29 Mart 2013 Cuma

Güvensiz

Henüz doğru düzgün uyanamamışken, yani ayakta uyumanın nasıl bir şey olduğunu kendi kendime göstermeye çalışıp çeşitli deneysel çalışmalar içindeyken, bir kıvırcık saç konusu açılıyor ofiste. Kıvırcık saç, herkesin çocukken sahip olduğu ama bir şekilde büyüdükçe düzleşen saç tipine verilen ad. Saçının düzleştiğini kabullenemeyen insanlar da genellikle “Aslında benim saçlarım kıvırcık ama düz duruyorlar” şeklinde bir argüman kullanıyorlar. Kıvırcık saç, nedense çok istenen bir şey. Sanki ben de böyle bir konunun açılmasını bekliyormuş, uykulu halimden kurtulmanın tek yolu, kıvırcık saç ve onun üzerine yapılan yorumları dinlemek ve hatta yeni fikirler ortaya sunmakmış gibi, birden şu tepkiyi veriyorum:

- Kıvırcık saçın nasıl öyle durduğunu biliyor musunuz?

İnsanoğlu olarak kendimiz hakkında ilginç imajlar uyandırmak istediğimiz zaman, sorduğumuz sorulara cevap verilmesini beklemeyiz, sahip olduğumuz bilgileri hemen ortaya sererek karşımızdaki insanların bize hayranlık dolu gözlerle bakmasını isteriz içten içe. Söyleyeceğimiz şey ne kadar saçma olursa olsun, sanki o an, dünyanın bugüne kadar asla keşfedilmemiş bilgilerini sadece kendimizin bildiğini, bunları paylaşmazsak, diğer insanların cahillikten ölecek duruma geldiğini falan zannederiz. Ben de o soruyu sorunca, birden bu moda girdim, kabul ediyorum ve soruma yanıt gelmeden bilgiyi ortaya döktüm:

- Saçların arasında sülfür bağları var, o bağlar sayesinde saçlar birbirine yakın durup kıvırcık görüntüsü oluşturuyor. Mesela yıkandığımız zaman, ısıdan dolayı o bağlar kopuyor ve saçlar düzleşiyor.

Bu cümleleri kurduktan sonra insanların yüzlerine baktım ve yeterince bir hayret ifadesi oluşturduğuma kendimi inandırdım. Amacıma ulaşmıştım ve keyfime diyecek yoktu. Sonra beklemediğim bir tepki geldi:

- Uydurmuyorsun değil mi Erdem?

Bu tepki de son zamanlarda en çok aldığım tepkilerden biri. Ne zaman bir cümle kursam, insanların kafasını daha çok karıştırıyormuşum gibi davranıyorlar bana. Artık zamanın birinde şaka yapma maksadıyla bir şeyler söylemişim demek ki, insanlar da buna inanmış ve sonunda ben de “mdfsgkpmsdfpgn şaka yapmıştım zuhahaha nasıl kandırdım sizi! Salak mısınız ya jfeoıgnegn” gibi tepkiler vermişim galiba. Buna çok içerleyen insanlar da artık ben ne desem çok büyük şüphe duyuyorlar benim hakkımda.

Geçen gün Cansu’yu kandırdım böyle. Yazık, kız işe yeni başlamış ama izin alması gerekti, izin formunu da iznini kullandıktan sonra teslim etti. Ben de “İzin formunu geç teslim ettiğin için savunma talep formu doldurman gerekiyor bir de, sanırım disiplin komitesine sevk edileceksin” dedim. Maksat eğlence işte. Hatta olaya inandırıcılık katmak için savunma talep formunun çıktısını aldım, “Şuraları doldurman gerekiyor” diye gösterdim. Ama benim yapacağım sululuk da bir yere kadar tabii. Çıktıyı, kullanılmış kâğıda yazdırınca, bütün o resmi havası dağıldı olayın. Zekâm belli bir yere kadar çalışıp yarı yolda bırakıyor beni çoğu zaman. Hatta Cansu da uyandı işe bu saçmalığı görünce, “Ee müsveddeye çıktı aldın, resmi değil mi bu kağıt?” falan dedi. O sırada başka biri yetişti imdadıma, “Yok biz onu taratıp gönderiyoruz, elektronik ortamda teslim ediliyor, önemli değil kağıdın arkasında ne olduğu” dedi ama bunları söylerken ben idiot gibi “ehehe mehehe” diye gülünce bütün organizasyon boşa gitti.

Artık bu olaydan sonra Cansu’ya çok ciddi bir şey de söylesem, mesela “Bak bunu böyle eklersen siyanür gazı çıkar, hepimiz ölürüz valla” tadında bir şeyler gevelesem de inanmıyor. “Bak yemin ederim öyle olur, Allah belamı versin ki!” desem de inanacak bir ifade yok suratında. Ne ara böyle insanlarda sıfır güven uyandıran biri haline döndüm, anlayamıyorum da. Artık ne kadar şebek bir yapım varsa demek ki.

Küçükken saçma sapan bir şey okumuştum, işte adamın biri herkesi kandırıyor “Evim yanıyor” diye, sonra millet gidip bakıyor, yanan bir şey yok ve adam saçma kahkahalar atıp milletle dalga geçiyor falan. Bunu birkaç kez tekrarlıyor, herkesle her seferinde dalga geçiyor ve sonunda bir gün gerçekten evi yanıyor ve kimse yardıma gelmiyor. Bunu okuyunca, kıssadan hisse muhabbetinin niye bu kadar zorlandığını anlamamıştım. Zaten hikâyenin sonu başından belli, “Yalan söylemeyin, şaka yapmayın, azıcık ciddi olun, adam olun lan!” gibi bir şeyler söylemek istiyor. O zamanlar bu adam hakkında “Ulan nasıl bir zekâdan yoksun olma durumudur bu! Bu kadar mı işsizsin de böyle şeylerle uğraşıyorsun, kaç yaşında adamsın kim bilir! Git, tarlada falan çalış da vatana, millete hayrın dokunsun, köpek seni!” gibi cümleler kurmuştum, hikâyenin ne kadar zorlama ve saçma olduğunu göz ardı edip. Şimdi, bildiğin o adamın yerine ben geçtim. İki dakika eğlenelim diye yaptığım şakalar, komiklikler, evet, eğlence anlayışım bazen ilkokul seviyelerine düşebiliyor, resmen insanların gözünde beni karaktersiz, ağzından tek kelime doğru laf çıkmayan, pislik, iğrenç, güvenilmez bir birey yaptı sanırım.

