29 Mayıs 2013 Çarşamba

Göbekli

Bugünlerde en fazla duyduğum cümleler şu şekilde: “Sen kilo mu aldın? Valla aldın he! Şişmanladın mı sen? Biraz göbek çıkmış sanki? Suratından belli canım, valla almışsın. İyi bakıyorlar sana. Tabii bir de bütün gün oturuyorsun, oturmak böyle yapıyor insanı.” Zaten şirkete girerken her sabah ve şirketten çıkarken her akşam mutlaka herkes bir sıradan geçiriyor beni. 50 tane çalışan var, arkadaş hepsi mi aynı şeyi söyler!

Bu kadar çok tepki alınca ve evdeyken de aynı şeyleri duyunca, dedim ki “Galiba kilo aldım, bir spora gideyim ben. Hem kilo veririz, sağlıklı yaşam falan, bunlar önemli şeyler, hem de ‘Spora gidiyorum yeaa’, ‘Spordan çıktım yeaa’ gibi cümleler kurmak insana hafif bir büyüleyici özellik katıyor. Kendimi bu konuda ikna etmek biraz uzun sürdü, şimdi kim akşam işten çıktıktan sonra haftanın bilmem kaç günü spora gidip aletlerin üzerinde çeşitli hareketler yapacaktı? Zaten alışmışım eve geldiğim gibi kendimi yatağa fırlatmaya, yani normal bir yatış değil bu, odama girer girmez, koşarak yatağa doğru bir atlayış ve atladıktan sonra da birkaç turluk zıplayıştan bahsediyorum. Bir de bu yaşa kadar bünye, spor nedir bilmemiş. Beden eğitimi dersinde yapılanlar dışında vücuda hareket kabiliyeti kazandırabilecek herhangi bir hareket yapılmamış. Haftada 2 saatlik beden eğitimi dersi de ne kadar zaten insana? Ki bu insan takla atmayı bile beceremiyorsa, bu yaşına kadar spor kavramı çok yabancı kalmış olmalı.

Fakat annem ve İrem’in baskıları neticesinde “Tamam yeaa gideriz of tamam, gidelim bakalım tamam yeaa” şeklinde tepkiler vererek bir spor salonuna yazılmaya karar verdim. Birçok kez söylediğim gibi, felaket derecede gaza gelen bir yapım olduğu için de spor salonuna yazıldığım akşamın ertesi günü hemen spor çantaları, spora uygun kıyafetler, havlular falan alındı. Çeyiz hazırlığı gibi. Sanki ertesi gün hemen yıldırım nikahıyla evleniyorum. Nasıl bu kadar gaza geliyorum hiç anlamıyorum da. Yapmaktan nefret ettiğim bir şey bile olsa, eğer bir şekilde onu gerçekleştirmeye ikna olduysam, sanki bugüne kadar onsuz duramamışım da hatta nefes almam bile ona bağlıymış gibi davranıyorum. Hiçbir şey eksik olmamalı, yoksa çok ayıp olurmuş gibi.

Tabii gaza gelme olayı böyle kıyafetle, çantayla falan sınırlı kalmadı. Çünkü sadece spor yapmak yetmezdi, yediğimiz şeylere de dikkat etmeliydik. Bu dahiyane(!) fikir aklıma gelince koşa koşa markete gittim. Hatta koşarak gittiğim için de “Spor olayına şimdiden uyum sağladım, yemin ederim her şeyin hakkını vererek yapan bir bireyim” diye kendi kendime çıkarımlar yaparak biraz şımardım. Markette ne kadar probiyotik yoğurt, kepekli bisküvi, yağı azaltılmış kraker, uzun proseslerden geçerek tam vücudumuza uyacak şekilde hazırlanmış çikolata, yağları eriten çay, yağları eritmekle kalmayıp onlar hallaç pamuğu gibi atabilen su falan ne varsa topladım. Kasada ödeme yaptıktan sonra “Aslında bu paraya 5-6 tane menü yenirdi Burger King’e gidip” falan dedim. Belli bir zihniyeti oturttuktan sonra ondan vazgeçebilmek kolay olmuyor dostlarım.

Ve spora gitme vakti geldi çattı. Salondan içeri girince fark ettim ki herkes kas yapmaya çalışıyor, kilo vermek isteyen pek yok. Ben de sanki kas yapmaya gelmişim de kiloyla alakalı en küçük bir sıkıntım yokmuş gibi bir izlenim uyandırmak istediğimden, göbeğimi içime çekerek yürümeye başladım. Hatta bir ara o kadar çok çekmişim ki, göbeğim sırtımdan çıktı. İlginç bir yaşam formu gibi gözüktüğümü fark ettim. “Acaba biraz daha içime çekersem, sırt bölgemden “fiyuut” diye kaçar gider mi göbeğim? Böylece hiç spor yapmadan istenmeyen kilolardan kurtulurum” diye düşündüm. Uğraştım ama olmadı. “En iyisi normal yollardan kilo vermek, hiç böyle deneysel çalışmalar içerisine girmemek” diye düşünüp bana “Hoca” olarak takdim ettikleri yaklaşık 1.30 boylarındaki adamın yanına gittim. Adam kilo vermeyi yanlış anlamış ve uyguladığı garip programlarla yanlışlıkla boyunu kısaltmış gibiydi. “Ulan yanlışlıkla benim de boyumu kısaltmasın? Kilo verelim derken pigme olup çıkmayalım!” diye hafif bir tedirginlik yaşadım ve geri dönmeye kalkıştım. Ama kilo vermek de gerekliydi. “Neyse, baktım 1-2 santimetre kısaldı boyum, o zaman bırakırım sporu, 1-2 santimetre toleransım var şu an” diye bir karar alıp adama doğru eğilerek “Merhaba” dedim.

Hoca sıfatlı adamın ilk dediği şey “Buyurun tartılın” oldu. Kendi kendine tartılmak neyse de, yani şimdi herkesin gözü önünde ne gerek var? Allah’tan konuşan tartı değildi de bütün salona rezil olma ihtimalim yoktu. Çünkü çirkin bir durum bu. Düşünsene, “395 kilosunuz” falan diyor bir alet sana. Çıktım tartının üzerine, fakat gördüğüm sayıya inanamadım. Arkama dönüp baktım ki, adam ayağını tartının üzerine koymuş da fazla kilo çıksın diye şebeklik yapıyor mu? Öyle bir şey de yoktu. “Demek ki” dedim, “Tartının ayarıyla oynamışlar ki millet hemen spor yapmaya ikna olsun diye.” Çünkü bu kadar olamazdım.

“Önce bisikletle başlayalım” dedi adam. Ben de saf ayağına yatıp spor yapmaktan kaçmak için, “Yalnız ben bisiklet kullanamıyorum” dedim. “Yok hareket etmiyor bu bisiklet, sadece pedalları çeviriyorsunuz” diyen adamın gözlerindeki bakışı görünce, durup dururken kendimi rezil ettiğimi anladım. “Biliyoruz herhalde öyle olduğunu, kör cahil miyiz! Espri yaptık!” desem, salonun haylaz öğrencisi gibi gözükeceğim ilk günden, hiç hoş değil bu da. “Aa!” falan diyerek, adamın gözündeki zeka yaşımı iyice 3’e falan düşürerek hareketlere başladım.

Pedal çevirmeye başladım ama bence gayet sıkıcı bir şeydi. O kadar çeviriyorsun ama sabit duruyorsun. Üzerinde oturduğum şeyin saçma bir icat olduğuna kendimi inandırdım, zaten 3 saattir yapıyormuşum gibi gelmesine rağmen henüz 2 dakikadır pedal çeviriyor olduğumu fark edince, indim. Hocanın benden uzaklarda olduğuna kanaat getirince de aletin dakikasını ileri almanın bir yolu yok mu diye bakındım. Daha beter sıfırladım süreyi. Şimdi hiç yapmamışım gibi olacaktı. “Emeğimi yedirtmem arkadaş!” diye hiddetlenerek hocanın yanına gittim. “Bitti yeaa mitti yeaa” falan dedim. Sonra bana antin kuntin hareketler yaptırdı. Bacaklarımızı çalıştıracakmışız. Ya ne gerek var! Öyle çok büyük beklentilerim yok bir bacaktan, çok kuvvetlensin de beni uzaya fırlatsın falan. Adım atıyor mu, atıyor! Yeter bu bana! Kas olacakmış oralarda, vücudun bilmem ne bölgesi de çalışacakmış o hareketleri yaparken. Ya ben istemiyorum kas falan, çalışacak dediği yer de 26 yaşına kadar hiç kullanmadığım bir bölge. Omuriliğimin 3 santimetre sağ tarafı çalışsa ne olacak! Bugüne kadar çalışmadı da ne oldu!

Neyse, bin bir zorlukla o hareketleri de yapınca, hoca yanıma gelerek, “Biraz da yürüyelim” dedi. Başladık yürümeye. “Bu ne lan böyle spor mu olur! Kel bir adamla dolaşıyorum resmen!” diye kendi içimde atarlanırken, beni koşu bandına götürdü. Koşu bantları salonun öbür ucunda olunca, “Yürüyelim” kelimesinden kast ettiği şeyin “Salonda turlayalım” olduğunu düşünüp korkmaya başlamıştım. Zeynep’le yürümek varken, neden elalemin adamıyla dolaşacaktım ki!

Koşu bandının üzerinde son nefesimi verme hazırlıkları yaparken, “Bugünlük bu kadar yeter!” cümlesiyle kendime geldim. Salondan çıkıp kendime kola aldım. Annemin “Ee nereye gitti o kadar yaptığın şey!” cümlesini de “Lİght kola anne bu! Kalori vermediği gibi, olanları da götürüyor” diye kendi saçma çıkarımlarımla karşıladım. Annem inanmadı.

Spor yapmaya başlamakla beraber, artık “Oha! Çok kilo aldın!” diyenlere karşı söyleyebileceğim bir cümlem vardı: Spora gidiyorum ben yea! Böylece kilo kelimesini duymaktan kurtulacaktım. Fakat insanlar daha da çirkinleşerek “Spora gidiyorsun ama bir değişiklik yok, aynısın yani. Yediklerine de dikkat etmen gerek!” gibi cümleler kurup beni iyice çökertmeye başladılar. Arkadaş, bir durun, sabredin, zınk diye verilmiyor işte. Bir de her sabah “Günaydın” dedikten sonra, “Bugün de kilo verememişsin. Spora da gidiyorsun üstelik” demek ne demek? Acaba ciddi ciddi bir fark yok mu yoksa bazı insanların benle konuşabilecekleri tek cümleleri var ve sadece onu mu kullanıyorlar?

Bir fark olup olmadığını anlayabilmek için de birkaç kez daha spora gittikten sonra, artık gitmemeye başladım. Bunu da buradan ilan ediyorum. Gidince bir şey olmuyorsa, ne gidecektim ya! Sırtımdaki kaslar da çalışmayıversin! Göbek de evrensel bir sorun neticede, herkeste var! Hem zaten önemli olan fiziki görünüş değil, manevi güzellik hashfnapnhgfpa.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Hoş Geldin!

Odasında sessiz sedasız otururken, yine istemediği şekilde başlayan sabahı ve gelmesini asla istemediği geceyi düşünüyordu. Kendisine misafir olmasını hiçbir zaman kabul etmek istemediği fakat ne kadar istemiyor olursa olsun, yine de bir şekilde kapıdan bacadan girerek yatağının yanı başında her gün karşısına çıkan gece, belki de istenmediğini anlamış ve yerine sabahı bırakarak çekip gitmişti. Uyandığı zaman, yani gecenin onu terk ettiğini fark ettiğinde, “Çok güzel uyuyordun, uyandırmaya kıyamadım” notunu görmeyi umut etti ama böyle bir not, anca gerçekten çok güzel bir şekilde uyuyanlara bırakılırdı; bir o yana, bir bu yana dönerek, kafasının altındaki yastığın yönünü durmadan değiştirip üzerindeki yorgana tekme atarak uzaklaştıran ama bir zaman sonra da üşüdüğünü ve sığınmak için yorgandan başka herhangi bir şeyinin olmadığını fark edip yine üzerine onu çekerek çaresizliğine üzülen insanlara değil.

Yatmadan önce masasına bıraktığı kutu kolanın geri kalanını içmek için kutuya doğru uzandı. Kolu yetişmediği için ayağa kalkmak zorunda hissetti kendisini, bu da uzun süredir oturduğu yatağından artık kalkması için iyi bir bahane oldu. Uyudukça kısalan kaslarının açılması için bir iki hareket yaptı ama her zaman olduğu gibi her işin sonunda kendine zarar verebilmeyi başarıp boynundaki kasların birinde bir acı hissetti. Kafasını iki yana oynatarak acıyı hafifletti. Keşke başka şeyleri de sanki böyle süper kahramanmış gibi kafasını kendi ekseni etrafında tur attırarak çözebilseydi. Dünyanın en komik süper kahramanı! Kafa adam!

Asidi kaçmış ve şerbet gibi olmuş kolayı kafasına dikerken, bir süper kahramana nasıl da ihtiyaç duyduğunu fark etti. Öyle bir süper kahraman olurdu ki belki, şimdi içtiği kolayı bile fabrikadan ilk çıktığı hale bile getirebilirdi. Basit şeylerle mutlu olmayı kendine şiar edinmiş birisinden bahsediyorduk çünkü.

Kolayı aldığı yere bırakıp yanında olmasını beklediği süper kahramanını düşündü sonra, nasıl birisi olması gerektiğini, onun için ne anlam ifade edeceğini. Bir kere dinlediği müziği çat diye önüne getirip onunla birlikte dinlemeliydi. Birlikte eşlik etmelilerdi çalan şarkıya. Bir kitapta beğendiği bir cümlenin altını çizmek istediğinde, süper kahramanı zaten çoktan çizmiş olmalıydı. Bir kitabın içindeki binlerce cümlenin içinden birbirlerinden haberleri olmadan aynı cümleyi seçtikleri için birbirlerine gülümsemelilerdi ve süper kahramanın da dönüp ona “Ben bunun için varım zaten” demesi gerekirdi, “Seni mutlu etmek için”. Sonra bir gün, şehrin on binlerce sokağının birinde ilerlerken, aynı şeyin dikkatlerini çekmesini isterdi. Belki eski bir ev, belki arabanın altında kalmaktan son anda kurtulmuş ve annesinin yanına koşarak giden bir yavru kedi, belki topu ağacın dallarına takılı kalmış ve onu oradan kurtarmaya çalışan bir çocuk. Belki birlikte bu çocuğa yardım bile edebilirlerdi ve süper kahraman bu sorunu da hemen çözerdi. Süperdi çünkü. Akşam olup da eve döndüğünde ve balkona çıkıp eline kahvesini aldığında karşısına geçip oturacak, hiç usanmadan onu dinleyecek, dinlerken de huzur verecek bir süper kahramanı, kim, neden istemesin, değil mi? Ya da gelmesini hiç istemediği, çünkü geldiği zaman, onun kopkoyu bir çaresizlik içinde kalmış gibi hissetmesine neden olacak ama bu çaresizliği başından def etmek için de yapacak hiçbir şeyi olmayan bir insanın, o hiç sevmediği geceye bile huzurla kavuşmasını sağlayacak bir süper kahramanın varlığı, nasıl kötü bir şey olabilir ki? Başını yastığa sıkıntıyla değil, mutlulukla koyabilen bir insan… Çünkü biliyor ki yanında süper bir kahraman var.

Süper kahramandan anladığı şey buydu işte, duvara ağ atıp tırmanan, yemyeşil bir dev olup şehri kötülüklerden koruyan ya da pelerininin de yardımıyla uçabilen bir şey değil. Ansızın ve nedensiz bir şekilde gelen, denizine yorgun sokaklarını dökebileceği, saatlerin yetmeyeceği, hasretinin akrep, yüzünün yelkovan olacağı bir süper kahraman…

Hoş geldin…

http://www.youtube.com/watch?v=XvoK7tLbxbU
http://www.youtube.com/watch?v=-gwSnIl3aBc

30 Nisan 2013 Salı

Çıkar Onu Yerinden! Aferin!

Herhangi bir işi yaparken kendimi o kadar çok dağıtıyorum, üstüme başıma o kadar çok şey bulaştırıyorum ki, kendime zarar vermek için yemin etmiş gibiyim sanki. “Dikkatsiz ve Dağınık Çalışmanın 10 Altın Kuralı” diye bir kitap yazılmadıysa, ben yazabilirim.

