27 Kasım 2010 Cumartesi

teşekkürler

bazen gerçekten hiç hak etmediği sözleri duymak yıkabiliyormuş insanı.. bu akşam hissettim bu duyguyu ne yazık ki.. bunu hissettiren kişi de önemli tabii.. kişiye bağlı olarak, bu sözler bazen teğet geçerken üzerinden, bazen içine oturabiliyormuş.. önce insan kendini sorguluyor, bunları duymayı gerektirecek bir şey yaptım mı acaba diye.. bakıyorum.. hayır, yapmadım sanırım.. sonuç istediğin gibi değil ama.. "peki" diyorum her zamanki gibi.. kapatıyorum gözlerimi, kulağımda çınlıyor o sözler.. teşekkür ediyorum her şey için.. bu kadar kolay olmamalı kalp kırmak..

26 Kasım 2010 Cuma

öyle bir salağım ki anlatamam

saçma bi insan olmak hayatta en zor şeylerden biridir. saçma kelimesinin kulağa bile ne kadar saçma geldiği düşünülürse bi insanın saçma olmasının ne kadar saçma olduğu fark edilebilir. yanımda oturan seda’ya bu konu hakkında ne düşündüğünü sormak istedim ama o sırada telefonu ile meşgul olduğunu gördüm. facebook’a status girmeye çalışıyodu. saçma bi insan olmamdan ötürü “dur ben de facebook’a giriyim” dedim. bağlanmayı bekledim, bağlanır bağlanmaz mustafa’nın statusunu gördüm. “benim eğitimle kaybedecek zamanım yok” yazmıştı. bunu beğendim. yorum yaptım. vaktimi harcadığım şeyleri düşündüğümde saçma bi insan olduğumu fark edip kendime saçma tripler attım.

Seda statusunu tamamladı, elindeki kahveyi üzerine dökme tehlikesini atlattıktan sonra boğaz’a uzun uzun baktı. çok içlendiğini görüp “Mustafa’yı mı çağırsak acaba?” diye sordum. Mustafa’yla eğlenebilirdik. “Oluuur” dedi u’ları uzatarak. u’ların uzaması bu fikri sevdiğinin bir göstergesiydi. Hemen Mustafa’yı aradım, telefon 374972 kere çaldı ve açılmadı. “uyuyordur” diye çok genel geçer bi yorum yaptık. yan banka oturan insanların konuşmalarını dinlemeye karar verdik ama bunu birbirimize belli etmedik.

“beni istiyorsa ben olduğum için istemeli” cümlesini kurdu yan banktaki çocuk. çok derin bi laf söylediğini sandığı için yanındaki insanın 2-3 dk hayattan soyutlanmasını bekliyormuş gibi bi hali vardı. Kendisine yüklenen misyonun farkına varan çocuk “öyle abi” dedi. Seda’ya döndüm. “öyle mi acaba yaa gerçekten?” diye sordum. Seda “öyledir abi” dedi. Öyle kelimesine eklediği –dir eki aslında bu durumdan çok da emin olmadığını gösteriyordu. bu konunun üzerinde düşünmeye gerek olmadığına karar verdik. bu konuyla ilgili yeterince saçmalık yapıyorduk zaten. şu an başka saçmalıklar yapabilirdik.

mustafa geldi. gelir gelmez üşüdüğünü söyledi. üşüme konusu açılınca otomatik olarak ağzımdan çıkan cümleyi tekrar kurdum: benim içim kalın.. saçma insan rolüne uyuyodum. Geçen gün yolda gördüğüm kızın söylediği söz aklıma geldi, Seda'ya söyledim, dalga geçtik. "Bana sadece hayatı veremezsin, onu da elimden almaya çalışıyorsun" demişti kız. Kız, sevgilisine saçma tripler atıyordu; biz ne saçma laf dedik bu sözler için. Ama haklıydık.

