15 Ocak 2012 Pazar

Günü Kurtarma

Sabahın köründe henüz daha tam uyanamamış ve salak salak etrafa bakınırken, o saatte neden yol tarifi almak istediğini hala anlayamadığım amcaya sorduğu yeri yanlış tarif edip, sonra da “Dur lan yanlış oldu” diye hızla uzaklaşmakta olan adamın peşinden depar attığımda günümün yine bomboş geçeceğini, tüm gün boyunca işe yarar bir iş yapamayacağımı ve gün sonunda da amaçsızca eve döneceğimi anlamıştım. İnsan yeni başlayan günden daha fantastik şeyler bekliyor, bıyıklı bir amcayı yanlış yere göndermek ve sonra vicdan azabı çekip var gücüyle hatasını telafi etmeye çalışmak değil. Amcaya yetişip utanç içinde kendisini yanlış yere gönderdiğimi söyledikten ve amcanın hoşgörüsüyle (Olur öyle evladım, sabah sabah herkes dalgın oluyo, takma kafana, hadi iyi dersler) karşılaştıktan sonra gelen ilk otobüse biniyorum. Akbil sesi sabah sabah hiç çekilmiyor.

Herkes işe gitmek için yollara döküldüğünden otobüsten inince sanki milyonlarca insanla aynı tempoda yürüyormuş gibi hissediyorum kendimi. Mükemmel bir askeri düzen yakalamış gibiyiz. Biri cebinden top çıkarıp ateşlese kimse yadırgamayacak sanki. Biraz daha bu şekilde yürüsek, kendimi iyice inandıracağım askerlik yaptığıma. Tam “Ben daha okuyorum ya neden getirdiniz beni buraya, finalim var benim birazdan, bırakın lan!” şeklinde isyan etmek üzereyken, birçok insanın toplu halde garip hareketler yaptığı bir yere geliyorum. Bağırışlar, çağırışlar, ittirmeler, tekmeler, tokatlar, dirsekler, milletin dizlerinin altından sürünerek otobüse girmeye çalışmalar falan derken metrobüs durağına geldiğimi fark ediyorum. Asıl savaş burada ve cebimden top çıkarıp burada ateşleme gibi bir fikrim var günün birinde. Otobüsün yaklaştığını gören yaklaşık 1.55 boylarında bir abla tarafından mideme yediğim bir dirsek darbesiyle sağa savrulduktan sonra girebiliyorum otobüsün içine. Lafa gelince koskoca adam bir de, değil mi?

Metrobüsten inince sınava geç kalma korkusu nedeniyle okula taksiye binerek gitme kararı alıyorum. “Erken giderim biraz daha, daha iyi” cümlesiyle taksinin kapısını açıyorum. Araba hareket etmeye başlayınca yanımda oturan adamın hayatımda gördüğüm en ergen şoförlerden biri olduğunu fark ediyorum. Yolu boş bulan adam, “Hahaha ne zamandır bu yolu boş görmüyodum, şimdi basalım gaza” diyerek ve önündeki araçlara deli gibi korna çalıp “Açılın, açılın, alem şoför görsün” diye bağırarak beni dua etmeye zorluyor. “Allahım erken gideyim derken, okula erken gitmek istedim, öbür tarafa değil, daha 24 yaşındayım, alma canımı” falan diyorum. Taksiden indiğimde hala sağlamım. “Öldürmeyen Allah öldürmüyor” cümlesi ağzımdan dökülüyor bir anda. Uyanalı kaç saat geçti ve hala adam gibi bir şey yapamadım.

Sınavdan çıkınca da aynı şeyi düşünüyorum, “Galiba insan gibi bir şey yapamadım”. Hani, kayda değer bir şey yapamıyorsan, biraz gaza gel ve ters giden bir şeyler varsa, onları düzelt, değil mi? Ama yok, “Eve gidip uyuyayım” diyorum ben. Önümde yine bir metrobüs yolculuğu var. Sonra yine otobüse binme var. Yani inanılmaz renkli bir hayatım var.

Geri dönüş yolunda metrobüsten inmek üzereyken, aynı benim gibi çok da renkli bir hayatı yokmuş gibi gözüken bir amca sokuluyor yanıma. Kumburgaz’a nasıl gidebileceğini soruyor. Yani bugün yine İstanbul Belediyesi’nin görevli personeli gibiyim. Sanki bütün İstanbul’un planlamasını ben yapmışım, haritaları ben çizmişim gibi herkes peşimde. “Durağı gösteririm size” diyorum. “Sen de mi oraya gideceksin?” diye soruyor amca, yanına bir yoldaş bulmak ister gibi. “Hayır” diyorum. “Heaa” diyor amca biraz hüzünlenerek. Metrobüsten inip birlikte yürümeye başlıyoruz amcayla. İki kafadar gibiyiz; aklımıza esmiş ve İstanbul’a gelmişiz. Amcaya otobüse binmesi gereken durağı gösterdiğimde, kolumdan tutup durduruyor beni. Elini cebine sokup bir şey çıkarıyor ve elime tutuşturmaya çalışıyor onu. Bir avuç dolusu fındık kazanıyorum durak gösterdiğim için. Teşekkür ediyorum amcaya. Fakat amcanın gönlü geniş. Ne kadar cebi varsa hepsinden fındık çıkarıp avuçlarımı dolduruyor. “Tamam tamam” dedikçe, daha bir gaza geliyor, bu sefer elindeki poşetten çıkarıp veriyor fındıkları. Millet güzel güzel giyinmiş ya işine ya da sevgilisiyle buluşmaya giderken; ben koskoca Avcılar metrobüs durağının ortasında bir adamdan avuç avuç fındık alıyorum. Artık o kadar çok fındık aldım ki, fındık üreticisi gibi davranıp “Hükümet bu sene fındık alım fiyatlarını çok düşük tuttu, köylü kan ağlıyo, başbakanın umrunda diil” diyerek isyan edebilirim. Amca yanımdan ayrılmak üzereyken eline bir fındık alıp “Ye ye” diyor bana, “Bak böyle” diye de ekliyor, koskoca kabuğu dişlerinin arasında kırarak. “Hee bir o eksikti” diyorum içimden, “Şahtım, şahbaz olurum artık”.

