18 Şubat 2012 Cumartesi

Sarışın Erdem

“Bir günü daha bitirdik. Hayat işte, su gibi akıp geçiyor, daha dün üç yaşındaydım ben, ne zaman bu yaşa geldim de kendi kendime minibüs bekleyebiliyorum! Hayret edilecek bir şey!” diye bir akşam vakti derin düşünceler içine dalmışken yanıma bir abi yaklaşıyor. İlk söylediği şey “gogwoıngaspfnq” gibi bir cümle. “Efendim?” diyorum. “ksdgıwnsgwe giden minibüs buradan mı geçiyor?” diye soruyor. Gözlerimi kısarak “Nereye?” diye bir soru da ben yöneltiyorum. Gözleri kısmak size söylenen şeyi anlamadığınızı göstermek için yapılan bir eylem. Abi gideceği yeri açık adres vererek anlatmaya başlıyor, fakat bahsettiği sokaklar hakkında hiçbir fikrim yok. “Keşke yolda giderken sokak isimlerine baksaydım, anca dana gibi yerlere bakıyorum, hayatın bu küçük detaylarını kaçırıyorum” diyerek hüzünleniyorum. Adamın gideceği yeri bu kadar açık bir şekilde anlatmasına rağmen hala “Bilmiyorum yaa” dersem kendisine karşı çok büyük saygısızlık yapmış olurum. O yüzden sanki gideceği yeri çok iyi biliyormuşum da bir anlık dalgınlığıma gelmiş ve az önce hatırlayamamışım fakat şu an kendimden ve oraya gidecek minibüsten süper bir şekilde eminmişim gibi davranıp “Hee! Tamam, tamam burada bekle abi” diyorum. Adamın suratında yine de bir kararsızlık görünce yaklaşık on saniyedir yanımda olmasına rağmen bana deli gibi güvenmesini umarak “Ben de o minibüse bineceğim zaten” diyorum. Bazen böyle içinde bulunduğum an içinde insanlığa hiçbir yararı olmayan ipe sapa gelmez cümleler kurabiliyorum.

Adam sigarasını yakıyor ve bana dönüp “Memleket neresi abi?” diye soruyor. Sokak lambalarının da altında olduğumuz için karakolda ifade veriyormuş gibi hissediyorum kendimi. “İstanbul” diyorum. Şöyle bir süzüyor beni ve “Nasıl ya!” diye hayret ediyor. Ayağımdaki botlara falan bakarak İstanbullu olamayacağımı düşünmüş olmalı. Bildiğin bot halbuki. “Öyle birkaç kuşaktır İstanbulluyuz işte” diyorum. “Ben seni uzaktan bakınca Samsunlu sandım” diyor. “Sarışınlık da var, Samsunlular da böyledir” diye devam ediyor. Daha önce uzaktan bakılarak herhangi bir şehirde doğmuş olabileceğime karar verilmemişti. İnsanlar garip şeyler düşünebiliyor demek ki benim hakkımda. Sarışın olma mevzusu da yeterince ilginç zaten, sarışın olduğumu iddia edebileceği tek veri elimde minibüs şoförüne vermek üzere tuttuğum sarı 5 lira. “Lan yüzüm gözüm sapsarı ve hasta mı oluyorum da adam bu gerçeği can acıtıcı bir şekilde söylememek için böyle ilginç işler peşinde koşuyor?” diye düşünüp ateşim var mı diye bakıyorum. Migren dışında bir sıkıntım yok gibi gözüküyor.

Ben böyle salak salak hasta olup olmadığımı anlamaya çalışırken ve adam da yanımda yüksek yüksek binalara ilginç bakışlar fırlatırken binmemiz gereken minibüs ışık hızına yakın bir şekilde önümüzden geçiyor. Abi inanılmaz bir stres yüklenerek “Laaan biz buna binmeyecek miydik!” diye haykırarak kaçırdğımız minibüsün peşinden koşmaya başlıyor. Beni arkasında unuttuğunu fark ederek bir an için geri dönüyor ve “Koş koooooş!” diye bana sesleniyor. Ben de sanki hayatım boyuna birisinin bana “koş” demesini beklemiş ve o fırsat şu anda ayağına gelmiş biri gibi davranarak adamın peşinden koşmaya başlıyorum. Annem “Şu kıyafetlerini kaldır mısın şuradan?” dese “Tamam yeaa mamam yeaa” diye tepkiler veririm ama elalemin adamının dediği şeyi hiç tereddüt etmeden yapmaya başlıyorum. Şimdi iki adam son sürat giden bir minibüsün peşinde avare gibi koşuyor. Abi minibüsün şoförünün dikkatini çekmek için arada ıslık falan çalıyor, en sonunda “Kaptaaan!” diye bağırıyor. Hayatımda bir minibüse binebilmek için bu kadar kendinden geçen bir adam görmemiştim! Bütün Beylikdüzü halkına yeterince rezil olduktan sonra minibüsü yakalayamayacağımızı anlayan abi duruyor ve “Ee gitti artık” diye bir çıkarım yapıyor. O duruyor diye ben de duruyorum. Pavlov’un köpekleri gibiyim. Otur, kalk, koş, koooooşş; ne dense yapıyorum.