Mustafa çalan telefonunu açtı. Seda statusumu like eden var mı acaba diye bi cümle kurdu. Bana kalan sadece telefona mesaj gelmiş mi diye bakmaktı. Turkcell’den gelen mesaja cevap vermeye çalıştım, niye yanıtla bölümü yok bunun diye kendi kendime söylendim. Seda’nın statusunu beğenen sayısı 2’ydi. Mustafa telefonu kapatınca yemeği bu akşam kendisinin yapacağını söyledi. Soğanların pembeleşmesi üzerine 74 kere yaptığım espriyi tekrar yaptım. Hep birlikte suratımızı buruşturduk. Ortamı toparlama görevi bana verilmiş gibi hissettim ve dün akşam olanları anlattım. Anlattıklarımı en iyi anlayacak iki arkadaşımla oturuyordum. Birbirimize çeşitli tavsiyeler verdik, sonra bunlara ne saçma işler yapıyoruz yaa diyerek güldük geçtik. aklıma yaptığım bi saçmalık geldi, öyle bir salağım ki anlatamam diye girdim konuya… sonra shuttlea bindik. kuzey’e gidecektik. shuttle da kuzeye gidiyordu. biz hisar’a gidiyor sandık, güney kapıda indik. shuttle kuzeye doğru döndü. “neyse zaten kalem alacaktık” diye uydurdum. öyle bir salaktım ki anlatamazdım…

21 Kasım 2010 Pazar

Ay Dede

“Yasak o abicim!” diyor yüzüme bakarak. Aklıma gelen ilk cümleyi söylüyor ve idiot seviyesine iniyorum: yoo, öyle elimde kalmış.

Çayı masaya bırakıp koyduğu yasağın keyfiyle karizmatik bir şekilde ilerliyor. Çaya attığım şekerin çözünmesini izlerken (evet burada kimyager ruhum devreye giriyor) bir adet simidin yasaklanmak için ne yapmış olması gerektiğini düşünüyorum. Bugüne kadar yüzüne bakmadığım, yemeyi sevmediğim simidin çayı getiren abiden de bir darbe yemesi çantama sıkıştırdığım üzeri susam kaplı yuvarlak yiyecek için üzülmeme neden oluyor. Simidi teselli edecek birkaç söz arıyorum. Tam o sırada çaycı abiyle göz göze geliyorum. “Simitle konuştuğumu görürse kızabilir” diye düşünüyorum, gözümü Boğaz’a çeviriyorum. Simidi kendi derdiyle baş başa bırakıyorum.

“Denize sıfır” yakıştırması yapılan bir cafedeyim. Dalgaların kıyıya vurup kendilerini birkaç su damlasına indirgeyerek yüzüme çarptığını fark ediyorum. Kasım ayının sonlarına doğru yaklaşmamıza rağmen üzerimde bir gömlek ve bir tişört var. Tişört bana bu durumla ilgili bir yorum yapmamı emrediyormuş gibi sert sert bakıyor. “Küresel ısınma tabii, mevsimler birbirine girdi.” şeklinde yaptığım yorum masanın hemen altında duran kedinin bile yapabileceği sığlıkta. Tam çayı içerken telefonumun çaldığını duyuyorum. Çok meşgul bir iş adamı gibi bardağı elimden fırlatmak ve gelen aramayı anında cevaplamak istiyorum. Telefona ulaşmak için yaptığım hareketler de bu düşüncenin bir göstergesi. Ellerim birbirine dolanıyor ve aynı zamanda çantamın fermuarını açmaya çalışıyor. Kalp de ortama gerilim katmak için hızlı hızlı çarpıyor. Boğaz’dan Jaws çıkacakmış gibi hissediyorum. Ama karşıma umduğum kişi değil çıka çıka mekanik bir ses çıkıyor ve bana Avea’nın çok özel bir kampanyası olduğunu söylemek için aradığını belirtiyor. (Çok özel kampanyalar millet olarak dayanamadığımız ve hemen bir parçası olmak istediğimiz türlü dalaverelerdir.) Telefondaki ses kampanyaya katılmak isteyip istemediğimi soruyor ama bu sesi duyduğumda kampanyanın ne olduğunu dinlemediğimi fark ediyorum. Birkaç saniye sessizce duruyoruz. İki sevgiliden birisinin “Ben ayrılmak istiyorum.” dediği anda yaşanılan sessizliği andırıyor bu durum. Korkuyorum. “Tekrar dinlemek istiyorsanız 2’ye basın” diyor ses. “Tekrar dinlemek istemiyorsam kaça basmalıyım?” diyen iç ses espri yapacak havada olmadığımın en basit göstergesi. Telefonu kapatıyorum.