Eve geliyorum, “Günün bu saatine kadar, sabah da tahmin ettiğim gibi hiçbir şey yapmadım, bomboşlukta rekor kırabilirim” diye düşünürken birden aklıma cebimdeki fındıklar geliyor, insan gibi, medeni bir şekilde kırarak yiyorum onları, metrobüsteki kadın ve taksi şoförü umrumda değil şu an, sabahki amcanın doğru yere gidip gitmediğini de merak etmiyorum. Fındıkları kullanarak “küçüktür üç” yapıp sevimli olmaya çalışıyorum sadece. Belki bir işe yarar, günüm boşa gitmez.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Yalnızlık Alarmı

Bu sabah hayatıma anlam katan bir gerçekle karşılaştım: Telefonum alarmı en fazla elli dakika erteliyor. Halbuki ben hep ertelesem onu, o da hep ertelense hiç itiraz etmeden…

Gece yatarken aldığım “Erken kalkayım yarın sabah, insan gibi ders çalışırım” kararı neticesinde uyumadan önce telefonu 08:30’a kurdum. Gece bir ara uyanıp saatin 03:52 olduğunu görmemle uyku sersemi de olsa basit matematik işlemlerini yapmadaki yeteneğini kaybetmeyen beynim sayesinde neredeyse dört buçuk saat daha uyuyacağımı fark ederek sevindim. Önümdeki bu uzun vakit sayesinde güzelce dinlenebilecek ve sabah istediğim saatte kalkarak yatmadan önce planladığım şeyleri tam zamanında birer birer gerçekleştirebilecektim. Hayat güzeldi. O an için.

Söz verdiği gibi 8:30’da çalan alarmı artık bu konuda ustalaştığım için tek parmak darbesiyle susturdum. Bence bir beş dakika daha uyumakla bir şey kaybetmezdim. Kaybedersem de o beş dakikayı gece yatarken telafi eder ve birazcık geç yatardım. Aklıma gelen bu fikir sayesinde beynimle gurur duydum ve uykudan yeni kalkınca inanılmaz bir şekilde çalışan beynimin var olduğuna bir kez daha ikna oldum. Çünkü en can alıcı fikirler gözlerimi açtığım üç saniye içinde geliyordu aklıma. (Metrobüste oturmak için şurada soteleneyim, kalkınca yatağımı toplamayayım, nasılsa akşama yine yatacağım gibi) Uyandıktan bir süre sonra da her zamanki idiot Erdem halime dönüyorum. O yüzden hayatımla ilgili aldığım kararları hep bu üç saniye içine sıkıştırmaya çalışıyor, bazen de üç saniyenin yetersiz olduğunu fark ediyor ve amaçsız bir şekilde dolanıyorum şu dünya üzerinde.

Alarmı ertelemenin verdiği iç huzurla gözlerimi kapadım. Önümde muazzam bir süre vardı ve ben bu süreyi en iyi şekilde kullanmalıydım, yani uyuyarak. Yeniden uykuya dalmak üzereyken alarm yeniden çaldı. Demek ki beynim ve aldığım kararları düşünürken bu beş dakikayı bitirmiştim. “Ama daha uyuyamadım, o beş dakika önemli uykum için” diyerek yeniden ertele seçeneğini seçtim. Telefon itiraz etmedi. Sevindim. Fakat insanoğlu sevinip de mutluluk hormonu salgılayınca uyku tutmuyor. Kendimi ne kadar zorlasam da zorlayayım bir türlü uyuyamadım ve sürekli elime telefonu alıp beş dakikanın bitmesine ne kadar kaldığını kontrol ettim. Tam beş dakika dolup da telefon yeniden ötmeye başlayacağı sırada buna izin vermedim ve saliseler içinde alarmı tekrar erteledim. Yaptığım bu çabuk hareketle gurur duyduğum ve övündüğüm için yatağımın içinde biraz böbürlendim ve telefona küstah bakışlar fırlattım. O da altta kalmayarak beş dakika sonra uyduruk alarm melodisiyle tekrar çalmaya başladı. Artık buna sessiz kalacak değildim, kılıçlar çekilmişti.

Bundan sonraki süreler beş dakika uyu, sonra alarmı kapat, sonra beş dakika daha uyu, sonra tekrar alarmı sustur şeklinde geçti. İnsan uyurken dinlenir, ben ise telefonla girdiğim mücadele sonunda gözleri kanlanmış bir manyağa dönmüştüm. 9’u 5 geçe bir kez daha ertele tuşuna bastım ve beş dakika sonra çaldığında telefona acı çektirmek için inanılmaz planlar yapmaya başladım: Pilini çıkaracak ve karşımdaki duvara fırlatacaktım. Beni uyandırdığı için onu bu hayata bağlayan en önemli organını söküp atacaktım. Duvarda da saattir, tablodur falan kırılacak bir şey olmadığı için bu işten en az zararla kurtulan ben olacaktım. En fazla duvarda bir iz çıkardı ve onu annemden saklamak zorunda kalabilirdim. Fakat risk almadan bu hayat yaşanmıyordu.

9’u 10 geçe son kez çalan telefonu elime aldım ve arkasındaki kapağı çıkarmak için harekete geçtim. Fakat bu sırada gözüme bir şey takıldı. Ekranda “Ertele” seçeneği yoktu. Alarm çalıyordu ve onu susturmanın tek seçeneği “Durdur” tuşuna dokunmamdı. Yani ben sadece elli dakika boyunca alarm ertelemenin keyfini çıkarabilecektim ve daha sonra alarm üzerinde hiçbir hakkım olmayacaktı. Telefon bana iki dakikalık keyfi çok görüyordu ve yatağımdan kalkıp yapmam gerekenleri yapmak için harekete geçmem gerektiğini emrediyordu. “Bir daha çalmam, bana ne, geç kalırsan da kal, umrumda değilsin, öküz gibi erteledin zaten durmadan, senle uğraşamam” diyordu. “Oyuncağın değilim ben senin, telefon bu telefon, milleti ararsın, mesaj falan gönderirsin, saat kulesi miyim lan ben!” diye ekliyordu. Haklıydı.