Yüzyıllar süren kimya eğitimim boyunca mütemadiyen duyduğum cümleler şunlardı: “Kimyasal maddelerle çalışırken dikkatli olun! Elinize, yüzünüze bulaştırmayın, koklamayın, yemeyin, yutmayın!” Peki ben bunu dinlemiş miyim? Hayır! Sanırım aklımı başıma toplamam için, suratına kimyasal madde atılan ve anında kafası eriyen bir adamı gösteren bir video izlettirilip, “Bak gördün mü? Yeminle böyle olursun sen de!” denilerek çeşitli korkulara gark ettirilmem gerekiyordu. Görsel bir örnek olmadan, bazı şeyleri kafasında oturtturamayan bir bireyim. Okulda ne görsem, elimi sokuyordum içine, “Çalışmaya başlayınca yapmam, sonuçta ekmeğini bu meslekten kazanan biri olacağım mezun olunca, ona göre davranmak lazım tabii!” diye fikirler yürütüyordum ama değişen bir şey yok. Değişikliklere adapte olamayan biriyim sanırım. Bir alışkanlık tutturunca son nefesimde bile onu yapmak istiyor gibiyim sanki. Çünkü şirkette laboratuvara girip de herhangi bir kimyasal görünce “Aha bu ne lan!” diyerek “Zort!” diye dirseğime kadar sokuyorum kolumu içine, kokusunu alveollerimin en derinine kadar çekiyor, “Elektronların hareket ederken sesi çıkıyor mu acaba?” diye merak edip kulağımı dayıyorum kimyasalın içinde bulunduğu kaba.

Bu sabah bir hevesle laboratuvara girip işimi yapmaya başladım. Keyfim yerindeydi, dünden beri dinlediğim şarkıyı, sesimin berbat olduğunu düşündüğüm için, içimden söylüyor, kullanacağım malzemeleri deli gibi bir mutlulukla dolaplardan çıkarıyordum. Artık nasıl mutlu edildiysem, iş yaparken bile bu mutluluğu kullansam, sonu gelmeyecek gibi hissediyordum. Fakat malzemeleri dizdikçe ortalığı dağıtmaya başladım, hatta bir maddenin kapağını açtıktan sonra kendisini çalkaladım. “Lan!” diye kendimi uyarmam çok işe yaramadı, etraf pislik içinde kaldı. İş yaparken favori cümlelerimden biri olan “Neyse, sonra temizlerim” cümlesini bir kez daha büyük bir zevkle kurdum. Yavaş yavaş malzemeleri aynı ortama ekleyerek karışımımı hazırlamaya başladım. Dağınık ve pis bir şekilde çalıştığımı söylemiştim. İnsan böyle olunca eli, kolu kimyasal madde içinde kalıyor tabii. İşte böyle durumlarda, artık gelecek nesillere öğüt verirken kullanabileceğim bir cümlem var: Pis ellerinizi gözünüze sürmeyin.

İşte bugün boya yaparken gözümde kesinlikle hiçbir kaşıntı ya da başka herhangi bir şeye karşılık gelebilecek bir istek olmadığı halde, kimyasal madde bulaşmış elimi hafifçe gözüme doğru götürdüm. Tek elimle iş yaparken, diğeri boş durunca kendimi rahat hissetmeyen biriyim sanırım. Bu süreç içerisinde elimdeki kimyasaldan kaynaklanan parlaklığı görünce, “Acaba bir şey olur mu gözüme sürsem?” diye düşünmedim değil. Evet, düşündüm fakat her nasıl olduysa kendimi bir şey olmayacağına inandırdım. Canım istediği zaman kendimi çok güzel bir şekilde ikna edebiliyorum. Baktım, yeterince ikna olmuşum, hazır bu kadar ikna olmuşken de fırsatı kaçırmak istemedim ve elimi “fijiitt” diye sol gözüme sürdüm. Sanki bir şeye duygulanmışım da, buna karşılık olarak gözlerim dolmuş ve akmakta direnen gözyaşlarımı siliyor gibiydim. Çok naif bir hareket yapmıştım ve bu anı videoya çeken biri olsaydı “Duygusal kimyager ağlıyor! Kıyamaaamm! Facebook silmeden izle!” başlığıyla yayınlanacak görüntülerim olabilirdi.

Bir süre sonra gözümde bir yanma ve ıslaklık hissedince “Acaba gerçekten durup dururken duygulandım da ciddi ciddi ağlamaya mı başladım?” diye düşündüm. Neye duygulanmış olabilirdim ki? Şu an en fazla “Kaç yıl okuttu anam, babam beni, sonunda mesleğimi elime aldım ve şu an çalışıyorum, benle gurur duyuyor olmalılar!” diye düşünüp gözyaşlarımı tutamıyor olabilirdim. Ağlamamı gerektiren başka bir şey olamazdı şu an. Gülmek için elimde çok güzel nedenlerim olabilirdi ama istesem de ağlayamazdım sanırım. Gözlerimin neden yanıyor olabileceği hakkında kendimce fikirler yürütürken, yanıma Cansu geldi ve “Erdeeem! Senin gözüne ne olmuş!” diye hayretle bağırdı. Şu sahne G.O.R.A’da olmasaydı, ben yaratabilirdim: Ne olmuş!

“Kıpkırmızı olmuş! Ne yaptın böyle!” tepkisi de gelince, dedim ki “Gidip bir bakayım. Belli ki bir şey olmuş, zaten bir şey hissediyordum, galiba hisli bir insanım”. Lavaboya gittim, o an aklıma uzun zamandan beri kafamda olan ama bir türlü gerçekleştiremediğim eylemi yapmak, yani lavaboda, yerden tavana kadar kaç tane fayans olduğunu saymak geldi. Tam bunu yapmaya kalkışacakken gözümden bir damla yaş süzüldü ve fayansları saymanın şu an sırası olmadığına kendimi ikna ettim. Çünkü fayans sayacağım diye gözyaşı döküyor olamazdım. Olayı yine “Anam, babam eğitimimi aldırdılar ne güzel, sayı saymayı bile biliyorum!” boyutuna indirgeyip, gururla ağlıyor olabileceğimi düşündüm fakat gözümden süzülen yaşlara bir de gözüm alev almış gibi bir şey eşlik edince lavaboya asıl geliş amacımı hatırladım.

Kafamı yavaşça aynaya doğru çevirdim. Gördüğüm manzaradan tam olarak emin olamadığım için, aynanın karşısından çekilip iki saniye bekledikten sonra tekrar baktım. Komikçi birisi, lavaboya insanların kendilerine baktığında şaşırabilecekleri bir ayna yerleştirmiş olmalıydı. Karşımdaki manzaranın başka türlü bir açıklaması olamazdı. Bu ayna korkunç hikâyelere tanıklık etmek için yerleştirilmiş olmalıydı ama suratımızı başka şekillere sokabilecek komik aynaların da olabileceğini düşünüp etrafa bakındım. Bir şey yoktu. O zaman gördüğüm şey ben olmalıydım. Gözünün olması gereken yerde bir adet yanardağ olan ve doğa şekilleri ve insanlık arasında kalmış garip bir yaşam formu.

Nasıl bir tedavi süreci izlemem gerektiğini düşündüm ve aklıma gelen ilk seçenek lensimi çıkarmak oldu. İrisi ya da retinayı oradan çıkarıp, elimde temizledikten sonra yerine takmam imkânsızdı ama lensi çıkarmak mükemmel bir çözümdü. Elimizde tek bir seçenek varsa, onun her zaman en iyisi olduğuna kendimizi inandırırız.

Lensi çıkardım, biraz su sürdüm, acım diner gibi olmuştu. Fakat bir gözümde lens varken, diğerinde olmaması yüzünden, bir yandan parlak parlak görüyor ve günü yaşıyordum, bir yandan da bulanık gördüğüm için sanki geçmişe dönmüş, o günleri puslu bir şekilde hatırlıyordum. Zaman makinesi icat edilirse, patentini ben almalıydım.

İnsan denen canlı, vücudunda herhangi bir rahatsızlık hissedince bunu hemen paylaşmak ister ve teselli edilmeyi bekler. Her ne kadar en gelişmiş canlı olduğumuzu iddia etsek de, aslında zayıf ve kırılgan bir yapımız var. Zayıflığımdan ve kırılganlığımdan faydalanarak “Kime söylesem acaba yaptığım saçmalığı?” diye düşündüm ve sonuca varmam çok çok kısa sürdü. Her şeyi eline yüzüne bulaştıran ben, bu sefer doğru bir iş yapacaktım. Telefonu elime alıp, yazmaya başladım…

Not: Gözüm iyi. Stop. Selamlar. Stop.

29 Nisan 2013 Pazartesi

25

Bir kitabın 10000 adet basıldığını ve bunların hepsinin satıldığını düşünelim. Sen de aldın ve okudun bu kitabı. Demek ki senin gibi 9999 tane daha insan var. Okuduğun ikinci bir kitabı, bu 9999 insan içinden alan insan sayısını düşün. Çok büyük ihtimalle karşına çıkacak sayı 9999’dan daha az olacak. Artık senin gibi olan insan sayısı daha az yani. Üçüncü bir kitap, dördüncü bir kitap diye ilerledikçe bu sayı gittikçe azalacak ve ortak yönünün olduğunu düşündüğün insan sayısı belki de bir elin parmaklarını geçmeyecek.

Elindeki bu çok az insanın senin sevdiğin herhangi bir şarkıyı sevme ihtimalini düşün. Karşına çıkan sonuç çok az olmalı. Kurtarabildiklerinle ikinci şarkıya ilerle şimdi. Bu şarkıyı günde 5468448447971 kez dinlediğini ve yanındakilerin de onu dinleyebilmiş olacağını hayal et. Ama yok olmadı, yolda kaybettin bazılarını değil mi? Üçüncü şarkıya geç, başka bir şarkıcı ya da grup bul, hepsinden aynı keyfi almaya çalış derken iyice yalnız kalacaksın sanki.

Kitapları geçtin, müziği bitirdin, o zaman şimdi bir de dizi, film falan düşün. Aynı kitapları okuduğun, aynı şarkıları dinlediğin insanlarla bir de aynı dizileri ve aynı filmleri seyredebileceğini hayal et. Giderek zorlaşıyor olmalı her şey. Dünyada milyarlarca kitap, trilyonlarca şarkı, bir sürü bir sürü dizi ve film var ve evet, bunların hepsinin sayısı arttıkça, diğer insanlarla aynı şeyleri yakalama ihtimalin git gide azalıyor. Basit matematik aslında bu. Payda arttıkça kesrin değeri küçülür ve elinde hiçbir şey kalmayacağına dair inancın tavan yapar. Yani işin çok zor. Ama diyelim ki öyle bir rastlantı oldu ki, tüm bu sayılanlardan aynı zevki alabildiğin bazı insanlar kaldı. Kendini şanslı sayman için yeterli mi bu? O zaman şuna bakalım.

Bu insanların içinden kaç tanesiyle herhangi bir olaya tepki verirken aynı kelimeleri kullanabilirsin peki? Ya da bu insanların içinden kaç tanesi senin çok sevdiğin kelimeleri kullanır konuşurken? Kimle aynı düşüncelere sahip olabilirsin? Kimle bir olay hakkında aynı yorumları yapabilirsin? Su içtiğin şişenin boyutundan, kitap okurken altını çizdiğin cümleye kadar geniş bir skalada düşün her şeyi. Hepsi aynı olacak. İmkansıza çok yaklaştık sanırım. Hatta geldik.

İmkansız çünkü bu değil mi? Çünkü bunların olabilmesi için senin karşında senden bir tane daha olmalı sanırım. Bir şey diyeyim mi sana? Yine de umudunu kaybetme ve “Benden bir tane daha olur mu ya! Saçmalama!” deme. Evet, haklısın, payda arttıkça kesrin değeri küçülüyor, sıfıra yaklaşıyorsun git gide. Sıfır demek boşluk demek. Boşluğu kim ister ki zaten! Ama şunu da düşünmek lazım, sıfıra gelmeden bir tık önce çok değerli bir ihtimal var. Hiç kimsenin kolay kolay ulaşamayacağı bir ihtimal. Sadece bir kişiyle ulaşabileceğin olağanüstü bir ihtimal. Eğer bir gün oraya ulaşırsan, iç sesinle birlikte kendine “Başardık!” diye fısıldamayı unutma. Ben de orada olacağım zaten, görüşürüz mutlaka.

26 Nisan 2013 Cuma

Ben Her Zaman Böyle

Gözlerimi zar zor açıp etrafa bakındım. Hava tam olarak aydınlanmamış ama canı istese anında aydınlanırmış gibi duruyordu. Çok kritik bir zaman diliminde uyanmıştım sanırım. Belki birkaç dakika önce uyansam “Hava daha karanlık, sanırım hala gece, o zaman uyumaya devam!” diye kendimi ikna edebilir ve bundan garip bir haz duyabilir ya da birkaç dakika sonra uyansam “Aha! Ne çabuk sabah oldu ya! Neyse erken kalkan yol alır!” diyerek artık yataktan kalkıp insan gibi yaşama konusunda atılımlar yapabilirdim. Bunların hiçbirini yapamayacak bir saatte uyanınca, boş boş durmak yerine, kendime eziyet edebileceğim şeyleri düşünmeye başladım. Acaba telefonun alarmının çalmasına ne kadar vardı? Belki çalmış ama ben duymamıştım. Belki de duymuş, sonra alarmı erteleye erteleye telefonu bozmuş ve böylece uyuyakalarak işe gidememiş ve kovulmuştum. Gerçi mesai saatleri içinde olsam hava aydınlanmış olurdu fakat yaklaşık 24 saat uyuduysam, bütün bir günü yemiş olabilirdim. Böyle bir durumda kişisel uyku rekorumu geliştirmiş fakat aynı zamanda üniversiteli işsiz pozisyonuyla hayatta tutunmaya çalışan bir birey konumuna ulaşmış da olabilirdim. Bu tarz düşüncelerle kendime yeterince acı verdiğime inandıktan sonra, “Neyse onu bunu bırak da eğer alarm çalmadıysa, acaba ne kadar var çalmasına?” şeklindeki bir soru cümlesiyle yaklaşık 15 dakika boyunca bütün ihtimalleri düşündüm. 40 dakika da olabilirdi, 15 saniye de. İçimden dakika ve saniyeleri içeren tüm kombinasyonları yaptıktan sonra ve saliseleri işin içine katmadan önce “Aslında saat kaç oldu diye telefona bakabilirim” diye dâhiyane bir düşünce geldi aklıma. Beni yetiştiren hocalarım, beynimi ne kadar verimli kullandığımı görseler, benle gurur duyarlardı.

Telefonun ekranına bakıp kalkmam gereken zamana 1 dakika kaldığını görünce, o 1 dakikayı yatakta geçirmenin mi yoksa bir an önce kalkıp kahvaltıya başlamanın mı daha olumlu bir eylem biçimi olacağına karar vermeye çalıştım ve 45 saniyeyi de böyle yedim. Tabii bunu düşünürken farkında olmadan yatmaya devam etmiş ve zaten en baştan kararımı vermiş gibi olmuştum. Bize verilen düşünme yeteneğini en berbat şekilde kullanan insan olarak haberlere çıkabilirim.

Beni bir kupa kahve kendime getirebilirdi. Kendimi mutfağa doğru sürükledim ve suyun kaynama noktasına erişmesini beklerken mutfak dolaplarını karıştırdım. İrem’in Finlandiya’dan getirdiği çikolataları bulup birkaç tanesini cebe attım. Sonra vicdanım kendini rahat hissetmediği için, dün akşam kendime aldığım ve çantamın içine fırlattığım çikolatayı da İrem’in çekmecesine rastgele koydum. Resmen bir çokonata karşılık koca bir toblerone almıştım. Para icat edilmeseydi, değiş tokuş metoduyla çok verimli alışverişler yapabilirdim. Ama bu dünyaya bayağı geç gelmişim.

Kahvemi alıp odama çekildim ve bir tur tavla oynamaya karar verdim. Zihnimi açmak için bir şeylere ihtiyacım vardı ama satranç şu an ağır gelirdi. Zaten satranç oynamayı da bilmediğim için, onu öğrenip de başarılı sonuçlar alana kadar işe geç kalırdım. “İşe geç kalmak” tabiri önümdeki zaman dilimini nasıl değerlendireceğime dair bir keyword olmuştu. Sanırım bazı değişikliklere ihtiyacım var. Tavla oynarken kahvemi yudumlayıp hafif bir köy kahvesi tadı yakaladım odamda. Sonra toblerone yiyip birazcık daha elit olmaya karar verdim. Yediği bir yudum çikolatadan inanılmaz zevk alan reklam yıldızları gibi, toblerone’u yerken gözlerimi kapattığım için tavlada yenildim. Sanırım bilgisayar taş falan çalmıştı, başka türlü yenilmem imkânsızdı. Yenilgiyi kabullenmemek ve çirkeflik yapmak diye bir şey varsa, bunu atalarım icat etmiş olmalı.

