29 Aralık 2011 Perşembe

Genç Bir Üniversitelinin Acıları

Cansu, Mustafa ve ben aynı masadayız, önümüzde Türk kahvesi var. Türk kahvesi ortama girince insanların içi ısınır, sohbet koyulaşır, 40 yıl hatırı falan var kahvenin, bunlar önemli şeyler tabii ki. Küçücük bir fincan da olsa önümüzdeki, içindekinden çok fazla şey bekliyorum ben de. Ama birden “Ben senin yazılarını okumuyorum, ne okuyacağım ya!” diye bir cümle geliyor kulağıma, buruluyorum.

İlkokulda, lisede falan kompozisyon yazarken hep stres dolardı içime, okunmaya değer bulunacak mı acaba, diye düşünmekten. Yani, hoca, eline kâğıdı alınca “Amaaaan Erdem yazmış işte, zırvalamıştır bir şeyler, ne okuyacağım ya!” diyerek kağıdı buruşturup atacak mı diye yaşadığım bir korku işte. Bu yüzden giriş, gelişme, sonuç bölümlerini düzgün bağlayayım da insan elinden çıkmış gibi olsun diye büyük çaba sarf ediyordum. Giriş bölümünü falan bir şekilde yapabiliyordum ama gelişmeye gelince konuyu geliştireceğim diye saçma sapan yerlere daldığım oluyordu. Atıyorum, mesela “Damlaya damlaya göl olur” konulu bir kompozisyon yazılacaksa, ben, bu lafı evirip çevirip “El için eşeğinin kuyruğunu kesme; kimi uzun der, kimi kısa” boyutuna getirebiliyordum. Sonuç bölümüne gelince de “Abi göl falan diyor, bir yere bağlamak lazım” diye düşünüp kısa ve uzun kesilmiş eşek kuyruklarından oluşan ve insan mantığını zorlayacak saçma sapan bir göl elde ettiğim oluyordu.

Sanırım lise ikideyken bir hikaye yazmamız istenmişti kompozisyon sınavında ve o yazdığım hikayeyi, çok derin bir şekilde anlatmadan, ana hatlarıyla bile yazsam burada etrafımdaki arkadaş sayımda ciddi bir azalma olur. “Ankara’ya okumaya giden genç üniversite öğrencisinin başına gelenler” ana temalı hikayem şu anda okunsa, Kemalettin Tuğcu’nun yazdığı kitaplarda yarattığı hüzün, dünyanın en komik fıkrası gibi görülebilirdi hikayemi okuyan insanlar tarafından, bu kadar rezil bir şeydi. (Yalnız hala bu hikayenin beni ciddi ciddi utandırdığını fark ettim. Yazının bu noktasında biraz durup dertli dertli etrafa bakındım, bu travmayı atlatabilmek için çareler aradım, bulamadım)

Ama öğrencilerin genel olarak bir sıkıntısı var sanırım kompozisyon yazma konusunda. Derste bülbül gibi şakıyan çocuk, önüne kağıt gelince bu sefer dut yemiş bülbül gibi oluyor. (Evet, öğrenci hep bülbüldür gözümde) Giriş, gelişme, sonuç bölümlerini birer cümleyle halleden bir arkadaşım bile olmuştu zamanında. Savunması da “Olum bize demiyolar mı hep az ve öz yazın diye, ben de öyle yazdım işte” şeklindeydi. Ben de bunu dünyanın sırrını keşfetmiş gibi “Aa doğru lan!” diye karşılamıştım çocukluğun verdiği her şeye inanma iç güdüsü ile. Ama neyse ki bunu düstur edinmemişim, çünkü bir şeyler karalama kariyerine böyle başlarsan ulaşabileceğin en yüksek nokta Posta gazetesinde saçma sapan bir akrostiş ile oluşturduğun şiirini yayınlatmak olur. Galiba Posta gazetesinde fotoğrafım ve altında da bir şiirim çıksa, bu dünyanın yaşanacak yer olmadığına dair başka bir kanıt aramam. (Yalnız, o şiirin okunmamasından memnun olabilirdim herhalde)

Kahveler bitiyor, masadan kalkıp gitme vakti geliyor ve ben de az önce duyduğum sözden sonra yıkılan Erdem'i yeniden ayağa kaldırmak için ne yapabileceğimi düşünmeye başlıyorum uzun uzun. “En başından başlayacaktım insan gibi yazmaya, ta ilkokul sıralarındayken” diye diye hüzne vuruyorum kendimi. Galiba İstanbul’da yaşayan bu genç üniversite öğrencisini morali yerle yeksan olmamış haline döndürebilmek için bir kahramana ihtiyaç var, ben de kahramanın artık beni görüp kurtarmasını bekliyorum.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Tavan