Gerçi bu durumdan bile kendime bir pay çıkarmayı başarabiliyorum. Daha doğrusu başarabiliyordum. Çünkü ne zaman böyle şeyler yapıp, insanların bunlara ilk başta inandıklarını görünce, “Sanırım insanlarda oluşturduğum güven duygusu had safhada, ne desem inanıyorlar lan!” diye mutlu mutlu dolaşıyordum etrafta. Hatta bu hissi tekrar tekrar yaşamak için, gün içinde İrem’e durmadan mesaj gönderip, eve gidince de karşıma oturtturup “Mor ve Ötesi ölmüş. Tamamen, grup olarak, birden ölmüşler! Ne ilginç değil mi!” gibi cümleler kurup abartıyordum. Tabii bu cümleleri kurarken de bir yandan da düşünüyordum, “Artık buna da inanırsa höh yani! Kardeşimde mi bir anormallik var yoksa ben güven kavramının vücut bulmuş hali miyim? Ama yine de ben başarılıyım bence” diye. İrem’den de “Nasıl ölmüşler ya!” diye tepki gelince, anlıyordum ki ortaya bir şeyler sıkıp, insanların bunlara inanması konusunda gayet başarılı olabilirim. Tabii bu fikri desteklemek için de kuzenlerime, arkadaşlarıma “İETT otobüsleri iptal etmiş, artık her yere yürüyecekmişiz”, “Artık her evde bir adet baz istasyonu olmak zorundaymış, valla kanserden gideceğiz yaa”, “Facebook bir karar almış, ‘Ordan Burdan Şurdan’ isimli albümleri olanların hesaplarını dondurup polise teslim edecekmiş” şeklinde mesajlar atıp “Gerçekten mi? Saçmalama ya olur mu öyle şey! Olmaz bence ya! Olur mu cidden?” tepkilerini almaya çalışıyordum. (Bu arada Facebook’tan cidden böyle bir atılım bekliyorum) Bu konudaki en başarılı çalışmam da eski sevgilimi “Senin bilgisayarına bir sistem kurmuştum, sen internette nereye giriyorsan, ben kendi bilgisayarımda görüyorum, kimlerle mesajlaştığın, mesajlarda ne yazdığın falan hep belli oluyor” diye sıkıp, onu, buna inandırmam olmuştu.

Ama artık bu konuda bariz sıkıntılar yaşadığım belli. Geyik olsun diye yaptığım muhabbetler, iş açıyor başıma bildiğin. İnsanlarda bir belirsizlik ifadesi, “Ulan doğru mu acaba bu söylediği şey?” sorusu, inanmak istiyormuş ama inanırsa da sanki çok komik bir duruma düşecekmiş hissiyatı falan oluşmaya başladı. Hayır, artık şundan da korkuyorum, hayatımla ilgili çok önemli bir karar alsam, bunu başkasına açıklasam, direkt “Saçmalama!” tepkisi gelecek. Düşünsene aşktan ölüyorsun ve evlilik teklifi ediyorsun falan, “Yalandan yere ediyorsun bu teklifi, o yüzden kabul etmiyorum, gerizekalı seni, duygularımla niye oynuyorsun!” tepkisi geliyor. Ama şu an düşündüm de bence çok eğlenceli ya! Bildiğin geyik yapıyorum işte ve sanırım vazgeçemeyeceğim bundan. He unutmadan, bu yazıyı okuyanlar, eğer yazıyı 83 yerde paylaştıktan sonra 2 saat tek ayak üzerinde durmazsa, 7 gün içinde ölecekmiş. Yazıyı yazarken bilgisayarın sağ alt köşesinde öyle bir uyarı çıktı. Bilmiyorum, ne derece doğru. Ben söyleyeyim de.

25 Mart 2013 Pazartesi

Beni Niye Özleyesin Ki?

Annem yanıma koşarak gelip sarılıyor ve “Çok özledim yavrumu!” diyor. Özlemiş ama gerçekten, sarılmasından belli. Ben de bir asi ergen tribine girip aforizma sıkıyorum: Bence özlemek değil, özlemenin hakkını vermek lazım.

“Nasıl yani?” diyor annem. Birkaç saniye düşünüp bir şey sallamaya çalışıyorum. Böyle garip cümleler kurunca insanın o lafın altını doldurması lazım. “Yok lan uydurdum öyle!” falan denmez, zaten anneye “Lan” denmez, ayıp. Bir şey demesem de bu sefer “Ulan 26 yaşıma geldim, hala söylediğim lafların arkasında duramıyorum, ne kadar kişiliksiz bir bireyim!” diye düşünüp kendime olan bir yudumcuk saygımı da yitireceğim. Bir yandan da annem soran gözlerle hala bana bakıyor. Beynimin çalışmasına hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım.

“Yani, özlersin birisini de, o özlemin hakkını verebiliyor muyuz acaba?” diyorum. Annemin suratında kanlı canlı bir soru işareti oluşuyor. Battıkça batmak böyle bir şeymiş demek ki. İrem de ortamdaki anlamsız bakışmalara katılıyor, evin ortasında büyük bir belirsizlik hâkim. Kuracağım cümlelerle en dünyanın en derin felsefi problemlerine cevap bulabilecekmişim gibi derin derin düşündüğümü gösteren bir ifade yakalamaya çalışıyorum yüzümde. Sanki öyle bir şey demeliyim ki, daha 16 yaşında olan kardeşimin önündeki uzun yılları çok daha farklı bir düşünce yapısıyla geçirmesini ve annemin de geçmişte yaşadığı binlerce olayın üzerine sünger çekip hayata artık bambaşka bir pencereden bakmasını sağlamalıyım. Durup dururken kendime iş çıkarmakta üstüme yok. Hayır, yani zaten düz düşündüğün zamanlar çoğunlukta, ne diye zaten sınırlı bir düşünme kapasitesi olan beynini böyle garip işlerle meşgul edersin ki!

“İnsanları özleriz” diyorum. “Peki bir insanı özlemek için, ona hak ettiği değeri verebiliyor muyuz?” diye soruyorum. Bazı soruları cevap almak için değil, karşımızdakilerin bahsettiğimiz konu üzerinde düşünmelerini sağlamak için sorarız. Burada maksadım, “Gerçekten insanlara değer veriyor muyum acaba ben?” diye bir süre düşünmelerini sağlayıp, birkaç saniye içinde sallayacak bir şeyler daha bulabilmek. Biraz sessizlik oluyor, iç dünyalarını daha da karmaşık hale getirmek ve biraz daha zaman kazanmak için bir şeyler daha geveliyorum: “Bir insana, onu özlediğimizi söylemek için bence ona çok fazla saygı ve sevgi beslemeli, hayatımızda onun var olmasının ne kadar önemli olduğunu her şekilde hissettirebilmeliyiz. İşte o zaman, o insanın karşısına çıkıp ‘Ben seni özledim’ diyebiliriz.”

Amacıma ulaştım, suratları biraz daha karıştı. Ama bir yandan da düşünüyorum, “Aptal aptal cümleler kuruyorum, kadıncağız bir ‘Seni özledim’ dedi, resmen olayı ‘Özlemeyin kimseyi, önce değer vermeyi öğrenin insanlara, boş boş konuşmayın ya!’ boyutuna getirdim; anama, kardeşime ayaküstü saydırıyor gibi oldum resmen” diye. Ağır saçmalamak bu olsa gerek. Biraz daha zorlasam sanki koşa koşa odama gidip “Sevmiyorsunuz ulan hiçbiriniz beni! Özlemeyin! İstemiyorum!” diye bağırıp odamın kapısını çarpacağım.