“Neyse gitti o artık, başka bir strateji geliştirelim” diyen adam bu konularda uzman gibi. “Kaçan minibüsleri ve otobüsleri nasıl dize getiririz?” başlıklı bir tez hazırlamış olabilir. “Şimdi şuradan gidelim ve o arabaya binelim” diyor. Tabii ki bu fikre karşı çıkmam düşünülemez. O an yanımda kim olursa olsun her dediğini yapacak gibi davranıyorum, hayatımın en uysal anındayım. Ve daha önce hiç görmediğim bir adamla iki kafadar gibi yola koyuluyoruz. Amacımız bir alt yola gidip kaçırdığımız minibüsü yakalamak. Yolda futbol hakkında yorumlar yapıp, biraz da ülkenin başındakilerini kötülerken ileride binmemiz gereken minibüs gözüküyor ve ben laf anlatırken, abi beni takmadan yine koşmaya başlıyor. Ben de düğmesine basılmış gibi yine koşmaya başlıyorum. Manyak gibi koşuyoruz bu akşam. Minibüs yine gidiyor.

Bu sefer de bir alt yola daha inerek minibüsü orada yakalabileceğimizi ileri sürüyor abi. Beylikdüzü’nün bütün ara sokaklarını kendini bilmez bir şoför yüzünden arşınlıyoruz. En sonunda bir yerde durmaya karar veriyoruz ve “Minibüs gelecekse buraya gelsin, ne bu böyle!” serzenişleri ile atarlanıyoruz. Başka bir minibüs geliyor bu kez ama abi çok kalabalık olduğu için buna binersek sıkış tepiş gideceğimizi belirtiyor ve buna değmeyeceğini ekliyor. “Ulan ne diye ayı gibi koştuk o zaman insan gibi bekleseydik yerimizde diğer gelecek arabayı!” diye kızmak istiyorum ama sesim çıkmıyor. Abi karar alıyor, ben uyguluyorum. Hep böyle oluyor bu; karar alanlara arkalarından bakıyorum, hatta yeri geliyor sarışın oluyorum...

Adeta Bir Pikachu idim Elektrik Saçan

Cozurt diye bir ses geliyor sandalyeye oturunca ve bu sesin kaynağı vücutta bir irkilme yaratıyor. “Noluyo yaa!” diyerek etrafa bakınıyorum ama görebildiğim bir şey yok. Kendi kendime çeşitli reaksiyonlar yaptığımı ve dünyaya karşı olan kayıtsızlığıma karşı kendimce bir tepki oluşturduğumu sanıyorum. Sonra bir kere daha geliyor bu cozurt sesi, sonra bir kere daha. Ona buna ciyuuv ciyuuv diye ışın, şimşek falan fırlattığımı zannediyorum artık.

“Galiba çok gerginim, biraz yalın ayak yürüsem de negatif enerjimi toprağa mı versem, sonra nötr nötr dolaşırım, ohh mis!” gibi bir düşünceyle başımdaki bu derde bir çözüm bulmaya çalışıyorum. Fakat iş yerinde yalın ayak baldırı çıplak bir şekilde dolaşmak çok hoş olmaz. Bir de “Nerede ne kadar elektrik varsa hepsini atayım üzerimden o yüzden dizime kadar da sıvayayım paçaları” diye bir düşünce geliyor aklıma ama böyle devam edersem elime leğen alıp dere kenarına giderek çamaşır yıkamaya gitmekten korkuyorum.

Üzerimdeki elektriği yere verebilecek durumda olmadığım için bende gerginlik yaratan şeylerin sebeplerini bulup olayı kökten halletmek istiyorum artık. Ne olmuş olabilir de ben bu kadar gerilmiş olabilirim? Uzun bir süre düşünüyorum; fakat aklıma gelen tek şey, geçen hafta Fenerbahçe’nin bizi 2-0 yenmesi. (Bu kadar sığ bir şekilde gerilmem beni biraz daha sinirlendiriyor.) Yediğimiz her gol nerede elektron varsa üzerime salmış olmalı. 1-2 gol daha yesek hidroelektrik santral olarak kullanılıp vatana millete yararlı bir evlat olabilirmişim. Beşiktaş gol yemedi diye bu kadar üzüleceğimi hiç tahmin etmemiştim. Enerji saçıyorsun etrafa çünkü, önemli bir şey bu. Ev soğuk mu, kombiye dokun çalışsın; karnın mı acıktı, ocağa elektrik ver falan…
Aslında küçükken elektrikle hiç işim olmadı, yani öyle prize çatal sokup “Noluyo lan acaba buraya bunu değdirince?” diye düşünmedim hiç. Zaten çocukken bilimle ilgili en karmaşık düşüncem musluk çevrilince suyun nasıl aktığıydı. Evet, çok salak olabilirim ufakken ama bunu cidden çok merak ediyordum ve şu anda bile bu konu hakkında az çok bilgim olsa da hala aklımın almadığı noktalar var. Su nasıl duruyor ya orada musluk kapalıyken! Allah’ım inanmak çok güç buna!