Sessiz durma, boş boş bakınma şeklinde evrildim son günlerde. Belki çok çok uzun zamanlardan beri geçerliydi bu, ama ben yeni yeni farkına varmaya başladım bu seferkinin. Geçmiş zamanlarda da farkındalığını yaşadığım bu durum, çok da hoş bir şey değil aslında. Bazı indikatörleri oluyor bu durumun, ben de öyle anlıyorum o moda geçtiğimi. Mesela bir şarkıyı durmadan arka arkaya dinlemek gibi, hatta bitmesini bile beklemeden başa sarmak gibi. Tabii unutmadan bir de “Sen niye böyle duruyorsun?” soruları.

Durmadan aynı şarkıyı dinleyerek “Galiba kötü bir ruh hali içersindeyim” diye bir sonuca varmak da sığ gibi duruyor aslında biraz. İnsanın morali bozuk olunca daha kayda değer bir şeyler yapmak istiyor. Kendimi uçan adam Sabri gibi “Allaaaaah” diyerek yerden yere fırlatayım, sinirimden tavana zıplayıp yumruk atayım falan gibi. Tavana kadar zıplayabildiğini görünce de bununla çok kısa bir süre için de olsa gurur duyarak, psikolojinin yarattığı pis durumları unutmaya çalışmak bu gibi durumlarda işe yarayabilir belki. Daha önce hiç yapmadım ama ilkokulda, boy uzama evrelerinde falan, ciddi ciddi kıstas alınırdı en yüksek yere zıplama olayı. “En çok ben zıplayabilirim; en uzun boy, benim boyum” diyerek bu yeteneği gösterebilmek için yapılan atraksiyonlu hareketlerle pantolonunu, donunu falan yerlere düşürüp kepaze olmak gibi durumlar söz konusuydu. İlkokulda en büyük dertlerin bu tarz şeyler oluyor zaten. Birbirine salak salak bilmeceler sorup, cevabı bulamayınca da dünyanın en büyük derdini yaşamış gibi yıkılmak ya da “Bana niye söylemedin?” sorusuna “Neyi?” diye cevap verip karşılığında “Dokuz aylık hamile olduğunu” şeklinde bir cümle duyunca üzülmek ve bu saçmalığı yapan insanı kovalamak falan.

O zamanlarda bile hep çok sessizdim ben. Herhangi bir ilkokul öğrencisinin imajına uyacak şekilde “hörörö huaaa” sesleri eşliğinde oraya buraya saldırmadan tamamladım bu evreyi. O zamanlarda hayatta olumsuzluk bile olsa, bu olumsuzluğun ne kadar önemli olabileceğini kavrayamıyorsun zaten. Konuşmuyordum ama dünyanın sırrını çözmüş ve bu durumdan hiç de memnun değilmişim gibi gözükme gibi bir amacım yoktu konuşmayarak. Canım istemiyordu ve konuşmuyordum. İlkokul çağlarındayken her şey böyle net işte.
Birazcık olsun büyüyünce, hayatta bazı şeylerin değiştiğini ve bu değişimlerin seni etkilemeye başladığını görüyorsun. Büyümeye başladığını anlamanın ilk yolu buradan geçiyor sanırım. Etrafındaki insanların canını sıkan bir şey yüzünden senin de yüzün asılıyorsa; evet, etrafta dolanan minik çocuk değilsin sen artık. Yapman gereken bir şeyler var bundan sonra ve bunları kaldırabilecek kadar güçlü yetiştirmen gerekiyor kendini. Evet, hayatın başladı.

Hayat başlayınca geliyor işte “Sen niye böyle duruyorsun?” soruları. “Çünkü” ile başlayan cevaplar vermek de genellikle zor oluyor bu soru karşısında. Yani en azından ben veremiyorum. Çok fazla anlatan, paylaşan biri olmadığım için ağzımı açmak çok zor geliyor böyle anlarda. “Yorgunum yaa” diyorum, bu durumun getirdiği yorgunluğu kullanma amacıyla. Yoruyor bazen gerçekten bazı şeyler. Yaşlı insanlar der ya “Beden yorgunluğu neyse de kafa yorgunluğu zor” diye, galiba insanoğlu hiçbir konuda bundan daha fazla haklı olmadı. Belki de olmuştur, bilmiyorum, insanlık tarihini inceleyip koskoca insanlığın neyin karşısında ne zaman yıkılmaz bir haklılıkla durduğu konusunda çok derin bilgiler sunacak kalibrede değilim. Milyarlarca insan yaşamış sonuçta, kim bilir nelerin peşinde koştular zamanında. Kendi argümanlarımı da çürütüyorum böyle. İki cümle sonra fikir mi değiştirilir! Neyse…