Bir de insan annesini tanıyor yani. Mesela ben annem daha ağzını açmadan suratındaki ifadeden sorabileceği soruları tahmin edebiliyorum. Şu an suratındaki ifade “Ben sana değer vermiyor muyum yavrum?” sorusuna eş değer bir hal aldı. Özleme konusunu bu kadar büyütüp ne ara ailesel bir problem haline getirdim, farkına bile varamadım. “Genel konuşuyorum aslında, bence böyle olmalı bu özleme olayı, olsa olur yani, istesen yaparsın böyle ama çok da önemli değil ya belki de, bilmiyorum, hayat dediğimiz şey karmaşık bir mevzu, takılmamak da lazım böyle şeylere, zaten kafaya tak tak nereye kadar, oh azıcık aşım, ağrısız başım, en güzeli bu aslında” falan diyorum. Laf kalabalığı yapıp kafaları dağıtma ve konudan uzaklaşma yöntemi bu. Ne kadar gereksiz edat, bağlaç, tümleç, fiilimsi varsa, hepsini kullan ve asıl konudan koşarak kaç.

Konudan yeterince uzaklaşıp uzaklaşmadığımı anlamak için de “Azıcık aş falan deyince aklıma geldi ya” diyorum, “Pilav olmuş mudur? Ben çok acıktım da”. Evet, düz düşünen Erdem geri döndü, rahatladım valla. Zaten özlenmek benim neyime!

Not: Ben de sizi özlemiştim beybiler.

18 Mart 2013 Pazartesi

Adın Ne?

İnsanların isimlerini unutmaya başladığın zaman yaşlanmaya başladığın zamandır. Önce isimlerini unutmaya başlarsın, sonra yüzlerini, hal ve hareketlerini, sonra da seslerini. Bu yaşlanan beyninin, hayatına yeni gelenlere yer açmak için gerçekleştirdiği bir mekanizmadır. Yaşlanmadan önce her yeni geleni, öncekilerin yanına hiç tereddüt etmeden ve hiç zorlanmadan yerleştiren beynin, bir yerden sonra, en eskilerinden başlayarak herkesi teker teker silmeye başlar. Yorgun halinden bıkıp usanmış gibidir. Herkes kafana bir şeyler doldurmuş ve sonra gitmişlerdir. Beynin de herkesi aynı yerde barındırıp, hepsini birbirleriyle karşılaştırmayı artık bırakmıştır ve karşısına çıkan her yeni insanı, sanki doğduktan sonra gözlerini açtığında gördüğü ilk insan gibi algılar. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş ya da bugüne kadar öğrendiklerinden ders çıkaracağını kendisine defalarca söylemiş olsa bile yepyeni bir hayata tutunuyormuş gibidir. Bir zaman sonra bu insanın bile adını unutacağını bile bile yapar bunu. Yaşlandığını kabul etmiyor gibidir. Yepyeni bir hafıza, daha önce hiçbir şeyle doldurulmamış, hiç kimse tarafından kirletilmemiş, taptaze.

Eskilerin yükünden kurtulmaktır, unutmak. İsimleri silerek, isimsiz kahramanlar yaratır beyin. Tarih hangi isimsiz kahramanı hatırlar peki? Hiçbirini. Bir zamanlar karşında yıkılmaz bir kale gibi duran o kahraman, ismi unutulunca, zapt edilen bir kalenin burcundan sallanan düşman bayrağı kadar anlamsızdır artık. Yerini başkası almıştır. Önce o bayrak indirilir oradan. İşte bu ismin unutulma aşamasıdır. İndirilen bayrak yırtılır. Artık eskisi gibi görünmeyecektir. Bu da yüzün unutulmasıdır. Ve yerinden indirilip yırtılan bayrak, daha sonra yakılır. Yanarken çıkardığı sesleri, artık bayrak tamamen kül olunca duymamaya başlarsın. Bu da sesin unutulduğu zamandır. Bir zaman sonra, o bayrağın orada nasıl durduğunu, nasıl dalgalandığını hatırlamazsın bile. Belki yıllar geçmiştir üzerinden ve beynin genç değildir artık. Şöyle bir uzaklara bakarsın, o bayrağın rengini, dalgalanışını, kime ait olduğunu hatırlamaya çalışırsın ama beyninin düşünüp bulabildiği tek şey, sadece bir zamanlar orada bir bayrak olduğudur. Hiçbir özelliği artık senin için hiçbir şey ifade etmeyen bir bayrak. Veya belki de hiçbir şey hatırlamazsın. Karşında sadece boşluk vardır, o günlere özel bir boşluk. Yerini artık başka bir şeyin aldığı bir boşluk. Artık beyninde o eskiye ait yer yok, beynin yaşlı ve bu kadar çok şeyi kaldırmıyor.

Fakat eskiden ne güzeldi değil mi? Her gelen bir iz bırakırdı beyninde, hepsini tutardın aklında. Sana söylenen her şeye inanırdın, inandırırlardı seni ya da sen inanmak istediğin için inanırdın. Her ses kulağındaydı, hiçbir gülümseme gözünün önünden gitmiyordu. Tuttuğun hiçbir eli bırakmıyordun, duyduğun her koku burnundaydı. Hiçbir şeyi unutmazdın. Hangi gün nerede ne yaptın, ne zaman eğlendin, ne zaman ağladın, ne zaman sarıldın, nasıl öptün, niye güldün! Bunların hepsini hatırlar ve bir de bir isim konduruverirdin yanlarına. Sonra o ismi, birlikte özne olabildiğiniz binlerce cümle içinde kullanır, geçmişini tekrar tekrar yaşar, sevincin ve hüznün ne demek olabileceğini bir kez daha görürdün. İçinden teker teker isimleri sayar, yoklama yapardın sanki. Evet, herkes oradaydı.

Sonra bir gün, çok istemene rağmen aklına gelmedi birisinin ismi. Sonra başka birisinin daha. Başkalarının daha. Hepsinin yerinde şimdi bambaşka kişiler vardı ama onlar yoktu. Kimdi bu isimlerini hatırlamadıkların? Bir yüzleri var mıydı? Gözleri ne renkti? Sana ne diyorlardı? Ne yapıyordunuz? Hiçbiri yok değil mi aklında? Şimdi beyninin bir köşesinde yeri olanlar da bir süre sonra orada olmayacaklar. Bıraktıkları her şey orada duracak ama isimleri olmayacak. Sonra yüzleri, sesleri. Yaşlı beynin onları da kaldırıp atacak kapkaranlık bir köşeye. Belki bir gün, hiç ummadığın bir anda karşına çıkacaklar, önce duymadığın seslerini duyacaksın, sonra yüzlerini hatırlamaya çalışacaksın ve en sonunda soracaksın:

Senin adın neydi?

14 Mart 2013 Perşembe

Yeşil

Kafamdaki düşüncelere ve içimdeki isteğe hiç inanmadan yola çıktım. Başka zaman olsa koşarak yollara düşecek olan ben, bu sefer sanki evde ekmek bitmiş de bu eksikliği tamamlama görevi zorla bana verilmiş gibi oflayarak adımımı atmıştım asansörün kapısından. Zemin kata inecekken, ısrarla bulunduğum katın düğmesine basmamı ve bu yüzden kapısı kapanmayan ve bir türlü harekete geçmeyen asansöre saydırdığım lafları heyecana bağlamadım, olsa olsa kafam çok dağınıktı ve bu dağınıklık neredeyse bir aydır peşimi bırakmıyordu. Sanki tüm bunların asansörden inince geçebileceği gibi bir sanrıya kapılıp gülümsedim. Anlamsız şeylere gülmek son günlerde en sevdiğim hobim olmuştu ve karşımdaki insanlar çok ciddi bir konuda konuşuyor olsa bile sanki ağzım gülümsüyormuşum gibi bir şekle giriyor diye hissediyordum. Vücut, ihtiyaçları doğal yollardan karşılanmayınca, tüm bunları kendi kendine halletmeye çalışıyor sanırım.

