30 Ağustos 2011 Salı

"Allah Sevdiğine Kavuştursun Abi"

Önünden geçmek üzere olduğum dilenci bana bakarak “Allah sevdiğine kavuştursun abi” diyor. Yaşı otuzun üzerinde gözüktüğü halde neden bana abi dediği hakkında bir fikrim yok. Belki saygıdan, belki ağız alışkanlığı, bilmiyorum. “Kanka” falan demesinden iyidir sonuçta. Neyse, burada önemli olan şey sevdiğime kavuşturulma isteğim. Kadının herkes için kullandığı fix bir cümle mi bu yoksa yolda yürürken insanlara “sevdiğine kavuşamamış” gibi ilginç bir izlenim verecek kadar hüzünlü mü yürüyorum?

Öncelikle kadın, gelene geçene söylemek için bu tarz cümlecikler geliştirmiş olabilir. Yani doğaçlama takılmak yerine, “Erkek gelirse ‘Allah sevdiğine kavuştursun’ derim; kız gelirse de yine ‘Allah sevdiğine kavuştursun’ derim” gibi basit bir mantığı vardır belki bu işlerin. (Çocuklu insanlar için de “Allah çocuklarına bağışlasın” favoridir. Bir de “İlaçlarım için yardım edin” var da, o ayrı bir konsept) İnsanların sevdiklerine kavuşabilmek için yolda ona buna para saçmak gibi bir özellikleri yok bildiğim kadarıyla. Ama sanırım dilenen insanlar bu taktiğin tutacağına çok inanıyorlar ve bundan dolayı kendilerinden o kadar emin davranıyorlar ki, sanki parayı onların avucuna bıraktığınız zaman, yanınızda bir Betül, Necla, Hasan, Hüseyin peydah olacak pof efektiyle. Sanki böyle bir şey olsa “Bak ben demiştim sana” diyecek gibi bir halleri var. Böbürlenecekler sanki bununla. Kendinizi borçlu hissedeceksiniz onlara. Ama bir gün hiç tanımadığım bir dilenciye sırf bana bunu söyledi diye usul usul sokulup “Merhaba, o cümle işe yarıyor mu?” diye sorabilirim de meraktan. Gerçi kimse de yoğurdum ekşi demez değil mi? Yani bu soruya “Yok abi ya bir şey olmuyo işte, bi umut para verirler diye söylüyoruz” diye cevap vermezler herhalde. Hatta şöyle bir cevap bekleyebilirim: Tabii abi, yaramaz mı? Geçen, biri, bana para verince evlendi, nikahına çağırdı hatta da şahit falan yaparlar diye gitmedim. Sevmiyorum abi o tarz işleri… Ben burada duamı ederim, gerisi onlara kalmış, her şeye ben yetişemem ya!

Tabii ki bu olaya bir de diğer ihtimali düşünerek yaklaşmam gerekiyordu. Acaba gerçekten rezil bir insan gibi mi yürüyorum? Yani, etrafındaki herkes tarafından terk edilmiş gibi gözüken, biçare, sersefil bir imaj mı oluşturuyorum insanların gözünde? İnsanlar beni gösterip “Bu çocuğu bıraktılar, gittiler, hadi acıyalım ona” diyorlar mı? Ya da ortama malzeme oluyor muyum “Heh geldi Allah’ın yalnızı” diye? Dilenciler “Ulan tipe bak, bu gerizekalı kesin yalnızdır” mı diyorlar beni görünce ve devam mı ettiriyorlar bu düşüncelerini “İdiot gibi de zaten, dur şunun parasına çökelim” şeklinde? Gerçekten çok mu saf görünüyorum “Ehehehehe yalnız olmayacakmışım, o halde tüm bozukluklarımı ya da dur lan cebimdeki bütün paramı vereyim!” şeklinde düşünürüm diye? Bir de nasıl yürüyorum da insanlar attığım adımdan yalnız olduğum fikrine kapılıyorlar? Özellikle bu sorudan sonra yoldaki binaların, arabaların camından yürüyüşümü incelemeye başladım, fakat gönül gözüm mü kapalıdır nedir, hiç de öyle sağ ayağımla falan adım attıkça “Birlikte olduğum bir insan var mı yok mu?” sorusuna cevap olabilecek bir bilgi edinemedim. Belki benim sığ olmamdan kaynaklanıyordur bu durum.

Cevap veremiyorum bu sorulara. “Ulan dilenci haklı galiba, yalnızım ki bunları düşünüyorum, işim gücüm yok tabii ki” diyorum. “Bari müzik dinleyeyim de yanımda biri varmış gibi olsun” diye bir karar alıp, çantamda mp3 playerımı aramaya başlıyorum. Tam buldum diye sevinirken, uzaktan mendil satan bir çocuk gözüküyor ve ağzımdan istemsizce dökülüyor şu kelimeler: Hadi bakalım sen ne yumurtlayacaksın!

Beyinsiz Erdem

Sağıma soluma bakmadan adımı attığım yolda, markasını ve modelini bilmediğim (bu işlerden hiç anlamam çünkü) ve sadece bir araba olmasıyla ya da en fazla beyaz bir araba olmasıyla ilgilendiğim hareketli bir cisim tarafından ezilmekten son anda kurtuluyorum. Beyaz bir arabanın size çarpması, hayatınızda beyaz bir sayfa açabilecek kadar ironik durumlar ortaya çıkarabilir. Son anda, belki ölmekten kurtulmayı bilimsel olarak ani bir reflekse, dini olarak da “Daha ömrümüzün vakti dolmamış”a bağlıyorum. Sığ yanım “Aman şimdi kim uğraşacaktı ameliyat falan, iyi oldu böyle” diyor. Vicdanım ise “İlkokulda karşıya geçerken önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakmanı öğütleyen öğretmenini hayal kırıklığına uğratabilirdin” diye zırlıyor.

Ama acele etmem gerekiyordu ve zaman kazanmak için biraz dikkatsizce davranmanın çok da büyük bir zararı olmayacağına inandırdım kendimi. Ki zaten her insanın ömrünün bir bölümünde bu tarz çılgınlıklar yapmaya hakkı var diye düşünüyorum, bir 10-15 dakika da dikkatsiz davranalım yani, ne olacak ki? İşte bu düşünceler yüzünden beynimle hareket etmeyi bırakıyorum, kendimi yaptığım işe vermiyorum.

Tabii kendimi vererek yapmadığım her işte olduğu gibi bu seferde de elime yüzüme bulaştırıyorum her şeyi. Yani her işimi maksimum dikkatle yapmalıyım ki, hem hepsi insan gibi hallolsun, hem de başıma bir iş gelmesin. Tabii bunun için de beynimden maksimum verim almam gerekiyor ki bu da kafa yorgunluğuna neden oluyor. Sonra altmış beş yaş üstü her insanın yapmaktan bıkmadığı “Beden yorgunluğu neyse, o geçiyo da, asıl beyin yorgunluğu zor, kafa toparlanmıyo kolay kolay” muhabbetine konu edilebiliyorum. Bu muhabbet olunca da kendi vücuduma kızdığım oluyor bazen, “Her şeyi beyinden bekleyin zaten, hele sen omurilik! Bütün gün boş boş dikiliyorsun” diye. Bunu duyan omurilik de arada el veriyor yaptığım işlere, sağolsun. Ama bu kez de düşünmeme, dikkat etmeme gibi durumlar yaşıyorum.