Telefonda geçirdiğim süre boyunca hava da kararmaya yüz tutmuş. “Ay dede çıkmış” diye bir cümle kuruyorum. 1987 doğumlu bir insanın hala “Ay dede” tabirini kullanmasının savunulacak bir tarafı yok. Yaptığım çocukluğu yüzüme vurmak istercesine ay ışığı denize vurmaya başlıyor. İstemsiz bir şekilde yanımdaki sandalyeye bakıyorum. Boş. O sırada yanıma yaklaşan biri sandalyenin boş olup olmadığını soruyor, boşsa alabileceği söylüyor. Üçüncü sınıf bir komedi filmine yakışır bir cevap arıyorum. Bulamıyorum. Sandalyeyi alması kafamı “alabilirsiniz” anlamında salladığımın göstergesi.

Havanın kararmasını fırsat bilip elimi çantama atıyorum. Karanlıktan faydalanarak az önce kalbi kırılan simide sevgi gösterisinde bulunuyorum. Ayımsı parçalar değil, minicik yudumlar alarak simidi yemeye başlıyorum. “Engelleri yık, yasaklara karşı gel!” diye bir felsefe uydurup, bu düşünceyi uyguladığım için saçma bir mutluluk sarıyor her yanımı. Daha ne kadar sığ olabilirim diye merak ediyorum.

Elinde tepsiyle yaklaşan abiyi görünce çayımın bitmiş olduğunu fark ediyorum. Elimi kaldırıyorum, isteğimi anlıyor. Elim telefona gidiyor ve ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda elimin hep aynı şeyi yaptığını fark ediyorum. Saatin kaç olduğunu bakıyormuş gibi yapıp aslında mesaj gelip gelmediğini kontrol ediyorum. Tabii ki gelmemiş. “Bence bir mesaja cevap verilmeli” diye düşünüyorum. Çok düşünceli bir hal takınmış olmalıyım ki çayı getiren abi ortama neşe katmak amacıyla “Ay dede de çıktı” diyor. “Te allam koca adam olmuş” diyorum “hala Ay dede diyor…”

19 Kasım 2010 Cuma

kahverengi kahve

“off bu ne yaa!!”

Elindeki kahve fincanının içine diktiği gözleri, böyle bir tepki vermesine neden olmuştu. “için kararmış” dedi. “kahve kahverengi ya ondan öyle gözüküyordur” şeklinde kurduğum cümle o an için çok mantıklı gelmişti. Hem “içimin kara olmadığı, kahve koyu bir renkte olduğu için öyle gözüktüğü” izlemini vermiş olacaktım hem de çok önemli bir keşif yapmış gibi gözükecektim. Bunları düşünürken etraftan duyduğum kahkahalar beni kendime getirdi. o renge ismini zaten kahve vermişti.

Telvenin (telve kelimesi bana hep Yıldız Tilbe’yi hatırlatmıştır, neden böyle olduğu hakkında bir fikrim yok) girdiği garip şekillerin hayatım adına olumlu yorumlanmasını bekliyordum. Bir insanın umutlarını kahverengi tortulara bırakması aslında neresinden bakarsanız bakın büyük bir aymazlık örneği. Ama o an onları düşünecek durumda değildim ve merakıma yenik düşerek aymazlık boyutuna geçtim. Artık ben de bir aymazdım. “aymaz diye bir sıfat var mı acaba?” diye düşündüm. “aymaz erdem” dedim. Kulağa hoş gelmiyordu.