Biraz zaman geçip de yerimden kalkıp asansöre doğru ilerliyorum ve asansörün bulunduğum kata gelmesini rica etmek için bastığım asansör çağırma düğmesiyle de aramda bir elektrik oluyor. Dest-i İzdivaç’a çıkıp “Düğmeden elektrik aldım, bir çay içebilirim onunla beraber” diyeceğimi düşünüyor ve bu ironik yaklaşımla beraber içimdeki anarşist yanımla dünyanın düzenine olan tepkimi hasmane bir şekilde dile getiriyorum.

Akşam olunca fark ediyorum ki neye dokunsam çarpılıp ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorum. Durup dururken bir kapıya ya da ne bileyim bir bardağa dokunduğum için elektrik akımına kapılıp kapkara olma riski mevcut sanki. Bu tehlikeden korunmak için metrelerce seloteyp, halk arasında para bandı olarak adlandırılır, bulup kendimi baştan aşağıya onunla kaplama fikri geliyor aklıma.

Bu konu hakkkında biraz daha düşünüp taşındıktan ve daha iyi bir fikir bulamadıktan sonra seloteyp bulabilmek için yerimden kalkıyorum. Bu sırada yan masadan çatırt diye bir ses geliyor. Masada oturan arkadaşıma dönüp “Elektrik mi çarptı seni?” diye soruyorum. “Evet” diyor. Çok mutlu oluyorum. (Biraz canice oluyor tabii bu, bir insan çarpıldı diye mutlu olabilmeyi kendime pek yediremedim)

“Aa sorun bende değil, sende” diyorum sandalyeye sonra ve seloteyp bulma umuduyla dolanıyorum ortalıkta. Sandalyeyi bantlayıp kendimce bir çözüm bulacağım olaya. Çarpılmadan uzun uzun yaşayacağım daha, en azından başka bir şey beni çarpana kadar.

9 Şubat 2012 Perşembe

Haydar'ın Ne İdüğü Belirsiz Hayatı

Haydar o sabah uyandığında yine karısını gördü yanında. Otuz iki yıldır aynı sabaha uyanıyor, yanında hep aynı kadın oluyordu. Evlendikleri günün ilk sabahında yatakta birisini görünce korkmuş, üstünü başını toplamadan yataktan fırlamış ve soluğu iki katlı ahşap evlerinin damında almıştı. Dile kolay yirmi sene kendi kendine uyuyup uyanmıştı ama evlenip de yıllar geçtikçe yanında birisiyle uyanmaya alışmaya başladı.

Hatta bir sabah uyandığında karısı yoktu yanında ve Haydar tek başına uyanmanın ne demek olduğunu ve yalnızlığın ne kadar korkunç bir şey olabileceğini düşündü o zaman. Ama neyse ki karısı bir yere gitmemişti, sadece yataktan düşmüştü ve hiç istifini bozmadan uyuyordu yine. Karısının üstünden atlayıp işine gitmişti yine Haydar.

Haydar yataktan doğrulup gözlerini ovuşturdu ve ağrıyan beline ilk yardımda bulundu. Hafifçe attığı yumrukların bir gün işe yarayacağını ve artık dayak yemekten usanan belinin ağrımayacağını umuyordu. Tabii bunun için bir de işi gücü bırakıp evde dinlenmeliydi. Haydar ayakkabı tamircisiydi ve bütün gün eğik bir vaziyette, ağzını tıkıştırdığı çivileri elindeki ayakkabılara çakardı. Yıllar önce günde onlarca ayakkabıyı tamir ederek başlamıştı bu işe. Babası işin inceliklerini öğretmiş, o da gün geçtikçe geliştirmişti kendini. Aslında daha doğrusu geliştirmek zorunda kaldı. Babası erkenden çekip gitmeseydi bu dünyadan, sindire sindire öğrenebilirdi yoldan çıkmış ayakkabıları nasıl insan içine çıkılabilecek hale getireceğini ama kader işte.