Siteden dışarı çıktım. Hava iyice kararmıştı. Rüzgâr fena değildi. Bir an gideceğim yere gitmekten vazgeçip, “Saatlerce yürüsem mi?” diye düşündüm. Birkaç adım attıktan sonra otobüs göründü ileriden, bir şey olmayacağını bile bile binip gitmeye karar verdim. Boş boş yürüme fikri çok kısa bir süre için aklıma gelip anında kaybolmuştu. Bu aralar böyle oluyordu hep. Bir şey yapmaya çok heveslenip yaklaşık üç saniye içinde ondan vazgeçiyordum. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra da “Keşke yapsaydım” diye hayıflanıyor ya da “Ne yapacaktım ya ben?” diye durmadan düşünüyordum. Dikkat eksikliği sanırım bu. Beyindeki bir bölgenin işlevini tam olarak yerine getirememesiyle ilgili bir durum. Zamanında çok çalışmış olmalı ki, artık yorgun düşüp bütün dengesini alt üst ederek beni de uğraştırıyor. Evden çıkmam çok fazla vaktimi alıyor, çıkmadan önce bütün yarım işlerimi tamamlamaya çalışıyorum ama tamamlamak yerine hepsini daha küçük parçalara bölüyorum. Kafamda binlerce düşünce var bu yüzden. Yol boyunca da bunları düşünüp kulağımdaki müziğe odaklanamayacağım. Belki arada birkaç söz yakalayıp bir yerlere gönderirim.

Yine erken geldim. Yolu elimden geldiğince uzatmama hatta otobüsten inmem gereken durağın birkaç durak öncesinde inmeme rağmen yine erkenciyim. Zamanlama yönünden hep sıkıntı çekiyorum. En anlamsız zamanlarda mesaj gönderirim, bir şeyleri geç yaparım, birilerine erken giderim. Bunu bir ayarlamam lazım öncelikle. Boş bir duvar bulup sırtımı ona dayadım. Rahat geldi. Buna alışkın değildim. Fena değilmiş. Çok fazla insan geçip gidiyor önümden, kimi yalnız, kimileri en az iki kişiler. Bir turist geliyor yanıma. Küçük sarı minibüslere nereden binebileceğini soruyor. Önce başka bir yere gönderiyorum, tam yanımdan ayrılacaklarken, yaptığım hatanın farkına vararak “Sorry! Sorry! Sorry!” diyorum. Utandım çünkü. Ondan bu tekrarlamalarım. Teşekkür ediyor. Yine dayıyorum sırtımı bu sefer duvarın başka bir köşesine. Başka bir turist kız daha geliyor, hedef Yenibosna. Ben bile gitmem bu saatte oraya, sen ne yapacaksın? Teşekkür ettin bana, rica ederim.

Yağmur yağdığı için herkes koşarak ilerliyor, ben dakikalardır aynı yerdeyim. Jöle kafamdan akmaya başladı, iğrenç bir görüntü sergiliyor olma ihtimalim yüksek. Özenemedim de saçlarıma zaten bu sefer, belki de çoktan bozulmuşlardır. Bir abi geliyor yanıma, o da birisini bekliyor, belli halinden. Göz göze geliyoruz bir an. “Napalım!” der gibi bakıp, gülüyor. Kafamı eğip ben de gülümsüyorum. Bekleyelim bakalım.

Beşiktaş’ın maçının kaç kaç bittiğine bakmak için internete giriyorum. Maç sonucu çok da önemli değil aslında, sadece beklemek kısalır sandım telefonun ekranına bakarsam. Ama çok da bir şey fark etmedi. Zaten 0-0 bitmiş maç. Başladığı gibi biten bir şey daha.

“Merhaba, hoş geldin”. Başım ağrıyor. Niye bütün haftam migrenle geçti? Boş bir bonibon kutusu bulmalı, ilaçları ona doldururum. Sadece tek renkten oluşan küçük sevimli bonibonlar. Bir kahve içeyim ben, belki iyi gelir, sert olsun. “Evet, şekersiz içiyorum”. “Yok ya acı gelmiyor”. Yanımdaki tablo ne tablosuymuş ya? Karşıdaki masadaki çocuk da kızı sevmiyor galiba. Bir sonraki masada da bir aşk başlamakta sanki. Şu kadın çok dertli duruyor, sigarayı içişinden belli. “Efendim, anlamadım?”. “Hee, yok ya”. “Hep diyorlar bunu bana”. “Tamam, kalkalım”. “İyi misin bu arada?”. “Ee, hesabı alabilir miyiz?”.

Konser var, yetişelim oraya. Şarkıya başladılar bile. “Fark etmez, buraya oturalım”. Ne fark ediyor ki zaten benim için? Ortalama bir insanım galiba. Ne etliye karışırım, ne sütlüye. Bir fikir beyan et, “Yok, o olmaz, böyle olsun” de. Önceliklerimden biri de “Karşımdakinin dediği olsun, ben de bununla mutlu olayım” şeklindeki hastalıklı düşüncemi kökten kaldırmak olmalı. Yarından itibaren yapmaya başlayalım bunu. Bugün erken.

Bir yerlerden tanıdık geliyor bu melodiler. Kim bilir ne zaman dinledim de unuttum? Zaten çok fazla dinlemem de bu adamları. 1-2 şarkılarını bilirim anca. Zorlasam 3 olur ama 5 olmaz. Asal sayılar geldi birden aklıma, ne alakaysa! “Asal sayıları düşündüğüm için konuşmuyorum” desem şimdi? Bahane bulmakta üstüme yok. Fotoğraf mı çektirelim? İğrenç çıkacağım yine. Bakayım, evet, sapık gibi çıkmışım. Silin lütfen şu fotoğrafları. Olmaz mı?

Ne oldu şimdi? Ara mı verdiler? “Ne kadar süre sonra çıkıyorlar?”. Biramın da yarısından fazlasını içmişim. “Heh geldiler!”. “Aa bu şarkıyı ben de çok seviyorum. Hatta en çok bunu seviyorum.”

Bitti galiba konser. Çıkalım. “Taksiye bineceğim ben”. “Görüşürüz”.

Taksi durdu, indim sağ arka kapısından. Rüzgâr hala esiyor. Yağmur durmuş gibi. İçeri girip uyuyayım ben. Yarın ne yapacaktım? Heh, tamam. Şimdi uyku. Uyanınca bir şey değişmeyecek ama, bunu bil de.