Odada bulunan 4 kişi gözlerini fincana dikmiş, nefes bile almıyordu. Bakılan fincan benim fincanım olmasaydı kahkahayı patlatırdım. 4 insanın kafasını küçücük bir fincana sokmaya çalışması çok amaçsız bir işti. Amaçsız işlerin arada beni güldürdüğü olur. Örneğin otobüs son durağa yaklaşırken yerinden kalkarak inmek için düğmeye basan amcaların yaptığı gibi. Son durağa geldiğinde kapıları açmayarak “muhaha kalın ulan otobüste pis fakirler!” diyen bir şoföre henüz denk gelmedim mesela. Korkma amca açacaklar kapıyı, zahmet edip kalkma ayağa.

Fal bakma süresince benle ilgili olan tek cümlenin “için kararmış” olması çok sinir bozucuydu. Benden başka herkes falıma üşüşmüş, telvede yerini almıştı. “sizin karşınızdaki bakkalın vergi borcu mu var?” sözünü duyduğumda fincanı elinden çekip aldım ve “yeter artık!” dedim. Bir fincan kahveyi bana bir sıkıntısı anlatmak isteyen zayıf ve uzun boylu arkadaş için, kendisini teslim etmemi bekleyen belge için (ne belgesi olduğu ve nereye teslim edilmeyi umduğu hakkında bir bilgim yok) içmemiştim. Ayrıca bakkalın vergi borcunun olup olmaması da umrumda değildi. Hem geçen gün bayat ekmek vermişti. Ne hali varsa görsündü!

“Ne bu yaa!” dedim. “Bu falın bir amacı vardı, herkesi sayıyorsun, O’nun hakkında neden bir şey demiyorsun?” diyerek üzgün bir hal takınmaya çalıştım. Nazlı bir insan olmuştum bir anda. “Ver yıkıyım şunu, görmek istemiyorum telve falan” diye ekledim. Naz modundan sinir moduna geçmiştim. Fincanı yıkarken gözümün önüne Yıldız Tilbe geldi. Garip hareketler yapıyor, elini kolunu sallaya sallaya telvenin içinde gidip geliyordu. “Te allam yaa” diye sitemde bulundum, gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımda yıkama işlemi bitmişti, “ben biraz dışarı çıkacağım” dedim. Başına buyruk bir Amerikan genci olmuştum ve aklıma gelen en şımarıkça cümleyi kapıyı kapatmadan önce söyledim: İstemiyorum bir daha fal falan!

Fala bağladığım umutlarım boş çıkmıştı. Kafamı toplamam, radikal kararlar almam gerekiyordu. Ama gaza gelmiş halim yaklaşık 75 saniye sürdü. Geldiğim gazın sonucunda aklıma gelen ilk düşüncenin çikolata almak gibi basit bir düşünce olması beni biraz üzdü. Durumun daha da basite ineceği aklıma gelmezdi: Kinder Surprise mi yoksa Milka Milkinis mi almalıydım? Cevabım belliydi.

Eve geri döndüm. Kinder Surprise’den çıkan kahverengi arabayla sevinçle oynamaya başladım. Kahverengi gözüme batmaya başlamıştı. “Neden kahve yapmıyorsunuz?” dedim, “Fal bakarız…”

16 Kasım 2010 Salı

gregor erdem

“ee sen başkalaşım geçirmişsin!!”