Giyinmeye karar verip masamdan kalktım. Sonra vazgeçip yine oturdum. Oturunca yapacak bir şey bulamadığım için yine kalktım. Vücudumun karar verme mekanizması sekteye uğramış, üzerinden buffalo geçmiş gibiydi. “Buffalo nasıl bir hayvandı ya?” diye düşünüp masama yine oturarak biraz buffalo videosu seyrettim. Şirin videolar olmadıkları için “Ayh şuna bakın yaa ne kadar tatlııııı yerim ben bunuuu” deyip Facebook’ta paylaşma olayına girmedim. Kedilerin prim yaptığı bir dünyadaydık, buffaloların değil. Eğer bir hayvan olsaydım, kesin buffalo olurdum.

Dolabımı açıp elime gelen ilk gömleği aldım. Ayakkabılığı açıp elime gelen ilk ayakkabıyı aldım. Doğaçlama diye bir kavram olmasaydı bile ben yaratırdım. Apartmanın kapısından çıkarken apartman görevlisini gördüm, arkası bana dönüktü. Hiç muhabbet edecek havamda olmadığım için usulca kapıdan sıyrılmaya çalıştım. Başarılı olduğumu zannederken “Hey! Pişt!” diye bir ses duydum. Bana sesleniliyor olmalıydı. Çaresizce arkamı dönüp baktım, apartman görevlisi gülümseyerek yanıma geliyordu. İşini seven birisi olduğunu düşündüm, yoksa bu kadar gülümsemek imkânsızdı. Yanıma gelip, “Sizin soyadınız neydi?” dedi. Bazı soruların yanıtlarını çok iyi bilsem de birden bire sorulunca afallayabiliyorum. Üstelik daha önce hiç kimse sabahın 8’inde soyadımı sormamıştı. Hayatında bir ilkle karşılaşınca benim kadar idiotlaşan insan az bulunur. Biraz düşünüp, ”Yeniceler” dedim. Konuşurken noktalama işareti kullanamadığımız için suratımı soru işaretine benzetmeye çalıştım. “Heh doğru hatırlamışım” dedi. Ben bile bazen hatırlayamıyorum, o kadar saçma soyadım, sen niye hatırladın ki acaba! Adımı “Hey, pişt” olarak öğrenmiş ama soyadım aklında! “Hımm” dedim. Başka ne denebilirdi? “Kredi kartı düşürmüş olabilir misiniz?” diye sordu. “Yok” dedim. Kredi kartım yok, niye düşüreyim? “Ama düşürmüşsünüz!” dedi hınzırca. Madem düşürmüşüz, neden en başta “Düşürdünüz mü?” diye soruyorsun? Laf kalabalığını çıkaran kimse ona düşmanım. Olmayan şeyi de nasıl düşürdüğümü çok merak ettim. Elinde tuttuğu şeye bir süre bakıp, “Aa bir dakika! Sizin değilmiş!” dedi. “Size fatura gelmişti, hatlar karıştı” diye devam etti. Hatlar en son 1993’te karışıyordu, o kadar eski bir kelime grubu bu. Elime bir fatura tutuşturdu. “Faturanın arkasında belirtilen bankalara yatırabilirsiniz” diye ekledi anlamsızca. İnsanlarda açıklama yapma isteği uyandıran bir suratım var galiba.

Siteden çıkıp usul usul servise doğru yürümeye başladım. Yolda yürürken “Gelen mesajlara ve maillere cevap vereyim de çok önemli ve yoğun bir insanmışım gibi görüneyim” diye düşündüm fakat telefona gelen hiçbir şey yoktu. Bu gerçekle yüzleşince kendi mail adresime boş bir mail atıp, “Aha mail geldi! Kimden acaba!” diyerek birazcık heyecan yaptım. Bu zihniyeti birazcık daha ilerletebilirsem, bir yerden sonra kendi kendimi arayıp “Meşgul çalıyor! Kimle konuşuyor acaba?” diye düşünerek boş vakitlerimi doldurabilirdim. Ortaya saçma sapan bir fikir atacak birisine ihtiyaç duyulacaksa, benden daha iyi bir aday olamazdı.

Servise bindim. Kulaklıklarımı takıp müzik dinlemeye başladım. Bir ses, kulağıma “I need you now. I need you” diye fısıldıyordu. Gözlerimi kapadım. Karanlıktayken bir şey göremiyordum ve şu “I need you now” sözü, kesinlikle ben eşlik edeyim diye yazılmış olmalıydı.

25 Nisan 2013 Perşembe

Kokusuz

Zaman zaman dünyaya sırf zarar ziyan vermek için doğmuşum diye düşünüyorum. Kış uykusuna yatmış olma ihtimali olan kaplumbağayı “Anaaa ölmüş bu!” diyerek toprak ananın ellerine bıraktıktan sonra, kendime çeki düzen veririm diye düşünmüştüm ama bu konuda istenilen başarı seviyesine ulaşamadım henüz. Milli servet düşmanı ya da doğal hayatı, habitatı kurutmak için yemin etmiş bir birey gibi yaşıyorum resmen hayatımı.

2 hafta önce aldığım oda parfümünün, değil odaya kendisine bile faydası olmadığını fark edince çöpe attım. “Koskoca adamın oda parfümüyle ne işi olur! Manyak mısın nesin!” şeklindeki hayret ve benim hakkımda olumsuz düşünceler içeren sorulara cevap vermeyeceğim burada. Sadece “Odama bahar esintileri getirsin, madem havalar da düzeldi, tam olarak bir bahar ortamı yapayım, dışarıdan gelen çam ağacı kokusuna mango kokusu da ekledik mi tropik bir adada emekliliğin keyfini çıkarıyormuş gibi olurum, hayat güzel yeaa! Zaten bence hayatı kendimiz güzelleştirmeliyiz, biz bir şey yapmadıktan sonra hayat bize ne sunabilir ki!” diye düşünüp garip bir gazla almıştım onu. Bir parfüm için bu kadar çok şey düşünüp sanki hayatımı onun üzerine kurmuş gibi davranmamı yadırgayabilirsiniz sevgili dostlarım ama insan yanında “Heh işte! Tam aradığım insan! Aynı ben!” diyebileceği biri şimdilik olmayınca böyle çiçeğe, ota, böceğe veriyor sanırım kendini.

Marketten gelip odama ilk koyduğum zaman, kafamda kurguladığım plana harfiyen uymama yardım edeceği için kendisine garip bir sevgi duymaya başlamıştım. Artık bundan sonra eve gelen herkes, büyülenmiş gibi olacak, tıpkı çizgi filmlerdeki gibi ayakları yerden kesilerek benim odama doğru uçmaya başlayacaklardı. Komik bir görüntü de olacaktı tabii bu. Ben de bu görüntüyü, mis kokulu odamda elimdeki meyve kokteylini içerken seyredecek ve çok önemli işler başarıyormuşum gibi hafif bir gurur ifadesi taşıyarak gülecektim. İnsan boş kalınca, o an çok mükemmel gibi görünen ama aslında adam gibi düşününce, “anlamsız” kelimesinin sözlükteki tanımına yeni açılımlar getirebilecek şeyler yapabiliyor.

1-2 gün iyi anlaştık kendisiyle. Hafif bir koku duyuyor gibiydim. Evet ya, vardı bir şeyler. Ama sanki bu koku tropik esintilerin kokusu değil, duyu almaçlarımın kendi kendilerine yarattığı zerreciklerin etrafa yaydığı şeyler gibiydi. Çünkü o an ne istiyorlarsa öyle bir koku hissediyorlarmış gibiydi hepsi. Placebo etkisi bu olsa gerek. Parfümü oraya koydum diye kendi kendine koku hissedip kendini iyi hisseden bir vücut. Kandırılmaya müsait bir insandım sanırım.

Bir zaman sonra etrafı güzel kokutsun diye aldığım bu varlığın hiçbir vaatte bulunmaması ve bunu da benim kaldıramamam üzerine, şişenin üzerine kendi parfümümden sıkıp sanki o koku oda parfümünden geliyormuş gibi düşünme yolunu seçtim. Kandırılmam kolay, fakat bunu kabullenmem zordu. Bir güzel kandırıldıktan sonra, kimse mongolluğumu anlamasın diye türlü dalavereler içerisine giriyor, her şeyi düzelttiğim zannederek, bu sefer de bizzat kendi tarafımdan kandırılıyordum. Garip bir varlıktım.

Artık her akşam eve gelince tip tip bakabileceğim bir düşman kazanmıştım. Odamın kapısını her açtığımda mango kokusu yerine, bildiğin sade bir atmosferle karşılaşmak beni yormuş ve bu yorgunluğun hırsını gözlerimi diktiğim parfüm şişesinden çıkarmaya başlamıştım. Düşmanımı iyice tanımak ve ondan emin olmak için, İrem’i yanıma çağırdım ve “Canım kardeşim nasılsın? Sence bu şey kokuyor mu?” diye sordum. “Kokmuyor” deme ihtimaline karşılık da kokmayan şeyi satın alacak kadar salak olduğum meydana çıkmasın diye “Burnum mu tıkalı acaba benim? Hasta mı oluyorum yoksa?” şeklinde cümleler kurarak, kardeşimin bana acımasını istedim. “Kokmuyor” dedi. “Kokmayan şey almışsın”.

Tabii bu laftan ve İrem’in suratındaki bana hafif acıyan ama bir yandan da dalga geçmeden de duramayan yüz ifadesinden sonra, kendisine kibarca teşekkür edip, şişeyi çöpe uzayladım. Uzaylamak, vücudundaki bütün ATP moleküllerini toplayıp ADP seviyesine indirecek kadar enerji sarf etmek demek bana göre. Gücümün yettiği yere kadar fırlattım şişeyi. Çöp kovası çok derin olmadığı için belli bir yere kadar gidebildi tabii ama olsun, önünde yol olsaydı daha da giderdi. Rahatlamıştım.
Artık can düşmanımdan kurtulmuş, bunu kutlamak için de kendime Kinder Surprise almak için markete gitmiştim. Kinder’in içinden çıkacak oyuncağı parfümden boşalan yere koyacaktım. Garip bir intikam hırsıyla dolmuştum. Benim intikamdan anladığım şey anca bu seviyelerde olabiliyor zaten.

Hani birbirleriyle kavga eden komşular, yine de birbirlerini dikizlemekten geri kalmazlar ve bir diğerinin hayatı hakkında bilgi sahibi olmak isterler ya, ben de markette temizlik ürünlerinin olduğu reyona gidip parfümlere bir göz gezdirdim, kendilerine pis pis baktım. O sırada benim hayatımdan çıkardığım parfümün kardeşini bir teyze elinde tutuyor ve onu koklamaya çalışıyordu. Acı acı gülüp, “Boşuna uğraşıyorsun teyzeciğim, hep Amerika’nın oyunları bunlar” falan dedim içimden. O sırada teyze, yanındaki bir boy küçük teyzeye dönerek “Kız niye kokmuyor bu?” diye sordu. Demek ki insanlıktan umudumu hala kesmemeliydim, insanlar hala bazı gerçeklerin farkına bir an önce varabiliyorlardı. Benim kafam az çalışıyor olabilirdi, fakat zekâsı gayet yerinde olan insanlar vardı. Küçük boy teyze, “Ee kapağı var onun, onu açınca kokar” deyince, benim kafamın hiç çalışmadığını ama diğer insanların ciddi ciddi zeki olduklarını fark ettim. “Aa doğru lan!” dedim sadece.

Marketten çıkıp uzaklara baktım. Bir gün doğru düzgün yaşamayı öğrenecektim. Hemen gaza gelmeyip olayları derinlemesine düşünecek, iyice ölçüp tartacaktım. Sonra dedim ki kendi kendime: “Ulan kapağı açık olsa zaten bütün market kokar, parfüm de hemen biter, demek ki ondan kapağı kapalı satıyorlar, senin alınca açman gerekiyor”

Yemin ederim aydınlanmaya başlamıştım. Bin yıllık gerçekleri yeni yeni fark etmeye başlamıştım ama düzelecektim sonunda. Demek ki hala bir umut vardı. Zarar ziyan vermeyi bırakıp, ulusuma faydalı bir birey olacaktım. Bunun farkına varınca mutlu oldum ve anlamsız bir sevinçle elimdeki Kinder çöpüne tekme atarak onu uzayladım.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Hayatkaçıran

Üniversitedeyken, “Bak sakın mezun olma, iş hayatına girince bugünlerini çok ararsın” diyen insanlara, zamanında gereken saygıyı göstermeyip, onları hiç dinlemediğim için kendilerinden özür diliyorum. Hani bazen tamamen abartıyorlardı, “Sosyal hayat nedir bilmeyeceksin, evden işe, işten eve gideceksin, yaşamaktan nefret edeceksin, hep aynı tipler olacak etrafında ve insanlardan tiksineceksin bööööööö” falan diye ama dediklerinin bir kısmında bu kadar haklı çıkacaklarını hiç düşünmemiştim zamanında bunları dinlerken. Çünkü çalışacaktım, ödev diye bir derdim olmayacaktı, sınava girmeyecektim ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de üstüne para vereceklerdi. Hâlbuki ben para versem bile olurdu. O kadar çekici geliyordu, ödevsiz ve sınavsız bir hayat. Bunun nesi kötü olabilirdi ki?

Evet, oluyormuş. Ödev, sınav yok ama devamsızlık diye bir kavram var çalışırken. Olayın bu tarafını görmemezlikten gelmişim ben ya da işime gelmemiş, unutmuş gibi yapmışım. Bazen canı o an neyi görmek isterse, ona göre davranan bir bireyim. Beynim böyle evrimleşmiş. Konunun bütününü görmek yerine, o an işine yarayacak olan kısım neyse, onu çekip alıyor aradan ve kendini mutlu edebiliyor. Büyük ihtimalle iş hayatı hakkında konuşulurken de, “Oğlum ödev yok, bir şey yok, deney raporu yazmıyorsun, yoklamaya imza atmıyorsun, daha ne istiyorsun işte!” gibi düşünceler geliştirip, beni iş hayatının mükemmel olduğuna inandırıp kendisini de sevinçle doldurdu. Ben de bunca yıldır beni iyi kötü idare eden beynime inanıp, “Evet ya çalışsan çalışılır aslında, bence olur yani, zevkli lan!” dedim büyük ihtimalle.

Biraz önce de dediğim gibi devamsızlık ciddi bir sıkıntı çalışırken. Bugüne kadar hiçbir şeyin devamsızlık yapılmadan idare edilmesi gerektiğine inanmamıştım. Devamsızlık yapılabilirdi bence. Yapılması gereken bir şeydi. Arada nefes alırdın. Kafanı toplayıp, o an üzerinde çalıştığın şeye daha çok odaklanabilirdin. İşte bunlar hep devamsızlık adına kendimi ikna etmede kullandığım fikirler. Üniversitede falan bayağı işime yaradı bu cümleler. Hatta bir ara o kadar yaramaya başladı ki, sadece sınav varken okula gitmek gerektiğine, başka günlerde okulda olmanın çok da faydalı bir şey olmayacağına inanmaya başladım. O zamandan beri uyumak, kitap okumak, dizi seyretmek konusunda bayağı ileri seviyelere ulaşmıştım. Belki okula gitmiyor ama kendimi kültürel açıdan gayet iyi yetiştiriyordum. Bence bunlar da eğitimimiz için vazgeçmememiz gereken önemli parametrelerdi. Bunlar da vicdanımı rahatlatmak için bulduğum düşüncelerdi. Sonra okul bitti. Okulun bitmesi demek, kimilerine göre kendilerine her kapıyı açacak olan diplomayı almak demek ama bana göre rahatlığın sona ermesiydi. İşe girince, alarmı durmadan erteleyip, artık uyuyacak bir yudum uyku bile kalmayınca yataktan kalkıp “Aa tüh mesai başlama saati geçti, neyse bugünlük böyle olsun, yarın giderim artık” deme gibi bir şansın olmuyor. Okuldayken bu yöntem %100 verimle çalışıyordu hâlbuki. “Bugünkü ders de kaçtı, kısmet” cümlesi en sevdiğim cümlelerden biriydi. Şimdi bir gün işe gitmesen “Gel bakalım bebeğim, iş akdine son verdik, bu da tazminatın” deyip koyarlar kapının önüne.

İşe gitmeyerek aylaklık yapıp hayatı öylesine yaşama opsiyonun olmuyor tabii gün içinde, artık çalışmaya başlayınca. O yüzden akşamları bir şeyler yapma konusunda kendini acayip gaza getiriyorsun, “İşten çıkınca şuraya gideceğim, burada takılacağım, önce şu insanla buluşup, sonra şu ortama akacağım. Aman Allah’ım ne kadar enerjiğim ya resmen gençlik ateşi bu! Duramıyorum yerimde! O kadar çalış ama yine de kendine süper vakit ayır! Resmen zamanı verimli kullanma konusunda master degree oldum! İşte hayat bu be!” diyerek. Tabii bu gaz, mesainin bitişiyle sona eriyor. Önce koşarak çıkıyorsun şirketten. Bir inanç var içinde süper şeyler yaşayacağına dair ama yorgun bedenin servise binince beyaz bayrağı çekiyor. Gün içinde “Kimle buluşsam lan?” diye kurduğun cümleler, işten çıkınca “Erken mi yatsam bu akşam? Zira yarın iş var” haline dönüşüp, dünyanın en iğrenç evrim halkasını oluşturuyor.