13 Mart 2013 Çarşamba

"Şuna Bir Kız Bul!" (Yalnızlığa Güzelleme)

Dün akşam servisin kalkmasını beklerken, hep beraber şirketin önünde muhabbet ediyoruz. Bu sırada “Olum şuna bir kız ayarla” diye bir cümle duyuyorum. Karşı taraftan da “32 sene okumuş, hala kız arkadaşı yok, ben daha ne yapabilirim buna!” diye bir tepki geliyor. Bana bakılarak konuşuluyor ama iç dünyamda hala bir kararsızlık yaşıyorum, burada bahsedilen kişinin ben olup olmadığımla ilgili. Dayanamayıp soruyorum: “Benim için mi diyorsunuz abi bunları?” Gelen cevap biraz sıkıntılı: “Hee, tabii senin için ya! O kadar okumuşsun, hala yalnızsın! Ben o kadar okusam, her okuldan birini bulurdum. Sen anca tek başına takıl!”

Evet, filmin koptuğu yer tam olarak burası işte. Ulan, tamam, yalnızız falan da bu kadar acımasız olmayın bari. “Eheehe” diye salak salak sırıtıyorum ama içimde hissettiğim şeyleri tarif edemem. Bu saçma ifadeyle konuyu kapatacağımı sanıyorum ama abi hınç dolu sanki bana karşı. Saydırıp duruyor. “Bir de takım elbise giymişsin, kravat takmışsın ama teksin işte, eve gidip oturursun işte anca!” Suratım düşüyor bildiğin. Artık ne kadar belli ettiysem bunu, çalışan ablalarımızdan biri konuya müdahale etme gereksinimi duyuyor: “Aa öyle demeyin! Şirketimizin medar-ı iftiharı o”.

Medar-ı iftihara bak! Bir kere bu işler öyle okumakla falan olmuyor. Bir kere burada bir anlaşalım. Yani belki oluyordur da, gelirsin 50 yaşına, bir kariyerin vardır, 48 yaşındaki biri de hayattan çok fazla beklentisi olmadığı için bunları göz önüne alabilir. Ama genel olarak baktığımızda, “Çok eğitimli, ne güzel!” diye birisinin beğenildiğini görmedim ben hiç. Öyle olsa, Stephen Hawking’in her sene, o yılın dünya güzeliyle birlikte olması, canı sıkıldığında ayrılması, affedersiniz ama tam bir piç gibi bir hayat yaşaması lazım. Ama öyle mi? Hayır. Adam oturduğu yerden bir şeyler yapıyor işte anca. Yanında da hiç kız görmedim.

Kendime dönersem… Bugüne kadar hiç kimse benle “Ayh inanmıyorum Erdem, kalsiyumun elektron dizilişini ne güzel yaptın ya! Şu an aşık oluyorum sana! Hatta oldum çoktan sanırım!” falan diyerek birlikte olmadı. Bir de bu işler tiple falan çok alakalı. Dün akşam baktım bir kendime, dedim ki “Kız olsam, cidden böyle bir tiple birlikte olmam. Allah belanı vermesin ya şu sıfata bak!”. Sonra bunları söyleyince biraz üzülüp daha da çirkinleştirdim suratımı, artık kendime bile dayanamayacağım bir hal alınca da aynanın önünden koşarak uzaklaştım. Yani “Aman Allah’ım inanılmaz yakışıklısın sen ya! Off!” diyen birisini de duymadım. İşte, “Çok iyisin sen ya, çok düzgün birisin, karakterin falan on numara, hatta evlenilir valla senle, bak valla evlenilir he! Ev işinden falan anlıyorsun, tam bir baba olursun, kesinlikle aldatmazsın da, oo daha ne!” falan dendi. İnsanoğlu beğenilmek isteyen bir canlı sonuçta, ev işinden anlıyorsun denilerek birlikte olunmayı isteyen bir yapımız yok. Yani en azından şu yaşlarımızdayken, çok da fazla olgunluk emaresi sergilemiyorken yani, böyle şeylere önem vermiyoruz. Adam yakışıklı mı? Kız güzel mi? Tamam, oldu bu iş.

Ya bir kere odunum ben. Tanımadığım insanların olduğu bir ortama girerken, kapıda koca bir tahta parçasına dönüşüyorum. Bildiğimiz gibi, kuru bir tahta da elektrik iletemediği için, herhangi bir etkileşime sebep olma gibi bir olayım yok. Ee durum böyle olunca da milletin gözünde kendini beğenmiş, kasıntı gibi imajlar oluşturmak kaçınılmaz oluyor. “Adam konuşmuyor bile, kendini ne zannediyorsa, tipe bak, te allam ya!” diye çok yorum yapılmıştır kesin benim hakkımda bu girdiğim hal yüzünden. Ama bunu isteyerek yapmıyorum aslında. Ağzımı açabilsem konuşacağım da, hatta perdelerimi kaldırdığımda kedi gibi bir insan oluyorum ama “Ulan ters bir şey söylersek, bütün imajı yıkarız şimdi, en iyisi susmak” diye düşündüğümden sessizlikle kardeş oluyorum. Sanki yıkılacak bir imaj varmış gibi ehehe. Tipi değiştirmek için de yapabileceğimiz bir şey yok. Allah böyle yaratmış, bunu uygun görmüş, annemden, babamdan böyle genler gelmiş, saygı duymak lazım. Yani şimdi gidip anneme babama, “Ne biçim geniniz var ya! Burnuma bakın!” falan diyemem. Ayıp denen bir şey var.

Yani işte malzeme bu. Kimyager olmanın da bana getirdiği düşüncelerden biri, eldeki malzemeleri kullanarak, en verimli şeyi üretmek oldu. En verimli şeyi üretebilmek için bu yaşıma kadar bekledim, “Bu sefer olur” dedim, olmadı ve henüz elimde bir şey yok. Belki de 32 sene değil, son nefesime kadar okumam gerekebilir, sihirli formülü bulabilmek için. Ben bulamazsam, belki gelip o beni bulur. Murat Menteş’in bir şiirinden alacağım şu dizeyle kendime bu kadar saydırdığım yazıyı da bitirelim artık:

Atomu yumrukla parçalayamam. Allah büyüktür, elbet bir kapı açar.

7 Mart 2013 Perşembe

Sen Kime Benziyorsun?

Yurdum esnafının muhabbeti çok sevme gibi bir özelliği var. Ne zaman bakkala, markete girecek olsam, garip bir stres yaşıyorum, “Şimdi ne konuşacağız bakalım?” diye. Gerçi bu konuşmalarda verdiğim tepkiler “Evet yaa”, “Tabii canım” ve “Ehehehe”den öteye gitmese de geriliyorum işte. Çok sevmiyorum çünkü konuşmayı. Bu konudaki en büyük sıkıntıyı da taksicilerden çekiyorum denebilir aslında. Adamlar konuşuyor çünkü, konuşacak yani belli.

Taksiye bineceğim zaman gideceğim yeri söylemeden önce şoföre şöyle bir bakıp harlı geyikçi olma derecesini bir ölçüyorum. Adam iflah olmaz gibi duruyorsa, inmem gereken yerden daha önce gelen bir yeri söylüyorum ki riski aza indirebileyim. Böyle küçük hesapların peşinde koşuyorum arada.

