğu yere varmış olacaktım. Kafamdaki düşünceye yoğunlaştığım için şemsiyeyi açmak aklıma gelmeyecek ve ıslanmış olacaktım. Ee madem ıslanacaktım, neden şemsiye taşıyordum değil mi?

Otobüse binince oturacaktım ama şemsiyeyi nereye koyacaktım? Çantama koyamazdım, laptop vardı. Laptopun ıslanması işime gelmezdi. Laptop olmasa, bu kez de defterim ıslanacaktı ve koca dönem boyunca tutmuş olduğum iki sayfalık nottaki kelimeler birbirine girecekti. Okuduğum kitabında ıslanma gibi bir ihtimali vardı ki zaten buna asla dayanamazdım. Çünkü bazen aldığım kitabı bile okumam ben, cildi bozulmasın, sayfaları yıpranmasın diye. ( Evet, garip takıntılarım var.) Şemsiyeyi ayaklarımın yanına koysam, bu sefer de yerler pis, şemsiye kirlenecek, sonra ben onu elime alacağım, otobüsün pis tabanındaki mikroplar bana taşınacak ve “yemek bulduk ehe ehe” diye sevineceklerdi. Sabah sabah mikroplara ev sahipliği yapmak hoş bir şey değildi. Sanılmasın ki akşamları evde mikrop beslerim. Mikropla, pislikle selamım sabahım yoktur. Gördüğüm yerde kendilerinden kaçarım. Şemsiyeyi çantaya koymadık, yere koymadık, bu durumda tek seçenek kalıyor: kucağımda tutmak. Ee o zaman üstüm yine ıslanacaktı, şemsiye taşımanın da bir esprisi olmayacaktı.

Diyelim ki şemsiyeye bana hiçbir zararı olmayacak şekilde sahip çıkmayı başarabildim ve okula geldim. Bu kez de dersimi görüp, ders bittikten sonra sınıftan çıkarken şemsiyeyi orada unutmamam gerekiyordu. Zaten dikkat ettiyseniz, şemsiye her gün yanımızda taşıdığımız bir şey olmadığı için, insanlar genelde şemsiyelerini bir yerlerde unuturlar. Ders bitip de sınıftan çıktıktan sonra tekrar sınıfa doğru koşan ve “Aaa şemsiyemi unuttum” diyen onlarca öğrenci görebiliriz yağmurlu havalarda. İşte bu duruma düşmemek için tüm dikkatimi şemsiyeye vermem gerekiyordu. Ee tüm dikkatimi sıranın altına koyduğum şemsiyeye verirsem girdiğim dersten ne anlayacaktım? Madem girdiğim dersten bir şey anlamayacaktım neden sabahın köründe, buz gibi havada okula geldim ki? Bütün gün uyuyup, güzelce dinlenebilirdim, akşama da çalışabilirdim o dersi. Hem şemsiyenin yarattığı stresle de uğraşmazdım. Kafam rahat olurdu ve buz gibi havada da boşuna üşümezdim. Okulda kupkuru bir tost yiyeceğime anneciğimin yaptığı sıcacık ev yemeklerinin keyfine varırdım. Sonra “Anne yaa bir çay mı demlesek?” diye ortaya bir laf atar, çay yapılınca da kırmızı Nescafe kupamdaki çayımı içerdim.

Tamam, hadi girdiğim hiçbir sınıfta şemsiyeyi unutmadım ve derslerden de en fazla verimi almaya çalıştım. Ev yemeği gibi olsun diye yemekhanede yemek yedim, sonra gittim kantinde çay içtim. “Çok açık olmuş bu çay yaa!” diyerek elimdeki çayı beğenmedim ama içim ısınsın diye çayı bitirdim. Yapılan gırgır, şamatadan sonra vakit ilerleyecek, dersler bitecek ve artık eve dönüş yolculuğu başlamış olacaktı. Akşam vakti olduğu için hava iyice serinleyecekti ve rüzgâr şiddetini iyice arttıracaktı. Yağmur dinmemiş olacağı için “elimdeki şemsiyeyi açmazsam komik duruma düşerim, benim hakkımda ‘yağmur yağıyor ama elindeki şemsiyeyi açmadan taşıyor nihoho salak mıdır nedir!’ diye düşünürler” şeklinde bir düşünce gelecekti aklıma ve sonunda o şemsiye açılacaktı. Açılan şemsiyeyi tutmak için bir elime ihtiyacım olacaktı ve “solağım ben, sol el lazım” diye düşünecek ve şemsiyeyi sağ elimle taşımaya karar verecektim. Böylece sağ elim donacaktı. “O zaman sol elimi cebime sokayım da ısınsın, yazık” diye düşünecek ama rüzgâr çok şiddetli estiği ve şemsiyeyi ters çevirmeye çok kararlı olduğu için, rüzgâra karşı koymak amacıyla iki elimle şemsiyeye sahip çıkmaya çalışacak, rüzgârda bir ona yana, bir buna yana savrulan şemsiye ile koca Kuzey Kampüs’ün ortasında millete rezil olacaktım. Şemsiye savrulduğu için yağmur yine üstüme yağacak ve böylece hem ıslanacak, hem üşüyecek hem de “koskoca çocuk ama bir şemsiyeye sahip çıkamayacak kadar beceriksiz” damgası yiyecektim. O kadar rüzgâra dayanamayan şemsiyenin tellerinden bir ya da ikisi yerlerinden çıkacak, bu kez de bu telleri herhangi bir insanın gözüne sokmamak için çaba sarf edecektim. Yani bir şemsiye taşıyacak ama hem ıslanmamaya çalışacak, hem şemsiyenin ters dönmemesi için uğraş verecek hem de insanların göz sağlığını düşünecektim. Bu kadar büyük bir sorumluluk hayatım boyunca verilmemişti bana ve bu buz gibi havada bu görevleri yerine getirmeye çalışacaktım öyle mi? Otobüse binince yine aynı dertleri yaşayacaktım. Sabah uyguladığım taktiklerden medet umacak, bu taktikler işe yaramazsa elimdeki şemsiyeyle biçare bir şekilde kalacaktım. Bir de eve varında sayın şemsiyemiz kurusun diye onu açacak ve krallar gibi banyonun ortasına koyacaktım. O da bütün gün çok iş yapmış gibi keyif yapacaktı orada.

“Yoo dostum, seni şımartacak olan insan ben değilim, benden uzak dur” dedim kendisine ve ellerimi cebime sokup, Redd’den “Keyifli Bir Gün” dinleyerek yağmurun altında yürüdüm, otobüse de binmedim.