Hayat aslında bazen o kadar da güzel değildi, can acıtabiliyordu. Sadece alarmı çalıyor da beni uyandırıyor diye cep telefonu mu alınırdı! Öyle yaparsan elli dakika çalar, sonra seni terk edip giderdi. Gerçekler yüzüme tokat gibi çarptı böylece, sonra yatağımın üzerinde doğruldum, elimdeki telefona sarıldım. “Yapayalnızım” diyerek ağlamaya başladım.

8 Ocak 2012 Pazar

Sürüngen

Hepimizin bildiği gibi insanın uykusunun en fazla geldiği zamanlar ders çalışmayı seçtiği zaman dilimlerine denk geliyor ve dersi bırakıp yatağına usulca gitmen ve uyumayı tercih etmen vicdanın tarafından engellenmek isteniyor. Evet, uyumak hiç bu kadar tatlı gelmemişti ama önünde binlerce formül ve daha önceden ispatlanmış olsa da senin de en az bir kere ispatlamanı bekleyen teoriler falan duruyor. Sen onları ispat etmedikçe, teorinin bir tarafı hep eksik kalacak gibi hissediyorsun sanki, hem o kadar üniversitede okuyorsun; koskoca hocan, senin de yıllar önce bulunmuş bir şeyi tekrar yaptığını görünce mutlu olmasın mı? İşte düşünüp bulduğunu sandığın bu yüzyıllık gerçekler yüzünden uyanık kalmalısın. Uyumamanın en başarılı yolu da kendini çaya kahveye vermekten geçiyor. Aklımdaki bu düşüncelerle, uykuya biraz daha dayanabilmeyi umut ederek, yerimden kalkıp kahve yapmaya gidiyorum.

Mutfağa girince, rüzgarın “vuv vuuuuuvv fiiiuuv” gibi ürkütücü sesler çıkararak beni psikolojik anlamda sınava hazırladığı sonucuna vardım. Birkaç gün sonra sınavlara arka arkaya girince içimde kopacak fırtınaların, muhtemel mide ağrılarının ve migrenin habercisi gibi geldi rüzgâr bana. İnsan stres altındayken böyle arabesk çıkarımlar yapabiliyor tabii ki, o yüzden kendimi çok fazla rencide etmeden, zira İbrahim Tatlıses falan dinleyen adamları görünce çok defa yüzümü falan buruşturmuşumdur, konuyu kapattım. Suyun kaynamasını beklerken aç karnımı susturabilmek için buzdolabını açtım. Uyanık kalabilmek için kahve yapmak amacıyla değil de, sanki nefsimi köreltmek için girmişim mutfağa gibi davranıyordum. İnsan dersten kaçmak için öküz gibi yemek yemeyi göze alabiliyor. Buzdolabının ilk rafını boşalttıktan sonra ve ikinci rafın da dibine darı ekmek üzereyken, sabah kalkınca bomboş bir buzdolabı ile karşılaşırsa annemin çok şaşıracağını ve sanki az işi varmış gibi, bir de benim yaptığım hayvanlık yüzünden markete alışverişe gidip bir sürü vakit kaybedeceğini düşünüp üzüldüğüm için üçüncü raftakilerin de yarısını götürdükten sonra kendimi istemeyerek de olsa durdurdum. Kendimi deli gibi yemeğe verdiğim sürede kahve hazırlamak için ısıtmaya başladığım su kaynamış, hatta soğumuştu. Suyu tekrar ısıtmak, neden bilmiyorum ama o an için çok saçma geldi ve yıllardır ortalıkta bir efsane olarak dolaşan ve uyku problemine bire bir geldiği söylenen “kolanın içine bir kaşık Türk kahvesi atma” yöntemini uygulamayı ve böylece, eğer bu yöntem çok etkiliyse bundan sonra hep bu karışımı içerek uykuya hayır demeyi ve uyumadığım o süreler içersinde de bir deli, bir manyak gibi ders çalışarak ortalamamı en tepelere tırmandırmayı kararlaştırdım. Bir yudum kahveden çok fazla şey bekliyor gibi gözükebilirdim fakat denize düşen yılana sarılırdı.

Vücuda girecek bir yudum fazla kafein bile belki beni 15 dakika daha uykusuz tutabilecekti, o yüzden mutfak dolabını açarak en büyük kupayı aldım. Küçük hesapların adamı olmuştum. Kolayla doldurduğum bardağın içine, bol bol kafein alayım diye kaşık kaşık kahve attıkça ortamın sıvılığı kayboldu. Kola ve Türk kahvesinden oluşan ilginç bir hamur yapmıştım. Bu üstün başarımı görünce uluslar arası bir kimya firmasının üretim bölümü sorumlusu gibi çalıştığımı hayal etmeye başladım. Fakat hamur yapmak falan, insanı fırıncı gibi hissettiriyordu, o yüzden kimya firmasından uzaklaştı zihnim ve Trabzon Vakfıkebir Ekmeği üreten bir fırın kurduğumu canlandırmaya başladı. Bunun üzerine “Bunca yıldır bunun için okumuş olamam herhalde” diye korktum ve koşarak odama doğru ilerlemeye başladım.

Odama varmak üzereyken, hala neden ıslak bırakıldığı hakkında bir fikrimin olmadığı kalebodur üzerinde iyice hızlanmaya başladım. Halbuki kalebodur dediğin nedir ki, değil mi! Ufak sayılabilecek bir kare işte. Ama üzerinde kayarken sanki Asya’dan Amerika’ya savruluyor gibi hissediyorsun kendini, bitmek bilmiyor o yol. Bir süre kayarak ilerledim fakat artık bundan vazgeçip kendimi ders çalışmaya vermeliyim diye düşündüğümden hemen sağ tarafımda olduğunu fark ettiğim kapıyı ve bu kapının pervazını kullanarak durmayı amaçladım. Kolum kapının koluna geçti, yüzümü pervaza vurdum. Ama sonunda durabildim. Artık yerdeydim.