Düşünmeden yaptığım işlerde de çeşitli sıkıntılar yaşıyorum bazen. Otobüse yanlış yönden biniyorum, geldiğim yolu tekrar geri gidiyorum mesela. Sınav kağıdına adımı yazmıyordum eskiden. Mesela bir gün de, bir şeyler alınması gerekiyor eve ve tabii ki ben seçiliyorum markete gidecek insan olarak. Bu seçim market alışverişlerini çok başarılı bir şekilde yapabildiğim için değil tabii ki. Yani o an bu işi bana yaptırmak için evdekiler sevimli bir tavır takınıp, markete gitme konusunda rakip tanımıyormuşum gibi davransalar da bana, o an en boş insan benim ve bundan dolayı seçildiğimi gayet iyi biliyorum. Sığ bir insan olduğum için de “Hava alırım bahaneyle” diyerek, market teklifini kabul ediyorum. Alınacak şeyler bana söylenirken işlerin çirkinleştiğini fark ediyorum. Çeşitli temizlik malzemelerinin almam için bana söylenmesi hoşuma gitmeyen bir şey. Ben ne anlarım porçözden, arap sabunundan! Temizlik malzemeleri söylenirken, ben de beynimi devreden çıkarıyorum, artık omurilik dinliyor. Beynimi bunlarla yormamalıyım çünkü. Listeyi tamamen anladığımı sanıp, markete gidip, alacağımı alıp, eve geliyorum. Evde çamaşır suyu yerine kola aldığım fark ediliyor. “İkisi de asit zaten, ne fark eder ki!” diyebilecek kadar sığ yaklaşıyorum olaya.

Beynimi bırakıp omuriliğimi devreye soktuğum ve vücuduma acele ettirmesini emrettiğim bu anda da araba altında kalma ihtimalini yaşıyorum. Beyinsiz olmak zor tabii ki. Sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nden bir mesaj geliyor: Aşırı hız zaman kazandırmaz, hayat kaybettirir. EGM beni çok seviyor, sürekli mesaj gönderiyor, başıma bir şey gelmesinden korkuyor. “Peki, sağolun” yazmak istiyorum cevap olarak, mesaj iletilmiyor.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Bekleme Modu

-Açık mı bilgisayar? Açayım mı? Açtım. Açılıyor.

Erdem: Açıktı ama…

- Yok. Kapalıymış. Açık da olsa sonuçta belli bir zaman geçince kapanıyor. Bekleme modu diye bir şey var. O devreye giriyor, bilgisayarı kapatıyor. Ondan kapalı duruyordu yani.

Erdem: Hımm…

İç ses: Hadi ya!

İnsanımız bildiğini düşündüğü konular üzerine sonu gelmez açıklamalar yapmakta uzman. Bir de bu konu teknoloji üzerine olunca, bahsedilen teknolojik aletin tüm prosesini anlatmak sanırım süper bir haz veriyor insanlara. “İşte bak asansörün burada düğmesi var, basınca hava üflüyo, fan bu fan, hava sıcaksa, basıyosun düğmeye, üflüyo, fan işte bu” diye bir cümle duyduğumda hafif hafif düşünmeye başlamıştım bu konu üzerinde ve bugün bu diyalogu yaşayınca emin oldum artık, bir insanın sahip olduğu tüm teknolojik bilgiyi tüm detaylarıyla tüm insanlara sunmak istemesi durumundan.

Benim teknolojiyle tanışmam ne zaman ve nasıl oldu, tam olarak hatırlamıyorum. Ama 1987 doğumlu bir insanın, insan gibi bir teknolojiyle karşılaşması biraz zaman almıştır diye düşünüyorum. O zamanlar televizyonun üzerindeki bir düğmeye basıp da kanalı değiştirince bile, insanlar inanılmaz bir iş başarmış gibi gurur dolu bakışlarla etrafı süzüyordu. Yani aslında, ben yapıyordum bunu. Birkaç tane yaşıtımı da “Bakın şimdi çok ilginç bi şey yapıcam” diyerek kandırmaya çalışmışlığım, fakat kimseyi kandıramayınca da sanki çok biliyormuş gibi bu işlemin nasıl olduğunu anlatmaya çalışmıştım. (“Burda bi düğme var, oraya basınca değişiyo kanal” şeklinde bir açıklamam vardı) Umarım teknolojiyle ilk tanışmam böyle idiotça bir şey sayesinde olmamıştır.

İşte ilkokula başladık falan, o zamanlar da saçma sapan bir müziğin öğretmeni harekete geçirerek sınıftan dışarı çıkarması çok garip gelmişti bana. Bunun nasıl gerçekleştiğini idrak edebilmek için uzun süre düşünmüş, derste bizden sıkılan öğretmenin garip bir mekanizmayı harekete geçirdiğini ve böylece kendini dışarı attığını sanmış, fakat yine bildiği teknolojiyi herkese anlatmaya hevesli bir arkadaş tarafından sınıfın tüm bahçeye hakim olan bir penceresinin yanına çağrılmış ve minik bir elin gösterdiği hoparlör gibimsi şeyi görüp sesin ondan geldiğini anlamıştım. (“Sonra bu arkadaş Microsoft’a kabul edildi” diye devam etmek isterdim hikayeye ama bu şekilde fantastik hikayelerim yok.)

Aslında teknolojiyle süper bir aram yok benim. Mesela arabanın sadece direksiyonunu bilirim, bir de kapısını açıp kapatabilirim. Herhangi bir bilgisayarın bir yerine bir şey olduğunda da “RAM’inden işte hep, o yapıyo bunu” şeklinde bir hipotezle gelirim. Gün içinde kullandığım teknolojiler de otobüste akbil basmak ve Facebook’a girmekle sınırlı. Bir de kendimi geliştirip 9 SMS’lik karakteri bir kerede göndermişliğim var. Yani teknolojik bir prosesi anlatmak için belki benden daha uygun bir aday yoktur ama hep bildiğim yerlerden karşıma çıkar anlatılan şeyler. Bir gün de birisi beni karşısına alıp şöyle dünyamı değiştirecek gelişmelerden bahsetmez ki! Varsa yoksa fan, varsa yoksa bilmem ne güç modu! Off ooff!