İlkokulu, hayata adım attığını zannettiğin zamanları bir kenara bırakıp bugüne dönersek eğer, kafamda çok fazla şeyin olduğunu söylemek hiç de zor değil şu an. Bir yerlere varmayı ummakla geçiyor zaman. Dersleri geçeceksin, telefonun çalacak ve açacaksın, cevap verebileceğin mesajlar gelecek, kitap alacaksın, okuyacaksın onları, kafanda sürekli çalan şarkıyı değiştirip başka sözler mırıldanacaksın, böylece aynı şarkıyı hep aynı insana gönderme alışkanlığından kurtulacaksın, başka insanlara başka şarkılar gidecek, hep görmeyi umduğun insan belki ilahi bir güçle karşına gelecek, naz yapmayacak, o zaman rüyaların da gerçekleşebileceğine inanacaksın, gelip kurtaracak belki seni, ne olacak, bir şey olacak işte belki bundan sonra “Sen niye böylesin?” sorusuna da O’nu gördüm diye cevap vereceksin gülümseyerek, metrobüste oturacaksın, akbilin bitmeyecek, Beşiktaş hep kazanacak, tüm atomların iyonlaşma enerjisi düşecek, telefonun çalacak ve açacaksın, mesaj gelecek, kitap alacaksın, okuyacaksın onları…

Önce tavana kadar zıplayıp bir yumruk atmam lazım ama bunların hepsinin olması için.

12 Aralık 2011 Pazartesi

29

“Mesela bizde 29 harf var” diye bir cümle kuruyor amca. Konuşmanın başını kaçırdığım için, amcanın neden bu duruma dikkat çekme gereği duyduğu konusunda bir fikrim yok. Herkes tarafından bilinen gerçeklerin, bazı insanlar tarafından esrarengiz bir şekilde söylenmesi ve sanki bunun altında normal insanların akıl sır erdiremeyeceği bir şeylerin olduğunu ima edilmesi, bütün dikkatleri bir anda konuşmacının üzerine çekebiliyor. İşimi gücümü bırakıp amcayı dinlemeye başlıyorum. 29 harf üzerinden hangi sıkıntılara parmak basacak, merak içindeyim.

“Her ülkede 32 harf var, bir tek bizde 29” diyerek araştırmacı bir kişiliğe sahip olduğunu göstermek istiyormuş gibi davranıyor. Fakat, ya bir-iki bilgi edinip bunu bütün dünya için genelleme gibi bir alışkanlığı var ya da dünya üzerindeki tüm dillerde 32 harf olan bir ütopya var kafasında. Oradan buradan sallayarak çeşitli çıkarımlar da yapmak istiyor olabilir. Amca, işi ilerleterek “Tüm ülkelerde 16 şehir var, bizde 82; her ülkenin 7 tane başbakanı var, bizde sadece 1” dese, hiç şaşırmayacağım ve şikayet ettiği tüm bu konular için gereken yapılsın diye harekete geçmenin iç de garipsenmeyeceği bir hava yaratıyor. Konuşmasını yarıda bırakıp bana dönerek “Herkes Fenerbahçeli, bir gerizekalı sensin, Beşiktaşlı olan” bile diyebilecek kadar istatistik biliminin piri olmuş ve ulaştığı sonuçların %100 doğru olduğuna inanacakmış gibi tavırlar içersinde.

“Alfabede bir harf artınca 15000-20000 kelime artıyor” gibi bir tespit daha koyuyor ortaya. “Oha!” diye tepki veriyorum içimden. Böyle bir sonuca nasıl vardığını düşünüyorum. Kendi kendine bir harf uydurup yeni kelimeler türetti ve bu kelimelerin sayısını 20000 olarak mı buldu acaba? Yoksa alfabede olan herhangi bir harfi atarak, o harf olmadan kaç kelime anlamını yitiriyor, onları mı saydı? Neresinden bakarsanız bakın, özürlüce bir yaklaşım gibi durmakta ama adam kendinden o kadar emin gözüküyor ki, insanın boş vakitlerinde 3-4 harf uydurup kendi dilinin gelişmesine katkıda blunası geliyor.

Türkçe’de W ve X harflerinin olmaması amcanın canını fazla sıkmışa benziyor; Türkçe konuşurken W ve X kullanamadığımızı belirtirken, bir insanoğlunun takınabileceği en hüzünlü havayı yakalıyor. W ve X’in bir insanın hayatında bu kadar önem arz ettiğini görmek ilginç. İlkokuldayken de İngiliz alfabesini ilk defa gören bir öğrenciden “Aaa W da var” diye bir tepki duymuştum. İnsanımız, W harfine inanılmaz bir değer veriyor galiba; W insan olsa, şımarık, hatta küstah çocuğu olabilirdi ailesinin.