Düşen insana hep gülünür. Fakat evdeki herkes uyuduğu için bana gülecek hiç kimse yoktu etrafımda ve “Düştüğümde bile gülenim yok, bu ne biçim hayat böyle” diyerek içten içe hüzünlendim. Hüzün bir yerden sonra kendini hırsa bıraktı ve “Hiç kimse gülmüyorsa kendi kendime gülerim” mantığıyla hareket ederek kazadan hasarsız kurtulan sol elimin işaret parmağını kendime doğrultarak “Hahahahoo gerizekalı nasıl düştü!” diyerek gülmeye başladım. Gülerken yaptığım “Aa odam yerden bakınca ne kadar ilginç gözüküyor, resmen hayatıma değişik bir bakış açısı kattım” şeklindeki yorumumdan sonra biraz daha mutlu oldum ve sürüngenlere bundan sevgiyle yaklaşmaya karar verdim. Artık bir yerden sonra mutluluktan ölmek üzereyken evdeki herhangi birinin uyanıp odasından dışarı çıktığında beni yerde oturmuş, manyak gibi gülerken görmesi halinde hakkımda çok kötü bir imaj oluştururum korkusuyla “Ne yapıyorsun böyle koskoca adam!” dedim ve kendime kızdım, bir serzenişle oturduğum yerden doğruldum ve doğrulurken de sol dizimi kapıya vurdum. “Heh iyice!” diyerek hayata olan kızgınlığımı biraz daha vurgulu bir şekilde dile getirdim. Şu an gerçekten hayatın umrunda olmalıydım. Yalnızlığın en çok koyduğu anı yaşıyordum. Elimi tutan yoktu.

Ayağa kalktım, Notre Dame şekline girerek masama doğru ilerledim. Ders notlarını ve kitapları karşıma alarak “Ben sizle daha uzun vakit geçirebilmek için kahve yapmaya gitmiştim ama gelirken yerlerde sürüklendim. Her yerim sızlamakta şu an ve sanırım istemeden de olsa yatağıma gideceğim. Hayat çok acımasız, yine girdi aramıza hiç beklenmedik bir şekilde. Lütfen beni affedin” dedim. Kolayla kahve karışımı da işe yaramayacaktı bu akşamlık, o kadar da hamur elde etmiş, bilinen her şeyi unutturacak ve insanlığın tarihini yeniden yazacak bir buluş yapmıştım. Ardı ardına yaşadığım hüzünsel anlara daha fazla dayanamayan gözlerim, yaşlarını akıtmaya başladı. Akan yaşları silmek için elimin tersini elmacık kemiklerime doğru götürünce süper bir acı hissettim. “Yüzüm de mi morardı benim?” diye korktum ve suratımın son haline aynada bakmak için “Lan!” diye bağırarak banyoya koştum.

"Ben de Özledim Seni"

“Sen Berke’yle beraber kantine gelip artistik hareketler yapıyodun, hehe çok eğleniyorduk biz o zaman” diyerek sevgilisinin hafif de olsa burulmasına neden oluyor. “Neaartistik hareket yapıcam ya, takılıyoduk öyle” diyerek kendini savunma pozisyonuna getiren genç, ses tonuyla, sevgilisinin kurduğu cümlelere aslında sinirlendiğini gösteriyor. Arkamda oturdukları için kendilerini görmemekteyim fakat “neaartistik” gibi bir ifade kullandığına göre büyük ihtimalle beş parmağı aynı açıyı yapacak şekilde sağ elini havaya kaldırmış olmalı. Sinirlenen fakat bunu tam anlamıyla etrafına belli etmek istemeyen insanların “Ne” ünlemini, arkasından gelen kelimeyle birleştirmek gibi bir yöntemleri var, bir de el havaya kalkıyor işte. Fakat, kız sevgilisinin girdiği ruh halinden herhalde sapıkça bir keyif almakta ki çocuğun üstüne gitmekte bir sakınca görmüyor.

“Ayrıca doğum günümü sadece feysten kutlamıştın, bir de sonuna hayvan gibi bir ünlem koymuştun” diyerek çocuğa bir darbe daha vuran kızın, hayvan gibi bir ünlemden kastettiği şeyin ne olduğunu çok merak ediyorum. “Ne var kızım ünlem işaretinde, hem de öyle hayvan gibi falan değildi, normal ünlemdi” diyen çocuk, kendini savunabilmek için saçmalamakta bir sakınca görmüyor. İki insan arasındaki ilişkinin ünlem işaretinin boyutuna göre irdelenmesi çok ilginç. Sanırım ünlem işareti daha önce hiç bu kadar ulvi bir görev üstlenmedi. Karşındaki insanı çok seviyorsan, ona inanılmaz bir şekilde değer veriyorsan; küçük, sevimli ünlemler kullanman gerekiyor sanırım artık kurduğun cümlelerin sonunda. Tabii klavyeyi kullanarak ünlem işaretinin boyutunu nasıl ayarlayacağın da sana kalmış. Seven insan ünlemi bile küçültür!
Kantin ve ünlem işaretinin saldırısını atlatan çocuk, bu kez de önemli tarihlerle ilgili bir sözlüye tutuluyor. İşte “Hangi gün buluşmuştuk, hangi gün sana ilk kez trip atmıştım, hangi gün senin yerine otobüse akbil basmıştım” gibi sorular bunlar. Çocuk bu olayları dün gibi hatırladığını belirtiyor, fakat tam tarihlerini anımsama konusunda sıkıntılı olduğunu söylüyor. “Zaten bana trip attığın günü hatırlayıp ne yapıcam, en üzüntülü günümdü hayatımda” diyerek kıza aşık olduğunu dolaylı yoldan belirtme gibi bir yol seçiyor. Lise çağındaki insanlarda bu tarz ifadeler, iltifatımsı şeyler büyük etkiler yaratıyor. Az önce sorgu meleği olan kız, bir anda aşk kuşuna dönüşerek “Ayy canım benim yaa çok seviyorum seni” diyerek etrafa enerji saçıyor.