Tamam, dışarıda bir şey yapmayacağın belli ama evin içinde verimli zaman geçir değil mi? Yok, onu da beceremiyorum. Ne bileyim, insan gibi kitap oku mesela. Yayınevlerinin sitelerine girip “Oha! Murat Menteş’in kitabı çıkmış! İnanmıyorum, Paul Auster bir kitap daha yayınlamış!” deyip koşa koşa kitapları almayı biliyorum ama mesela D&R’ın rafında duracaklarına, benim kitaplığımda öyle başıboş duruyorlar. Aldın, oku madem! Tamam, görsel bir şölen sundukları aşikâr, her gören bayılıyor kitaplara ama “Hepsini okudun mu bunların?” sorusu, bazen cevapsız kalabiliyor. Aldığım her kitabın arka kapağını okuyorum ama. Sayılır mı bu? Daha 3 hafta önce aldığım Uykusuz’u bitiremedim desem, daha hoş düşünceler oluşturabilirim insanların kafasında sanırım, iş hayatının nasıl bir inhibitör olduğuna dair.

Bazen diyorum ki, “Acaba ben mi sıkıntılıyım?” Yani, organizasyon yeteneğim sınırlı da, o yüzden mi işten çıktıktan sonra bir şey yapamıyorum? Ama etrafımdaki insanlardan hep aynı tepkiler geliyor: Zaten işten çıktıktan sonra 2-3 saat bir vaktin kalıyor, o kadarcık sürede ne yapılabilir ki?

Peki ne yapılabilir? İşte kitap okumaya niyetlenirsin ama 3 sayfa okuyabilirsin. Bilgisayarı kucağına alıp günün gelişmelerinden sadece 2 tanecik haber okuyabilirsin. Anne, baba ve kardeşle sohbet etmeye kalksan, konunun gelişme bölümüne gelemeden konuyla olan bütün bağlantını kesebilirsin, çünkü artık daha fazlasını beynin almaz. Çay, kahve içmeye niyetlensen, elindeki kupanın ancak yarısına gelebilirsin. Ve sonunda sızıp uyuyakalabilirsin. Evet, bu paragrafta hayatımı nasıl geçirdiğimi özetledim. Hayat koşa koşa kaçıp gidiyormuş gibi sanki çalışırken. Yani, mezun olmayın, okuyun. Bol bol okuyun. Derslerden kalın ve okuyun. Bana da bir zahmet yardım edin ya!

Not: Arada şu şarkıyı dinleyip gaza geliyorum. Üzerindeki ölü toprağı atmaya belli bir süreliğine yardımcı oluyor. Ama başka değişiklikler lazım belli ki.

http://www.youtube.com/watch?v=FkwHcIQ3m-E

23 Nisan 2013 Salı

Deli

Deli cesareti olan insanlara gıptayla baktığım, karşı konulamaz bir şekilde imrendiğim doğrudur, fakat çok sakin bir hayat yaşamakta da üstüme yok. “Bir gün kafama esti ve şöyle yaptım, o günden beridir de bu işte bir numarayım” gibi cümleler duyuyorum, özellikle işe girdiğimden beri ve sonra kendime dönüp bakınca, yaptığı en büyük delilik, bir kupaya 2 tatlı kaşığı dolusu kahve koyup üzerine şeker ve süt tozu eklemeden onu içmek olan bir insan görüyorum. “Aha çok sert oldu lan kahve, nasıl içeceğim bakalım” diye düşünüp, bu kadarcık deli cesaretiyle salgılanan adrenalinin kendisine yettiği bir insandan bahsediyorum işte. Hırs, kararlılık, iş bilirlilik, risk alma ve onu yönetme gibi meziyetler yok sanırım bende.

Az önce şirketimizin genel müdürü çağırdı beni. Arada çağırır böyle, hayat adına ders verici konuşmalar yapar, ben de “Aa valla doğru, ben de böyle olayım bundan sonra” diye düşünürüm onu dinlerken ama odasından çıkınca hepsini unutup elimi cebime atarım “Telefonda oynadığım oyun yarım kalmıştı, onu bir bitireyim de, sonra bakarız bir ara bu tarz olaylara” diye düşünerek. Konuşmamız esnasında yine bir sürü şey dinledim, bazıları için “Evet, doğru, istesen olur aslında, yapsan, yaparsın yani” diye tepkiler verdim içimden; bazıları için de “Yok artık ya! Hayatta olmaz böyle bir şey, kim ‘yaptım’ dese yalan söyler” gibi cümleler kurdum. Bu muhabbet sırasında en çok dikkatimi çeken şeylerden biri şu cümle oldu: Genlerimde var demek ki üretim isteği ve planlama yeteneği.

Tabii böyle enteresan cümleler duyunca kendine dönüp bir bakıyorsun. Ben de baktım, genlerimi düşündüm. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, bir insanın durup dururken genlerini düşünmeye başlaması, DNA’nın sarmalları arasında bulunan Adenintrifosfat üzerine kafa yorması ya da ne bileyim Guanin ve Sitozin’in nasıl kendilerini eşleyebildiğine hayret etmesi falan gerçekten garip geliyor. Diyorsun ki, “Bildiğin bir miras sahibiyim şu an, genetik bir miras ama olsun, gelecek nesillere aktarabileceğim bir şeyler var sonuçta elimde, yarın bir gün çocuğum, ‘Babam bana hiçbir şey bırakmadı, ne hayvan adammış!’ diyemez”, hafif bir gaza geliyorsun falan. Neyse işte, çoluğuma çocuğuma da bırakacağım bu genleri düşününce, aslında çok büyük vaatlerde bulunmayan şeylere sahip olduğumu fark ettim. Yaşım birazcık daha küçük olsa, lisedeki herhangi bir ergen gibi anneme ve babama atarlanabilirdim belki, “Nasıl gen verdiniz ya! Doğru düzgün geniniz yoktu, niye doğdum ki o zaman!” diye. Ama yaş ilerledikçe bazı şeylere daha sakin tepkiler veriyorsun. Daha sakin bir yaşam sürmek istiyorsun. Mesela durup dururken kendimi gaza getirip, “Lan! Yeminle aklıma mükemmel bir fikir geldi! Bunu hemen yatırıma dönüştürmeliyim!” diyen bir insan olmadım hiç. Aklıma yeni bir fikir geldiğinde, “Ya bunu mutlaka birisi düşünmüştür, üzerinde uğraşmıştır, demek ki başarılı bir şey değil ki, bir sonuç çıkmamış. Başarılı olsa duyulurdu çünkü. Hem kimsenin aklına gelmeyen şey, benim aklıma gelecek değil ya! Höh yani!” diyerek kendimi frenleyen bir yapım var. Zaten risk almak da hayatımda hiçbir zaman gerçekleştiremediğim bir şey. Hani şu klasik “Risk budur!” muhabbeti var ya, öyle bir sınava girsem, en az 5 sayfa sürerdi benim riskin ne demek olduğunu açıklamam. Sınav kâğıdına azıcık yazıp, sınavdan düşük alma riskini göze alamazdım çünkü.

Bir de yine iş hayatında dikkatimi çeken başka bir mevzu, sıfır sermaye ile iş yapmaya başlayıp, birkaç yıl içinde şirketiyle ciddi bir marka olabilen insanlar. Çok duyuyorum şöyle muhabbetleri: Valla bir masa, bir sandalyeyle başladık bu işe, işte şimdi görün nerelere geldiğimizi! Kendimi düşünüyorum böyle şeyler duyunca, ulan benim bir masam, bir de sandalyem olsa, bütün gün oturup Solitaire oynarım, arada bir kalkıp kahve yaparım kendime. Kabullenmişlik hissi acayip hüküm sürüyor sanırım bende. “Bir masa ve sandalyeyle ne yapılır ki! Kaderimizde bu varmış, ne yapalım, böyle idame ettireceğim demek ki hayatımı” der, çekilirim bir köşeye. Ama millet felaket bir gazla fabrika kuruyor, 1000 tane adam çalıştırıyor şirketinde. İşte bunlar hep liderlik ruhundan kaynaklanan şeyler sanırım. Ben de tam “Zekalıyım ama amele olmak istiyorum” kafasındayım. Tabii zekalı olup olmadığım da tartışılabilir, bu konuda tartışmaya açık olduğumu da belirtmek isterim.

Peki bugünkü konuşmadan sonra ne oldu, onu da söyleyeyim hemen. Odadan çıktım, bir üst kata geldim, masama oturdum, Facebook’a girdim, 2 tur attıktan sonra, bu yazıyı yazmaya başladım. Yazı bitince de genlerimi harekete geçirerek, gelecek nesillere anlatabileceğim, sıfır sermayeyle çok fantastik başarı hikâyeleri yaratma gibi bir amacım var. Ya da bir delilik yapıp hiçbir şey amaçlamadan son nefesime kadar bekleyebilirim ve hayatın beni nereye götüreceğini izleyebilirim. Sonra da bunu anlatırım ileride, “Bir gün hiçbir şey yapmadan oturmaya başladım ve en sonunda iyice dangalak biri oldum” diye. Para babası olacağıma dangalak olurum, hödük olurum. Zira hep küçük hedeflerim oldu şu hayatta. Ve bir İnsan hedeflerinden asla şaşmamalı.

29 Mart 2013 Cuma

Güvensiz

Henüz doğru düzgün uyanamamışken, yani ayakta uyumanın nasıl bir şey olduğunu kendi kendime göstermeye çalışıp çeşitli deneysel çalışmalar içindeyken, bir kıvırcık saç konusu açılıyor ofiste. Kıvırcık saç, herkesin çocukken sahip olduğu ama bir şekilde büyüdükçe düzleşen saç tipine verilen ad. Saçının düzleştiğini kabullenemeyen insanlar da genellikle “Aslında benim saçlarım kıvırcık ama düz duruyorlar” şeklinde bir argüman kullanıyorlar. Kıvırcık saç, nedense çok istenen bir şey. Sanki ben de böyle bir konunun açılmasını bekliyormuş, uykulu halimden kurtulmanın tek yolu, kıvırcık saç ve onun üzerine yapılan yorumları dinlemek ve hatta yeni fikirler ortaya sunmakmış gibi, birden şu tepkiyi veriyorum:

- Kıvırcık saçın nasıl öyle durduğunu biliyor musunuz?

İnsanoğlu olarak kendimiz hakkında ilginç imajlar uyandırmak istediğimiz zaman, sorduğumuz sorulara cevap verilmesini beklemeyiz, sahip olduğumuz bilgileri hemen ortaya sererek karşımızdaki insanların bize hayranlık dolu gözlerle bakmasını isteriz içten içe. Söyleyeceğimiz şey ne kadar saçma olursa olsun, sanki o an, dünyanın bugüne kadar asla keşfedilmemiş bilgilerini sadece kendimizin bildiğini, bunları paylaşmazsak, diğer insanların cahillikten ölecek duruma geldiğini falan zannederiz. Ben de o soruyu sorunca, birden bu moda girdim, kabul ediyorum ve soruma yanıt gelmeden bilgiyi ortaya döktüm:

- Saçların arasında sülfür bağları var, o bağlar sayesinde saçlar birbirine yakın durup kıvırcık görüntüsü oluşturuyor. Mesela yıkandığımız zaman, ısıdan dolayı o bağlar kopuyor ve saçlar düzleşiyor.

Bu cümleleri kurduktan sonra insanların yüzlerine baktım ve yeterince bir hayret ifadesi oluşturduğuma kendimi inandırdım. Amacıma ulaşmıştım ve keyfime diyecek yoktu. Sonra beklemediğim bir tepki geldi:

- Uydurmuyorsun değil mi Erdem?

Bu tepki de son zamanlarda en çok aldığım tepkilerden biri. Ne zaman bir cümle kursam, insanların kafasını daha çok karıştırıyormuşum gibi davranıyorlar bana. Artık zamanın birinde şaka yapma maksadıyla bir şeyler söylemişim demek ki, insanlar da buna inanmış ve sonunda ben de “mdfsgkpmsdfpgn şaka yapmıştım zuhahaha nasıl kandırdım sizi! Salak mısınız ya jfeoıgnegn” gibi tepkiler vermişim galiba. Buna çok içerleyen insanlar da artık ben ne desem çok büyük şüphe duyuyorlar benim hakkımda.

Geçen gün Cansu’yu kandırdım böyle. Yazık, kız işe yeni başlamış ama izin alması gerekti, izin formunu da iznini kullandıktan sonra teslim etti. Ben de “İzin formunu geç teslim ettiğin için savunma talep formu doldurman gerekiyor bir de, sanırım disiplin komitesine sevk edileceksin” dedim. Maksat eğlence işte. Hatta olaya inandırıcılık katmak için savunma talep formunun çıktısını aldım, “Şuraları doldurman gerekiyor” diye gösterdim. Ama benim yapacağım sululuk da bir yere kadar tabii. Çıktıyı, kullanılmış kâğıda yazdırınca, bütün o resmi havası dağıldı olayın. Zekâm belli bir yere kadar çalışıp yarı yolda bırakıyor beni çoğu zaman. Hatta Cansu da uyandı işe bu saçmalığı görünce, “Ee müsveddeye çıktı aldın, resmi değil mi bu kağıt?” falan dedi. O sırada başka biri yetişti imdadıma, “Yok biz onu taratıp gönderiyoruz, elektronik ortamda teslim ediliyor, önemli değil kağıdın arkasında ne olduğu” dedi ama bunları söylerken ben idiot gibi “ehehe mehehe” diye gülünce bütün organizasyon boşa gitti.

Artık bu olaydan sonra Cansu’ya çok ciddi bir şey de söylesem, mesela “Bak bunu böyle eklersen siyanür gazı çıkar, hepimiz ölürüz valla” tadında bir şeyler gevelesem de inanmıyor. “Bak yemin ederim öyle olur, Allah belamı versin ki!” desem de inanacak bir ifade yok suratında. Ne ara böyle insanlarda sıfır güven uyandıran biri haline döndüm, anlayamıyorum da. Artık ne kadar şebek bir yapım varsa demek ki.

Küçükken saçma sapan bir şey okumuştum, işte adamın biri herkesi kandırıyor “Evim yanıyor” diye, sonra millet gidip bakıyor, yanan bir şey yok ve adam saçma kahkahalar atıp milletle dalga geçiyor falan. Bunu birkaç kez tekrarlıyor, herkesle her seferinde dalga geçiyor ve sonunda bir gün gerçekten evi yanıyor ve kimse yardıma gelmiyor. Bunu okuyunca, kıssadan hisse muhabbetinin niye bu kadar zorlandığını anlamamıştım. Zaten hikâyenin sonu başından belli, “Yalan söylemeyin, şaka yapmayın, azıcık ciddi olun, adam olun lan!” gibi bir şeyler söylemek istiyor. O zamanlar bu adam hakkında “Ulan nasıl bir zekâdan yoksun olma durumudur bu! Bu kadar mı işsizsin de böyle şeylerle uğraşıyorsun, kaç yaşında adamsın kim bilir! Git, tarlada falan çalış da vatana, millete hayrın dokunsun, köpek seni!” gibi cümleler kurmuştum, hikâyenin ne kadar zorlama ve saçma olduğunu göz ardı edip. Şimdi, bildiğin o adamın yerine ben geçtim. İki dakika eğlenelim diye yaptığım şakalar, komiklikler, evet, eğlence anlayışım bazen ilkokul seviyelerine düşebiliyor, resmen insanların gözünde beni karaktersiz, ağzından tek kelime doğru laf çıkmayan, pislik, iğrenç, güvenilmez bir birey yaptı sanırım.