Osmanlıca’da 38 harf olduğunu söylerken de geçmişe özlem duyan bir insanın ruh halini en güzel şekilde yansıtıyor. “Keşke hiç değişmeseydi alfabe” derken; insanın, amcanın boynuna atlayarak, kendisini teselli edesi geliyor. “Dokunsan ağlayacak” kavramı amcada can buluyor resmen. Ortam hüzne boğuldu ve elimden hiçbir şey gelmiyor, bu durumu düzeltebilmek için. Şebeklik yapmanın da sırası değil tabii ki, amca bu kadar hüzünlüyken. Üzüntüye saygı duyulmalı. O yüzden başımı eğiyorum önüme doğru. Amcanın hüznüne en fazla bu şekilde ortak olabilirim. Umarım hüznünü paylaştığım için biraz olsun kendini rahat hissedebilmiştir.

Biraz bu şekilde kaldıktan sonra, kafamı kaldırıp amcanın son halini görmek istiyorum. Amca hırs dolu, amca gerilmiş. Ve en güzel cümlesini de sona saklamış: Atatürk şu alfabeyi kuralı 100 sene oldu, ne tembel milletiz, bir tane harf ekleyemedik üzerine…

Tabii ki bundan sonra diyecek bir şey yok. Amca düşünce olayında zirve yaptığı için saygı duyarım kendisine. “Neden harf ekleyemiyoruz lan biz bu alfabeye?” diye düşünüp bir sonuca varabilsem keşke. Ama kulağıma gelen müzik, konsantrasyonumu bozuyor. “Aa bi dakika, kim bu şarkıyı göndermişti benim profilime ya!” diye düşüncelere dalarak konudan iyice uzaklaşıyorum hatta. Şarkıyı kimin gönderdiğini bulunca da, tabii üzerinden aylar geçmiş, pek kolay olmuyor hatırlamak, şarkının İngilizce olduğunu fark ediyorum, şarkıyı gönderenle dil arasında ne gibi bir bağlantı kurdu beynim, bilmiyorum tabii ki. İngilizce’den de, İngiliz alfabesinin 26 harften oluştuğu gerçeğine varıyorum. Şimdi, amcanın peşinden koşup, “Hani bütün alfabeler 32 harfti! İngilizce ne o zaman!” diye bağırmak gibi bir hedefim var. Amca yıkılacak. Hehe…

"Seminer Var" Dediler, Geldik

Seminer diye bir şey var bizim bölümde. İşte bir konu buluyorsun, haftalarca ona hazırlanıyorsun, slaytıdır, konuya hâkim olmaktır falan bayağı vaktini alıyor yani, sonra, hoca “Tamam, olmuş bu” diyor, sen hala olmadığına inansan da çıkıp hocaların ve öğrencilerin karşısında anlatıyorsun bu konuyu.

Geçen dönem almıştım bu dersi, iki tane seminer hazırlamama rağmen, “Yok, anlatılmaz bu, ı ıh olmaz” tepkisi aldığım hoca yüzünden anlatmak kısmet olmamıştı. Bu dönem baktım ki, o kısmet gelmiş bu kez. Hazırlanma sürecini anlatıp henüz seminer vermemiş arkadaşlarımın gözlerinde iğrenç bir kişiliğe dönüşmek istemiyorum. Makaleler okuyup, onlardan parçalar alıp, sonra bu parçaları çeşitli fotoğraflar, şekiller, grafikler kullanarak birleştirme süreci hayattan soğumak için mükemmel bir dönem çünkü. Çok mu mutlusunuz? Kendinize dert mi arıyorsunuz? Seminer hazırlayın.

Yeterince derdim yokmuş ve çok mutluymuşum gibi semineri hazırladım işte ben de. Provalar gayet iyi geçti. (İstanbul beyefendisi olduğum iddia edildi provalar esnasında, o derece) Son provada “Evet, artık yarın sunacaksın semineri” cümlesini duyana kadar leyla leyla dolaştım ama bu lafı duyunca içime ateş düştü resmen. Önümde yirmi dört saatten az bir süre vardı ve insanların karşısına çıkıp kimya bildiğimi ve bunu şekilli, renkli slaytlar eşliğinde gösterebileceğimi iddia edecektim.