İrem yanıma geliyor, “bilgisayarı kapatma demiştim, niye kapattın?” diye soruyor. “Kapalı değil o, bekleme moduna alıy….” diye başlıyorum, duruyorum, “Açık o bilgisayar” diye kısa bir açıklama yapıyorum. Sonra İrem’e dönüp beni yalnız bırakmasını istiyorum.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Kahraman

Can sıkıntısıyla oturduğum bilgisayarın başında “Neler yapsam ki acaba?” diye düşünüyorum. Can sıkıntısını geçirebilecek bir kahramana ihtiyacım var. Aklıma gelen en parlak fikir “Başlat” menüsünden oyunları tıklamak ve oradan da “Solitaire” seçeneğini seçmek. Bazı insanlar bilgisayarın sadece açma-kapama tuşunu ve bir de bu oyunu biliyorlar. Gerçi bilgisayarın diğer fonksiyonlarının farkında olan insanların da vazgeçemediği bir oyun tipi bu. “Bak lan bak şimdi fal bakıcam” lafını birçok kez duydum bu oyun için. Bilgisayar başında gayet ciddi bir surat ifadesi ile oturan 60 yaş üstü bir amca ya da teyze görürseniz, bilin ki 90% ihtimalle bu oyunu oynuyordur. Ben de “Madem bu kadar çok insanı kendine bağlayabiliyor bu oyun, belki beni de mutlu edebilir, açılan falıma bakarak çok güzel gelecek hayalleri kurabilirim” düşüncesiyle oyuna başlıyorum.

Ama işler umduğum gibi gitmiyor. Açılan zibilyon tane kağıdın içinde bir tane bile as yok. Bu durumun farkına varan ve benden olduğuna bir türlü inanmak istemediğim bir parçam “Hayatında bir as var mı ki sanki senin?” diye iğrenç bir cümle kuruyor. Bazı gerçeklerle yüzleşmek istemediğim için hayatımdan çıkarıyorum bu parçayı. “Rock metal dinleyen adamım ben, ne bu böyle Cengiz Kurtoğlu havaları!” diye söyleniyorum. Can sıkıntım daha çok artıyor.

Ne varsa internette vardır, diyerek Solitaire denen ucubeyi kapatıp Google Chrome kısayoluna tıklıyorum. Karşımda sık kullanılanlar diye bir kenara ayırdığım birkaç tane site seçeneği var. 16 sitenin 4 tanesi okulla alakalı. Yani hiç işim olmayacak onlarla. Yani işim olur ama can sıkıntım daha da çok artabilir. Okulun sitesindeki mutlu öğrenci pozları hiç memnun edemez beni şu anda. “Ehe ehe ne güzel okuyoruz” modunda çimlerde takılan birkaç tane sözel öğrencisi ya da elindeki büret gibi olan şeye ilginç gözlerle bakan gözlüklü sayısalcıya minnet edecek değilim. “Herkes çalışıyor, ben evde Solitaire falan oynuyorum” diye düşünecek duruma gelmek istemiyorum. Facebook’ta da herhangi bir mesaj ya da notification yoktur zaten, diyerek zamanında hangi amaçla sık kullanılanlara eklediğimi şu an bir türlü idrak edemediğim bir siteye tıklıyorum. Karşımda açılan sayfada “Zonguldak Belediyesi” yazıyor.

Süper bir mutluluk yayılıyor vücuduma Zonguldak’la ilgili haberleri görünce. Gerçekten şu an bilmek istediğim şeyler bunlar. Belediye çalışanlarının asfalt çalışmalarını yerinde incelemesi, zabıtaların kasap ziyaretleri yapması, belediyenin caddeleri temizlemesi hayatıma anlam katacak şeylerden yalnızca birkaçı. Geçen sene Zonguldak’a kongreye gittim diye şehri bu kadar fazla sahiplenmem inanılmaz bir gurur veriyor bana. Artık sadece canım sıkıldığında değil, tüm zamanlarımda Zonguldak’ın sorunlarıyla ilgilenmeyi kendime görev belliyorum.

Uzaklarda da olsan artık benim en değer verdiğim şeylerden birisin Zonguldak Belediyesi diye bir karar almaya hazırlanırken telefona gelen bir mesaj Zonguldak’ın hayatımdaki önemini kaybetmesine yol açıyor. Can sıkıntım geçti Zonguldak, diyorum. Kahramanlık rolünü kaybettin, başka sefere belki, diye ekliyorum. Off Zonguldak'la ne işim olabilir ki benim diye söyleniyorum sonra.

Anlaşılamayan Adam

Erdem: Baki Gündüz İlköğretim Okulu’nun listesini gireceksin

- Tamam.

2 dakika sonra…

- Hangi okuldu?

Erdem: Baki Gündüz

- Tamam.

7 dakika sonra…

- Fatma Şensoy’du di mi okulun adı?

Bazı insanların maksimum seviyede anlayışsız olması çok ilginç bence. Hadi tamam, bir kerede anlayamamış olabilirsin ama sen ikinci ya da üçüncü kez anlamayınca benim söylediğim şeyi, ben bu sefer kendimde kusur aramaya başlıyorum “Sanırım insan gibi konuşamıyorum” diye.

Bu “insan gibi konuşma” konusu üzerinde ciddi ciddi düşünmeye başladığım yıllar ilkokul zamanlarıma denk gelir. Hatırladığım kadarıyla ilkokul 3’e giderken okuldaki beslenme programımıza uymak maksadıyla havuç almak üzere manava gitmiştim. (Perşembe günleri havuç-patates haşlaması şeklinde gerçekten süper düşünülmüş bir beslenme programımız vardı. 65-70 kişinin bir yandan havuç kemirirken diğer yandan haşlanmış bir patatesle on beş dakika geçirmesi ciddi bir biçimde hayatı sorgulamasına yol açıyor; fakat hepimiz çocuk olduğumuz için önümüzdeki bitirince, sabunlu bezlerle elimizi, ağzımızı silip sanki az önce çilehaneye girip çile dolduran bir tip modunda değilmişiz gibi saçma sapan koşuşturmaya başlıyorduk) Manava havuç almak istediğimi söylediğimde; adam, söyleneni anlamayınca bir insanın takınabileceği en garip bakışla suratıma bakıp “Yerli muz mu?” diye bir soru yöneltmişti. Şimdi olsaydı “Yok abi yerli muz değil de sen ne yediysen bana ondan ver, gerçekten senin yaptığın gibi kafamı dağıtmam gerek bu günlerde” diye bir cevap verebilirdim. Ama işte çocuk aklı çok başarılı cevaplar veremiyor bazen. Bildiğin açıklama yapmıştım adama “Yok abi, muz getirmek yasak beslenmede, herkes alamıyor” falan diyerek. Tabii bir insanın havucu yerli muz olarak algılaması nasıl bir psikoloji sayesinde oluyor, bilemiyorum. Bir de yerli muz yani. Öyle gavur muzu değil.