Yıllar geçtikçe günde tamir edilen ayakkabı sayısı onlarcadan birlerceye düştü. Ya artık ayakkabıları çok sağlam üretiyorlar, kimsenin tamirata ihtiyacı olmuyordu, ya da ayakkabı eskidiği gibi çöpe atılıp yenisi alınıyordu. Haydar dükkanında boş kaldığı zamanlarda bunları düşünür ama bir sonuca varamazdı. Bütün gün dükkandan dışarı çıkmadığı için bu konuyu başkalarıyla da tartışamazdı, kendi kendini yer dururdu. Karısı da dinlemezdi onu, hoş çok da konuşmazlardı ya. Öğle yemeğini sefer tasında getirir, Haydar’ın yemeği bitirmesini bile beklemeden çıkardı dükkandan. Boya ve kundura kokusuna dayanamıyordu karısı. Haydar üzülüyordu onun bu haline.

Çocuğu olmadı Haydar’ın, işini öğretemedi kimseye. Çırak da almadı yanına hiç. Ona vereceği parayı falan düşündüğünden değil, yanında birisi olunca huzursuz hissediyordu kendini. Bu yüzden karısıyla da sadece uyuyacağı zaman yan yana gelir, başka zaman başka bir odada onla karşılaşınca hemen bir bahane bulur ve uzaklaşırdı oradan. Nasılsa bir şey de konuşamayacaklardı. Yalnızlıktan korktuğu halde yanında kimseyi istememesi kafasında çözümsüz onlarca soru biriktirir, soru biriktikçe de daha çok kaçardı cevap bulmaktan, daha çok gömülürdü yalnızlılığa.

Arada sırada mahallenin bakkalına utanarak girer, bir küçük rakı alır, onu da içmeyi beceremez, şişenin yarısına gelince gider, lavabodan dökerdi. Rakıdan bir yudum alınca aklına babası gelir, iki üç yudumdan sonra ise annesi gelir karşısına otururdu. Ses çıkaramazdı Haydar. Bakar dururdu öyle. Annesi oğlunun haline bakıp ağlamaya başlayınca da lavabonun başına koşardı Haydar. Annesinin daha fazla ağlamasından korktuğu için mi dökerdi rakıyı yoksa annesini teselli edebilecek tek bir kelime dahi bulamayacağından mı, bunu bile açıklayamazdı kendisine. Çok özlediği annesinin sadece hayalinde karşısına çıkmasına içerliyordu belki. Ne vardı sanki elleriyle toprağını atmasaydı annesinin üzerine! Küçükken olduğu gibi şimdi de annesi odanın bir köşesinde otursaydı da koşarak gitseydi annesinin yanına… Annesi de onu “Haydar’ım neden konuşmuyorsun oğlum? Bir derdin varsa söyle” diyerek sevseydi?

Haydar o sabah hiç yapmadığı bir şey yaptı, sabah sabah bakkala uğrayıp bir küçük rakı aldı. Öğle vakti karısı yemeğini getirdi ona. Kadın tam dükkandan çıkmak üzereyken, Haydar:
- Melahat, kal bugün yanımda
dedi.

Haydar yemeğini yerken hiç konuşmadılar. Karısı dükkandan ayrılırken de tek kelime etmediler. Haydar akşamüstüne doğru dükkanın kapısını arkadan kitledi. Rakıyı açtı. Önce babası geldi aklına, sonra annesi yanına geldi, “Neden konuşmuyorsun hiç oğlum?” diye sordu yine. Haydar başı önünde “Neredesin anne?” dedi. Gözlerini kapadı. Sızdı.

Kendine gelince Eminönü’ne doğru yürümek istedi canı, annesiyle her hafta sonu geldiği yere. Galata köprüsünden geçerken denize bakmak için biraz durdu. Başı döndü. Haliç’e düşüp öldü. Cesedini kimse aramadı.

3 Şubat 2012 Cuma

Olmayan Sevgiliye Mektup

Sevgili Olmayan Sevgili;

Mektubuma bu şekilde başlamak komik ve belki de ironik oldu biraz, evet. Sanki sana taş atıyormuşum gibi hissettim kendimi. Aslında böyle bir amacım yoktu. İlkokul öğretmenim böyle göstermişti bana, mektuplara “Sevgili” ifadesiyle başlanırmış, yani böyle başlansa hoş olurmuş. Yani amcana bile mektup yazarken “Sevgili Amcacığım” yazmak gerekiyor. Bence çok da gerekli değil böyle başlamak ama kocaman adam da olsa yine de sevimli yaklaşmalısın insanlara. Mektup da sıcak bir ortam falan yaratıyor, o yüzden böyle başlamak güzel; sıcaklık üstüne sıcaklık, sevecenlik üstüne sevecenlik, sanki her şey mükemmelmiş gibi bir hava yaratmalısın.