Topluluk karşısına çıkmada sorun yaşıyorum aslında. Bu sıkıntı nerden kaynaklanıyor, bilmiyorum. Halbuki, ilkokulda falan derslerde yetmiş üç kişinin önünde durmadan Türkçe parçalarını anlattığımı bilirim. Milli bayramlarda şiir okur, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar yapar, sıradan günlerde ise öğrenci andını bütün okula söyletmek için mikronu kapardım. İlkokulda utanma nedir, bilmiyorsun sanırım, yoksa bu kadar atik olunmaz herhalde diye düşünüyorum. Sonra ne oldu, bir şey oldu herhalde ve bu atiklik uçtu gitti. İlkokul zamanlarında, televizyonda dönen her şarkıyı manyaklar gibi ezberleyip sınıfın önünde icra eden bu çocuk, büyüyünce, otobüste ters giden koltuğa bile “Herkes bana bakıp ‘hehe ters gidiyo gerizekalı’ diyecek” diyerek histerik davranışlarla o koltuklara oturmak yerine ayakta gitmeyi göze alabilecek duruma nasıl geldi, gerçekten aklım almıyor.

Semineri sunacağım günün bir önceki akşamında bunları düşünüp yarın herhangi bir rezilliğe bulaşıp bulaşmayacağımı çok merak ediyordum. “Hocalar milyonlarca soru soracak bana ve hiçbirini bilemeyeceğim ve inanılmaz şekilde rezil olacağım off poff!” serzenişleri içinde psikopat gibi yattım yatağa. O akşam semineri hiç tekrar etmemenin verdiği stresi süper bir şekilde hissederken daldım uykuya ve rüyamda Amerika’dan gelen profesörlerin seminerimi dinlemeye geldiklerini gördüm. Heyecandan ölmek üzereyken telefonun alarmıyla uyandım ve seminere 4-5 saat kaldığını fark edip biraz daha heyecanlandım. Manyak gibiydim.

Okula gitmek için çıktığım yolda bol bol otobüs bekledim. Tabii ki gecikecekti otobüs, bana lazımdı çünkü. Zaten heyecan çok azmış gibi, bir de İETT anlamsız işler peşinde koşuyor ve beni okula geç götürmekle tehdit ediyordu. Geç gelmesine rağmen anlamsız sırıtışıyla bıyıklı şoför renkli biri olduğunu göstermek istiyordu sanki, aynı PowerPoint slaytları gibi…

Her gün uğrunda yıllarımı harcıyormuşum gibi hissettiğim o yol, o gün galiba üç dakikada tamamlandı ve takım elbiseyle okulun meydanındaydım. Rezillikti bence. Kimseye görünmemeye çalışarak bölüme doğru koştum. (Takım elbiseyle koşan bir adam çok komik görünüyor)

Seminere bir saat kalmıştı. Son provayı yaptım seminer odasında. Ortama alışmam gerekiyordu çünkü. Son on dakikaydı.

“’Şu on dakika çabucak geçsin, bitsin de kurtulayım seminerden’ diye mi düşünsem yoksa ‘Bir asır gibi gelse de, seminere o kadar uzak hissetsem kendimi’ diye mi düşünsem” diye düşüne düşüne geçti son on dakika da. Kendimi rahatlatacağıma saçma saçma düşüncelerle uğraşmış, ömrümden bir on dakikayı daha amaçsızca ziyan etmiştim. Seminer odasına giren ilk hocayı görünce de “Heh şimdi oldu, aferin valla aferin!” diye serzenişlere saldım kendimi.

Sanki çok önemli bir şey varmış gibi doldu herkes odaya. “Alt tarafı ben konuşacağım yani, ne gerek vardı ki bu kadar şamataya?” diye düşünürken “Today’s seminar will be given by Erdem Yeniceler, please welcome him” cümlesini duyunca bir irkildim ve “Don’t, don’t, don’t welcome me, pleaseeeee” diye yalvarıp yakarmak istedim. Ama o sırada duyulan alkışlarla kendimi slaytlarımın önünde buldum. Alkışlara kendimi kaptırıp sahneye atlamıştım.

Çok kötü bir görüntü vardı karşımda; düşünsenize, herkes size bakıyor, profesörler falan, meraklı bir ifade var suratlarda. Gerçi o anki merak duygusunu da çok merak ediyordum. “Ne diyecek bakalım bizim gerizekalı?” diye düşünen var mıydı acaba? “Neyse, başlayayım bari” dedim ve “Ladies and gentlemen; welcome to my seminar” diyerek startı verdim. Artık geri dönüşüm yoktu. Kendimi kaybetmiştim.