Gerçi bu durumdan bile kendime bir pay çıkarmayı başarabiliyorum. Daha doğrusu başarabiliyordum. Çünkü ne zaman böyle şeyler yapıp, insanların bunlara ilk başta inandıklarını görünce, “Sanırım insanlarda oluşturduğum güven duygusu had safhada, ne desem inanıyorlar lan!” diye mutlu mutlu dolaşıyordum etrafta. Hatta bu hissi tekrar tekrar yaşamak için, gün içinde İrem’e durmadan mesaj gönderip, eve gidince de karşıma oturtturup “Mor ve Ötesi ölmüş. Tamamen, grup olarak, birden ölmüşler! Ne ilginç değil mi!” gibi cümleler kurup abartıyordum. Tabii bu cümleleri kurarken de bir yandan da düşünüyordum, “Artık buna da inanırsa höh yani! Kardeşimde mi bir anormallik var yoksa ben güven kavramının vücut bulmuş hali miyim? Ama yine de ben başarılıyım bence” diye. İrem’den de “Nasıl ölmüşler ya!” diye tepki gelince, anlıyordum ki ortaya bir şeyler sıkıp, insanların bunlara inanması konusunda gayet başarılı olabilirim. Tabii bu fikri desteklemek için de kuzenlerime, arkadaşlarıma “İETT otobüsleri iptal etmiş, artık her yere yürüyecekmişiz”, “Artık her evde bir adet baz istasyonu olmak zorundaymış, valla kanserden gideceğiz yaa”, “Facebook bir karar almış, ‘Ordan Burdan Şurdan’ isimli albümleri olanların hesaplarını dondurup polise teslim edecekmiş” şeklinde mesajlar atıp “Gerçekten mi? Saçmalama ya olur mu öyle şey! Olmaz bence ya! Olur mu cidden?” tepkilerini almaya çalışıyordum. (Bu arada Facebook’tan cidden böyle bir atılım bekliyorum) Bu konudaki en başarılı çalışmam da eski sevgilimi “Senin bilgisayarına bir sistem kurmuştum, sen internette nereye giriyorsan, ben kendi bilgisayarımda görüyorum, kimlerle mesajlaştığın, mesajlarda ne yazdığın falan hep belli oluyor” diye sıkıp, onu, buna inandırmam olmuştu.

Ama artık bu konuda bariz sıkıntılar yaşadığım belli. Geyik olsun diye yaptığım muhabbetler, iş açıyor başıma bildiğin. İnsanlarda bir belirsizlik ifadesi, “Ulan doğru mu acaba bu söylediği şey?” sorusu, inanmak istiyormuş ama inanırsa da sanki çok komik bir duruma düşecekmiş hissiyatı falan oluşmaya başladı. Hayır, artık şundan da korkuyorum, hayatımla ilgili çok önemli bir karar alsam, bunu başkasına açıklasam, direkt “Saçmalama!” tepkisi gelecek. Düşünsene aşktan ölüyorsun ve evlilik teklifi ediyorsun falan, “Yalandan yere ediyorsun bu teklifi, o yüzden kabul etmiyorum, gerizekalı seni, duygularımla niye oynuyorsun!” tepkisi geliyor. Ama şu an düşündüm de bence çok eğlenceli ya! Bildiğin geyik yapıyorum işte ve sanırım vazgeçemeyeceğim bundan. He unutmadan, bu yazıyı okuyanlar, eğer yazıyı 83 yerde paylaştıktan sonra 2 saat tek ayak üzerinde durmazsa, 7 gün içinde ölecekmiş. Yazıyı yazarken bilgisayarın sağ alt köşesinde öyle bir uyarı çıktı. Bilmiyorum, ne derece doğru. Ben söyleyeyim de.

25 Mart 2013 Pazartesi

Beni Niye Özleyesin Ki?

Annem yanıma koşarak gelip sarılıyor ve “Çok özledim yavrumu!” diyor. Özlemiş ama gerçekten, sarılmasından belli. Ben de bir asi ergen tribine girip aforizma sıkıyorum: Bence özlemek değil, özlemenin hakkını vermek lazım.

“Nasıl yani?” diyor annem. Birkaç saniye düşünüp bir şey sallamaya çalışıyorum. Böyle garip cümleler kurunca insanın o lafın altını doldurması lazım. “Yok lan uydurdum öyle!” falan denmez, zaten anneye “Lan” denmez, ayıp. Bir şey demesem de bu sefer “Ulan 26 yaşıma geldim, hala söylediğim lafların arkasında duramıyorum, ne kadar kişiliksiz bir bireyim!” diye düşünüp kendime olan bir yudumcuk saygımı da yitireceğim. Bir yandan da annem soran gözlerle hala bana bakıyor. Beynimin çalışmasına hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım.

“Yani, özlersin birisini de, o özlemin hakkını verebiliyor muyuz acaba?” diyorum. Annemin suratında kanlı canlı bir soru işareti oluşuyor. Battıkça batmak böyle bir şeymiş demek ki. İrem de ortamdaki anlamsız bakışmalara katılıyor, evin ortasında büyük bir belirsizlik hâkim. Kuracağım cümlelerle en dünyanın en derin felsefi problemlerine cevap bulabilecekmişim gibi derin derin düşündüğümü gösteren bir ifade yakalamaya çalışıyorum yüzümde. Sanki öyle bir şey demeliyim ki, daha 16 yaşında olan kardeşimin önündeki uzun yılları çok daha farklı bir düşünce yapısıyla geçirmesini ve annemin de geçmişte yaşadığı binlerce olayın üzerine sünger çekip hayata artık bambaşka bir pencereden bakmasını sağlamalıyım. Durup dururken kendime iş çıkarmakta üstüme yok. Hayır, yani zaten düz düşündüğün zamanlar çoğunlukta, ne diye zaten sınırlı bir düşünme kapasitesi olan beynini böyle garip işlerle meşgul edersin ki!

“İnsanları özleriz” diyorum. “Peki bir insanı özlemek için, ona hak ettiği değeri verebiliyor muyuz?” diye soruyorum. Bazı soruları cevap almak için değil, karşımızdakilerin bahsettiğimiz konu üzerinde düşünmelerini sağlamak için sorarız. Burada maksadım, “Gerçekten insanlara değer veriyor muyum acaba ben?” diye bir süre düşünmelerini sağlayıp, birkaç saniye içinde sallayacak bir şeyler daha bulabilmek. Biraz sessizlik oluyor, iç dünyalarını daha da karmaşık hale getirmek ve biraz daha zaman kazanmak için bir şeyler daha geveliyorum: “Bir insana, onu özlediğimizi söylemek için bence ona çok fazla saygı ve sevgi beslemeli, hayatımızda onun var olmasının ne kadar önemli olduğunu her şekilde hissettirebilmeliyiz. İşte o zaman, o insanın karşısına çıkıp ‘Ben seni özledim’ diyebiliriz.”

Amacıma ulaştım, suratları biraz daha karıştı. Ama bir yandan da düşünüyorum, “Aptal aptal cümleler kuruyorum, kadıncağız bir ‘Seni özledim’ dedi, resmen olayı ‘Özlemeyin kimseyi, önce değer vermeyi öğrenin insanlara, boş boş konuşmayın ya!’ boyutuna getirdim; anama, kardeşime ayaküstü saydırıyor gibi oldum resmen” diye. Ağır saçmalamak bu olsa gerek. Biraz daha zorlasam sanki koşa koşa odama gidip “Sevmiyorsunuz ulan hiçbiriniz beni! Özlemeyin! İstemiyorum!” diye bağırıp odamın kapısını çarpacağım.

Bir de insan annesini tanıyor yani. Mesela ben annem daha ağzını açmadan suratındaki ifadeden sorabileceği soruları tahmin edebiliyorum. Şu an suratındaki ifade “Ben sana değer vermiyor muyum yavrum?” sorusuna eş değer bir hal aldı. Özleme konusunu bu kadar büyütüp ne ara ailesel bir problem haline getirdim, farkına bile varamadım. “Genel konuşuyorum aslında, bence böyle olmalı bu özleme olayı, olsa olur yani, istesen yaparsın böyle ama çok da önemli değil ya belki de, bilmiyorum, hayat dediğimiz şey karmaşık bir mevzu, takılmamak da lazım böyle şeylere, zaten kafaya tak tak nereye kadar, oh azıcık aşım, ağrısız başım, en güzeli bu aslında” falan diyorum. Laf kalabalığı yapıp kafaları dağıtma ve konudan uzaklaşma yöntemi bu. Ne kadar gereksiz edat, bağlaç, tümleç, fiilimsi varsa, hepsini kullan ve asıl konudan koşarak kaç.

Konudan yeterince uzaklaşıp uzaklaşmadığımı anlamak için de “Azıcık aş falan deyince aklıma geldi ya” diyorum, “Pilav olmuş mudur? Ben çok acıktım da”. Evet, düz düşünen Erdem geri döndü, rahatladım valla. Zaten özlenmek benim neyime!

Not: Ben de sizi özlemiştim beybiler.

18 Mart 2013 Pazartesi

Adın Ne?

İnsanların isimlerini unutmaya başladığın zaman yaşlanmaya başladığın zamandır. Önce isimlerini unutmaya başlarsın, sonra yüzlerini, hal ve hareketlerini, sonra da seslerini. Bu yaşlanan beyninin, hayatına yeni gelenlere yer açmak için gerçekleştirdiği bir mekanizmadır. Yaşlanmadan önce her yeni geleni, öncekilerin yanına hiç tereddüt etmeden ve hiç zorlanmadan yerleştiren beynin, bir yerden sonra, en eskilerinden başlayarak herkesi teker teker silmeye başlar. Yorgun halinden bıkıp usanmış gibidir. Herkes kafana bir şeyler doldurmuş ve sonra gitmişlerdir. Beynin de herkesi aynı yerde barındırıp, hepsini birbirleriyle karşılaştırmayı artık bırakmıştır ve karşısına çıkan her yeni insanı, sanki doğduktan sonra gözlerini açtığında gördüğü ilk insan gibi algılar. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş ya da bugüne kadar öğrendiklerinden ders çıkaracağını kendisine defalarca söylemiş olsa bile yepyeni bir hayata tutunuyormuş gibidir. Bir zaman sonra bu insanın bile adını unutacağını bile bile yapar bunu. Yaşlandığını kabul etmiyor gibidir. Yepyeni bir hafıza, daha önce hiçbir şeyle doldurulmamış, hiç kimse tarafından kirletilmemiş, taptaze.

Eskilerin yükünden kurtulmaktır, unutmak. İsimleri silerek, isimsiz kahramanlar yaratır beyin. Tarih hangi isimsiz kahramanı hatırlar peki? Hiçbirini. Bir zamanlar karşında yıkılmaz bir kale gibi duran o kahraman, ismi unutulunca, zapt edilen bir kalenin burcundan sallanan düşman bayrağı kadar anlamsızdır artık. Yerini başkası almıştır. Önce o bayrak indirilir oradan. İşte bu ismin unutulma aşamasıdır. İndirilen bayrak yırtılır. Artık eskisi gibi görünmeyecektir. Bu da yüzün unutulmasıdır. Ve yerinden indirilip yırtılan bayrak, daha sonra yakılır. Yanarken çıkardığı sesleri, artık bayrak tamamen kül olunca duymamaya başlarsın. Bu da sesin unutulduğu zamandır. Bir zaman sonra, o bayrağın orada nasıl durduğunu, nasıl dalgalandığını hatırlamazsın bile. Belki yıllar geçmiştir üzerinden ve beynin genç değildir artık. Şöyle bir uzaklara bakarsın, o bayrağın rengini, dalgalanışını, kime ait olduğunu hatırlamaya çalışırsın ama beyninin düşünüp bulabildiği tek şey, sadece bir zamanlar orada bir bayrak olduğudur. Hiçbir özelliği artık senin için hiçbir şey ifade etmeyen bir bayrak. Veya belki de hiçbir şey hatırlamazsın. Karşında sadece boşluk vardır, o günlere özel bir boşluk. Yerini artık başka bir şeyin aldığı bir boşluk. Artık beyninde o eskiye ait yer yok, beynin yaşlı ve bu kadar çok şeyi kaldırmıyor.

Fakat eskiden ne güzeldi değil mi? Her gelen bir iz bırakırdı beyninde, hepsini tutardın aklında. Sana söylenen her şeye inanırdın, inandırırlardı seni ya da sen inanmak istediğin için inanırdın. Her ses kulağındaydı, hiçbir gülümseme gözünün önünden gitmiyordu. Tuttuğun hiçbir eli bırakmıyordun, duyduğun her koku burnundaydı. Hiçbir şeyi unutmazdın. Hangi gün nerede ne yaptın, ne zaman eğlendin, ne zaman ağladın, ne zaman sarıldın, nasıl öptün, niye güldün! Bunların hepsini hatırlar ve bir de bir isim konduruverirdin yanlarına. Sonra o ismi, birlikte özne olabildiğiniz binlerce cümle içinde kullanır, geçmişini tekrar tekrar yaşar, sevincin ve hüznün ne demek olabileceğini bir kez daha görürdün. İçinden teker teker isimleri sayar, yoklama yapardın sanki. Evet, herkes oradaydı.

Sonra bir gün, çok istemene rağmen aklına gelmedi birisinin ismi. Sonra başka birisinin daha. Başkalarının daha. Hepsinin yerinde şimdi bambaşka kişiler vardı ama onlar yoktu. Kimdi bu isimlerini hatırlamadıkların? Bir yüzleri var mıydı? Gözleri ne renkti? Sana ne diyorlardı? Ne yapıyordunuz? Hiçbiri yok değil mi aklında? Şimdi beyninin bir köşesinde yeri olanlar da bir süre sonra orada olmayacaklar. Bıraktıkları her şey orada duracak ama isimleri olmayacak. Sonra yüzleri, sesleri. Yaşlı beynin onları da kaldırıp atacak kapkaranlık bir köşeye. Belki bir gün, hiç ummadığın bir anda karşına çıkacaklar, önce duymadığın seslerini duyacaksın, sonra yüzlerini hatırlamaya çalışacaksın ve en sonunda soracaksın:

Senin adın neydi?

14 Mart 2013 Perşembe

Yeşil

Kafamdaki düşüncelere ve içimdeki isteğe hiç inanmadan yola çıktım. Başka zaman olsa koşarak yollara düşecek olan ben, bu sefer sanki evde ekmek bitmiş de bu eksikliği tamamlama görevi zorla bana verilmiş gibi oflayarak adımımı atmıştım asansörün kapısından. Zemin kata inecekken, ısrarla bulunduğum katın düğmesine basmamı ve bu yüzden kapısı kapanmayan ve bir türlü harekete geçmeyen asansöre saydırdığım lafları heyecana bağlamadım, olsa olsa kafam çok dağınıktı ve bu dağınıklık neredeyse bir aydır peşimi bırakmıyordu. Sanki tüm bunların asansörden inince geçebileceği gibi bir sanrıya kapılıp gülümsedim. Anlamsız şeylere gülmek son günlerde en sevdiğim hobim olmuştu ve karşımdaki insanlar çok ciddi bir konuda konuşuyor olsa bile sanki ağzım gülümsüyormuşum gibi bir şekle giriyor diye hissediyordum. Vücut, ihtiyaçları doğal yollardan karşılanmayınca, tüm bunları kendi kendine halletmeye çalışıyor sanırım.

Siteden dışarı çıktım. Hava iyice kararmıştı. Rüzgâr fena değildi. Bir an gideceğim yere gitmekten vazgeçip, “Saatlerce yürüsem mi?” diye düşündüm. Birkaç adım attıktan sonra otobüs göründü ileriden, bir şey olmayacağını bile bile binip gitmeye karar verdim. Boş boş yürüme fikri çok kısa bir süre için aklıma gelip anında kaybolmuştu. Bu aralar böyle oluyordu hep. Bir şey yapmaya çok heveslenip yaklaşık üç saniye içinde ondan vazgeçiyordum. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra da “Keşke yapsaydım” diye hayıflanıyor ya da “Ne yapacaktım ya ben?” diye durmadan düşünüyordum. Dikkat eksikliği sanırım bu. Beyindeki bir bölgenin işlevini tam olarak yerine getirememesiyle ilgili bir durum. Zamanında çok çalışmış olmalı ki, artık yorgun düşüp bütün dengesini alt üst ederek beni de uğraştırıyor. Evden çıkmam çok fazla vaktimi alıyor, çıkmadan önce bütün yarım işlerimi tamamlamaya çalışıyorum ama tamamlamak yerine hepsini daha küçük parçalara bölüyorum. Kafamda binlerce düşünce var bu yüzden. Yol boyunca da bunları düşünüp kulağımdaki müziğe odaklanamayacağım. Belki arada birkaç söz yakalayıp bir yerlere gönderirim.

Yine erken geldim. Yolu elimden geldiğince uzatmama hatta otobüsten inmem gereken durağın birkaç durak öncesinde inmeme rağmen yine erkenciyim. Zamanlama yönünden hep sıkıntı çekiyorum. En anlamsız zamanlarda mesaj gönderirim, bir şeyleri geç yaparım, birilerine erken giderim. Bunu bir ayarlamam lazım öncelikle. Boş bir duvar bulup sırtımı ona dayadım. Rahat geldi. Buna alışkın değildim. Fena değilmiş. Çok fazla insan geçip gidiyor önümden, kimi yalnız, kimileri en az iki kişiler. Bir turist geliyor yanıma. Küçük sarı minibüslere nereden binebileceğini soruyor. Önce başka bir yere gönderiyorum, tam yanımdan ayrılacaklarken, yaptığım hatanın farkına vararak “Sorry! Sorry! Sorry!” diyorum. Utandım çünkü. Ondan bu tekrarlamalarım. Teşekkür ediyor. Yine dayıyorum sırtımı bu sefer duvarın başka bir köşesine. Başka bir turist kız daha geliyor, hedef Yenibosna. Ben bile gitmem bu saatte oraya, sen ne yapacaksın? Teşekkür ettin bana, rica ederim.