Taksicilerin muhabbeti başlatmak için belli kalıpları var. O cümleyi ortaya atıyorlar, sen tepki verirsen, oradan konuyu bambaşka yerlere bağlayıp 25 dakika hiç susmadan konuşarak, sizin de onu onaylamanızı bekleyen bir tavır içerisine giriyorlar. Suratlarından anlaşılıyor bu. Adam bir yandan anlatıyor, bir yandan da yan gözle sana bakıyor, dediklerinde haklı olduğunu belirtmeniz için. Kimyada reaksiyonu başlatan radikal mantığında düşünebilir bunu. Adam ilk cümleyi kurup radikali ortama salıveriyor, eğer sizin de havanız uygunsa, yani reaksiyon için gerekli şartları sağlıyorsanız, bıdır bıdır konuşmaya başlıyorsunuz, moleküllerin birbirine bağlanması gibi. Bu kalıplardan biri “Lan bu yol da …” şeklinde bir cümle. Cümlenin yüklemi yok. Eğer isterseniz yüklemi siz koyuyorsunuz. Yarım bıraktığı cümlenin tamamlandığını gören taksici, sizin konuşacak biri olduğunuz gibi bir hava yaratıyor kendi içinde. Eğer sadece yüklem eklemekle yetinmeyip araya edat, bağlaç falan da eklerseniz, kendiniz kaşındınız demek bu. Önlenemez bir reaksiyonu başlattınız artık.

Bu sabah bindim bir taksiye. Taksici, “Siz mi çağırmıştınız beni?” sorusuyla açılışı yaptı. Demek ki yoldan sonra şikâyet edecekti. Yalnız öyle bir ses tonuyla sordu ki insan “Ulan çağırmasa mıydım acaba? İşi mi vardı? Böldüm mü ne yaptım?” diye düşünmeden edemiyor. Korka korka “Evet” dedim. “Heeaa, o zaman tamam” diye bir tepki geldi. Demek ki ben çağırmamış olsam ama yine de o taksiye binsem birkaç kötü olay yaşayacağım. Yolun ortasında durup indirilme, “Allah’ından bul” gibi bedduamsı sözler duyma gibi. Neyse bunu atlattık. Çağırdığım taksiye bindiğim için mutluyum. Ama yine de insan bir takdir edilmeyi bekliyor. Çağırmışım seni ve söz verdiğim gibi de binmişim taksiye. İnsan en azından bir teşekkür eder.

Taksi yaklaşık 500 metre ilerledi ve henüz başka bir konuşma geçmedi aramızda. Bu durum beni biraz ürkütüyor. Pis bir sessizlik var ortada ve bu sessizlik biraz daha sürerse şoför, içinde tuttuğu kelimelerin etkisiyle “Güüm” diye patlayacak, arabayı kullanamayacak, biliyorum. Sonra işe geç kalacağım, yine zararı bana. Bir ara “Ben mi açsam lan bi muhabbet, ne yapsam?” diye düşünürken, abi dayanamadı ve sordu: Sen bu taksiye binmiştin daha önce di mi?

Etrafa bakındım önce, “Ulan önceden bindim de bir pislik mi yaptım acaba? Bir yerlerde bir iz mi bıraktım da adam anında tanıdı beni?” diye düşündüm. Kendime ait bir şey göremedim ama. Dedim bari bir tepki vereyim de, bakalım altından ne çıkacak. “Yani, olabilir abi, binmişimdir” diye verilebilecek en anlamsız cevabı verdim. Bir yere varmıyor bu cevap yani. “Olur ya, hayatta her şey insanlar için, gelmiştir böyle bir şey başımıza, binmişizdir, inmişizdir, hayat zaten başlı başına bir yolculuk değil mi? Doğuyoruz, büyüyoruz, sonra ölüyoruz ve bizim yerimize başkaları geliyor. O arada da çeşitli şeyler yapıyoruz işte, belki de bindim daha önce bu taksiye, bilmiyorum ki” gibi bir anlam çıkarılır buradan ve aslında hiçbir yere de varamayız bu anlamla. Belli ki adam cevaptan tatmin olmadı, suratındaki ifadeden anlaşılıyor bu, “Ya da abi sen birine mi benziyorsun yaa?” diye sordu. Ben daha tepki vermeden, “Heh bir dizideki çaycısın sen, evet, Tanrıaldı mıydı neydi adı? Aldı mı verdi mi bir şeydi işte?” dedi. “Tanrıaldı kim lan!” diye bir düşündüm. Bu sırada taksici de düşünüyor, mimiklerden belli. Kara kara düşünen iki adam. “Hee” dedim, “Sarp Apak’ı diyorsun sen abi, Tanrıverdi o, Tanrıaldı deyince, benim de algılarım birbirine girdi” diye devam ettim. “Ben anlamam Sarp falan, ben Tanrıverdi’yi tanırım” diye bir gerildi taksici de. Kendini ona yakın hissediyorsa demek ki. Sonra sakinleşip “Valla benziyorsun abi, cidden benziyorsun” falan diyerek konuyu devam ettirmeye çalıştı. Ben de “Evet ya söylüyorlar bunu hep” diyerek sustum. Ama startı vermiştik tabii bir kere, artık uzayacaktı muhabbet. “İnsanlar çift yaratılmış derler hep” diyerek dünyanın en eski geyiklerinden birini yapmaya yeltendi, ben de inmem gereken yere henüz gelmeden “Ben burada ineyim abi” dedim.

Arabadan indim, karşıya geçtim, arkadan bir ses duydum. Yolun karşısında taksisinin içinde oturan bir adam, bana “Tanrıverdiiii” diye seslenerek el sallıyordu. Koşarak uzaklaştım.

6 Mart 2013 Çarşamba

Ee Ölmüşsün Sen

Geçen gün “Halı saha maçı yapalım şirketçe” dediler, ben de “Aa gelirim ben” diye atladım. Öyle bir atladım ki hem de, sanki yıllardır böyle bir teklif bekliyormuşum da artık beklemek canıma tak etmiş, tam beklemekten ölmek üzereymişim de son nefesime yetişmişler ve beni kurtarmışlar gibi. Tamam, hadi, “Oynarım” falan dedim ama sonra şunu fark ettim, ben bildiğin yıllardır topa ayağımı sürmedim. Anca küçük bir çocuğun oynadığını görünce, topu elime alıp sevdim falan. Yaklaşık son 8 senedir durum böyleydi yani. Yani kondisyon namına bir şey kalmadığından eminim. Zaten sol dizimde de menisküs sıkıntısı var, sanki çok atletik bir bireymişim gibi, dizimi sakatlamışım, artık nasıl olduysa. Bir de onun korkusu sardı, “Daha beter olursa!” diye. Bir kere de “Oynarız yeaa” falan dedim, geri dönüşü de kendime yakıştıramıyorum, “Karakterime uygun değil zannımca” diye çıkarımlar yapıyorum. İşte böyle basit bir olayı bile bu kadar büyütebilecek bir beynim var. Hâlbuki karar almadan önce birazcık düşünse, hemen öyle atlamasa, hem kendi yorulmayacak, hem de beni anlamsız dertlere salmayacak.