duyduğum cümle karşısında kendimi uzun uzun süzdüm. henüz gregor samsa boyutuna gelmemiştim ama bir değişim olduğu doğruydu. uzun uzun cümleler kuruyor, yüklemlerime yüklem ekliyor, zarf tümlecini ve dolaylı tümleci sık sık kullanmaya özen gösteriyordum. cümle bittikten sonra cümlenin sonuna koyduğum noktanın ardından bir nefes alış süresi kadar bekliyor, paragraf yapacağım zaman tab tuşuna basıyormuş gibi davranıyordum. hem konuşup hem de kafamda bunları kuruyor olmam kendimi çok fonksiyonluymuşum gibi hissetmeme yol açmıştı. “özel yeteneklerim var he heeyyytt” derken gelen “biraz yavaş konuşur musun?” uyarısıyla ilkel benliğime dönüş yaptım. “tabii ki” cevabını beynim düşünerek değil, omuriliğim refleks olarak vermişti. böyle zorda kaldığım anlarda omuriliğimin devreye girmesini çok takdir ediyordum. elimi sırtıma doğru götürerek omuriliğimi sıvazlamaya çalıştım. omuriliğim bunu hak etmişti ama o an için bunun anlamsız bir hareket olduğunu camdaki görüntümü görünce fark ettim. sol elim telefonu kulağıma yapıştırmakla görevliyken, sağ kolum sırtımdaydı. “aha sonsuz sembolü olmuşum” dedim. bir insanın kendini sonsuz sembolüne benzetmesinin onun yaşamına ne gibi bir katkısı olabileceğini düşündüm. “yok yeaa ne katkısı olacak” dedi içimdeki umarsız ses..

eskiden susup karşımdakini dinlerken artık susmayıp karşımdakini konuşturmuyordum. “sanırım başkalaşım bunu gerektiriyor” şeklinde yaptığım manasız yorumdan sonra, “biraz susup O’nu dinlemeye başlamalıyım” diye bir karar aldım. sustum. O’nu dinlemeye başladım. konuşması uzadıkça kendimi şampiyonlar ligi finalinde sahada futbol oynayan oyuncular gibi hissediyordum. cümlelerini bitirdi. beynimdeki maç da bitmiş, sıra kupa seremonisine gelmişti. sesini uzun uzun duymanın verdiği sevinçle beynimde şampiyonlar ligi müziği çalıyor, kupa yerine de elimdeki telefonu sallıyordum. sevinci abartmış olabilirdim ve telefondan bir ses geldiğini duydum. “orda mısın?” sorusu ayımsı bir şekilde sevindiğimi gösteriyordu. “e e evet” dedim. O konuşmaya devam etti, ben dinledim.

bir zaman sonra üşüdüğümü fark ettim. meğer sevinirken üzerimdeki tişörtü forma zannedip çıkarmış ve karşı balkona fırlatmıştım. “neyse ki abartıp halının üzerinde kaymaya kalkmadım” diye kendimi teselli ettim. bir terslik olduğunda “anında olumlu bir şey bulmakla” görevlendirilmiş yanım devreye girmişti. hatta bu yanım ipleri iyice eline aldı. “oha O’nla konuşuyorsun” dedi. “tişörtü fırlattın da ne oldu telefonu bile fırlatman normaldi bu durumda” diye ekledi. olumlu düşünmekten saçmalamaya başlamıştı. ters bir bakış attım olumlu yanıma. “şu an beni öldürebilirdin ama sadece ters bir bakışla yetindin” dedi. “arkadaş ne pis huyun varmış iki dakika sus be!” dedim. biraz alındı. en son “çok daha fazla alınabilirdim” dediğini duydum.

biraz daha konuştum, biraz daha dinledim O’nu. yarın bayramdı ve “erken kalkın” demişti Barış abimiz. gerçi Barış abimiz “bugün bayram, erken kalkın çocuklar” demişti. “ne yapsam bilemedim” diye düşündüm ama sonra “zaman kavramına çok takılmayayım” diyerek bayram sabahları erken kalkılır sonucuna ulaştım.

“hoşça kal” dedi. telefonu kapattım. telefonu kapatmamla birlikte telefon gözüme koskoca gözükmeye başlamıştı. kendime dönüp baktım. mutluluktan kelebek olmuştum. “gregor erdem ehe ehe” dedim kendi kendime..