Bu olayla temelini atmış olduğum bu kavram (insan gibi konuşmak yani) beni şu yirmi dört yaşıma kadar en çok soyadımı insanlara söylemek zorunda kaldığım anlarda zorladı. Yani tamam, gerçekten söylemesi, anlaması, yazması zor bir soyadım var. Ne gibi bir anlamı olduğunu hala bilmiyorum ve hatta ben bile öğrenene kadar ciddi sıkıntılar çektim. Soyadımı dördüncü kez söyleyişimde anca anlayabilen insanların “Aa ne kadar orijinal bir soyad” diyerek karşıladıkları oldu soyadımı. İnsanların orijinallikten anladıkları nedir bilmiyorum. Fakat Yeniçeler, Yeniçeriler, Yüceler, Yenkeler ve hatta Yalçın ve Gezener hallerine bile bürünen soyadımın bana orijinallikten yana bir katkısı olmadı bugüne kadar. Ama hiç katkısı olmadı da değil tabii ki. “Yeniceler” olarak söylenen bir sözü “Gezener” olarak anlayabilen bir insanın varlığını fark edebilmek “Bundan sonra ben de böyle çok yönlü düşünebilen bir insan olacağım” şeklinde kararlar almamı sağladı. He bir de şu “İnsan gibi konuşamıyor muyum acaba?” düşüncesi soyadım için farklı bir kritere sahip. Bu konuda limitim yedi. Soyadımı sekiz kere söylemek zorunda kalırsam düşünüyorum “Yine insanlıktan çıktım ve konuşamıyorum sanırsam” diye.

Ama karşılarına geçince ya da ne bileyim mesaj üzerinden falan insan gibi konuştuğum insanlar var tabii ki. Bu insanlar da bazen “Aslında sen çok sessiz duruyorsun, meğer ne kadar çok konuşuyormuşsun” diyerek hakkımda iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi söylüyorlar diye derin düşüncelere dalmama neden olsalar da konuşma konusunda moralimi üst seviyeler çıkarabiliyorlar. Ne bileyim bir insana bir şey anlatınca, o insanın “ne sevimli bir hikayeymiş bu” falan demesi havalara uçurabiliyor beni, “Galiba sorun bende değil her zaman” diyip “Ehe ehe” diye gülebiliyorum. Evet bazen insan gibi konuşabiliyorum.

Sesin geldiği yere doğru kafamı çevirip bir-iki dakika anlamsız anlamsız bakıyorum. Baki Gündüz’ün gerçekten bir anda değişip Fatma Gürsoy olup olamayacağını düşünüyorum. “Kaç kere söyledim ama anlaşılmadı, sanırım sorun bende” diyorum kendi kendime ve ağzımdan istemsizce dökülüyor kelimeler: He he evet evet Fatma Gürsoy. Evet, tam olarak o.

19 Ağustos 2011 Cuma

Erdem Just Checked In .....

Şu check-in muhabbetini düşünüyorum da. Çoğu kişi “…. checked in @ …..” modunda. Sanırım herkes çok sosyal, nerede olduğunu belirtince inanılmaz büyüklükte bir kitleyle buluşma ihtimali var herkesin. “I’m @ Mecidiyeköy Meydanı” falan diye belirtmekten insanlar ne gibi bir verim almayı bekliyorlar, çok merak ediyorum.

Şimdi ben bilmem nerdeyim diye check in yapsam bunu gerçekten önemseyecek insanlar var mı acaba? Mesela Ataköy’de olduğumu söylediğim anda, insanlar “Erdem Ataköy’deymiş! Yürüyün!” diye harekete geçecek ve böylece kitleleri peşimde sürükleyebilecek miyim? Hiç sanmıyorum. Kim, ne yapsın lan benim nerede ne yaptığımı! Yani benim Beşiktaş İskelesi’nde olmamın kime ne gibi bir salt faydası olabilir ki? Ya da bu sosyalleşme olayından ben hiçbir şey anlamıyorum. Bu da bir ihtimal tabii ki.

Çok fazla boş vakte sahip olduğumu düşündüğüm ya da elimdeki zamanın kıymetini bilemediğim için günümü gereksiz işlerle doldurmakta üstüme yok. Bugün de “Bir gün check in yapsam nerelerde check olabilirim acaba?” diye düşündüm ve kendimce bir liste yaptım. Check in listemin ilk sırasında yatağım yer almakta. Yani 30 kere check in yapsam 24 kere “Erdem checked in@ his bed” yazabilirim; fakat devamını “and he’s sleeping” diye getirme ihtimalim yok. Bildiğim kadarıyla insanlar uyurken check in yapacak kadar sosyalleşmediler daha.

Check in listesinde ikincilik için “İETT Otobüsü” ve “Facebook Başı” ciddi bir yarış içersine girdi. Galibi belirlemekte çok zorlandığım için her ikisinin de kalbini kırmamak için “Nasılsa otobüste olsan bile girilebiliyor Facebook’a falan” diye düşündüğümden, ikinci sıraya “Otobüsün en arka koltuğunun bir önündeki koltuk, elde de telefon” seçeneğini yerleştirmeye karar verdim. Bu durum da hayatımda 12%’lik bir oran yakalayabilir.

Geriye kalan çok az zaman içinse işte ne biliyim okul, banyo, asansör gibi seçeneklerim var elimde. Okulda olmamla ilgilenen olmaz sanırım. “Heyt be Erdem geldi bugün okula” denmez hakkımda. Asansörde olduğumun bilinmesi de hayatım hakkında sadece “Erdem aşağı iniyor ya da yukarı çıkıyor” şeklinde bir yorum yapılmasını sağlar ki aslında insan gibi düşündüğümde bu bilginin bana bile çok faydası yok. Asansörden de fazla bir şey beklememek lazım sonuçta. Zaten iki komşuyla sosyalleşiyorum asansörde, onların da kiracı mı yoksa ev sahibi mi olduğumuzu sormaları dışında bir fonksiyonları yok. Bazı insanlar, bazı şeyleri sebepsiz yere manyaklar gibi merak ediyorlar.

Bugün her saat başı başka bir yerde olan bir arkadaşıma çok özendim. Hem arkadaşımın nasıl bu kadar hızlı olabildiğini düşündüm, hem de “Dur ben de kendi içimden bir check-in yapayım” diye heveslendim. Ama “Erdem checked in @ … with …..” diye kalakaldı check in’im. Boşluklar dolmadı. “Kendi kendime check in yapmanın da bir anlamı yok! Bi arayan soran da yok ki!” dedim. Hem içinden check in yapmak ne demek be!” diye söylendim sonra.

Bu arada check in yapan birisinin, bir gün cesur bir karar alıp check in’inin altına “as you can see i’m using iphone” yazmasını da dört gözle bekliyorum. (Sadece iphone’dan yapılmıyor o muhabbet, biliyorum ama ben bunu bekliyorum ve istiyorum!)

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Sosyal Birey

Balkonda oturup sanki çok derin düşünceler içindeymişim gibi gözlerimi kısmış etrafı seyrederken telefonumun sesini duyuyorum. Telefonu ilk aldığım gün sesini kısma ve bir daha hiç açmama gibi ilginç kararlar alabiliyordum ama nerden estiyse kafama ses seviyesini “1” yapmış da olsam açmışım sesini. Uzun süredir sesini duymadığım için önce bir kararsızlık yaşıyorum “Benim telefonumun sesi böyle miydi ya?” diyerek. Bu konuyu enine boyuna düşünmeye başlıyorum ama işler içinden çıkılmayacak hale gelince yerimden kalkıp gidiyorum telefonun yanına. Ekranda “Yeni Mesaj” yazıyor. Her zaman yaptığım gibi “Mesajın kimden gelmiş olabileceğini tahmin etme oyunu” oynuyorum. Elimde çok fazla seçenek yok. Böylece mesajı gönderenin kim olduğunu bilebilme ihtimalim artıyor. İhtimalin artması halimi hatırımı soran insan sayısının o kadar azalması demek. Böyle dalgalanmalar yaşıyorum hayatımda; bir taraf artarken, bir taraf azalıyor. Kimyasal bir reaksiyon olsam dengeye ulaşabilmem için yıllar boyunca bekletilmem gerekebilir laboratuvar ortamında.