Neyse, mektubun edebiyattaki ve hayatımızdaki yerini ve önemini anlatan bir şeyler karalamak değil burada amacım. Zaten o kadar üst düzey, böyle akademik şeyler yazacak kadar bilgi sahibi de değilim bir mektup hakkında. Hatta hala ilkokul öğretmenimin beni bıraktığı yerdeyim bu konuda. Bir yudum ilerleme yok. Belki bu yüzden benden tiksineceksin şimdi ama istersen imajımı düzeltmek için birkaç ilginç bilgi sunabilirim sana. Mesela halk arasında kezzap denilen şey aslında nitrik asittir. Belki bunu biliyorsundur ama bir de benden duy istedim. Biliyorsan da bilmiyormuş gibi yap. Benim bildiğim bir şeyi de sen söyleyince, ben de dünyadaki en büyük hayret ifadesini takınarak “Aaa!” ünlemiyle şaşırırım. İşte böyle komiklikler, şakalar falan önemli şeyler. Karşılıklı anlayış falan da deniyor bu tarz hareketlere ama bence yirmi dört yaşındaki birisinin böyle ilginç tepkilerle suratını şekilden şekle sokması komiklikten başka bir şey değil.

Ee sen ne yapıyorsun? Anlat bakalım. İstersen önce ben anlatayım. Zaten giriştik bir kere bu işe, şimdi iki kelime de yazıp bırakılmaz, bir şeyler yazmak lazım. Mektubu burada kessem ne komik olur değil mi? Tam olarak burada yani. Al bitti: .

İşte böyle şebeklikler peşindeyim ben de. Facebook’ta bir oyuna sardım, oo süper! Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oluyor renkli renkli karelere tıklamaktan ama vakit geçiyor işte. Geçen gün 400000 puanı geçtim diye evde bir tur attım sevinçten, sonra annem gördü, utandım. Annem de üzüldü galiba bu halime, gözlerinde gördüm o kederi. Bir de Mustafa mesaj atıp duruyor. Senden gelmiştir belki diye atlıyorum telefona, gönderen kısmında Mustafa yazıyor. Allahım Mustafa’nın benle ne işi olabilir ki, anlamıyorum! Bir de dedikleri de laf olsa he! Yok ne yapıyormuşum, ne ediyormuşum, tatil nasıl geçiyormuş! Sen bile sormuyorsun bana bunları. Utanmasa tatilim hakkında kompozisyon isteyecek benden. Yok şu gün gelecekmiş İstanbul’a! Sorduk sanki! Manyak mı ne! Cevap vermiyorum mesajlarına, “hişt pişt” yazıyor ve ardından çağrı atıyor durmadan. Geçen gün telefonumda 86 cevapsız arama yazıyordu. Aklım çıktı yerinden bunu görünce. Sen yoksun diye kimlerle uğraşıyorum!

Vakit geçsin diye aylar önce aldığım ama okul, dersler, iş, güç derken bir türlü yapmaya başlayamadığım puzzle olayına giriştim bir de geçenlerde. Bütün parçaları gaza gelip hunharca doğru yerlerine yerleştirdim. Hırs yapmıştım. Son iki parçaya gelince elimde sadece bir tane puzzle parçası kaldığını görüp sinirlendim. Eksik parçayla beraber yaptığım herşeyin bütün esprisi kaçacak, o kadar emeğim boşa gidecekti. Hesap sormak üzere giyinip D&R’a doğru yola çıktım. Orada karşıma çıkan ve önündeki kartta adının Halil olduğunu gördüğüm görevliye derdimi anlattım. Halil bana “Abi biz sayıp da atıyoruz o parçaları içine, eksik olmaz bizde” falan dedi. “Fabrikasında sayılmıyor mu lan bu! Ne açıp karıştırıyorsunuz lan puzzleımı! Düşürmüşsünüz işte parçasını sümük gibi oldu eksik eksik! Bir de hiç karıştırmamış gibi güzelce yapıştırmışsınız paketi! Neyin peşindesiniz olum siz!” diyerek sinirlendim. Halil de bunun üzerine “Abi bir bakalım dükkana, çıkarsa bir yerlerden ben ayırırım bir köşeye, sen merak etme” dedi ve gözlerindeki inandırıcılık ifadesiyle beni ikna etti. Yol boyunca eksik olan parçanın tamamlanacağı hayaliyle mutlu mutlu gülümsedim. Hatta eve varınca bir an gaza gelip çizgisiz bir dosya kağıdından bir parça koparıp, bu parçayı da maviye boyayarak eksik olan yere sokuşturdum. Pek güzel durmadı ama en nihayetinde ben de bir Van Gogh değildim değil mi sevgilim?