Kendisinin çok sevilmesinden ötürü büyük bir özgüven depolaması yapan genç, bir anda maçolaşarak, “Sen şimdi burada in, zaten on beş dakikada anca gidersin evine. Ben senden sonra inicem ama senden daha önce evde olurum” diyor ve bu cümleyle neyi amaçladığı konusunda çok büyük soru işaretleri uyandırıyor. Hatta hızını alamayarak “İstersen son durağa kadar git, sonra tekrar geri dönersin buraya” şeklinde bir cümleyle iyice zıvanadan çıkıyor. Espri miydi bu yoksa ciddi ciddi düşünülerek ve uygulanacağı beklenerek söylenmiş bir istek miydi, o noktada çok büyük kararsızlıklar yaşıyorum. Fakat kızımız kafamdaki sorulara cevap buluyor: Yok, ben burada inerim. Demek ki çiftimiz, zaman zaman çeşitli çılgınlıklar yaparak gitmeleri gereken yönün tersine doğru gidiyor ya da sabahın köründe herhangi bir otobüse atlayıp bütün günlerini o otobüste geçiriyorlar; bir ilk durağa, bir son durağa, bir ilk durağa, sonra tekrar son durağa… O yaşta da çok büyük olaylara kalkışamıyorsun işte; otobüsle ya da kantindeki artistik hareketlerle idare ediyorsun.

Çiftimiz ayrılıyor, kız indikten sonra sevgilisine el sallıyor, sonra telefonunu eline alıyor ve 3-4 saniye sonra arkamdaki çocuğun sesi duyuluyor: Ben de özledim seni.

Ben mi ne yapıyorum? Bütün yolculuk boyunca arkamdaki çifti dinliyorum. “Ulan ben de mi böyleydim acaba?” diye korkuyorum. “Yok be oğluuum daha neler” diyerek kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Çocuk “Ben de özledim seni” diyince elimde niye durduğunu anlayamadığım telefonu çantama atıp mp3 playerı alıyorum onun yerine. Yarım bıraktığım şarkıdan devam ediyorum:

Seems like only yesterday
Life belong to runaways
Nothing here to see, no looking back
Every sound monotone
Every color monocrome
Life begin to fade into the black
Such a simple animal
Steralized with alcohol
I could hardly feel me anymore
Desperate, meaningless
All filled up with emptiness
Felt like everything was said and done

2 Ocak 2012 Pazartesi

"Abi, Önemli Olan Verimli Çalışmak Zaten"

Yine bir final dönemi geldi çattı. Yıllardır finallere giriyorum ama “finaller” adına aldanıp herhangi bir şeyi sonuçlandırdığımı sanmayın. “Final oğlum kolay mı! Bu sefer her şeyi sonlandırıyorum” temalı cümleler kurmaya niyetlensem de gelen sonuçlara bakınca işe yarayacak herhangi bir sonlanma işlemi göremedim pek bugüne kadar. Geçtik mi geçtik işte! DD’ye sevinecek kadar alçalmama ne demeli zaten bilmiyorum.

Her yeni döneme başlarken “İnsan gibi çalışacağım bu dönem, ne olursa olsun!” diye kurduğum cümleler, dönem içindeki hayal kırıklıklarıyla birlikte, final dönemine “Finaller başlıyor, sıkı çalışmak lazım!” şekline gelmiş bir şekilde sarkıyor. Yıllardır aynı cümleyi kurmaya o kadar alışmışım ki birkaç gün önce kendimi o cümleleri sayıklarken buldum. Kendi kendine konuşmak neyse de, hadi o belki bir yere kadar tolere edilebilir, ama bu lafları ritmik bir şekilde, alttan da kendi kendine bir müzik uydurarak söylemek çok da sağlam bir psikolojiye sahip olmadığını gösteriyor o insanın. (“Finaller dımtısdımtıs başlıyor lalalalaaa” gibi bir şeydi mırıldandığım)

Geçtiğimiz Pazar gecesi, baktım böyle bir şarkı, türkü tutturmuşum, herhalde, dedim, keyfim yerimde. Madem öyle, şu modumu bir-iki gün daha koruyayım da mutlu mutlu ders çalışırım. Elektron falan dağıttıkça da neşeme neşe katarım. Ama önce bir uyuyayım, saat de geç olmuş, yarın sabah kalkınca çalışırım. Huzur dolu bir şekilde yatağıma yattım, rüyamda ders çalışıyordum.

Sabah kalkınca önce kahvaltı etmem gerektiğine karar verdim. Bir keresinde bir yerlerden “Kahvaltı çok önemli, o olmazsa olmaz, kafa çalışmaz” gibisinden bir şey duymuştum. Bu sözü hatırladığım için çok mutlu oldum, demek ki peynir, zeytinle beyin çalışma kapasitesini arttıracaktı. “Ne kadar alçakgönüllü bir beynim var, bir parça peynirle bütün gün deli gibi çalış. Zehir valla zehir!” diyerek sevince boğuldum ve mutfağa doğru ilerledim. Önce “Poşet çay mı yapsam yoksa bildiğin demlikte mi çay yapsam?” diye bir süre düşündüm ve ders çalıştıkça, yiyeceğim peynire rağmen, beynim yorulursa, “Kafeini bol bol alır, kendine gelir” diyerek çayı demlikte yapmamın daha iyi olacağı sonucuna vardım. Çay demlenene kadar önümde birazcık zaman vardı, bu zamanı da kendime mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamakla geçirdim. Çay demlensin diye beklerken, boş boş durmadığım ve o arada bir işi daha yaptığım için kendimle gurur duydum. Zamanı verimli kullanma konusunda master derecesine kadar gelmiştim.

Masayı hazırladığımda çay henüz kendine gelememişti. “Eh madem kahvaltıyı da aradan çıkarayım” dedim ve önümdekileri kuru kuru yedim. Neden sonra aklıma dolapta süt olduğu geldi, “Protein de iyi gelir bence beyne” dedim ve kahvaltının üzerine süt içerek sağlıklı bir yaşam sürdüğüme kendimi inandırdım. Bu inanma süreci içersinde çay da hazır olmuş ve kupaya konmayı bekliyordu. Çayımı doldurduğum kırmızı Nescafe kupamı alarak, odama ilerledim ve derse başlamadan önce her medeni insan gibi maillerimi kontrol etmenin çok olumlu bir hareket olacağını düşündüm. Çok da önemli bir şey yoktu gelen kutusunda ama yine de Teknosa’dan gelen ve çeşitli indirimlerden bahseden maili “Belki bir gün işe yarar” diye düşünerekten beynime kaydettim. Elektrik süpürgesi falan alacağım yoktu ama hani belki bir gün bir LCD ekran televizyona işim düşebilirdi. Teknoloji gelişiyordu dostlarım!