13 Kasım 2010 Cumartesi

telefon

telefonum açıkken hiç gelmeyen mesajların, telefonu kapattığım çok kısa bir süre içinde gelmesi “bundan sonra telefonumu hiç açmasam mı?” diye düşünmeme neden oldu. ama telefonu açmazsam gelen mesajları da okuyamazdım. bu saçma fikirden vazgeçerek gelen mesajlara cevap vermeye koyuldum..

cep telefonlarının sağ kolumuz olduğu zamanlardayız. eğer kişi solaksa, sol kol görevini de üstlenebiliyorlar. mesela benim sol kolumdur telefonum. sol kolumun üstüne yatmaya da çekinirim ki tuş kilidi açık kalmışsa yanlışlıkla birini aramayayım diye.

belediyemizin bize hediye ettiği, üstün teknoloji ürünü olduğu çeşitli ilanlarla belirtilen elektronik kartı turuncu akbil aletine doğru yaklaştırdım. kart, makineye temas etmeden öttü. “demek ki illa temas etmesi gerekmiyomuş, cidden akıllıymış” diye düşünüp, bu karta sahip olduğum için kendimi mutlu hissettim. zor durumda kaldığımda, dertlere boğulduğumda bana akıl verebilirdi. ama bundan sonra otobüse her bindiğimde “kartı makineye ne kadar yaklaştırırsam öter acaba?” diye düşünmekten korktum. “amaaan olmadı danamsı bi şekilde yapıştırırım kartı makineye” diyip sıyrıldım bu düşünceden.

stratejik önemi olan koltukların hepsi doluydu. bu koltuklarda oturan insanların ayaktakilere yer vermemek için uyuyor taklidi yapmasına gerek yoktu. diğer koltuklarda oturanlar tepelerinde dikilen insanlar yüzünden dışarıya doğru hüzünlü hüzünlü bakma hastalığına yakalanmış gibi görünmek zorundalardı. böyle bi durumda, ayakta duran insanın acıma mekanizması devreye girecek, iç ses “çocuk/kız zaten dertli, bi de ayakta beklemesin” diyecekti ve yerinden kalkmama misyonu tamamlanacaktı. bu misyon uğruna kitap okuma alışkanlığı olmayan insanlar kişisel kütüphane sahibi oldular bu memlekette.

oturduğum koltuğun cezbedici herhangi bir yanı yoktu. camdan, manzarayı görebilmek için ya kafamı aşağı doğru eğmem ya da yukarı kaldırmam gerekiyodu. kulağıma kulaklıkları takıp, çalan şarkıya kafamla tempo tutuyomuş gibi yaparak dışarıyı seyredebilirdim. beynim idiotça fikirler üretiyodu.

telefonu elime aldım. gönderdiğim mesajlara cevap gelmeye başlamıştı. büyük bir özenle hepsine cevap vermeye başladım. sonra tekrar cevap geldi. tekrar cevap verdim. “dur artık arıyım” dedim ama arayınca da ulaşamadım. ulaşamadığı insana telefonu kapattıktan hemen sonra mesaj göndermek yeni çağın getirdiği hastalıklardan biridir. teknolojiyi sonuna kadar kullanma çabasıdır. “telefonuna bak” şeklinde atılan mesaj telaşlı insanoğlunun teknolojiye ayak uydurmasında yaşadığı güçlüğe örnek verilebilir. telefonunun çaldığını duymayan kişinin o mesajı görebileceği umudunu taşıyan insanlardır yukarda bahsi geçenler ve tam olarak yukarda bahsettiğim insan modeline uyduğumu telefonun “gönder” tuşuna bastığımda anladım ben de. “telefonuna bak” yazmış ve utanmadan bunu göndermiştim. bu utancı kaldıramayacağımı düşündüm ve telefonu kapattım. “telefon kapalı olunca daha çok mesaj geliyo” diye avuttum kendimi sığ bir şekilde.

bir süre sonra telefonu açtığımda mesaj gelmemişti. tekrar kapattım. açtığımda yine yoktu. 22 saattir telefonu açıp kapatıyorum. telefon sinirleniyor, “te allam yaa!!” diyor.. “affet beni” diyorum telefona, “ama seni kapatınca mesaj geliyor ve gelen mesajı okumam için seni açmam lazım…”