Neyse, maçın oynanacağı günün bir akşam öncesinde formamı, ayakkabıları falan hazırladım, spor çantamı da bazanın altından çıkardım. Artık ne zamandan beri kullanmıyorsam, çantanın fermuarı hareket etmesi gerektiğini unutmuş. Çekiyorum, çekiyorum, bir milimetre bile oynamıyor yerinden. İşte böyle durumlarda, kimyagerliğimi kullanarak “Oraya bir damla bilmem ne çözeltisi damlatacaksın, kaymak olur o, kaymak” diyebilmeyi çok istiyorum. Fakat böyle bir meziyetim yok ne yazık ki. Kimyasal adı vererek çözebileceğim tek sorun, yemeğin tuzu eksikse, “Azıcık bir NaCl atacaksın ona, mis gibi olur” diyerek insanların yemeğin tadından bir şey anlamamasını engelleyebilmek. Bunları düşünürken, fermuar yerinde durmaya devam ediyor. Kendimce fikirler oluşturmaya çalışıyorum ama bulabildiğim mantıklı bir çözümüm yok. Laptop çantasıyla da maça gitmek olmaz, komik yani. “Ulan ne yapsam ne etsem” derken, aklıma birden çanta üzerinde küçücük bir delik açmak ve o delikten kıyafetleri sokmak geliyor. Çapulcu gibiyim bazen, evet. Allah, insanlara doğru düzgün fikirler üretip, hayatlarını kolaylaştırabilsinler diye akıl vermiş, ben daha beter kendimi zorlayıcı şeyler bulmak için kullanıyorum o aklı. Bir yerlerde bir şeyleri yanlış anlamışım kesin. Doğumda falan mı bir sıkıntı oldu, tüm organlar dışarı çıktı da beynim annemde mi kaldı, bilemiyorum. Böyle böyle kendime saydırırken, bir yandan da sinirlendiğim için bilinçsiz olarak çantanın tutmaçlarının olduğu yerde bir delik açmışım. Artık ne kadar sinirlendiysem, kumaşı deldim. Delikten formayı sokmaya uğraştım, forma iyice anneanne tülbenti gibi oldu, kırış kırış. Anneme gittim, “Anne ya forma ütülenir mi? Yani öyle bir teknoloji var mı?” diye sordum, eğer böyle bir teknoloji mevcutsa, sıkışan fermuarları açmak için de bir şeyler düşünmüş olmalıydı bilim adamları. Böylece bir taşla iki kuş vuracak, hem jilet gibi bir forma sahibi olacak, hem de fermuarı açtırmak için annemi kullanacaktım. Çıkarcı bir birey de değilim hâlbuki nereden geldiyse aklıma böyle fikirler.

Annem fermuarı açınca, “Ee yırtılmış bu çanta! Dışarı çıkılmaz böyle, ayıp!” falan dedi, ben de “Aa bakayım bi ne olmuş ya?” diyerek çantayı elinden kapıp odama koştum. Artık orayı dikip, bir çözüm bulacaktım. Bu işleri hallettikten sonra kendimi maça psikolojik olarak hazırlamak için gaz verici şarkılar açıp odamda oraya buraya zıplamaya başladım. Sonra kafamdan hayali bir top uydurarak yine hayallerimden ibaret olan ve karşımda bütün heybetiyle bekleyen kaleye inanılmaz goller attım. “Hep gol atacak değilim, biraz da kaçıralım” diye düşünerek kendimi her türlü duruma psikolojik olarak hazırlamak için birkaç şutumu da auta yollayıp biraz hayıflandım ve hayali takım arkadaşlarımdan özür dileyerek bundan sonra daha iyi olacağıma dair söz verdim. Evet, artık maça hazırdım.

Halı sahaya ilk adımımı atar atmaz oraya buraya koşmaya başladım. Maça ısınmak dedikleri şey böyle başlamalıydı sanırım. Bir ara abarttığımı fark edip azıcık da açma germe hareketleri yapma kararı aldım. Çünkü öyle bir koşuyordum ki, “Erdem, odanı yerinden söküp götürüyorlar” deseler, “Bırakın lan!” diye bağırarak bu kadar koşmazdım. Yeterince gerildiğimi hissedince de topla çalışma programını benimsedim. İlk şutum çok kötüydü, kaleye yetişemeden nefesi kesildi, sahanın ortasında bir yerde durdu. Bir dahaki sefere topa “zıbam” diye vuracak ve ağları delecektim. Fakat o da olmadı, gitti, direğe çarptı. Olsun, adım adım ilerlemeliydim. Hemen gol olsaydı, “Ne oldum delisi” olabilirdim belki. Ne bileyim. Bazen gaza geliyorum işte.

Sonra takım kadroları açıklandı. Patronun iki oğluyla aynı takımdaydım. Hadi birisi benden küçüktü, adıyla seslenirdim ama diğeri biraz sıkıntı yaratacak gibiydi. Ulan şimdi adını söylesen, olmaz. “Bey” desen, “Zeki Bey, boşum şu anda, müsaidim, pas verebilirsiniz uygun görürseniz” falan, sallasan bir şeyler, bu kadar kibarlık yapana kadar topu kaptırıp gol yeriz. “Zeki abi, at abi, boşuuuum” falan diye bağırsam, o da olmayacak. Adam zaten her gün gelip “Nasılsın kardeşim?” diye soruyor bana, bir de ben “abi” dersem, aramızda ciddi bir akrabalık bağı oluşacak gibi hissettim birden, maçı, topu bırakıp “Abi, abicim!” diye ona koşmaktan korktum. “Pişt, sarı formalı, at buraya” ifadesi de inanılmaz kaba. Şirketçe kaynaşalım derken, olayı tamamen yanlış anlamışım gibi işimden olurdum. “Neyse, bir şey demeyeyim, kendisi pas atarsa, atar, atmazsa da içimden tepki gösteririm, içimden kızarım” diye bir karar aldım.

Maça hızlı başladım ve tam 8 dakika boyunca it gibi koştum. Gaza gelen yapım hemen devreye girdi ve “Bu 8 dakikayı atlattın ya, artık bir şey olmaz” diye ipe sapa gelmez bir çıkarım yaptı. Sanki 8 dakika bir halı saha maçında eşik değeriydi ve bu 8 dakikayı başarıyla tamamlayan oyuncular, maç isterse 93 saat sürsün, yine de yorulmak nedir bilmiyorlardı. Gaza gelince de ayaklarıma bir kuvvet geldi zannettim ve sahanın içinde anlamsız koşular yapmaya başladım. Artık maçı bırakmış ve kişisel tatmin için saha içinde, topla alakamın olmadığı yerlerde mal mal koşuyordum. Bu gaz da 3 dakika sürdü ve rakip ceza sahasının 3 metre gerisinde dalağımı bıraktım.

Geriye kalan 49 dakikada yaptığım tek olumlu hareket vücudumdaki bütün enerji taneciklerini toplayıp yaratana da sığınarak yaptığım vuruş oldu. Onda da top direkten döndü.

Maç bitince de “Yaşlanmışız artık” diye bir çıkarım yapıp sessiz sedasız evin yolunu tuttum. Teselli edenim yoktu. Olsaydı iyi olurdu belki. Buna üzülürken de uyuyakalmışım zaten.

4 Mart 2013 Pazartesi

Not Al Bunu!