Ben böyle şeylerle uğraşıp duruyorum. Arada uyuyorum bir de. Uyanınca salak salak bakınıyorum falan. Görmek istemeyebilirsin beni bu halde. Ya da gör yaa! Off niye söylediysem sanki bunları da! Şey, anlatacaklarım bu kadar şimdilik. Mektubumu “Şimdi sen bu mektubu okurken ben çok uzaklarda olacağım” diyerek klişe ve hafif de olsa merak uyandırıcı bir şekilde bitirmek isterdim ama insanlarda uyandırdığım en büyük merak duygusu bugüne kadar “Erdem bu notu nasıl aldı yaa! Kesin kopya çekmiştir!” şeklinde oldu. Heh bir de Mustafa mesaj attı şimdi, ne yaptığımı merak etmiş yine. Hey Allah’ım yaa! Hadi gel artık, kurtar beni Mustafa’dan, Mahmut’tan, Halil’den!

Not: Mahmut, bizim bakkal.


Görüşmek dileğiyle,
Erdem

Çöp

Elimdeki içi boşalmış çikolata paketini atabileceğim bir çöp kutusu arıyorum. Kötülük ve umursamazlıkla bezenmiş yanım, paketi elimde tutacağıma fırlatıp atabileceğimi fısıldıyor bana ve yaptırmak istediği şeyi belki de biraz şirin gözükmek ve etraftakiler tarafından pis bir insan gibi gözükmeme engel olmak için çaktırmadan yapabileceğimi belirtiyor. “Elindekini top şekline getir ve yanından geçen insanların sayısı en aza indiğinde ışık hızına yakın bir şekilde çalıların arasına fırlat. Erir, gider o doğada, takma bu kadar kafana her şeyi, doğa ana bu olaya bir çözüm bulmuşken bomboş bir paketle dolaşmak aptallık” falan diyor. İçinde biraz olsun insanlık kırıntısı barındıran diğer yanım ise çevreyi kirletmemin çok ayıp ve etik olmayan bir davranış olacağını, sabahın köründe sokakları temizlemeye başlayan amcaların bir de benim oraya buraya fırlattığım çöpler için ekstra bir efor sarf etmek zorunda olmadığını, hadi onu da boşver, zaten dünya çok fazla yaşlanmışken, düşene de bir tekme benim vurmamam gerektiğini ve hatta dünyayı elinden tutup karşıdan karşıya geçirmem gerektiğini anlatıyor. Çevreci mi olsam yoksa umursamaz bir şekilde davranıp insanlıktan nasibini almamış bir birey gibi mi davransam çelişkisinde kalıyorum.

Lisedeyken öğrenci meclisi diye geyik bir olay olmuştu ve bizim sınıftan zorla ben seçilmiştim. Bu mecliste çevre komisyonu diye bir şey kurulmuş, ben de “En az işi bence bu komisyon yapar” diye düşündüğümden ona katılmıştım. Sonra diğer komisyonlar arasında ezik kalmamak için biz de bir şeyler yapmayı düşünmüştük ve aklımıza gelen en ciddi fikir pil toplamak olmuştu. Bitmiş pilleri toplayarak dünyayı kurtarma yolunda çok büyük bir adım atacak ve tüm insanlığı kendimize minnettar bırakacaktık. Bu düşünceye o kadar çok kaptırmıştım ki kendimi, lise zamanı işte, çok çabuk gaza gelebiliyorsun, “Dünyanın kurtulmasına benim de katkım olsun, hem bu komisyondakiler bile bir şey yapmazsa, başkalarını nasıl ikna edebiliriz, önce bizim örnek olmamız lazım” diye düşünüp evdeki kumandaların içindeki dolu pilleri bile toplayıp tüm okulu atağa kaldıracak, dünyanın yok olmasına dur diyecek bir hareketin öncüsü olmayı istemiştim. Pilleri çıkarılan kumandanın çalışmadığını idrak edince de çıkardığım pilleri tekrar yerlerine yerleştirmiş, kendi kendime “Bitince götürürüm artık” demiş ve piller bitene kadar da bütün hevesim kaçmış, biz pil toplayamadığımızla, dünya da pislikten kurtulamadığıyla kalmıştı.