11 Kasım 2010 Perşembe

dağ kek

“duuur öyle değil” sesiyle irkilmiş, elindeki kek kalıbına bakakalmıştı. bin bir özenle hazırladığı kek karışımını kalıba dökmek için sabırsızlanıyor ama bu işlemi yanlış yaptığı söyleniyordu. “nasıl ki?” diye sordu. 3 yaşındaki bir çocuğun yolda gördüğü her şeyi annesine babasına sorduğu anda sahip olduğu bir yüz ifadesi takınmıştı. sonra bir şey fark etti. sıvı haldeki kek karışımını bile kalıba dökme işini başaramıyordu.”elimizden tutan yok ki” diye düşündü.

“neyse en zor kısmını yaptım ve unu şekeri falan birbirleriyle karıştırdım” diyerek kek kalıbını kendisini uyaran sesin sahibine uzattı. bu süreç içinde çok ciddi bir tavır takınmış, işi çırağa öğreten bir ustabaşı gibi davranmaya özen göstermişti. “artık gerisi sana kalmış” diye ekleyerek işi zirvede bıraktığı izlenimi uyandırmaya çalıştı. ne derece başarılı olmuştu, o da kek fırından çıktıktan sonra belli olacaktı. başarılı olma oranı kekin ne kadar kabardığı ile orantılıydı ve yüksek bir oran tutturmak için 7 paket kabartma tozunu kimseciklere görünmeden kekin için boca etmişti.

“kek pişene kadar dışarı çıkıyım” dedi karşısındakine; “sen kontrol et pişmiş mi kek diye” şeklinde de bir uyarıda bulundu. dışarıya çıktığında aklına gelen ilk şey 7 paket kabartma tozu olmuştu. hemen telefona sarıldı ve kek emanetçisini aradı:

- kek pişti mi?

gülmekten cevap veremeyen emanetçinin boğuk sesi içinden birkaç kelimeyi seçti:

- daha 2 dakika olmadı, nereye pişiyor!!

“hee sen görürsün kek fırını yutunca” diyecekti, sustu.. “işine bağlılığını kontrol etmek istedim” diye aklına gelen ilk saçma cümleyi söyledi ve telefonu kapattı. birkaç dakika sonra telefonuna gelen mesajı emanetçinin gönderdiğini düşündü, “kek boğuyor beni ne koydun lan bunun içine” yazmış olabilir diye hayal etti. korktu. elini cebine götürüp götürmemekte tereddüt etti. ama tereddüt ettiğiyle kaldı çünkü 3 yaşındaki çocuk yine canlanmış ve merakına yenik düşmesine neden olmuştu. mesajın turkcell’den geldiğini gördü. “hey gençtrkcllli” şeklinde başlayan mesajı kendisine yollayan insanı hiç tanımadığını biliyordu ama bu insanın böyle “hey kanka naer yaa xD” diyormuş gibi başlayan bi mesaj gönderirken nasıl bir ruh hali içinde olduğunu da merak etti. “nasıl bir yalnızlık duygusuysa hemen kanı kaynadı bana herhalde yazık lan” diye düşündü, sonra “aman banane yaa ben kendime bakıyım” dedi. içindeki 3 yaşındaki çocuk birden büyümüş, 16 yaşında bir liseli olmuştu ve gelen mesaja “hey bro what’s up man?” diye cevap vermesi için içten içe dürttü onu. “yok artık operatörle mesajlaşacak değilim” diye tersledi içindeki liseliyi, 54 yaşında bir baba olmuştu şimdi de. karakterden karaktere atlaması ruhunu sıkmıştı, özüme dönmeliyim dedi ve birden sabri bey gibi “allaaaaahh allaaaaahhhh” diye bağırıp havalara uçmak, sonra yerde yuvarlanmak istedi. “böyle öze dönülür mü be!” diyip vazgeçti.

istemsizce telefonuna gitti eli, mesaj ve çağrı yoktu. “oohh özüme döndüm” dedi. canı acımıştı birden bu çıkarımı yapınca. “arayan soran yok negzel” diye düşündü. “kek olmuştur” dedi. eve dönmeye karar verdi.