Çayın soğumasını beklerken, çünkü sıcak içemezdim ben çayı, “Bari günün gelişmelerine bakayım, çay soğuyunca da derse başlarım, hem içerim, hem çalışırım” dedim ve o haber sitesi senin, bu spor sitesi benim diyerek oradan oraya tıklamaya başladım. İnanılmaz işler dönüyordu dünya üzerinde. Ben de bir dünya vatandaşı olarak bu gelişmelere kayıtsız kalamazdım ve bu yüzden hem ülkem hem de dünyanın geleceği konusunda birazcık da olsa derin düşüncelere daldım. Bu sırada da çay buz gibi olmuştu, “Off bu içilmez böyle” dedim ve yeniden bir çay doldurmak üzere mutfağa gittim.

Odama geri döndüğümde uzun zamandan beri aklımda olan, fakat bir türlü hayata geçiremediğim planımı uygulamak o an için gözüme çok cazip göründü: Odamın şeklini değiştirecektim. Hem yeni yıl, yeni umutlar demekti ve böylece hayatımda çeşitli değişiklikler yaparak bu umutların gerçekleşmesine katkıda bulunacaktım! Çünkü oturduğun yerde hiçbir şey yapmadan durursan yeni yıldan bir şeyler bekleyemezdin.

Önce kitaplığımı boşaltmaya başladım. Kitaplıktan indirdiğim kitapları, kitaplığı koyacağım yeni yere yığdığımı biraz geç fark ettim ve kitaplıktan aldığım bütün kitapları bu kez de odanın başka bir köşesine taşıdım. Biraz vakit kaybetmiştim ama bundan sonra biraz daha seri hareket ederek kaybettiğim bu zaman dilimini geri kazanabilirdim. Bu kararımdan ötürü kitaplığı tamamen boşaltmadan sırtıma yükledim. Biraz ağır olmuştu. Çok fazla ilerleyemedim. Kitaplıktan hala almadığım birkaç kitabı daha yere indirdikten sonra, tekrar denedim. Bu sefer de yolun yarısına kadar geldim. “Zaman kazanayım derken, dur, kalk, dur, kalk daha çok zaman kaybediyorum” dedim ve kitaplığı tamamen boşaltarak yeni yerine getirdim. Fena olmamıştı.

Kitaplığı yerine koyunca “Madem bütün kitapları indirdim, hadi hepsini yazarlarının soyadına göre dizeyim, daha kolay olur aradığım kitabı bulmak” diye bir karar aldım ve tüm kitapları elden geçirmeye başladım. Gözüme önce sevimliymiş gibi gelen bu iş, bir yerden sonra canımı sıktı ve K harfine kadar geldikten sonra, geri kalan kitapları gelişigüzel dizmeye başladım. Yatağımı yerine çektikten sonra mis gibi bir oda beni bekliyordu artık.

Yorgunluk kahvemi yapıp masama artık ders çalışmak üzere oturunca, gerçekten çok fazla yorulduğumu ve bu yorgunluğu kahveyle falan atamayacağımı fark ettim. “O zaman biraz uyuyayım” kararı bu farkındalıktan sonra geldi. “Bence birazcık uyumakla bir şey kaybetmem, hem zaten kaç saat çalıştığın değil, ne kadar verimli çalıştığın önemli, bu halimle çalışsam hiç verimli olmaz” diye düşündüm ve odamın yeni dizaynında kendine çalışma masamın hemen yanında yer bulan yatağıma doğru kendimi attım. Uykuya dalmadan önce yatağımı buraya çekmekle ne kadar olumlu bir harekette bulunduğumu düşünüyordum. Böylece uyanır uyanmaz yatağımdan masama “hop” diye saliseler içinde geçebilecek ve hemen ders çalışmaya başlayacaktım.

Bir saat uyuyayım diye yattığım yataktan üç buçuk saat uyuduktan sonra kalktım. Kalktığımda karnım acıkmıştı ve büyüklerimizin dediği gibi aç ayı oynamazdı. Karnımı doyurunca ders çalışabilirdim. Verimli olarak ders çalışma fikrini hala savunuyordum.

Yemekten sonra ne mi oldu? Annem çay getirdi masama, “Neyse çayım bitince başlarım çalışmaya” dedim, çay bitmeden bu yazıyı yazmaya başladım, yazıyı yazarken çay bitti, gidip bir kupa daha doldurdum kendime. Yazı bitti ama bu sefer de çay bitmedi. Artık onu bitirince ders çalışmaya da başlarım. Hem gece çalışmak daha iyi, sessiz oluyor etraf, gündüz çok ses var, kafam almıyor, önemli olan da ne kadar çalıştığın değil, verimli çalışman zaten.

Tedariksiz Erdem

Yıl olmuş 2012, gelmişim 25 yaşıma ama hala bir eksiklik duygusu, hala bir yapacağı işi insan gibi yapamama, hala bir amaçsızlık falan almış başını gidiyor. “Bir şey yaptığım yok, bari şunu yapayım” diye bir karar alıp yaklaşık üç saniye sonra “Ne yapacaktım ben ya?”diye uzun uzun düşünerek derde kedere vuruyorum kendimi. Sonra da “Hayat ne kadar zor, ah ne yapsam olmuyor, sanırım dünya bize oyun oynamayı seviyor” şeklinde felsefik düşünceler yaratıp kendi kendimi aslında çok da boş bir insan olmadığım konusunda ikna etmeye çalışıyorum. Zaten insanlar batırdığı bir iş sonunda, kendilerinin aslında diğer şeylerde çok daha başarılı olduklarını anlatmaya bayılırlar. “Benim sözelim daha iyi aslında” ya da “Sen asıl benim tarhana çorbamı ye, bunun kıvamı tutmadı” gibi cümleler çeşitli başarısızlık anlarından sonra söylenmiş sözler olmakla beraber, insanları düştükleri berbat durumlardan kurtarma gibi bir misyonun sahibidirler.