Bir ara kendime gelir gibi oldum ve ağzımdan dökülen cümleleri takip edemediğimi fark ettim. Beynim konuşmam için emir veriyor ama emrini verdiği o cümleleri takip edemiyordu. Yanlışlıkla küfür falan düşünsem, daha bu düşünceyi kafamdan atamadan çat diye sayıp dökecektim sanki herkese. Beynim ağzıma yetişsin diye biraz yavaş konuşmaya çalıştım ama bu kez de milletin karşısında durma sürem uzayacaktı ve kalbimi kaybetme korkusu yaşayacaktım. Her uzayan saniyede, kalbin vücudu terk edip kantine doğru koşma ihtimali artıyordu sanki. Semineri bırakıp bir de kalp peşinde koşmak olmazdı, o kadar insan gelmiş bir de, her şeyin bir adabı var tabii.

Bir anda son slayta geldiğimi fark ettim ve her şeye hakimmişim gibi bir de üstüne “If you have any questions, i will be glad to answer them” dedim. Bu cümleyi kurar kurmaz da “Heh şenlik başlıyor, hadi bakalım” dedim içimden. İlk birkaç saniyede hiç kimsenin sesi çıkmadı, soru gelmeyecek diye umutlanıp biraz mutlu olmaya çalışırken “What’s controlled polymerization?” diye bir soru geldi hocalarımın birisinden. Seminere katılan arkadaşlarım fark ettiyse, biraz sessiz kaldım orda ve bu sessizlik sırasında “It’s a polymerization reaction which is under control” gibi şebekçe cevaplar geliyordu aklıma. Bir şeyler eveleyip geveledikten sonra bu cehennem azabı bitsin diye “Tamam, tamam, bir ara bakıp doğru cevabı veririm” anlamına gelsin diye “Ok, i will check it” dedim. Sonra bir alkış olayı daha oldu ve bitti her şey.

Seminer odasından çıktıktan sonra, oradaki yarım saattin nasıl geçtiğini tamamen unutmuştum sanki. Ne ara anlattım o kadar slaytı, ne ara gösterdim şekilleri, ne ara konuştum da bitti o seminer hiçbir fikrim yoktu. Aklımda kalan tek sahne, seminerim hakkında fikrini söylemek için ayağa kalkarken gördüğüm Amerika’dan bizim bölüme seminer vermeye gelmiş olan Jamal Musaev isimli profesördü. Adama dönüp “Ee, ben seni rüyamda gördüm bu gece” diyemedim ama…

Neye Pişman Oluyorsun Sen Bu Saatten Sonra!

Sabahın köründe çıkmış, buz gibi havada minibüs bekliyorum ve o an tanıdığım herkes uyurken saçma sapan bir şekilde bekliyor olmak hiçbirimizin hoşuna gidebilecek bir şey değil diye düşünüyorum. Tek başınıza kaldığınız böyle durumlarda, yalnızlık içinde kıvranırken, yanınızda belirebilecek herhangi biri bile umut dolu bir dünya verme vaadini sunabilir size. Bu hayallerle etrafa bakınıp “Erdemcim, gel, gittiğin yol, yol değil; kurtarayım seni” diyebilecek birini görme umudu taşırken arkamdan gelen ayak seslerini duyuyorum. “Aha valla geldi” diye sevinçle arkama dönüyorum, fakat karşıma bıyıklı bir abi çıkıyor. Senelerce uğraşıp hiçbir şey bulamayan bir bilim adamının ne hissettiğini, hayallerle ördüğü dünyasının yıkıldığı anda ne hallere düştüğünü, o an çok iyi anlıyorum.

“Şu minibüsler nereye kadar gidiyor? Avcılar’a gitmiyorlar mı?” diye soruyor bana. Galiba daha önce kendisine cevap verilmesine bu kadar muhtaç bir insan görmemiştim. Gözlerinde, bulunduğumuz noktanın en yetkili kişisinin ben olduğuma inandığına dair müthiş bir pırıltı var. Minibüslerin kalkış saatlerini ayarlayan, yola çıkma vakitleri gelince de “Hörööaa hadi çık artık” diye bağıran ve minibüs şoförlerinin “kahya” olarak adlandırdıkları adam gibi hissediyorum bir an kendimi. Fakat farkına varmadan, bir anda edindiğim bu misyonu hafife alarak “Yok, gitmiyor” diye düz bir cevap veriyorum. Adamın hüznü abartı seviyesine ulaşıyor, bir insanın, herhangi bir minibüsün rotasından bu kadar etkileneceğini daha önce hiç tahmin etmemiştim.

Hüznünü çabuk atlatıp adeta çikolatasına kavuşmuş bir çocuğa dönüşen abi, gülen bir suratla bana dönüp “Bu sitede mi oturuyorsun?” diye soruyor. Muhabbete direkt “sen” öznesinden girdiğine göre çok kısa bir sürede samimiyetimizi ilerletmiş olmalıyız. “Evet” diyorum. Kısa cevaplar vererek hayatımı sürdürüp sürdüremeyeceğimin deneyini yapıyor gibiyim bugün. Kendisinin de bu sitede oturduğunu belirten abi, bir de “Sen hangi bloktasın?” diye sorarak “Soru sormazsa ölür” hastalığına yakalanmış gibi davranıyor. “D1” diye cevaplıyorum bu soruyu da. “Denizli’nin D’si” gibi anlamsız bir espri yapan abinin neyin peşinde koştuğunun farkında değilim.