“kapıyı çalmayayım, anahtarla açıyım” dedi. kek emanetçisinden bir de kapıyı açmasını istemezdi. zaten büyük ihtimalle kekle uğraşmaktan bitap düşmüştü. anahtarı çevirirken göreceği manzaradan korktu. kek x-men olmuş olabilir, evi bacayı sarmış halde bulunabilirdi. korkusunu yenmeye çalıştı, kapıyı ardına kadar açtı. kek emanetçisi karşısında oturmuş, ağzındaki keki yutmaya çalışırken şunları diyordu: ne koydun lan bunun içine 2 hafta bitmez bu kek dağ gibi olmuş..


5 Kasım 2010 Cuma

"ama olsun" dedi

zaten çok zor doğmuştu.. doğabilmek için bu kadar çok çaba gösterdiğine göre dünya güzel bi yer olmalıydı diye düşündü.. her şeyin, herkesin çok çok iyi olduğuna inandı; bazı şeyler gözüne gözüne girmesine rağmen bu inancını hiç kaybetmedi.. kimseye “hayır” demedi, diyemedi belki de kayıplarının büyük bi kısmına bu özelliği neden oldu.. “ama olsun” dedi..

çok güldüğü zamanlar da oldu, oturup hüngür hüngür ağladığı da.. komiklikler, şakalar yapılırken, arkadaşlarıyla geçirdiği zamanlarda, en yakınlarının yanında olduğu zamanlarda çok mutluydu; bazen de bazı olayların, hayatından kayıp giden insanların verdiği üzüntüyle kendi kabuğuna çekiliyordu.. sevgililerini de kaybettiği oldu, canından çok sevdiği insanın zamansız bi şekilde bu dünyadan gittiği de.. sevinçten havalara uçtu bazen, bazen de içinde yaşadığı mutluluğu dışarıya hissettiremedi.. bazen gereksiz yere kırdı insanları, bazen hak etmediği davranışlarla cezalandırıldığı da.. “ama olsun” dedi..

bazı insanların sadece kendisi için yaşadığını gördü, azınlıkta kalan bir kısım insan ise başkaları için kendi hayatını yaşamıyodu.. kimisi sadece parayı, pulu düşünürdü; kimisi için bi hiçti bunlar.. kimisi elde etmek istediklerine kavuşabilmek için insanlığından ödün verirdi, kimisi için önemli olan karakterdi.. yalanı hiç sevmedi ama yalancılarla da yaşamak zorunda kaldı.. yüzüne karşı nefes almak için bile ara verilmeden yalanlar söylendi.. inanmış gibi gözüktü, içinden güldü.. “ama olsun” dedi..

seni seviyorum lafını duyduğu günün ertesinde terk edilmeyi de gördü.. sevmeye çalışıp, bu işlerin zorla olmayacağını da.. gördüğü sevginin karşılığını veremediğini düşündüğü zamanlar da oldu, verdiği sevginin karşılığını alamadığı da.. “ama olsun” dedi..

zaman geçti, geçiyordu, geçecekti.. büyüdükçe daha rahat görmeye başladı bazı şeyleri.. “yaşla beraber tecrübe de artmıştır” diye düşünürdü.. ama bi gün gördü ki daha yolun başında bile diildi.. “ama olsun” dedi.. durdu, düşündü.. önemli olanın hayatın ne demek olduğunu hatırlatanlar olduğunun farkına vardı.. kaybetmekten korktuklarının hala yanında olduklarını gördü.. gülümsedi.. bi iki yaş da aktı arkasından.. “ama olsun” dedi..

tüm bunlar hayali bi kişi için yazılmıştı.. “ama olsun” dedi..

biterken redd’den tamam böyle kalsın çalıyodu..