Kafamdan ihtimalleri geçirmeye başlıyorum ama topu topu 3-4 ihtimal bulabiliyorum. Bu ihtimallerin bir kısmını da “İrem karşımda oturuyor, babamın bu taraklarda bezi olmaz, annem ise bu işlerin adamı değildir zaten” diyerek eliyorum. Türkiye’de 45-50 milyon insan cep telefonu kullanırken bana mesaj göndermesi ya da beni araması muhtemel bu kadar az insanın olması, kendim hakkında “Sosyal olarak içe dönük bir insan mıyımdır nedir!” diye bir yorum yapmama neden oluyor. “Sosyal olarak içe dönük olma” adına bakılınca sanki çok karizmatikmiş, insana inanılmaz meziyetler katıyormuş ve öyle olması için de bir insanın çok fazla emek vermesi gerekiyormuş gibi izlenimler uyandırsa da aslında bayağı tırt bir şey. Rezillik yani. Yani öyle “Hadi bugün hep beraber sosyal olarak içe dönüyoruz” falan denilebilecek bir şey değil. “Acaba kimseyi beklemeden kendi kendime mi sosyal olarak içe döndüm?” diye düşünüyorum ama söylemesi bile bu kadar uzun olan bir eylemi başarıyla gerçekleştirmiş olabilir miyim emin değilim. Farkında olmadan da sosyal olarak içe döndüysem bunu bir parti ile kutlamaya karar veriyorum sonra. Ama parti nüfusu pek kalabalık olmaz, sadece ben katılırım. Sonuçta sosyal olarak içe dönmüşsün, kimi davet edebilirsin ki!

Biraz daha akıllıca düşünmeye başlayınca “Şimdi durduk yere sosyal olarak içe dönüp başımıza iş almış olmayalım” diye bir korkuya kapılıyorum. Birkaç kişiyi arayıp “Ya sence ben sosyal olarak içe dönmüş olabilir miyim yoksa hala dıştaymışım gibi falan mı gözüküyorum?” diye sormayı planlıyorum. Telefon rehberine girip bu konu hakkında fikirleri alınabilecek insanlara bakmayı düşünüyorum ama ekranda hala koskoca bir “Yeni Mesaj” yazısı duruyor. “Dur bakalım, önce mesajı açıp okuyayım” diyorum.

Gönderen EGM olarak gözüküyor. Önce “Kimi EGM olarak kaydetmiş olabilirim ki?” diye düşünüyorum fakat bir sonuca varamıyorum. Mesajın sonunda Emniyet Genel Müdürlüğü yazıyor. İhtimallerin içinde EGM yoktu. Oynadığım oyunu kaybediyorum ama “Ee Emniyet Genel Müdürlüğü bile bana mesaj atıyorsa gayet sosyal bir insanım, içe döndüm mü falan diye sormama gerek yok kimseye” diyip mutlu oluyorum.

14 Ağustos 2011 Pazar

Saat Kaç?


Güne baş ağrısıyla başlamak kadar sinsi bir şey yok herhalde. Uyku gibi mükemmel bir aktiviteden sonra, insan arsız hale gelip daha da fazla güzellik bekliyor hayattan. Ama karşınıza saçma sapan bir ağrı çıkıyor. “Çok gülersen ağlarsın” şeklindeki garip mantığın bir türevi herhalde bu durum. “Güzelce uyursan başın ağrır” Yani en azından benim için böyle sanırım.

Sabah bir ara uyandığımda saatin artık 8:30 olduğunu zannetmiş ve artık işe gitmek için kalkmam gerektiği gibi genel geçer bir karar almıştım. Her sabah kalktığımda yaptığım gibi sanki çok sosyalmişim, yirmi dört saat boyunca durmadan beni arayıp soran oluyormuş gibi koşa koşa telefonuma gittim. Herhangi bir mesajın gelmemiş olması telefonun ekranındaki saati kolaylıkla görmemi sağladı. Ekranda gördüğüm 06:34 yazısı ilginç duygular uyandırdı bende. Bu saatin doğru olduğuna inanıp inanmama konusunda çok büyük kararsızlıklar yaşadım.

Eğer saat doğruysa önümde iki saat daha vardı uyumak için. Şu hayatta beni en çok mutlu eden şeylerden biri de bu işte: Gecenin bir vakti uyanıp daha sabaha birkaç saat olduğunu fark etmek ve önümdeki uykuyla geçireceğim saatleri hayal edip keyifli bir şekilde yeniden uykuya dalmak. Hatta bazı geceler bu olayı yaşadığımda “Heeeyt be daha önümde dört saat var uyumak için” diyip yataktan kalkarak odamın bir köşesinden diğer köşesine sevinçle zıplayarak gittiğim falan olabiliyor. Uyku sersemliği işte, ne yaptığını bilmiyorsun bazen. Ya da küçük şeylerle mutlu olma eşiğim çok düşük; bir yudum uyku bile beni mutluluktan öldürebiliyor.

Eğer saat yanlışsa, yani telefonun saati durma gibi ilginç bir olaya kalkışmışsa, yaşayacağım hayal kırıklığını onarabilmek için çok ciddi terapilere ihtiyaç duyabilirdim. İki saatlik bir uykunun hayalini kuruyorum ama ona kavuşamadan güne başlıyorum. Yıkılırdım! (Mutlu olma eşiğim falan çok düşük, tamam, ama üzülme eşiğim de yerlerde demek ki. “Alt sınırlarda yaşayan bir insanım” denebilir.)

Neyse, sonuç olarak önümdeki belirsizliği bir sonuca ulaştırmam gerekiyordu. “Ya herro ya merro” diyerek, sonra da “Ne dedim ben böyle lan” diyerek odamdan çıktım. Güneşin gökyüzündeki pozisyonuna bakarak günün hangi saatinde olduğunu anlama gibi meziyetlerim yok. “Doğa bize her şeyi sunuyor aslında ama kullanmasını bilmek lazım” gibi garip bir cümleyle bu durumdan bir çıkarım yapmaya çalıştım. Doğa ile aramdaki problemleri çözmem gerekiyordu, ilişkimizin yıpranmasını istemezdim. İşte böyle, ne o an, ne de daha sonrası için asla işime yaramayacak kararlar alırken, mutfaktaki saatin 06:40’ı gösterdiğini gördüm. “Şaka maka daha iki saat uyuyabilirim hobareeey” derken kendimi, bir anda balkonda güneşi seyrederken buldum. Kalbim, “Hayat ne güzel be! Güneş falan parlak böyle” derken; beynim, güneşin bulunduğu yerin koordinatlarını çıkarmaya çalışıyordu. Bütün apartman mışıl mışıl uyuyor, ben ise balkona çıkmış, “Bir daha bu saatlerde kalkarsam, güneş tam olarak şu karşıdaki evin çatısındaki çanak anteninin sağ tarafında duruyor, oradan anlarım saati” gibi çıkarımlar yapıyor, zağar gibi kendi kendime konuşuyordum.