Önümde böyle bir örnek varken, geç kalmışlıkların da verdiği acıyla paketi oraya buraya fırlatmaktan vazgeçip çöp kutusu buluncaya kadar elimde tutmaya karar verdim. Hem ne vardı, elime yapışmazdı ya! Çöp kutuları da süs olsun diye konmuyordu herhalde sokaklara, ki zaten süs olacak halleri de yoktu, eğri büğrü metal yığınlarıydı hepsi!
Kendimi ikna ediş yöntemlerimi sevdim ve bu durumun verdiği mutlulukla sevimli şarkılar dinlemek istedim. Kulağımdaki kulaklıklar bana neşe dolu sözler söylenmesini sağlayacak, ben de adımlarımı kulağımdaki melodiye uyduracak ve elimdeki boş paketle, en azından bir çöp kutusu buluncaya kadar, mutlu mesut bir şekilde ilerleyecektim. Hatta elimdeki paketi kullanıp mızıka çalar gibi “fittürü fittürü” diye sesler çıkararak iyice havaya girebilirdim. Falım sakızın paketinden daha güzel sesler çıkarılabiliyordu ama belki bir Kinder paketi de bunu sağlayabilirdi, denemek lazımdı. Ciguli havasına bürünecektim. İlginç bir deneyim olacaktı.

Böyle bir mutlu olmuşken ve “Küçücük şeyler bile mutlu oluyorum, galiba kanaatkar bir bireyim” diyerek kendimi hafifçe överken telefonum çaldı. “Hehe” diye sevindim önce, sonra Vodafone mesaj paketimi yenileyeceğini ama bunu istemezsem “Eyvallah” diyeceğini anlatan bir mesaj göndermişti. Vodafone bile beni takmıyor, “Mesaj paketi almazsan alma, zaten kimseye gönderdiğin yok, alemin kerizi gibi her ay para ödeme bari” diyordu. Biraz daha zorlasa “Salak pıff.s” yazacakmış gibiydi. Telefonu cebime sokuşturdum ve kulağımdaki mutlu mesut ezgilerin beni yatıştırmasına izin vermeden ve çevreyi falan umursamadan elimdeki paketi havaya fırlatıp abanarak tekme attım. O da tüy gibi bir şey olduğundan fazla uzaklaşmadı, önüme düştü.

Sürpriz

Saatlerdir odamda oturuyorum ve kulağımda sürekli bir rüzgar sesi. Eve gelirken “Galiba şu an fırlayıp gideceğim” diye bir cümle kurdurarak beni tedirginliğe sevk eden bir rüzgar bu. Etrafta bir şeyler düşüp duruyor, takır tukur sesler geliyor bir yerlerden. Kar yağacakmış İstanbul’a, birkaç gün sürecekmiş falan, öyle diyorlar. 1987’de yağmış psikopat bir kar. Şubat mıymış neymiş aylardan. Ben daha doğmamıştım o zaman. Birkaç ay sonra doğup geleceğim evin önü kar yığınlarıyla kaplı, arabalar gözükmüyor, fotoğraflardan gördüm ben de. Okullar da bir on gün falan tatil olmuş galiba. Ortaokulda ve lisedeyken az dua etmedik, kar yağsın da okullar tatil olsun diye. Sanki kar yağdı ve okullar tatil edildi de ne oldu! Hiç de öyle fantastik işler peşinde koşmadım. Saçma sapan bir oran orantı hastalığı yüzünden tam küre şekline gelmemiş bir kartopunu bile fırlatamadım kimseye. Bir de öyle bir sakinlik vardı ki üzerimde hep, millet tahtadan ya da plastik poşetten icatlar yapıp çılgınmışcasına oradan buraya kayarken kar üzerinde, benim en fazla karın kayganlığı yüzünden ayağım kaydı ve yerlerde süründüm. Bu tarz rezilliklere rağmen yine de okula gitmeyecek olmanın verdiği sevinçle şebek gibi gülebiliyordum. Hiç aklında yokken tatil yapıyorsun işte, ne güzel değil mi! Hani öyle 23 Nisan ya da 19 Mayıs falan da tatil oluyor ama o günlerin tatil olacağını biliyorsun önceden, o yüzden çok bir şey vaad etmiyormuş gibi geliyor o günler sana tatil anlamında. Sürprizler güzeldir işte. Şimdi camın önünde oturmuş, bu yazıyı yazarken ve belki de çocukluktan kalma bir alışkanlık ve merakla ne zaman yağmaya başlayacak kar diye ara sıra kafamı kaldırıp dışarıya bakarken, arada çay içerken ve fonda şarkı çalarken bir yandan da bekliyorum bir sürpriz olur belki diye. He bir yandan da şarkıyı mırıldanıyorum sürpriz olursa, ona karşı bir de ben sürpriz yapayım diye…

There’s a storm closing in, voices crying on the wind
this serenade is growing cold, it breaks my soul to try to sing
there’s so many many thoughts but i try to go to sleep
but with you i start to feel a sort of temporary peace
as i drift in and out...

Lanet Olsun!