Yağmur yağdığı için herkes koşarak ilerliyor, ben dakikalardır aynı yerdeyim. Jöle kafamdan akmaya başladı, iğrenç bir görüntü sergiliyor olma ihtimalim yüksek. Özenemedim de saçlarıma zaten bu sefer, belki de çoktan bozulmuşlardır. Bir abi geliyor yanıma, o da birisini bekliyor, belli halinden. Göz göze geliyoruz bir an. “Napalım!” der gibi bakıp, gülüyor. Kafamı eğip ben de gülümsüyorum. Bekleyelim bakalım.

Beşiktaş’ın maçının kaç kaç bittiğine bakmak için internete giriyorum. Maç sonucu çok da önemli değil aslında, sadece beklemek kısalır sandım telefonun ekranına bakarsam. Ama çok da bir şey fark etmedi. Zaten 0-0 bitmiş maç. Başladığı gibi biten bir şey daha.

“Merhaba, hoş geldin”. Başım ağrıyor. Niye bütün haftam migrenle geçti? Boş bir bonibon kutusu bulmalı, ilaçları ona doldururum. Sadece tek renkten oluşan küçük sevimli bonibonlar. Bir kahve içeyim ben, belki iyi gelir, sert olsun. “Evet, şekersiz içiyorum”. “Yok ya acı gelmiyor”. Yanımdaki tablo ne tablosuymuş ya? Karşıdaki masadaki çocuk da kızı sevmiyor galiba. Bir sonraki masada da bir aşk başlamakta sanki. Şu kadın çok dertli duruyor, sigarayı içişinden belli. “Efendim, anlamadım?”. “Hee, yok ya”. “Hep diyorlar bunu bana”. “Tamam, kalkalım”. “İyi misin bu arada?”. “Ee, hesabı alabilir miyiz?”.

Konser var, yetişelim oraya. Şarkıya başladılar bile. “Fark etmez, buraya oturalım”. Ne fark ediyor ki zaten benim için? Ortalama bir insanım galiba. Ne etliye karışırım, ne sütlüye. Bir fikir beyan et, “Yok, o olmaz, böyle olsun” de. Önceliklerimden biri de “Karşımdakinin dediği olsun, ben de bununla mutlu olayım” şeklindeki hastalıklı düşüncemi kökten kaldırmak olmalı. Yarından itibaren yapmaya başlayalım bunu. Bugün erken.

Bir yerlerden tanıdık geliyor bu melodiler. Kim bilir ne zaman dinledim de unuttum? Zaten çok fazla dinlemem de bu adamları. 1-2 şarkılarını bilirim anca. Zorlasam 3 olur ama 5 olmaz. Asal sayılar geldi birden aklıma, ne alakaysa! “Asal sayıları düşündüğüm için konuşmuyorum” desem şimdi? Bahane bulmakta üstüme yok. Fotoğraf mı çektirelim? İğrenç çıkacağım yine. Bakayım, evet, sapık gibi çıkmışım. Silin lütfen şu fotoğrafları. Olmaz mı?

Ne oldu şimdi? Ara mı verdiler? “Ne kadar süre sonra çıkıyorlar?”. Biramın da yarısından fazlasını içmişim. “Heh geldiler!”. “Aa bu şarkıyı ben de çok seviyorum. Hatta en çok bunu seviyorum.”

Bitti galiba konser. Çıkalım. “Taksiye bineceğim ben”. “Görüşürüz”.

Taksi durdu, indim sağ arka kapısından. Rüzgâr hala esiyor. Yağmur durmuş gibi. İçeri girip uyuyayım ben. Yarın ne yapacaktım? Heh, tamam. Şimdi uyku. Uyanınca bir şey değişmeyecek ama, bunu bil de.

13 Mart 2013 Çarşamba

"Şuna Bir Kız Bul!" (Yalnızlığa Güzelleme)

Dün akşam servisin kalkmasını beklerken, hep beraber şirketin önünde muhabbet ediyoruz. Bu sırada “Olum şuna bir kız ayarla” diye bir cümle duyuyorum. Karşı taraftan da “32 sene okumuş, hala kız arkadaşı yok, ben daha ne yapabilirim buna!” diye bir tepki geliyor. Bana bakılarak konuşuluyor ama iç dünyamda hala bir kararsızlık yaşıyorum, burada bahsedilen kişinin ben olup olmadığımla ilgili. Dayanamayıp soruyorum: “Benim için mi diyorsunuz abi bunları?” Gelen cevap biraz sıkıntılı: “Hee, tabii senin için ya! O kadar okumuşsun, hala yalnızsın! Ben o kadar okusam, her okuldan birini bulurdum. Sen anca tek başına takıl!”

Evet, filmin koptuğu yer tam olarak burası işte. Ulan, tamam, yalnızız falan da bu kadar acımasız olmayın bari. “Eheehe” diye salak salak sırıtıyorum ama içimde hissettiğim şeyleri tarif edemem. Bu saçma ifadeyle konuyu kapatacağımı sanıyorum ama abi hınç dolu sanki bana karşı. Saydırıp duruyor. “Bir de takım elbise giymişsin, kravat takmışsın ama teksin işte, eve gidip oturursun işte anca!” Suratım düşüyor bildiğin. Artık ne kadar belli ettiysem bunu, çalışan ablalarımızdan biri konuya müdahale etme gereksinimi duyuyor: “Aa öyle demeyin! Şirketimizin medar-ı iftiharı o”.

Medar-ı iftihara bak! Bir kere bu işler öyle okumakla falan olmuyor. Bir kere burada bir anlaşalım. Yani belki oluyordur da, gelirsin 50 yaşına, bir kariyerin vardır, 48 yaşındaki biri de hayattan çok fazla beklentisi olmadığı için bunları göz önüne alabilir. Ama genel olarak baktığımızda, “Çok eğitimli, ne güzel!” diye birisinin beğenildiğini görmedim ben hiç. Öyle olsa, Stephen Hawking’in her sene, o yılın dünya güzeliyle birlikte olması, canı sıkıldığında ayrılması, affedersiniz ama tam bir piç gibi bir hayat yaşaması lazım. Ama öyle mi? Hayır. Adam oturduğu yerden bir şeyler yapıyor işte anca. Yanında da hiç kız görmedim.

Kendime dönersem… Bugüne kadar hiç kimse benle “Ayh inanmıyorum Erdem, kalsiyumun elektron dizilişini ne güzel yaptın ya! Şu an aşık oluyorum sana! Hatta oldum çoktan sanırım!” falan diyerek birlikte olmadı. Bir de bu işler tiple falan çok alakalı. Dün akşam baktım bir kendime, dedim ki “Kız olsam, cidden böyle bir tiple birlikte olmam. Allah belanı vermesin ya şu sıfata bak!”. Sonra bunları söyleyince biraz üzülüp daha da çirkinleştirdim suratımı, artık kendime bile dayanamayacağım bir hal alınca da aynanın önünden koşarak uzaklaştım. Yani “Aman Allah’ım inanılmaz yakışıklısın sen ya! Off!” diyen birisini de duymadım. İşte, “Çok iyisin sen ya, çok düzgün birisin, karakterin falan on numara, hatta evlenilir valla senle, bak valla evlenilir he! Ev işinden falan anlıyorsun, tam bir baba olursun, kesinlikle aldatmazsın da, oo daha ne!” falan dendi. İnsanoğlu beğenilmek isteyen bir canlı sonuçta, ev işinden anlıyorsun denilerek birlikte olunmayı isteyen bir yapımız yok. Yani en azından şu yaşlarımızdayken, çok da fazla olgunluk emaresi sergilemiyorken yani, böyle şeylere önem vermiyoruz. Adam yakışıklı mı? Kız güzel mi? Tamam, oldu bu iş.

Ya bir kere odunum ben. Tanımadığım insanların olduğu bir ortama girerken, kapıda koca bir tahta parçasına dönüşüyorum. Bildiğimiz gibi, kuru bir tahta da elektrik iletemediği için, herhangi bir etkileşime sebep olma gibi bir olayım yok. Ee durum böyle olunca da milletin gözünde kendini beğenmiş, kasıntı gibi imajlar oluşturmak kaçınılmaz oluyor. “Adam konuşmuyor bile, kendini ne zannediyorsa, tipe bak, te allam ya!” diye çok yorum yapılmıştır kesin benim hakkımda bu girdiğim hal yüzünden. Ama bunu isteyerek yapmıyorum aslında. Ağzımı açabilsem konuşacağım da, hatta perdelerimi kaldırdığımda kedi gibi bir insan oluyorum ama “Ulan ters bir şey söylersek, bütün imajı yıkarız şimdi, en iyisi susmak” diye düşündüğümden sessizlikle kardeş oluyorum. Sanki yıkılacak bir imaj varmış gibi ehehe. Tipi değiştirmek için de yapabileceğimiz bir şey yok. Allah böyle yaratmış, bunu uygun görmüş, annemden, babamdan böyle genler gelmiş, saygı duymak lazım. Yani şimdi gidip anneme babama, “Ne biçim geniniz var ya! Burnuma bakın!” falan diyemem. Ayıp denen bir şey var.

Yani işte malzeme bu. Kimyager olmanın da bana getirdiği düşüncelerden biri, eldeki malzemeleri kullanarak, en verimli şeyi üretmek oldu. En verimli şeyi üretebilmek için bu yaşıma kadar bekledim, “Bu sefer olur” dedim, olmadı ve henüz elimde bir şey yok. Belki de 32 sene değil, son nefesime kadar okumam gerekebilir, sihirli formülü bulabilmek için. Ben bulamazsam, belki gelip o beni bulur. Murat Menteş’in bir şiirinden alacağım şu dizeyle kendime bu kadar saydırdığım yazıyı da bitirelim artık:

Atomu yumrukla parçalayamam. Allah büyüktür, elbet bir kapı açar.

7 Mart 2013 Perşembe

Sen Kime Benziyorsun?

Yurdum esnafının muhabbeti çok sevme gibi bir özelliği var. Ne zaman bakkala, markete girecek olsam, garip bir stres yaşıyorum, “Şimdi ne konuşacağız bakalım?” diye. Gerçi bu konuşmalarda verdiğim tepkiler “Evet yaa”, “Tabii canım” ve “Ehehehe”den öteye gitmese de geriliyorum işte. Çok sevmiyorum çünkü konuşmayı. Bu konudaki en büyük sıkıntıyı da taksicilerden çekiyorum denebilir aslında. Adamlar konuşuyor çünkü, konuşacak yani belli.

Taksiye bineceğim zaman gideceğim yeri söylemeden önce şoföre şöyle bir bakıp harlı geyikçi olma derecesini bir ölçüyorum. Adam iflah olmaz gibi duruyorsa, inmem gereken yerden daha önce gelen bir yeri söylüyorum ki riski aza indirebileyim. Böyle küçük hesapların peşinde koşuyorum arada.

Taksicilerin muhabbeti başlatmak için belli kalıpları var. O cümleyi ortaya atıyorlar, sen tepki verirsen, oradan konuyu bambaşka yerlere bağlayıp 25 dakika hiç susmadan konuşarak, sizin de onu onaylamanızı bekleyen bir tavır içerisine giriyorlar. Suratlarından anlaşılıyor bu. Adam bir yandan anlatıyor, bir yandan da yan gözle sana bakıyor, dediklerinde haklı olduğunu belirtmeniz için. Kimyada reaksiyonu başlatan radikal mantığında düşünebilir bunu. Adam ilk cümleyi kurup radikali ortama salıveriyor, eğer sizin de havanız uygunsa, yani reaksiyon için gerekli şartları sağlıyorsanız, bıdır bıdır konuşmaya başlıyorsunuz, moleküllerin birbirine bağlanması gibi. Bu kalıplardan biri “Lan bu yol da …” şeklinde bir cümle. Cümlenin yüklemi yok. Eğer isterseniz yüklemi siz koyuyorsunuz. Yarım bıraktığı cümlenin tamamlandığını gören taksici, sizin konuşacak biri olduğunuz gibi bir hava yaratıyor kendi içinde. Eğer sadece yüklem eklemekle yetinmeyip araya edat, bağlaç falan da eklerseniz, kendiniz kaşındınız demek bu. Önlenemez bir reaksiyonu başlattınız artık.

Bu sabah bindim bir taksiye. Taksici, “Siz mi çağırmıştınız beni?” sorusuyla açılışı yaptı. Demek ki yoldan sonra şikâyet edecekti. Yalnız öyle bir ses tonuyla sordu ki insan “Ulan çağırmasa mıydım acaba? İşi mi vardı? Böldüm mü ne yaptım?” diye düşünmeden edemiyor. Korka korka “Evet” dedim. “Heeaa, o zaman tamam” diye bir tepki geldi. Demek ki ben çağırmamış olsam ama yine de o taksiye binsem birkaç kötü olay yaşayacağım. Yolun ortasında durup indirilme, “Allah’ından bul” gibi bedduamsı sözler duyma gibi. Neyse bunu atlattık. Çağırdığım taksiye bindiğim için mutluyum. Ama yine de insan bir takdir edilmeyi bekliyor. Çağırmışım seni ve söz verdiğim gibi de binmişim taksiye. İnsan en azından bir teşekkür eder.

Taksi yaklaşık 500 metre ilerledi ve henüz başka bir konuşma geçmedi aramızda. Bu durum beni biraz ürkütüyor. Pis bir sessizlik var ortada ve bu sessizlik biraz daha sürerse şoför, içinde tuttuğu kelimelerin etkisiyle “Güüm” diye patlayacak, arabayı kullanamayacak, biliyorum. Sonra işe geç kalacağım, yine zararı bana. Bir ara “Ben mi açsam lan bi muhabbet, ne yapsam?” diye düşünürken, abi dayanamadı ve sordu: Sen bu taksiye binmiştin daha önce di mi?

Etrafa bakındım önce, “Ulan önceden bindim de bir pislik mi yaptım acaba? Bir yerlerde bir iz mi bıraktım da adam anında tanıdı beni?” diye düşündüm. Kendime ait bir şey göremedim ama. Dedim bari bir tepki vereyim de, bakalım altından ne çıkacak. “Yani, olabilir abi, binmişimdir” diye verilebilecek en anlamsız cevabı verdim. Bir yere varmıyor bu cevap yani. “Olur ya, hayatta her şey insanlar için, gelmiştir böyle bir şey başımıza, binmişizdir, inmişizdir, hayat zaten başlı başına bir yolculuk değil mi? Doğuyoruz, büyüyoruz, sonra ölüyoruz ve bizim yerimize başkaları geliyor. O arada da çeşitli şeyler yapıyoruz işte, belki de bindim daha önce bu taksiye, bilmiyorum ki” gibi bir anlam çıkarılır buradan ve aslında hiçbir yere de varamayız bu anlamla. Belli ki adam cevaptan tatmin olmadı, suratındaki ifadeden anlaşılıyor bu, “Ya da abi sen birine mi benziyorsun yaa?” diye sordu. Ben daha tepki vermeden, “Heh bir dizideki çaycısın sen, evet, Tanrıaldı mıydı neydi adı? Aldı mı verdi mi bir şeydi işte?” dedi. “Tanrıaldı kim lan!” diye bir düşündüm. Bu sırada taksici de düşünüyor, mimiklerden belli. Kara kara düşünen iki adam. “Hee” dedim, “Sarp Apak’ı diyorsun sen abi, Tanrıverdi o, Tanrıaldı deyince, benim de algılarım birbirine girdi” diye devam ettim. “Ben anlamam Sarp falan, ben Tanrıverdi’yi tanırım” diye bir gerildi taksici de. Kendini ona yakın hissediyorsa demek ki. Sonra sakinleşip “Valla benziyorsun abi, cidden benziyorsun” falan diyerek konuyu devam ettirmeye çalıştı. Ben de “Evet ya söylüyorlar bunu hep” diyerek sustum. Ama startı vermiştik tabii bir kere, artık uzayacaktı muhabbet. “İnsanlar çift yaratılmış derler hep” diyerek dünyanın en eski geyiklerinden birini yapmaya yeltendi, ben de inmem gereken yere henüz gelmeden “Ben burada ineyim abi” dedim.

Arabadan indim, karşıya geçtim, arkadan bir ses duydum. Yolun karşısında taksisinin içinde oturan bir adam, bana “Tanrıverdiiii” diye seslenerek el sallıyordu. Koşarak uzaklaştım.