Bir süre daha balkonda durup, apartmanın kapıcısı Hüseyin Abi, sitedeki güvenlik kulübesi ve 145T hat numaralı otobüsler hakkında düşündükten sonra yatağıma gittim. Yatağıma uzanınca az önce ona güvenmediğim için kalbinin kırılmış olduğunu düşündüğüm telefonumun yanına koştum. Sonuçta; o, yanlış yapmamıştı, bende bir güven problemi vardı. “İki saat daha uyuyacağımı öğrendim” dedim telefona ve “Sayende” diye ekledim. İki gün önce “Sayende” kelimesi sayesinde çok büyük potlar kırdığımı hatırladım sonra. Yine kendime kızdım, kendisine kırılmasına içerleyen vücut da iki saat sonra uyanınca baş ağrısıyla tepki verdi sanırım. “Senin bu tepkilerin beni öldürüyor vücut, bütün günüm rezil olacak” dedim. “Sayende” diye eklemeyi de unutmadım.

Le Chatelier Prensibi'nin Sinemaya Katkıları


- Fight Club’ı seyrettin mi?
- Hayır
- Harry Potter’ı?
- Hayır
- Yüzüklerin Efendisi?
- Hayır
- Titanic’i seyretmişsindir ama?
- Hayır

Tüm bu “Hayır” cevaplarının sahibi benim. Evet, bu filmlerin hiçbirini seyretmedim. Aslında Yüzüklerin Efendisi’nin ilk filmini bir 15-20 dakika kadar izledim ama sonra ne oldu, bir şey oldu, kalkmam gerekti galiba DVD’nin başından. Yoksa seyrederdim yani.

“Bu filmler vizyona girdiğinde neden izlemedin?” diye soranlara şu an için verebilecek bir cevabım yok. Ama bu soruya “Bari DVD’lerini seyret şimdi” diye devam ederek, bu filmleri seyredebilmem için opsiyon sunmanın haklı gururunu yaşayan insanlara, “Ya vaktim olmuyor benim film izlemeye” şeklinde bir savunmayla gelebiliyorum.

Ama gerçekten bazı şeyleri yapmaya vakit bulamıyorum. Mesela bugünlerde saat 21:30-22:00 gibi geliyorum eve, malum çalışıyoruz falan, ertesi sabah da 8:30 gibi kalkmam gerektiği için, önümdeki 11 saatlik dilimi çok verimli bir şekilde kullanmam gerekiyor. Zaten bu 11 saatin de 5-6 saati uykudan önceki sarhoş hale, uykuya ve uykudan kalkınca yaşanılan salak hale gittiği için geriye sadece 5 saatim kalıyor diğer aktiviteler için. Bu 5 saati de en iyi şekilde geçirebilmek için neler yaptığımı tahmin edemezsiniz. Yemek yerken kitap okumaya uğraşma ve aynı zamanda da günün gelişmelerini takip edip Facebook’taki yorumları kontrol etmeye çalışan bir insan düşünün işte. (“Hepsini aynı anda yaptığım için tokalaşıp, tebriklerinizi alabilirim” diyecektim ama tokalaşma olayı sonradan çok eğlendiğimiz komiklikler yaratabiliyor bugünlerde. Gerçi gülüyoruz, fena mı?)

Bir de mesela kitap okumak falan kendi başımıza yapabildiğimiz bir aktivite. (Zaten benim okuduğum bir şeyi, başka birisi daha okumaya çalışıyorsa ciddi ciddi kötülükler düşünebilirim o insan hakkında) Ama ne bileyim, bir film izlenirken ortamda tek başıma olmak keyif vermiyor bana genellikle. O yüzden, “Ben hep tek başıma giderim sinemaya, öyle daha iyi, bilmiyorum” falan diyerek çok coolmuşumcasına tavırlar içersine girmem. İzlediğim filmlerde anlamadığım bir şey olursa hemen yanımdakine sormak isterim mesela. “Anlamadığım yer filmin kilit noktasıdır, onu fark etmeden geçersem, film ziyan olur, yazıktır, o kadar prodüksiyon” diye paranoyalara kapılır, bu sıkıntılı anlardan beni kurtaracak bir insan ararım yanımda. O yüzden yukarıdaki film isimlerini okuduktan ve benim onları izlemediğimi anladıktan sonra, lütfen dışlamayın beni. Hep yalnızlıktan işte. (Ohh şahane bağladım)

Aslında hiçbir şeyden anlamayan, cahil cühela gibi de gözükmek istemiyorum. Yani hakkımda “Ay ne biçim insanmış bu be! Dünyadan haberi yok! Salak mı ne!” deseniz gerçekten üzülürüm. Bir yandan da “Ne bu be! Yüzüklerin Efendisi’ni izlemedik diye gördüğümüz muameleye bak!” diyerek içten içe, sertmiş gibi sözler söyleyebilirim. Film seyretmiyorum pek ama yüzlerce kitabım var, sayılmaz mı onlar? (İmajı düzeltme çabaları…)

“Nasıl seyretmezin Titanic’i ya? Kaç tane Oscar aldı, bilmiyor musun?” diye gelen tepkiye “Ne var sen de Le Chatelier* Prensibi’ni bilmiyorsun!” diyorum. Bir anlık duraklamadan sonra, “Aa evet bilmiyorum, seyretmedim ben onu” diyor. Ben kahkahalara boğuluyorum; Le Chatelier mezarında ters dönüyor, kemikleri sızlamaya başlıyor.

* Le Chatelier İlkesine göre, kimyada dengedeki bir sisteme dışarıdan bir etkide bulunulduğunda, sistem bu etkiyi azaltıcı yönde yeni bir denge hali oluşturur.

Ama Müzik İyidir

“Müzik ruhun gıdasıdır” sözü şu hayatta en çok önemsediğim cümleler arasındadır. “Madem çok mutluyum hemen bir şarkı dinlemeliyim; madem moralim bozuk, o halde niçin notalarla haykırmıyorum ki mutsuzluğumu?” şeklinde içsel düşüncelerle hemen müzik dinlemeye verebilirim kendimi. Kimi zaman da “Ne iyiyim ne kötüyüm, nötrüm duygusal anlamda, o zaman müzik dinleme zamanı geldi” diye kendimi kandırdığım olabiliyor.

Kendimi bilmeye başladığımdan beri bir şeyler çalınır hep kulağımda. Acaba bir şarkı sayesinde mi kendimi bilmeye başladım? Herkesin hakkında “İşte o andan sonra bambaşka bir insan oldu” diye hikayeleri varken; eğer benim için “O şarkıyı duyduktan sonra Erdem insana benzedi” şeklinde laflar söyleniyorsa gerçekten gücenirim.