“Hazırlan, Almanya’ya gidiyoruz!” diyor bölüm müdürümüz. Hemen masamdaki ajandama uzanıyorum. Öyle ajandaya “Nürnberg’e gidilecek, pasaport işlemlerini hızlandır, otel rezervasyonunu tamamla” şeklinde not almak için falan değil. Garip bir refleks edinmişim ben, her “Erdem” dediklerinde masamda duran en yakındaki deftere uzanıyorum. Ajandaya, deftere, masaüstü takvimine falan çok fazla önem veren biri de değilim hâlbuki. Zaten her anını planlı programlı bir şekilde not alıp, bu notlara bakarak, zamanı gelince de olması gerektiği gibi halleden biri olmadım hiçbir zaman. Ajanda benim için, ilk sayfasındaki “Adı-Soyadı” bölümü doldurulup, ondan sonra bir köşede unutulan bir şey oldu hep. Bir de 11 Eylül’e gelip “Doğum günüm” yazıyorum genelde adeta bir narsistmişimcesine. Bir insan doğum gününü niye kendi ajandasına kaydeder ama değil mi? “Kimse kutlamazsa, ben kendi doğum günümü kendim kutlarım!” şeklinde düşünüp “Kimseye ihtiyacım yok ulan!” gibi bir imaj mı yaratmak istiyorumdur nedir! Hayır, bir de birisi ajandamı karıştırsa, tam bir manyak zannedecek beni, “Adam kendi doğum gününü yazmış ulan! Yuh! Ayıya bak!” diyerek. Ya da kendi doğum günümü bile unuturum diye yerli yersiz korkular yaratıp, bu korkuların hayatımı zindana çevirmesine kendimce önlem alıyor olabilirim, bilemiyorum.

Ajanda kavramıyla ilk tanışmam 3-4 yaşıma rastlar. O zamanlar okuma yazmamız yok tabii, o yüzden açtığım sayfanın 3 Ocak tarihini mi yoksa 15 Eylül gününü mü gösteriyor olmasının bana salt bir faydası yok. Zaten iki tane kelimenin yazılışını öğrenmişim, birisi “Ninja Kaplumbağalar”ın “Ninja”sı, diğeri de mavi bantlı kaplumbağanın adı olan Leonardo. Her boş sayfaya bu iki kelimeyi yazıyorum. Vermişler elime bir şey, bir kontrol edin, bu çocuk ne yapıyor, bir zeka parıltısı sergiliyor mu, durup dururken okuma yazmayı öğrendi mi yoksa hala mal mal takılıyor mu! Herhalde evdekiler daha ilk başta benden bir şey olmayacağını anlamışlardı ki pek yol göstermiyorlardı bana. “Bak oğlum, şunu yaz, bunu karala, bir ev çiz, yanında dere aksın, inekler ‘mö’ desin” falan diyenim yoktu. Baktım bu iş böyle iki kelime yazmakla olacak gibi değil, ben de oradan buradan duyduğum ve şeklini gördüğüm şeyleri yazmaya, çizmeye başladım. Sayı kavramı da böyle girdi hayatıma. O zamanlar yaptığım şeyin farkında değildim ama yaklaşık 1 sene önce gördüğüm bir komşu teyze, “Sen 1’den başlayıp 1000’e kadar yazardın deftere” deyince, çocukken çok ciddi boyutlarda psikolojik rahatsızlıklarım olduğuna emin oldum. Tabii bu durumda psikolojik rahatsızlığı olan sadece ben değildim; komşu teyzenin de benim 1000’e kadar tüm sayıları yazdığımı bunca senedir aklında tutması, beni bu teyzenin de çok sağlıklı bir yapısı olmadığına inandırdı.

Zaman ilerledikçe “Ders çalışırken kullanırım, işlemleri burada çözerim” diye düşünüp, oradan buradan ajanda toplamaya başladım. Tabii bu fikir bana bir yerden malum olmamıştır, birisi söylemiştir kesin. Ama baktım ki bir yerden sonra meşhur Ece Ajandaları’nın depo sorumlusu gibi olmuşum. Her yıla ait bir adet Ece Ajanda’m vardı. Tabii biraz da ilkokullu olmanın verdiği gerzeklikle, Ece ismindeki “ce”yi karalayıp “Erdem Ajandası” falan yapıyordum. “Ders çalışırım, not tutarım” diye milletten aldığım ajandaları kişisel tatmin aracı yapmış, “Ehehe Erdem yazdım” diye kendimi mutlu eder olmuştum. O zamanlar bu çocuğun gidip Boğaziçi’ni falan kazanacağını söyleseler millet bu acı tablo karşısında gözyaşlarını tutamazdı. “Artık bu bile kazanacaksa höh yani!” derlerdi.

Sonra liseye başlayınca “Artık planlı olucam abi! Not alıcam her şeyi!” diye bir gaza geldim ama sadece okulların açılacağı gün için, artık kaç Eylül’de açılıyorsa, “Okulun ilk günü!” yazıp bıraktım ajandaya. Bu iş bana göre bir şey değildi. Zaten lise ortamı belli yani. Ergenlik dönemindesin, üzerinde manyak bir enerji var, o enerjiyi de içinde saklarken gidip bir yerlere “Hımm şu gün şunu yapayım, 2 hafta sonra bugün bu işi tamamlamış olayım” şeklinde not almak güç. Üniversitede de bir arkadaşımda gördüm bir gün ders çalışırken, birden çantasından küçük sevimli bir şey çıkardı, belli tarihlere bir şeyler not aldı falan ve o gün bir karar aldım: Eve giderken bir ajanda alıp ben de böyle ders çalışırken birden bire bir program yapacak ve bunu unutmamam gerektiğini düşünerek hemen doğru düzgün bir tarihe not alacaktım. Dersten çıkıp kendimi D&R’a attım, Van Gogh’un tablolarının resimlerinden oluşan küçük sevimli bir ajanda aldım, adımı soyadımı yazdım, bir de çok yoğunmuşum da yemek yemeyi bile unutuyormuşum gibi o günün sayfasını açıp saat 19:00’a “Akşam yemeği!!!!” yazdım. Hatta yemekten sonra odama koşup, çantamdan ajandayı çıkarıp, akşam yemeğinin yanına bir tick attım. Sonra yıl bitince de işte bu tek sayfasını kullandığım ajandayı çöpe yolladım.

Hayır, “Spontane yaşarım ben hayatımı, o an içimden ne geliyorsa onu yaparım, kendimi bir kalıba sokamam!” adamı da değilim ben aslında. Aksine, mesela her sabah uyandıktan sonra gün içinde ne yapacaksam, saatine kadar planını yaparım kafamda. Ama bunu bir yerlere yazmak zor geliyor sanırım. Yılbaşında firmalar ajanda yolladılar bize, bana da verdiler 1-2 tane “Erdem kullanır mısın?” diye sorarak. Ben de sanki nefes alış verişlerimi bile planlı programlı yapıyormuşum gibi “Aa tabii ya kullanmaz mıyım! Hatta hemen şu an not almaya başlıyorum” diyerek kaptım ajandaları. He ne oldu sonra? Masamda duruyorlar öyle. Zaten neredeyse her konuyla ilgili verdiğim tepki de aynı: Hee tamam unutmam ben onu ya, not almaya gerek yok! Sonuç: Unuttu.

Böyle saçma sapan bir konuyla ilgili yani “Erdem’in ajanda geçmişi” içerikli saçma bir yazı çıkardığım için de kendime ne desem bilemedim şu an. Bunu tarihe not düşmeliyim, “Boş işler adamı olduğumun tescillendiği gün” diye. Aha ajandaya yazacak bir şey buldum! Kaçtım ben, ajanda beni bekler!