Finaller bitip de dönemi tamamlayınca bir afallama durumu söz konusu sanırım. Zaten final dönemine o kadar büyük tepkilerle geliyoruz ki, işte allah kahretsin finaller başlıyor, yok hacı uyku yok bana iki hafta gibi sözler, hayata isyanlar, ona buna, hatta elindeki kaleme bile küfürler ya da Facebook’ta, MSN’de falan iletilere “finaller pıff.s” yazmak gibi, sınavlar bitince bu kadar gerilimin birden vücuttan atılmasıyla beyinciği alınmış kuş gibi bir o yana bir bu yana gidiyoruz gibi sanki. “Ne yapsam ki lan acaba şimdi?” diye boş boş etrafa bakınmalar, beyne iyice çalışsın da adamakıllı bir fikir bulsun diye gözleri sımsıkı yumarak ilginç bir baskı uygulama düşüncesi falan benim uyguladığım yöntemler bu dönemlerde.

Sınavlar bitip de eve geldiğim gün ilk yaptığım iş havanın soğuk olmasına aldırmadan tişörtle balkona çıkıp etrafa keskin bakışlar atmak oldu. İstanbul’a para kazanmak uğruna gelen ve Haydarpaşa tren istasyonunda “roooaarr” diye bağırarak buraya gelirken ne kadar iddialı olduğunu göstermek isteyen yurdum insanı gibiydim. Önce, gözlerimi kısarak biraz uzaklara bakındım ve böylece geçtiğim derslerde kazandığım başarıların, başarı denebilirse tabii ki, beni çok şımartmadığını göstermek ve mağrurluğumdan bir şey kaybetmediğim izlenimini uyandırmak istedim kendimde. Gözler kısılmış bir şekilde kalınca insan çocukluğuna mı dönüyordur nedir, bu şekilde biraz zaman geçirince etraftaki binalara nişan alarak “ciyuv ciyuv” efekti eşliğinde gözlerimle onları vurdum. Yıkılan binaların geçtiğim dersleri temsil ettiği gibi ilginç metaforlar peşinde koştum biraz. Sonra biraz üşüdüğümden biraz da yirmi dört yaşındaki bir adamın böyle salak işler peşinde koşmasından utandığımdan içeri girdim. Dersleri geçmiştim, peki şimdi ne yapacaktım?

Aklıma gelen en dahiyane fikir uyumak oldu. Kendimden çok mükemmel bir fikir beklemiyordum ama olaya bu kadar sığ yaklaşmam beni korkuttu. “Off bir dolu boş zamanım var. Ne yapsam?” cümlesine “Ee uyuyayım” diye bir tepkiyle gelince insan biraz da üzülüyor tabii ki. Hayatım renksizdi işte. Peki bu durumu tersine çevirmek için neler yapabilirdim? İşte uyurken düşünmek için mükemmel bir konu bulmuştum. Kendimi yatağa attım ve şu hayatımı biraz olsun yoluna koymak ve beni yaşadığıma sevindirecek bir şeyler yapmak üzerine kafa yormaya başladım. Mesela kitap okuyabilirdim. Ee, bunu zaten yapıyordum. Dizi seyredemiyordum uzun zamandır. Tamam, seyrederdik, o dert değildi. Sol tarafıma dönerek uyuyabilirdim. Evet, ilginç olabilirdi, “Solak olduğum için hep sola dönüp uyurum abi ben, öbür türlü saatlerce yatsam uyuyamam, yok olmuyor yani, cık” diye toplum içinde konuşabilirdim böylece, solaklığı övüp ilginç bir insan olduğum izlenimi uyandırabilirdim. Bir sevgili edinebilirdim. Triptir, kavgadır falan bunlar heyecanlı olaylar. Telefonumun sesini açabilirdim. Hep sessizde durduğu için öyle iki-üç günde bir de olsa mesaj geldiğinde ben onu haftalar sonra görebiliyordum. Sesi açarsam, gelen çağrıya ya da mesaja anında tepki verir ve böylece insanlarla sağlam ilişkiler kurma yolunda ilk ciddi adımı atabilirdim. Fena bir fikir değildi. Bu fikrin işleyip işlemeyeceğini kontrol etmek için önce telefonun sesini açıp sonra çok sevgili kuzenim Tuğçe’ye mesaj attım. Bir süre cevap gelmedi. Sonra uyumuşum.

Gözlerimi açınca “Ulan ben neden Farmville oynamıyorum, iki çilek ekip keyfime bakarım” diye bir şey geldi aklıma. Koşarak Facebook başına gittim. Herhangi bir mesaj ya da bildirim yoktu. Mavi mavi bakıyordu Facebook’un tepesi bana. Tuğçe de hala cevap vermemişti. “Kuzen olacak bir de” diye kızdım, “Farmville’e de Facebook’a da lanet olsun” diyerek kalktım bilgisayar başından, telefonu sessize aldım, sağ tarafıma dönüp uyudum.