Galiba ilk hoşuma giden şarkı Susam Sokağı’nda duyduğum bir şeydi. Yarım yamalak bir Türkçe’yle de eşlik etmeye çalışmışımdır mutlaka. Şarkı kendine o kadar çok bağlamıştı ki Susam Sokağı’na karşı platonik bir aşk beslemeye başlamıştım. Susam Sokağı’nın olmadığı zamanlarda mini bir depresyona giriyor, anarşist bir ruha sahipmişim gibi davranıyordum; işte evin içinde tepinmeler falan.

Sonra Ninja Kaplumbağalar girdi hayatıma ve bu kez de
“Tiineyç mutant ninja törtıls
Tiineyç mutant ninja törtıls
Tiineyç mutant ninja törtıls
Her yerde onlar
Mega tank”
sözleri hayatımın anlamı oldu. Zaten herkesin kendine göre bir Ninja Kaplumbağalar jenerik müziği ve sözleri vardı. “Herkes o anki psikolojisi ile canı nasıl isterse öyle söylüyordu sözleri” demek isterdim ama “Mega Tank” ifadesi ile ne anlamsız ne anlaşılmaz bir psikoloji örneği koyarım ortaya, tahmin etmek istemiyorum.

Sertab Erener’in yamalı bir hırka ve yırtık pırtık bir blue jean ile parka gitmeyi önerdiği yıllar benim için bir geçiş dönemi olmuştu. Artık çizgi film şarkıları beni kesmiyor ve okula da başladığım için “belki bir faydası olur” düşüncesiyle Barış Manço ile birlikte sırasıyla A, Y ve I harflerini söyleyip onları birleştirerek okuyordum.

İlkokuldayken müzik derslerinde sırayla tahtaya kalkıp şarkı söylerdik ama bu dönemdeki repertuarımı buraya yazarsam herkesle iletişimimi koparmak zorunda kalırım ve şu sıralar özellikle konuşmak istediğim insanlar varken bunu yapmayı göze alamıyorum. Yanlış bir şekilde tanınmak istemem.

Liseye başlayacağım dönemde, duyduğum bir şarkı sayesinde “Evet, Rock müzik benim için hayatımın odak noktası haline geldi şu an” dedim. O günden beri de öyle devam ederim. Defterlerimin kenarlarına “Hell yeahh” yazar dururum. Tabii ki bu kadar vahim değil durum ama bu tarz müzikler dinlememe rağmen “Dur bi gitar çalayım, bateriyle içimdeki öfkeyi dışarıya vurayım” gibi düşüncelerim olmadı. Tabii lisede, hazırlıktayken “Ben Rock dinliyorum” diyip bir yandan da elindeki flütle Çanakkale Türküsü’nü çalarsan enstrümanlara çok sıcak yaklaşmayabilirsin.

Bir de lisedeyken Edebiyat dersinde, hocanın, “Ne tür müzik dinliyorsunuz?” sorusuna (Nasıl geyik bir dersse) verdiğim cevaba (Rock falan) “Nasıl yani Batı tarzı müzik mi?” diye tepki vermesi; benim “Evet” demem; hocanın “He Mozart falan yani?” demesi; benim, bu ilginç çıkarımı algılayamayan beynimde açılan bir geçitten yararlanıp “Evet evet” diye cevap vermem. Sıraya oturunca “Bi dk lan ben ne dedim!” diye sayıklamam. Koskoca sınıfta “Klasik müzik dinliyorum ben, sizin gibi sığ değilim olum” gibi bir imaj oluşturmaya çalışmışım havası yaratmış olmam. Bu da böyle bir anımdır.

Üniversiteye de başlayınca her gün yolda beş saat falan kaybettiğimi fark edip, “Bu kaybı neden müzik dinleyerek değerlendirmiyorum ki?” düşüncesi geldi aklıma ve bu düşünce yüzünden her olaydan çıkar sağlamaya çalışıyormuşum gibi hissetsem de kendimi, mp3 player vücuduma yapışık bir şey oldu. Hala da yapışıktır.

Bugün yolda Muse’dan Time is Running Out dinlerken gözlerimin önünden geçti müzik geçmişim, bir film şeridi gibi. Film şeridinden esinlenip kulağımdaki şarkıya klip çekmeye başladım sonra. Rolleri dağıtmakta sıkıntı çekmedim.


Yazı biterken çalıyordu: http://fizy.com/#s/3w9pvt
Çok kullanışlı bakınız: Time is Running Out - http://fizy.com/#s/16wqma

Temiz Sayfa

Otobüse binip işimi gücümü görmek amacıyla evden çıkıyorum. Sitenin de kapısından çıkınca bir cama vurulunca çıkan sesin aynısından duyuyorum. “Benim için vurulmuyodur sanırsam” diye düşünüp ilerlemeye devam ederken sesin şiddeti artıyor. Artık merakıma engel olacak durumda değilim. Kafamı çeviriyorum, bir adet komşu, bana “Gel gel” yapıyor eliyle arabasının içinden. “Galiba daha önce hiç bu kadar istekli çağrılmamıştım” diye sevinirken, olması gayet muhtemel bir geyik muhabbeti korkusuyla kapıyı açıp biniyorum arabaya.

Nereye gideceksem oraya atılacağım söylenerek bana gösterilen kibarlık sayesinde yol boyunca güler yüzlü olmam gerekiyor. Arabaya binerken “Günaydın” demiştim; bunun sabah için iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Fakat biraz zaman geçtikten sonra “Günaydın” kelimesinin devamını getiremediğimi fark ediyorum. Biraz daha susarsam komşumuz beni, kafası nereye eserse oraya götürebilir. Böyle bir opsiyon sunmak istemiyorum yanımdaki abiye ve “Şuraya gidecektim işte ben de” diyorum. “He tamam” diyor. Bir rahatlama seziyorum komşuda. Nereye gideceğimi neden bu kadar merak etti, bilmiyorum.

Tabii bir süre sonra korktuğum başıma geliyor ve geyik olayı start alıyor. “Ee okul nasıl gidiyor?” sorusuyla bataklığa ilk adımımızı atıyoruz. Yaklaşık on dakika sonra bataklıktan kurtulmak mümkün olmayacak, ben çırpındıkça geyik daha da ilerleyecek. “Okul bitti işte dün, tatile girdik” diyorum. Aslında Haziran’da girmem gerekiyordu tatile ama bu konuyu geçiştiriyorum kafamda. Bazen bazı gerçeklerle yüzleşmek işime gelmiyor olabilir. İç dünyamda bunlarla mücadele ederken, “Hangi bölümü istiyorsun?” diye bir soru geliyor. Soru biter bitmez dikiz aynasından kendime bakıyorum, pek de liseye gider gibi bir halim yok. Adamın “Kaç yaşına geldin, okul hala bitmedi mi!” anlamına gelebilecek bir ironi yapmış olma korkusunu yaşıyorum. Var bizim çünkü böyle huylarımız. Öğlen vakti uyanan birine, “Oo daha erken! Yat yat!” falan demeye bayılırız.