İnsanoğlu kendini her şeyin üstesinden gelebileceğine inandırmakta çok başarılı. “Ne var oğlum onda, yaparım ben” anlamına gelen cümleler sanırım en çok sevdiğimiz şeyler. Kimse kendisinin herhangi bir konuda yetersiz olabileceğine inandırmak istemiyor. İlkokulda çarpım tablosunu ezberleyip iki kere ikiyi “çat” diye söyleyebildiğimiz zamanlarda atılıyor olabilir bu davranışın tohumları. İki tane sayıyı çarpıyorsun sonuçta, başarılı bir iş gibi gözüküyor. Ben de sekiz kere dokuzu çarpabildiğim andan sonra, ki bu işlem çarpım tablosunun en zor işlemlerinden biridir, birçok işin üstesinden gelebileceğime çok güzel ikna olmuştum. Hele denklemi verilen bir doğruyu koordinat sisteminde gösterince, karşıma ne çıkarsa çıksın hepsini alt edebileceğim konusunda çok iddialıydım. Süper kahramandım resmen, her ne olursa olsun, benim karşıma bir sorun olarak çıkmaktan kaçacaktı.

Fakat insan yaşadıkça bazı acı gerçeklerle karşılaşmak durumunda kalıyor. Bazı şeyler için yetersiz olduğumu anlamam henüz on dört yaşındayken başıma geldi; Anadolu Lisesi kazanabilecek kadar iddialı(!) olan bir çocuk, Beden Eğitimi dersinde takla atamıyordu. Her başarısız denemenin ardından “Dur dur heyecan yaptım, ondan olmadı” desem de bu cümleyi kurduktan sonraki atlayışta bile sağa sola savrulmayı becerebiliyordum. Bir saniye duraksamadan tüm çarpım tablosunu sayan çocuğun karşısına mavi minderlerle bir adet kasa çıkmış ve bu çocuğun bazı şeyler için yetersiz olduğunu haykırıyorlardı cümle âleme.

Tabii bu gerçekle yüzleşince inanamıyorsun olanlara. Alt tarafı bir minder değil mi! Fakat, dostlarım, inanın o günden sonra her şey bambaşka gözükmeye başlamıştı gözüme. Yetersizlik, eksiklik duygusu her yanımı sarmıştı. Artık attığım her adımda bir yanlışla karşılaşacağım diye her şeye tedarikli yaklaşmaya çalışıyor ama yine de çok fazla korkuyor, bu korkunun verdiği saçma psikoloji ile evlerde gördüğüm ve çekyatların, koltukların üzerine konan minderlerden bile kaçıyordum. Yastık nedir, bilmez olmuştum. Her gece yastıksız uyumaktan, direk gibi bir vücuda sahip olacağım diye tırsmaya başlamıştım. Gece uyuyacağım diye boynum garip şekillere giriyordu, sabah kalktığımda öğle saatlerine kadar robot gibi yürüyordum, boynum sağa sola dönmüyor, bir yere bakmam gerektiği zaman tüm vücudumla o yana dönmek zorunda kalıyordum.

Lise 3’te Beden Eğitimi dersi olmadığını duyunca bir gaza geldim ki, bir baktım sene sonunda Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmışım. Takla atamama olayını tarihin tozlu sayfalarına gömmüş, önümdeki parlak yılların hayalini kurmaya başlamıştım. Parlak yıl diye adlandırarak planladığım zaman dilimi yaklaşık üç ay sürdü. Boğaziçi zordu, Boğaziçi laftan anlamazdı, Boğaziçi ilginç işler peşindeydi. Her sınava “Yaparım yeaa ne olacak!” diyerek giriyor, boynum önümde, mazlum bir şekilde sınav salonunu terk ediyordum. Baktım böyle olmuyor, sınavlarda tedarikli olayım diye ders çalışmaya başladım, fakat ders çalışmak için de uyku olayını askıya aldım. “Uyumadan yaşarım lan ne olacak, gencecik adamız” diyerek adım attığım bu süreç de yaklaşık iki gün sürdü. Uykusuzluğa direnemiyor, önüme defteri, kitabı aldığım gibi gözlerim kapanıyordu. Yatağa gitmeyip yollarda, otobüsteyken falan uyuma opsiyonunu kullanma gibi bir fikir gelse de aklıma, bu kez de ineceğim durağı kaçırırım ya da “otobüste uyurken kendi kendime konuşurum, millete rezil olurum” diye düşündüğümden insan gibi yatağıma gidip uyumayı ve derse de bir ara çalışabileceğimi kararlaştırdım. Birçok işi bir arada yapamıyor, her koşulda tedariksiz kalmayı başarıyordum.

Ve bu olayların üzerinden yıllar geçti. Ben yine aynı benim dostlarım. Yazı yazacağım diye bilgisayarın başına oturup Word’e tıklamayı unutmak ama yine de klavyenin tuşlarına basarak masaüstüne bir şeyler yazmaya çalışmak artık normal geliyor bana. Yetersizlik zor şey. Ne kadar tedarikli olmaya çalışsam da sıkıntılara karşı koyamamak yorucu bir şey. Sanırım beni en iyi anlayacak olan da İngiltere Kralı Tedariksiz Ethelred. Merhaba Ethelred, ben de sendenim.


http://tr.wikipedia.org/wiki/Tedariksiz_Ethelred

1 Ocak 2012 Pazar

2011 Almanak

“Oğlum mükemmel bir yıl geçireceğim, inanılmaz işler yapacağım, off süper olacak!” diye diye girdiğim 2011 bitiyor. “Ne yaptın peki?” diye merak eden olursa devamını okuyabilir yazının. İşte 2011 yılının çarpıcı gerçekleri (Haberci mantığı gibi yaklaşıyorum olaya):


Ocak
2011’e girmeden önce, 2010’un son dakikalarını yaşarken uyumayı tercih etmiştim. Baktım, herkes 2011’e girmek için heyecan duyuyor, “Benim neyim eksik!” diye düşünüp yataktan kalkmıştım. Uykulu uykulu girdim yani 2011’e. Uykulu halimden birkaç gün içinde sıyrıldım ve finallere çalışmam gerektiğini fark ettim. Finallerdeki başarısızlığımı da (230 üzerinden 17 almak gibi) final zamanında beni yalnız bırakmayan 20 yaş dişi ağrısına bağlayarak olaydan sıyrıldım. Sonra tatile falan girdik işte. Dizi seyredip kitap okudum.