6 Mart 2013 Çarşamba

Ee Ölmüşsün Sen

Geçen gün “Halı saha maçı yapalım şirketçe” dediler, ben de “Aa gelirim ben” diye atladım. Öyle bir atladım ki hem de, sanki yıllardır böyle bir teklif bekliyormuşum da artık beklemek canıma tak etmiş, tam beklemekten ölmek üzereymişim de son nefesime yetişmişler ve beni kurtarmışlar gibi. Tamam, hadi, “Oynarım” falan dedim ama sonra şunu fark ettim, ben bildiğin yıllardır topa ayağımı sürmedim. Anca küçük bir çocuğun oynadığını görünce, topu elime alıp sevdim falan. Yaklaşık son 8 senedir durum böyleydi yani. Yani kondisyon namına bir şey kalmadığından eminim. Zaten sol dizimde de menisküs sıkıntısı var, sanki çok atletik bir bireymişim gibi, dizimi sakatlamışım, artık nasıl olduysa. Bir de onun korkusu sardı, “Daha beter olursa!” diye. Bir kere de “Oynarız yeaa” falan dedim, geri dönüşü de kendime yakıştıramıyorum, “Karakterime uygun değil zannımca” diye çıkarımlar yapıyorum. İşte böyle basit bir olayı bile bu kadar büyütebilecek bir beynim var. Hâlbuki karar almadan önce birazcık düşünse, hemen öyle atlamasa, hem kendi yorulmayacak, hem de beni anlamsız dertlere salmayacak.

Neyse, maçın oynanacağı günün bir akşam öncesinde formamı, ayakkabıları falan hazırladım, spor çantamı da bazanın altından çıkardım. Artık ne zamandan beri kullanmıyorsam, çantanın fermuarı hareket etmesi gerektiğini unutmuş. Çekiyorum, çekiyorum, bir milimetre bile oynamıyor yerinden. İşte böyle durumlarda, kimyagerliğimi kullanarak “Oraya bir damla bilmem ne çözeltisi damlatacaksın, kaymak olur o, kaymak” diyebilmeyi çok istiyorum. Fakat böyle bir meziyetim yok ne yazık ki. Kimyasal adı vererek çözebileceğim tek sorun, yemeğin tuzu eksikse, “Azıcık bir NaCl atacaksın ona, mis gibi olur” diyerek insanların yemeğin tadından bir şey anlamamasını engelleyebilmek. Bunları düşünürken, fermuar yerinde durmaya devam ediyor. Kendimce fikirler oluşturmaya çalışıyorum ama bulabildiğim mantıklı bir çözümüm yok. Laptop çantasıyla da maça gitmek olmaz, komik yani. “Ulan ne yapsam ne etsem” derken, aklıma birden çanta üzerinde küçücük bir delik açmak ve o delikten kıyafetleri sokmak geliyor. Çapulcu gibiyim bazen, evet. Allah, insanlara doğru düzgün fikirler üretip, hayatlarını kolaylaştırabilsinler diye akıl vermiş, ben daha beter kendimi zorlayıcı şeyler bulmak için kullanıyorum o aklı. Bir yerlerde bir şeyleri yanlış anlamışım kesin. Doğumda falan mı bir sıkıntı oldu, tüm organlar dışarı çıktı da beynim annemde mi kaldı, bilemiyorum. Böyle böyle kendime saydırırken, bir yandan da sinirlendiğim için bilinçsiz olarak çantanın tutmaçlarının olduğu yerde bir delik açmışım. Artık ne kadar sinirlendiysem, kumaşı deldim. Delikten formayı sokmaya uğraştım, forma iyice anneanne tülbenti gibi oldu, kırış kırış. Anneme gittim, “Anne ya forma ütülenir mi? Yani öyle bir teknoloji var mı?” diye sordum, eğer böyle bir teknoloji mevcutsa, sıkışan fermuarları açmak için de bir şeyler düşünmüş olmalıydı bilim adamları. Böylece bir taşla iki kuş vuracak, hem jilet gibi bir forma sahibi olacak, hem de fermuarı açtırmak için annemi kullanacaktım. Çıkarcı bir birey de değilim hâlbuki nereden geldiyse aklıma böyle fikirler.

Annem fermuarı açınca, “Ee yırtılmış bu çanta! Dışarı çıkılmaz böyle, ayıp!” falan dedi, ben de “Aa bakayım bi ne olmuş ya?” diyerek çantayı elinden kapıp odama koştum. Artık orayı dikip, bir çözüm bulacaktım. Bu işleri hallettikten sonra kendimi maça psikolojik olarak hazırlamak için gaz verici şarkılar açıp odamda oraya buraya zıplamaya başladım. Sonra kafamdan hayali bir top uydurarak yine hayallerimden ibaret olan ve karşımda bütün heybetiyle bekleyen kaleye inanılmaz goller attım. “Hep gol atacak değilim, biraz da kaçıralım” diye düşünerek kendimi her türlü duruma psikolojik olarak hazırlamak için birkaç şutumu da auta yollayıp biraz hayıflandım ve hayali takım arkadaşlarımdan özür dileyerek bundan sonra daha iyi olacağıma dair söz verdim. Evet, artık maça hazırdım.

Halı sahaya ilk adımımı atar atmaz oraya buraya koşmaya başladım. Maça ısınmak dedikleri şey böyle başlamalıydı sanırım. Bir ara abarttığımı fark edip azıcık da açma germe hareketleri yapma kararı aldım. Çünkü öyle bir koşuyordum ki, “Erdem, odanı yerinden söküp götürüyorlar” deseler, “Bırakın lan!” diye bağırarak bu kadar koşmazdım. Yeterince gerildiğimi hissedince de topla çalışma programını benimsedim. İlk şutum çok kötüydü, kaleye yetişemeden nefesi kesildi, sahanın ortasında bir yerde durdu. Bir dahaki sefere topa “zıbam” diye vuracak ve ağları delecektim. Fakat o da olmadı, gitti, direğe çarptı. Olsun, adım adım ilerlemeliydim. Hemen gol olsaydı, “Ne oldum delisi” olabilirdim belki. Ne bileyim. Bazen gaza geliyorum işte.

Sonra takım kadroları açıklandı. Patronun iki oğluyla aynı takımdaydım. Hadi birisi benden küçüktü, adıyla seslenirdim ama diğeri biraz sıkıntı yaratacak gibiydi. Ulan şimdi adını söylesen, olmaz. “Bey” desen, “Zeki Bey, boşum şu anda, müsaidim, pas verebilirsiniz uygun görürseniz” falan, sallasan bir şeyler, bu kadar kibarlık yapana kadar topu kaptırıp gol yeriz. “Zeki abi, at abi, boşuuuum” falan diye bağırsam, o da olmayacak. Adam zaten her gün gelip “Nasılsın kardeşim?” diye soruyor bana, bir de ben “abi” dersem, aramızda ciddi bir akrabalık bağı oluşacak gibi hissettim birden, maçı, topu bırakıp “Abi, abicim!” diye ona koşmaktan korktum. “Pişt, sarı formalı, at buraya” ifadesi de inanılmaz kaba. Şirketçe kaynaşalım derken, olayı tamamen yanlış anlamışım gibi işimden olurdum. “Neyse, bir şey demeyeyim, kendisi pas atarsa, atar, atmazsa da içimden tepki gösteririm, içimden kızarım” diye bir karar aldım.

Maça hızlı başladım ve tam 8 dakika boyunca it gibi koştum. Gaza gelen yapım hemen devreye girdi ve “Bu 8 dakikayı atlattın ya, artık bir şey olmaz” diye ipe sapa gelmez bir çıkarım yaptı. Sanki 8 dakika bir halı saha maçında eşik değeriydi ve bu 8 dakikayı başarıyla tamamlayan oyuncular, maç isterse 93 saat sürsün, yine de yorulmak nedir bilmiyorlardı. Gaza gelince de ayaklarıma bir kuvvet geldi zannettim ve sahanın içinde anlamsız koşular yapmaya başladım. Artık maçı bırakmış ve kişisel tatmin için saha içinde, topla alakamın olmadığı yerlerde mal mal koşuyordum. Bu gaz da 3 dakika sürdü ve rakip ceza sahasının 3 metre gerisinde dalağımı bıraktım.

Geriye kalan 49 dakikada yaptığım tek olumlu hareket vücudumdaki bütün enerji taneciklerini toplayıp yaratana da sığınarak yaptığım vuruş oldu. Onda da top direkten döndü.

Maç bitince de “Yaşlanmışız artık” diye bir çıkarım yapıp sessiz sedasız evin yolunu tuttum. Teselli edenim yoktu. Olsaydı iyi olurdu belki. Buna üzülürken de uyuyakalmışım zaten.

4 Mart 2013 Pazartesi

Not Al Bunu!

“Hazırlan, Almanya’ya gidiyoruz!” diyor bölüm müdürümüz. Hemen masamdaki ajandama uzanıyorum. Öyle ajandaya “Nürnberg’e gidilecek, pasaport işlemlerini hızlandır, otel rezervasyonunu tamamla” şeklinde not almak için falan değil. Garip bir refleks edinmişim ben, her “Erdem” dediklerinde masamda duran en yakındaki deftere uzanıyorum. Ajandaya, deftere, masaüstü takvimine falan çok fazla önem veren biri de değilim hâlbuki. Zaten her anını planlı programlı bir şekilde not alıp, bu notlara bakarak, zamanı gelince de olması gerektiği gibi halleden biri olmadım hiçbir zaman. Ajanda benim için, ilk sayfasındaki “Adı-Soyadı” bölümü doldurulup, ondan sonra bir köşede unutulan bir şey oldu hep. Bir de 11 Eylül’e gelip “Doğum günüm” yazıyorum genelde adeta bir narsistmişimcesine. Bir insan doğum gününü niye kendi ajandasına kaydeder ama değil mi? “Kimse kutlamazsa, ben kendi doğum günümü kendim kutlarım!” şeklinde düşünüp “Kimseye ihtiyacım yok ulan!” gibi bir imaj mı yaratmak istiyorumdur nedir! Hayır, bir de birisi ajandamı karıştırsa, tam bir manyak zannedecek beni, “Adam kendi doğum gününü yazmış ulan! Yuh! Ayıya bak!” diyerek. Ya da kendi doğum günümü bile unuturum diye yerli yersiz korkular yaratıp, bu korkuların hayatımı zindana çevirmesine kendimce önlem alıyor olabilirim, bilemiyorum.

Ajanda kavramıyla ilk tanışmam 3-4 yaşıma rastlar. O zamanlar okuma yazmamız yok tabii, o yüzden açtığım sayfanın 3 Ocak tarihini mi yoksa 15 Eylül gününü mü gösteriyor olmasının bana salt bir faydası yok. Zaten iki tane kelimenin yazılışını öğrenmişim, birisi “Ninja Kaplumbağalar”ın “Ninja”sı, diğeri de mavi bantlı kaplumbağanın adı olan Leonardo. Her boş sayfaya bu iki kelimeyi yazıyorum. Vermişler elime bir şey, bir kontrol edin, bu çocuk ne yapıyor, bir zeka parıltısı sergiliyor mu, durup dururken okuma yazmayı öğrendi mi yoksa hala mal mal takılıyor mu! Herhalde evdekiler daha ilk başta benden bir şey olmayacağını anlamışlardı ki pek yol göstermiyorlardı bana. “Bak oğlum, şunu yaz, bunu karala, bir ev çiz, yanında dere aksın, inekler ‘mö’ desin” falan diyenim yoktu. Baktım bu iş böyle iki kelime yazmakla olacak gibi değil, ben de oradan buradan duyduğum ve şeklini gördüğüm şeyleri yazmaya, çizmeye başladım. Sayı kavramı da böyle girdi hayatıma. O zamanlar yaptığım şeyin farkında değildim ama yaklaşık 1 sene önce gördüğüm bir komşu teyze, “Sen 1’den başlayıp 1000’e kadar yazardın deftere” deyince, çocukken çok ciddi boyutlarda psikolojik rahatsızlıklarım olduğuna emin oldum. Tabii bu durumda psikolojik rahatsızlığı olan sadece ben değildim; komşu teyzenin de benim 1000’e kadar tüm sayıları yazdığımı bunca senedir aklında tutması, beni bu teyzenin de çok sağlıklı bir yapısı olmadığına inandırdı.

Zaman ilerledikçe “Ders çalışırken kullanırım, işlemleri burada çözerim” diye düşünüp, oradan buradan ajanda toplamaya başladım. Tabii bu fikir bana bir yerden malum olmamıştır, birisi söylemiştir kesin. Ama baktım ki bir yerden sonra meşhur Ece Ajandaları’nın depo sorumlusu gibi olmuşum. Her yıla ait bir adet Ece Ajanda’m vardı. Tabii biraz da ilkokullu olmanın verdiği gerzeklikle, Ece ismindeki “ce”yi karalayıp “Erdem Ajandası” falan yapıyordum. “Ders çalışırım, not tutarım” diye milletten aldığım ajandaları kişisel tatmin aracı yapmış, “Ehehe Erdem yazdım” diye kendimi mutlu eder olmuştum. O zamanlar bu çocuğun gidip Boğaziçi’ni falan kazanacağını söyleseler millet bu acı tablo karşısında gözyaşlarını tutamazdı. “Artık bu bile kazanacaksa höh yani!” derlerdi.

Sonra liseye başlayınca “Artık planlı olucam abi! Not alıcam her şeyi!” diye bir gaza geldim ama sadece okulların açılacağı gün için, artık kaç Eylül’de açılıyorsa, “Okulun ilk günü!” yazıp bıraktım ajandaya. Bu iş bana göre bir şey değildi. Zaten lise ortamı belli yani. Ergenlik dönemindesin, üzerinde manyak bir enerji var, o enerjiyi de içinde saklarken gidip bir yerlere “Hımm şu gün şunu yapayım, 2 hafta sonra bugün bu işi tamamlamış olayım” şeklinde not almak güç. Üniversitede de bir arkadaşımda gördüm bir gün ders çalışırken, birden çantasından küçük sevimli bir şey çıkardı, belli tarihlere bir şeyler not aldı falan ve o gün bir karar aldım: Eve giderken bir ajanda alıp ben de böyle ders çalışırken birden bire bir program yapacak ve bunu unutmamam gerektiğini düşünerek hemen doğru düzgün bir tarihe not alacaktım. Dersten çıkıp kendimi D&R’a attım, Van Gogh’un tablolarının resimlerinden oluşan küçük sevimli bir ajanda aldım, adımı soyadımı yazdım, bir de çok yoğunmuşum da yemek yemeyi bile unutuyormuşum gibi o günün sayfasını açıp saat 19:00’a “Akşam yemeği!!!!” yazdım. Hatta yemekten sonra odama koşup, çantamdan ajandayı çıkarıp, akşam yemeğinin yanına bir tick attım. Sonra yıl bitince de işte bu tek sayfasını kullandığım ajandayı çöpe yolladım.

Hayır, “Spontane yaşarım ben hayatımı, o an içimden ne geliyorsa onu yaparım, kendimi bir kalıba sokamam!” adamı da değilim ben aslında. Aksine, mesela her sabah uyandıktan sonra gün içinde ne yapacaksam, saatine kadar planını yaparım kafamda. Ama bunu bir yerlere yazmak zor geliyor sanırım. Yılbaşında firmalar ajanda yolladılar bize, bana da verdiler 1-2 tane “Erdem kullanır mısın?” diye sorarak. Ben de sanki nefes alış verişlerimi bile planlı programlı yapıyormuşum gibi “Aa tabii ya kullanmaz mıyım! Hatta hemen şu an not almaya başlıyorum” diyerek kaptım ajandaları. He ne oldu sonra? Masamda duruyorlar öyle. Zaten neredeyse her konuyla ilgili verdiğim tepki de aynı: Hee tamam unutmam ben onu ya, not almaya gerek yok! Sonuç: Unuttu.

Böyle saçma sapan bir konuyla ilgili yani “Erdem’in ajanda geçmişi” içerikli saçma bir yazı çıkardığım için de kendime ne desem bilemedim şu an. Bunu tarihe not düşmeliyim, “Boş işler adamı olduğumun tescillendiği gün” diye. Aha ajandaya yazacak bir şey buldum! Kaçtım ben, ajanda beni bekler!

19 Şubat 2013 Salı

Yaşasın! Amca Oldum!

Kapıyı açtıkları gibi sordum: Sizce ben amca mıyım? Karşımda bana anlamsızca bakan üç çift göz var. İnsan içeri girince “Merhaba, nasılsınız ne yapıyorsunuz ya?” falan demeli aslında. “Amca gibi mi duruyorum?”, “Bana şöyle bir alıcı gözüyle baksanız ‘Amaaan amca bu ya!’ falan der misiniz?” diye soruları arka arkaya sıralıyorum. Evdeki kimseden tepki yok. Haklılar. Oğullarının ve abisinin sonunda kafayı sıyırdığına ikna olmuş gibiler. Sanırım İrem vardıkları kanıdan emin olmak için soruyor: Ne oldu ya?