Gülmediğimi görünce kendi ekseni etrafında 180 derece dönüyor abi. “Sanırım utandı” diye düşünüyorum. Abiden gelen “Cık cık cık” efektini de duyunca “Ulan gülse miydim acaba kırıldı mı ne oldu!” diye düşünerek strese giriyorum. Fakat abi, elini kaldırarak bana ileride bir şeyler göstermeye çalışıyor. Parmaklarının hedefi yeni inşa edilen bloklar. “Böyle apartman mı yapılır! Ölüp gidecek hepsi! Deprem bölgesi burası yaa!” diye sinirli sinirli konuşuyor. İnşaattan, bir şeyleri üst üste koyup şekil vermekten falan hiç anlamam, İnşaat Mühendisliği bölümünde okumayı da hiç aklımdan geçirmemişimdir. O yüzden abinin bloklarda gördüğü sakatlıklar hakkında hiçbir fikrim yok. Bence düzenli duruyor kolonlar, camlar falan. Çok sıkıştığım anlarda verdiğim tepkiyi, burada bir kez daha veriyorum: Ee yani…

Abinin düzene karşı gelişi, şu zalim dünyada hala içinde bir yudum da olsa iyilik kırıntıları barındırması, kurduğu şu cümleden sonra takdirimi kazanıyor: Benim burada evim olsa, kendim de oturmam, kiracıya da vermem! Onlarınki de can. Ölüp giderler valla. Abinin kötü bir şekilde inşa edildiğine inandığı evleri alarak, oraları boş bıraktığını ve olası bir depremde dolaylı yollardan da olsa bir sürü insanın canını kurtarmış olacağını hayal ediyorum. Karşımda modern zamanların azizlerinden biri duruyor olabilir. O yüzden kendisi hakkında düşündüğüm kötü şeylerden ve kendisine verdiğim hoş olmayan cevaplardan utanıyorum. Kafam önümde, yaptığım terbiyesizlikleri sorguluyorum. Gerçekten işe yaramaz biriyim.

Bu utanç hali beni öldürecek seviyeye getirmek üzereyken, abi, hangi okulda okuduğumu soruyor. Cevabı duyunca da “Artık bu devirde okul falan önemli değil. Te şurda bizim bi abi var, onun oğlu ortaokul mezunu ama zehir gibi bilgisayar biliyo, ayda 18 milyar maaş alıyo. Şirket ikide bir Amerika’ya gönderiyor çocuğu” gibi bir bilgi veriyor bana, gözlerinde bu söylediklerine can-ı gönülden inanmamı beklemenin getirdiği umutla. “Ee madem ortaokuldan sonra bıraksaydım okumayı, Boğaziçi falan kasmaya ne gerek var” diye sarkastik bir cevap versem, adam bunu anlamayacak ve “Evet evet evet” şeklinde onaylayacak beni. Önümde girilmesi gereken yüzlerce sınav varken de bu kadar içten söylenen “Evet”lere aldanacağım ve bu da beyazlattığım saçlarım ve her saniye hissettiğim yorgunluk için çok büyük pişmanlıklar uyandıracak bende, sanki gerçekten abi haklıymış gibi.

Yalnızlıkla başa çıkmak bile beni çok fazla zorlarken, bir de pişmanlıkla uğraşmayı göze alamayacağım ama şu an. Yolun başında görünen minibüse bineceğim şimdi, “Bir karmaşa, hep yara bere, sonrası uzak değil oysa” diyen şarkıya eşlik edeceğim yolda…

Ne İstiyorsunuz Benden!

Sineklerin benim kahveme karşı olan aşırı ilgisi beni ciddi ciddi korkutmaya başladı. Ne zaman “Bir kahve yapayım, kahve iyidir, kafa falan açıyor, bence güzel bir şey kahve içmek, evet, evet, bir kahve yapayım ben şimdi” şeklinde kurduğum cümlelerle kendimi kahve yapmaya razı ettikten sonra ve bu yaptığım kahveyi alıp “Kahvesiz yapamıyorum ben ya, benim için hayat tarzı kahve içmek” anlamlarına gelebilecek triplerle mutfaktan çıkıp odama girince masamın üzerine koyduğum gibi, mutlaka bir sinek içine atlıyor kahvenin.