Şubat
Bu sene artık iyice emin oldum ki ben bütün şubat aylarını boşuna geçiriyorum. Yani bir yıl aslında benim için on bir aydan oluşuyor. Ocak ayından direkt marta geçsem, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranırım. Bu sene de şubat ayında yaptığım en büyük atraksiyon sevgililer gününde okulun sistemine girip ders seçmek oldu. O günün akşamında da kendime romantik bir akşam yemeği hazırladım, makarna falan işte.


Mart
Okula gidip gelmeye başladık işte. Laboratuvarda deney yaptım, mantıklı sonuçlar bulayım derken elimdeki bütün maddeleri bitirip hiçbir şey bulamadığım oldu. Bir de Beylikdüzü’ne taşındık ki hayatımdaki en büyük değişiklik buydu sanırım bu yıla kadar.


Nisan
Menisküs denen bir şeyle tanıştım, hayatı insana zindan etmekle görevli bir şey işte kendisi. Ne oturabildim, ne kalkabildim, ilginç zamanlardı. MR falan çekildi, makine “zibuuv zibuuv” diye sesler çıkardıkça “Noluyo yaa!” diye bol bol etrafıma bakındım, bir şey olmuyormuş.


Mayıs
Menisküs tüm hızıyla devam ederken finallere girmeye çalıştım yine. Final denince insan çok önemli şeyler bekliyor aslında ama bir şey olduğu da yok. Yani ben mi beceremiyorumdur nedir! Beşiktaş da Türkiye Kupası’nı kazandı, sevindim, evde birkaç saat Beşiktaş formasıyla dolaştım, yatarken çıkardım.


Haziran
Yaz okulu başladı. Fizik dersini çok sevdiğim için bütün bir yaz tatili boyunca ondan ayrı kalamazdım, aşkımız bunu hak etmiyordu. O yüzden koşa koşa aldım fiziği. Sevgimiz gün geçtikçe büyüyordu. Bir de işe girdim haziranda.


Temmuz
Mezuniyet balomuz oldu, baloya katıldım ama mezun durumunda olmadığım için kendimi biraz yancı gibi hissettim. Fakat bu hissiyat zaman geçtikçe kendini Demet Akalın şarkılarında oynamaya bıraktıkça bu sefer de kendinden iğrenme duygusu baş gösterdi. Herkes baloda eğlenirken, ben için için ağlıyordum düştüğüm durumları düşündükçe. Şaka şaka hiç de böyle derin düşünceler içerisine girmedim. Dana gibi içip göbek falan attım. Çekilen fotoğraflarıma bakınca da “Bu ne böyle yaa!” ilginç tepkiler verdim, çok ilginç ama. İrem’in doğum gününü kutladım bir de.


Ağustos
Fizikten kaldım.


Eylül
Her sene eylül ayına “Hehe doğduğum ay!” gibi garip ünlemlerle başlıyordum, bu sene bu ünlemi değiştirip “Hehe hayata gözlerimi açtığım ay!” şekline getirerek biraz daha edebi bir şekilde takılmak istedim. He böyle dedim de bir şey oldu mu? Hayır. Bir cümleden ötürü hayatın değişmiyor çoğu zaman. Neyse, doğum günüm falan vardı işte, kutlayanlara tekrar teşekkür edeyim buradan. Bir de benim aradıklarım varsa özür mü dilesem acaba? “Adam doğum gününde beni arıyor, zorla kutlayacağız yani!” diye düşünen olduysa burulurum. Olmamıştır, değil mi? Zaten şey, bir kişiyi aradım. Heh bir de yeniden ders seçtim okulun sistemine girip. Galiba yıllardır tek düzenli yaptığım şey sisteme ve finallere girmek.


Ekim
Okula gitmeye başladım yine. Yollarda ömrümü yediğim oldu. Okul kimliğimi yenilettim. Neymiş efendim son kullanma tarihi dolmuş! Bir kimliğin son kullanma tarihi mi olur Allah’ım kafam almıyor!


Kasım
Sınavlar başladı yine. Bıktım sınava girip “Name Surname” kısmını doldurmaktan. Bir de artık bayramlarda harçlık alamadığımı fark ettim ve ilk defa büyüdüğüme ikna ettim kendimi. Garip bir duygu. 24 yaşında falansın. Ve bir de seminer verdim bu ayda ki heyecandan öleyazmak ne demek, bunu çok iyi anladım. Hocaların karşısına çıkıp kimya bildiğini iddia ediyorsun. Off şimdi bile bir titredim bunu yazarken.


Aralık
Galiba aralık ayı boyunca yaptığım en mantıklı hareket akbilimin geçerlilik süresini uzatmak oldu. Akbil tabii, lazım oluyor, bir de çipi falan var içinde, küçük sevimli de bir şey, kıyamıyorsun bir yerde, hep seninle olsun istiyorsun, uzatıyorsun süresini. Bu kadar işte, koskoca aralık ayı halbuki ama insan hiç mi bir şey yapmaz!


İşte genel hatlarıyla böyle geçti koskoca bir yıl. Yılın son saatlerinde cep telefonuna gelen“Yeni yılınız kutlu olsun” mesajına “Allah kabul etsin” tepkisi veren ve buna deli gibi kahkaha atarak gülen bir teyze gördüm ve anladım ki 2011 de çok şey getirememiş hayatımıza, hala nerelerdeyiz biz!
69 tane kitap okumuşum 2011’de, “70 olsun düz olsun” diye düşündüm ama elimdeki kitabı bitiremedim. Zaten o zaman inandırıcı olmazdı pek. Şimdi biri çıksa ben 100 kitap okudum dese, asla inanmam ama 104 kitap olsa, bir düşünürüm. Neyse, bütün bir yıl boyunca metrobüse binip durdum sürekli. Gönderdikleri mesajlarla beni en çok hatırlayan Turkcell, en çok önemseyen ise Emniyet Genel Müdürlüğü oldu. Boğaz kenarında çay içtim arkadaşlarımla akşamları, akşamları daha başka oluyor çünkü Boğaz, Güney Kampüs’te manzarada takıldığımız da oldu çok. Çok gülüp eğlendik, bazen de dertler nasıl çözülebilir, bunu bulmaya çalıştık kafa kafaya vererek. Müzik dinledim durmadan. Bir ona bir buna şarkılar gönderdim içimden, Facebook’ta da fotoğraflara baktım ara sıra. Sonra yine şarkı dinledim hep.