Şu oldu: Asansöre binmek için “Çağır” düğmesine bastım. Sanki benim asansöre binmemi bekliyorlarmış gibi dört kişilik bir aile belirdi yanımda. Mecburen birlikte binilecek o asansöre ama bu dört kişinin iki tanesi ufacık çocuk daha. Şu hayatta başaramadığım birçok şey var belki ama en başarısız olduğum konu çocuklara şebeklik yapmak sanırım. Biliyorum, o çocuklar rahat durmayacak ve ben de aşağıdaki amca gibi nur yüzlü biri olup çeşitli sevimlilikler yapacağım asansörden inene kadar.



Asansöre adım atar atmaz, daha ufak olan ve babasının kucağında duran çocuk suratıma şaplakları indirmeye başladı. O, gâvura vurur gibi vuruyor bana, ben de “ehehe” diye sevimsizce gülüyorum. Babası “Sevdi sizi” diyor. Belli ki çocuğu çok yanlış yetiştirmişler. Seven adam böyle mi yapar! Acımadan indiriyor tokatları. “Höyt yeter be!” desem, olmaz. Kibarlığı elden bırakmak istemiyorum. Bıçağını çıkarıp saplayacak gibi bir tip var zaten çocukta, “heytli höytlü” konuşmak daha pis bir durum yaratacak. Baktım olacak gibi değil, beynimin en ilkel noktasıyla düşünüp, çocuğun elini tuttum, “Ehehe ufacık” falan dedim. Çocuk sevme yeteneğim yok sanırım ve bunu her ortamda belli ediyorum. Artık çocuk, o lafımı “Ele bak bu ne lan! 2 santimetrelik el mi olur!” falan diye anladı galiba ve garip bir intikam hırsıyla elini benden kurtarıp sakallarıma yapıştı. Bu yaşıma kadar, herhangi bir insanın, herhangi bir şeyi yerinden bu kadar hınçla çektiğini görmedim. Baba da pişkin zaten, ben acı çekiyorum orada, adam oğluna dönmüş, “Aa ne oğlum onlar!” diye hayatı öğretiyor benim üzerimden. “Sende de çıkacak mı onlardan?” diye soruyor. Çıkmasına gerek yok ki, benden kopardıklarını suratına yapıştırsa “Mucize çocuk! 2 yaşında ama sakalları çıktı! Kıyamet geliyor!” diye ortalığı velveleye veren gazetelere manşet olur, Ali Kırca’nın karşısında oturup gündem yaratır. Bir de köşeye sıkışmışım, kaçacak yer de yok. Asansör de bir çıkamadı 7. kata, daha 4. kattayız ve daha önümde geldiğim kadar yol var neredeyse. Zaten anladım ki kriz yönetimi gibi bir yeteneğim yok. Başıma ne dert gelse, çekmeye razıyım, böyle de alçak gönüllüyüm. Çenemi kurtarmak için cümle kurmak geldi aklıma, babasına “Adı ne?” diye sordum. Dünya üzerinde sorulmuş ilk soru olma ihtimali olan soruyu, üzerinden milyonlarca yıl geçmiş olmasına rağmen hala hayat kurtarıcı olarak kullanma gibi bir olay içerisine giriyorum. “Mehmetcan” diyor adam. Belli ki bir anlamı yok. O zaman intikam vakti geldi. “Hımm anlamı ne?” diye soruyorum. Adam başlıyor anlatmaya, “Mehmet bildiğiniz üzere …” diye ama asansör geliyor 7. kata ve inmek için hamle yapıyorum. Çocukların annesi, kızını kenara çekerek, “Yol ver kızım, amca geçsin” diyor. “Amca”. Ben.

Asansörden inince evin kapısına kadar beyni alınmış gibi yürüdüm. Nasıl amca olabilirdim? Tamam, yorulduk bütün gün şirkette falan ama 15 yıllık da iş yapmadım yani. Bu kadar uzun yılların gölgesi bir günde suratıma düşmüş olamaz. Yani sabah evden çıkmadan bir baktım kendime, çok önemli vaatlerde bulunmayan bir surat görsem de o kadar da amca değildim. “Farkında olmadan kimyasal mı attım suratıma lan?” diye düşündüm. Suratımdaki bütün nemi emerek beni çamaşır makinesinden yeni çıkmışa benzetebilecek herhangi bir maddeyle haşır neşir olup olmadığımı düşündüm. Çünkü var benim öyle dana gibi yaptığım hareketler. O kadar sene kimya okudum, bu bölümde daha ilk derste “Öyle her şey ellenmez, koklanmaz, ağıza atılmaz” falan dendi ama ben bunları ya hiç dinlememişim ya da dinlesem de “Ne olacak be abartmayın bir şeyi de!” diye düşünmüşüm gibi şirkette hangi kimyasalı görsem “Aha bu ne lan!” diyip “cort” diye sokuyorum elimi içine. Sol elim portatif bir periyodik tablo oldu zaten, her köşesinde, gündelik hayatta işimize yarayacak her elementten var. Avcumun içinde sodyum tanecikleri, işaret parmağımda çinko parçaları, sol üst köşede aseton damlaları ve elimin üstünde de “Olur da bir şeyi çözmem gerekirse” diye düşünüp hazırladığım sülfürik asitten yapılmış bir şekil. En azından ıssız bir adaya düşsem, günlük mineral ihtiyacımı falan rahat rahat karşılayıp, vücudun potasyum-kalsiyum oranını falan tutturabilirim. Bu kadar kimyasalla oynayınca elin biraz yaşlı eline benziyor ama ellerime bakıp da “Amca lan bu!” diyebilecek bir insanla aynı apartmanda oturuyor olma gerçeği de beni korkutuyor. Tüme varım yaparsın ama bu kadar olmaz çünkü. Bugün elime bakıp “Yaşlı bu! Amca resmen!” diyen birisi, yarın odamın camını açsam, “Dünyanın basınç dengesini bozdun o havayı içeriye alarak, kelebek etkisi gibi bir şey oldu, şimdi Amerika’da kasırga var senin yüzünden” de diyebilir.




İçeri girip olanları anlatıyorum ve tekrar soruyorum: Cidden amca gibi bir insan mıyım ben? Çok mu kötüyüm ya? Hayatımın baharında olduğumu zannederken, akşam evine gelirken ekmek getiren ve yemekten sonra atletiyle televizyonun karşısına geçen biriymişim gibi bir izlenim mi uyandırıyorum insanlarda? N’olur söyleyin, n’olur!

Annemden soruma soruyla tepki geliyor: Miden nasıl oldu?

Ağlayarak odama kaçıyorum. Çünkü amcaların midesi ağrır.

Ama yemekten sonra biliyorum yapacağımı. Müziği son ses açtıktan sonra atlayıp zıplayacağım odamda. Tavana kadar yükselip yumruk falan atacağım ki evde genç biri olduğunu anlasın o bana “Amca” diyen kadın. Pis kadın seni.

Yemekten sonra:
Bilgisayarı kucağıma alıp oturdum, “Of her yerim ağrıyor ya!” dedim, Beirut’tan bir şarkı açıp “Valla yaşlandık he!” dedim dinlerken. Sanırım şarkının dediği gibi birisinin bana şu sözleri söylemesi lazım gençleşmem için:

all i want is the best for our lives my dear,
and you know my wishes are sincere

http://www.youtube.com/watch?v=kQ4qXMzpH-Y

18 Şubat 2013 Pazartesi

"Tamam, Boğaziçilisin, Anladık!"

Dün akşam eski çalıştığım yerdeki arkadaşlarla bir muhabbet ortamı oluştu, herkes o yerden ayrılmış olmasına rağmen içeride kalan maaşıyla ilgili bir şeyler diyor. Konu ilerledikçe de kimin ne kadar maaş aldığı gibi bir muhabbet açıldı. Ben de aldığım maaşı söyleyip “Bir de sözde Boğaziçiliyiz he” dedim. Birisinden şöyle bir tepki geldi: Ne yani sen Boğaziçilisin diye hepimizden fazla mı almak zorundaydın?

Oradaki en az maaşı ben alıyordum, fakat kurduğum cümlede diğer kişinin anladığı şekilde bir imada bulunmadım tabii ki. Amacım kendi üzerimden örnek vererek, hepimizin kötü şartlarda çalışmış olduğumuz gerçeğine vurgu yapmaktı. İstersen milyon dolarlar al, banane! Fakat söz konusu Boğaziçi olunca insanlar ne yazık ki, çok özür dilerim bu ifadeyi kullandığım için ama bok atmadan duramıyorlar bize.

İnsanlar kendilerini bir şekilde yetiştiriyorlar doğdukları andan itibaren. Kimisi ilkokuldan sonra bırakıyor okumayı, gidip tamircinin yanında çalışıyor; kimisi de okuyabileceği en üst noktaya kadar gidip oradan bir yol çiziyor kendine. Herkes ya kendi seçimlerinin ya da başkalarının onlar adına aldığı kararların peşinden giderek hayatta bir yerlere gelmek istiyor. Kimisi çok iyi yerlere geliyor, kimisi olduğu yerde sayıyor, kimisi de git gide dibe çöküyor. Hayatın böyle bir düzeni var, herkese karşı eşit değil ve tüm insanlar bir yerde kendilerine verilenlerle yetinmek zorunda. İdealist olup “Asla sana verilenlere yetinme!” demek de mümkün ama en idealistimiz bile geldiği noktada yine sahip olduklarıyla yetiniyor. Ben de eğitim hayatım boyunca elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp bir yerlere gelmeyi amaçladım. Bu yolda yoldaşım Boğaziçi Üniversitesi oldu. Trakya Üniversitesi’nde tıp da okuyabilirdim ya da Ege Üniversitesi’nde herhangi bir mühendislik de. Kimya okumayı istedim, Boğaziçi uyuyordu hedefime ve oraya gittim. Fakat ne yazık ki okulumun çoğu insan üzerinde antipati uyandırma gibi olayı var. İnsanlar Boğaziçi mezunu olduğunuzu duyduklarında yaftayı yapıştırıyorlar size: Şımarıksın sen, ukalasın, bizi beğenmezsin, bizi ezersin.

Günümüz dünyasında hepimizin kabul edebileceği bir şey var: Marka değeri. Mesela Bim’den bir şey aldığımızda buruluyoruz ama Migros’tan alsak aynı şeyi, o zaman daha farklı bir havası oluyor. Bunun doğru ya da yanlış olduğunu tartışacak düzeyde değilim. Fakat kabul etmemiz gereken bir şeyler de var aslında. Eğitim hayatında da böyle bu. Düz lise mezunu bir öğrenciyle Anadolu lisesi mezunu bir öğrenciyi aynı kefeye koymuyor insanlar. Çünkü iki öğrenci arasında okullarının onlara kattığı marka değerinin de etkisiyle bir fark olduğu çok bariz. Kesinlikle şımarıklık olarak algılanmasın bu, sadece edindiğim izlenimi söyleyeceğim burada, mesela bir insanın Boğaziçi mezunu olması durumunda, okuduğu bölüm bile sorulmadan “Ooo Boğaziçili adam!” diye bir tepki duymak çok olası. Neden? Çünkü istesek de istemesek de bu okulun bir marka değeri var ve öğrencilerine de yapışıyor bu. Aynı şey ODTÜ içinde geçerli mesela. Adamlar çalışkan, kafaları çalışıyor ve burada okuyorlar. Bu kadar.

Fakat bazı insanlarda bunun yansıması bu şekilde olmuyor. Boğaziçi mezunu olduğunuzu duydukları an, çok farklı tepkiler verebiliyorlar. Konuya girerken verdiğim örnekte olduğu gibi mesela. Çok özür dilerim ama bunun altında art niyet olduğunu anlamamak için çok saf olmak gerekiyor. “Ulan bu kadar maaşa çalışıyorduk yazık ya bir de doğru düzgün bir okuldan mezunuz” şeklinde kurduğunuz cümleye, “Ne yani biz Boğaziçi mezunu değiliz diye bizi eziyor musun? Sen kendini ne sanıyorsun! Biz Boğaziçi’ni bitirmedik diye senin aldığından daha az bir maaş mı almalıydık!” şeklinde tepkiler almanız ne yazık ki karşınızdaki insanın sizdeki değerini düşürüyor. Hele bir de hiçbir kötü niyet hissetmeden, sadece içinde bulunduğunuz koşulları anlatmaya çalıştıysanız.

İnsanları sadece eğitim düzeylerini baz alarak yargılayacak kadar kör değilim bu arada. Okumayı yazmayı bilmeyen bir adam, tüm olaylar karşısında çok karakterli bir duruş sergileyebilirken, eğitim adına alabileceği her şeyi almış insanlar, insanı insan yapan değerlerden mahrum olabiliyorlar. Bu durumun oluşmasında genlerin etkisi olduğu kadar, çevre de çok önemli bir faktör. Kötü bir ortamda yetişmiş bir insanı dünyanın en iyi okuluna da gönderseniz, yapabileceğiniz bir şey yok, o adam yine kötü oluyor. O yüzden, “Ben şurada okudum ve mükemmel bir insanım” deme gibi bir lüksümüz yok. Ya da “O adam okumamış, gerizekalı o, anlamaz hiçbir şeyden” diyemeyiz. Herkesin yaptığı yanlışlar, sahip olduğu ters düşünceleri var toplum tarafından kabul görmeyen. Ama herkesin tek başına bir birey olmasından ötürü, yani sadece insan oldukları için de görmeleri gereken bir saygı var. Bunu ne ölçüde sağlayabiliyoruz, bilmiyorum.

Mesela insanoğlu olarak bu gezegendeki en mükemmel canlı olduğumuzu söylüyoruz ama sahip olduğumuz en önemli organ olan beynimiz, çoğunlukla kendi istediği şekilde düşünme üzerine evrilmiş durumda. Yani karşımızdakine ne dersek diyelim, karşımızdakinin beyni o an neyi, ne şekilde algılamak istiyorsa, ona göre hareket ediyor. Bu durum da zaman zaman çok büyük sıkıntılar doğuruyor tabii. Çok saçma bir örnek olacak belki ama, bir ortama giriyorsunuz mesela, “Çok havasız burası ya!” diyorsunuz, karşı taraftan şöyle bir tepki geliyor: “He biz mi bitirdik yani havayı! Biz mi bozduk ortamı!” Neden böyle bir tepki geliyor? Çünkü o an, o laf bu şekilde anlaşılmak isteniyor o birey tarafından. Siz ne kadar iyi niyetle bir şey söylemiş olursanız olun, adamın kafa yapısı bu ve bunu değiştiremeyiz. Geçen gün müdürümle muhabbet ediyordum, laf lafı açtı ve konu iş hayatındaki eleman kalitesine geldi. Şöyle bir cümle duydum kendisinden: “Ben Boğaziçi’ni ODTÜ’yü bitirmiş elemana saygı duyarım. Ben zamanında yattım, çalışmadım, giremedim oralara, adamlar çalışmış, emek sarf etmişler ve bu okulları bitirmişler. Ben kalkıp da onlara tek laf edemem.” İşte zaten bizim, hepimizin anlatmak istediğimiz şey, bu cümlelerde saklı. “Boğaziçi mezunuyum ben” deyince, şımarıklık yapmıyoruz biz. Karşı taraf bunu ukalalık gibi algılıyor belki, az önce bahsettiğim beyin fonksiyonlarından ötürü ama çok yanlış bu. Çok ciddi bir emek sarf ettik hepimiz orayı bitirebilmek için. Kafamın tepesinde doğru düzgün saç kalmadı, yan taraflarda beyazlar var falan. Bundan şikâyet etmiyorum, çok daha iyi bir hayat yaşayabilmek için bu seçimi biz yaptık zaten ve bir yerlere gelebilmiş olmanın da keyfini çıkarmalıyız diye düşünüyorum. Seçimlerimize, emeklerimize, sonunda elde ettiklerimize ve ileride ulaşmayı umut ettiğimiz şeylere saygı duyulmadan, “Aman iyi ki Boğaziçilisin” gibi bir cümleyi duymak inanın hiç hoş olmuyor. Ama bu tarz cümleler duymanın da getirdiği bir gurur var ve bundan ötürü mütevazı olmaya çalışmayacağım: Kendi emeklerimizle geldik biz buraya. “Ayh ben şurada takılırım, ayh benim ayakkabım şu marka, üstümdeki buradan alındı, elimdeki telefon şu, herkes alamaz” gibi paranın elde edebileceği şeylerle değil, alın teri dökerek var olduk biz. İşte bunun yaşattığı duygular çok daha başka.

Çok arabesk bir şekilde bitti yazı, kusura bakmayın.