Buradan şöyle bir anlam da çıkmasın tabii; bizim ev çok pis ya, sinekten geçilmiyor falan. Ben de merak ediyorum gerçi, bu soğukta herhangi bir sineğin dışarıda ne işi olduğunu, hadi dışarıyı da geçtim benim odamda ne işi olduğunu. Git, yuvan mı var, artık her nerde kalıyorsan, takıl orada, yumurtla falan. Kış geldi lan, o kaç kat giyiniyoruz da yine de üşüyoruz biz, senin etin ne budun ne! Zaten bir yudumcuk şeysin, bir de avare gibi dolanıyorsun ortalıkta. Neyse, evde herhangi bir sinekle karşılaşmadan da yaşıyorum bu kahve-sinek ilişkisini, çünkü dışarıda da olsam genelde bu durum geliyor başıma ve artık dünya üzerindeki milyarlarca sineğin bir araya gelerek “Olum bakın, Erdem kahve yaptığında hiç düşünmeden içine atlıyoruz. Ölürsek de ölelim, yeter ki Erdem o yaptığı kahveden bir yudum içemediği için kendini âlemin kerizi gibi hissetsin; bu, sinek âlemine yeter!” gibi manyakça teoriler ürettiklerini düşünüyorum. Ne istiyorsunuz lan benden!

Zaten hayvanlar âlemi ile ilişkim sınırlı. Hatta ilişkim yok bile sayılabilir. (“Sinek hayvan değil ki” diyecek olanlar, lütfen demeyin. Biz de biliyoruz biyoloji…) Hal böyleyken, bu canlıların gelip bana sırnaşmasından da hiç hoşlanmıyorum tabii ki. Ama nereye gitsem bir şekilde bana musallat olmayı becerebiliyorlar. Ya Allah aşkına birisi söylesin; bayram ziyaretine gittiğin evin muhabbet kuşunun kafesinden çıkıp senin kafana konma olasılığı nedir! Ve bu olasılığı neden ben tecrübe ederim! Bir de böyle bir cool havalar falan, sanki yıllardır kafamı mesken tutmuş da kapıyı çarpıp evine girer gibi geliyor kafama konuyor. (Bu arada kafama konan kuşun, evin teyzesi tarafından ele bir tülbent alınarak ve kuş hala kafamın üzerindeyken eldeki o tülbente sarılarak alınmaya çalışılması da ayrı bir olay. Manyaklar gibi travma yaşamışım o zamanlar, şu anda fark ettim bunu. Kafanda yeşil bir kuş duruyor, korkudan ne yapacağını bilemez durumda olmana rağmen yiğitliğe leke sürülmesin diye etrafa yüzündeki salak sırıtışlarla bakıyorsun ve beyaz tülbentli bir kadın sana gözlerini açmış bir şekilde yaklaşıyor. Sonra Erdem niye sessiz durur hep! Ee durur tabii, sahneye bak!)

Okuldaki kedi, köpek olayına hiç girmiyorum, çünkü onlar herkese bir şekilde yanaşmaya çalışıyorlar ve bu durumda benle alakalı özel bir durum olmuyor. Ama okuldaki kedi ya da köpeklerin yanına, masana gelirken takındıkları tavır hiç hoş değil. Zannedersin ki, oturacak masana, yakacak sigarasını, uzaklara bakarak “Bu kampüste önceden sadece ben vardım, çok bozuldu buralar” diyecek ve tehditkar bakışlarla seni şöyle bir süzecek. Ee bu durumda ister istemez veriyorsun elindekini yesin, içsin diye. Kahveye atlayan sineklerin taktiğine benzese de bu durum (Sonuçta, ikisinde de yiyeceğinden, içeceğinden ediyorlar seni) okuldaki kedi ve köpekler, biraz akıl noksanlığı çektikleri belli olan sinekler gibi ölüp gitmiyor elindekini alınca.

Ne güzel kahvemi yapmış ve kendimi ders çalışmaya hazır bir hale getirmişken, o anlamsız hareketi yapan sinek yüzünden kahvesiz kaldım ve bütün konsantrasyonum bozuldu. Nasıl ders çalışabilirim şimdi? Bir de kendimi ders çalışmama konusunda ikna edebileceğim bir bahane de vermiyorlar ki bana. “Kahveme sinek atladığı için ders çalışamadım” dersem, önce kendimle şöyle güzelce bir dalga geçerim, sonra “Hayvanlarla pek yüz göz olmamam gerekiyor, anlaşamıyorum onlarla, bir türlü anlamadılar beni” diye de ekleyerek hayat adına bazı çıkarımlar yaparak kendimi hüzne vururum, ağlarım, üzülürüm falan… Neyse, ben yeniden bir kahve yapayım ve ders çalışayım artık.