Fakat adamla bugüne kadar ki en derin muhabbetimiz asansöre binince yedinci kata çıkacağımı söylemek şeklinde oldu. Eğer yanımdaki abi benim hakkımda ondan bundan bilgi toplayan bir psikopat değilse hayatım hakkında bu kadar bilgi sahibi olması imkansız. Titreyen bir ses tonuyla “Kimya okuyorum ben zaten” diyorum. Ve tabii ki “haşikio ve hasanikisalakosmandört sülfürik asit yani hehe” muhabbetini dinliyorum. Ortam giderek çirkin bir hale bürünmekte.
Abi durmadan bir şeyler anlatıyor ve ben de sürekli “Evet” diyorum. Mükemmel bir uyum yakaladığımız söylenebilir. Fakat bu uyumun tabii ki bana salt bir faydası yok. Üniversite yıllarını anlatan bir adama sürekli “Evet” demek bir insana hiçbir şey katmıyor. “Dün akşamki halime bak, bir de şuna bak! Ne dalgalı bir hayatım var!” diye söyleniyorum içimden. Galiba güzel güzel konuşup gülme kotamı dün akşam doldurdum. “Hehe” diye gülüyorum buna.

Yüzümdeki mutluluğu gören komşumuz, bu durumu üstüne mi alındığından mıdır nedir daha da hararetli bir şekilde anlatmaya başlıyor her şeyi. Benim suratımdaki gülümsemeyi görünce sanırım onun anlattıklarına güldüğümü sanıyor ve kendince daha neşeli şeyler anlatmaya başlıyor. Bunlara kendi kendine gülüyor. Dışarıdan bizi görenlere komik görüntüler sunduğumuzdan eminim. Dünya üzerinde hiçbir derdi olmayan iki kafadar olarak arabaya atlamışız da “Orası senin, burası benim” diyerek kahkahalar eşliğinde yol alıyoruz sanki. Abinin bir süre sonra mutluluktan “Vuuhuuu” diye çıkaracağı bir ses eşliğinde arabayı kullanmasından korktuğum için “Yalnız ben size gülmüyorum, onu söyleyeyim de” deme riskini göze almayı düşünüyorum.

Fakat bu gerçeğin, abiyi üzebileceğini düşünüyor ve “Yazık ya getirdi beni buraya kadar, gülsün iki dakika ne var!” diyorum. Birlikte farklı şeylere gülmeye devam ederken artık insem de olacağını söylüyorum. Araba duruyor. İnmeye yeltenirken bir ses duyuyorum: Hehe kimyacı bomba yap bi gün bomba…

Binlerce kez duydum sanırım bu lafı. Bütün yaşama enerjimi sömüren bir cümle bu. Daha sabahtan ölü gibi dolaşmaya başlamak işime gelmiyor. Temiz bir sayfa açmanın vakti geliyor. Her şeyi unutup soruyorum kendime:
Merhaba, Erdem ben. Nasılsın?

Kel Adam


“Ee napıyoruz?” diye soruyor henüz içeri girmişken. “İyiyiz valla abi, siz?” diye cevap veriyorum. “Yok yani saçı napıyoruz?” diyor. “Valla tarıyoruz, şekil veriyoruz, yıkıyoruz falan böyle aktiviteler var saç için, he bi de uzun olanlar topluyo, örüyo falan ama ben pek bilmiyorum galiba o model isimlerini” gibi bir cevap vermek istiyorum ama adam bana o kadar meraklı gözlerle bakıyor ki bir an önce saçıma ne yapılacağını öğrenip rahatlamak istiyormuş gibi bir havası var. “Ne biliyim abi, o kadar düşünmedim, kes işte” diyorum. Görevini öğrenen abi pire gibi oradan oraya atlayarak gerekli ekipmanları çıkarıyor. Galiba bir insanı daha önce hiç bu kadar mutlu etmemiştim.


Daha işine başlamadan “Memleket neresi abi?” diye soruyor. “Tamam, adam harlı bir geyikçi, yandık” diye düşünürken “İstanbul” diye cevap veriyorum. Tam bana “Köken vardır köken, köken neresi?” diye sormak için ağzını açmışken “Tamam, bu soruyu soracaksınız ama annem babam falan İstanbullu” diyorum. “Görmüştüm daha önce eski İstanbullu” diyor. “Eski İstanbullu” diye bir sıfatım oluyor böylece ve adamın “Eski İstanbullu” koleksiyonunda yer buluyorum kendime. “Ben şahsen Zeytinburnuluyum” diyor. Şahsen Zeytinburnulu olmak insana bir ayrıcalık katıyor mu, bilmiyorum. “Şahsense bir bildiği vardır herhalde” diyorum.


“Okuyo muyuz çalışıyo muyuz? Napıyoruz?” sorusunu duyunca adamın “Napıyoruz?” kelimesine bir obsesifliği olduğu sonucunu varıyorum. Soruları 1. çoğul kişi ekleriyle sorması saygıdan mı yoksa yaptığım işe çöreklenmek istemesinden mi karar veremiyorum. Bu konuda rengimi belli edeyim diye soruyu 1. tekil şahısla cevaplıyorum: Boğaziçi Kimya’da okuyorum. “Zor mu abi?” diyor. Ben daha cevap vermeden hayatımda duyduğum en garip çıkarımlardan birini yapıyor: Kimya zordur. Mesela ben buraya gelenlere sorarım. Hep İnşaat Mühendisliği falan derler. O ne ki abi öyle yani? Demek ki kolay. İnşaat yani.” Bunu duyunca karşılaştığım olayları ne kadar dümdüz karşıladığımı fark ediyorum, hiç bu kadar çok yönlü düşünceler içerisine girmemiştim hayatım boyunca.


“Niyetli misin abi? Mesela ben çalışmasam tutmam oruç falan. Ne tutucam yaa?” diyerek gerçekten çok garip bir insanla karşılaştığıma emin olmamı sağlıyor. Bir kuaför dükkanının bir insanı nasıl oruç tutmaya ikna ettiğini düşünüyor fakat buna cevap veremiyorum.


Geriye kalan zamanda bana sekiz yaşındayken bir lokantadan nasıl su çaldığını, ilkokuldan beri sigara içtiğini ve mahallenin hacı bakkalından yine sigara çaldığını falan anlatıyor. Gerçekten bilmem gereken şeyler bunlar. Dükkanını oradan buradan çalıp çırparak açtığını düşünüyorum. “Mesela bu oturduğun koltuğu başka bir berberden çöktüm” dese gayet normal karşılayabileceğim bir hava oluşturuyor.


Saçımla işini bitirince adamın niye oradan oraya atlayarak bu kadar çok konuştuğunu anlıyorum. Konuşarak müşterisinin saçla ilgili isteklerini püskürtmek gibi bir mekanizma oluşturmuş. Adam konuştukça saçınızın ne hale geldiğini fark edemiyorsunuz ve koltuktan saçsız bir şekilde kalkıyorsunuz. Sonra da “Neyse havalar zaten sıcak, iyi oldu böyle” diye züğürt tesellisinin en güzel örneklerini sunuyorsunuz. Psikolojinizi düzeltmek için müzik dinlemeye başlıyorsunuz ama migreniniz falan tutmuş olabiliyor az önce aynada gördüğünüz manzara yüzünden. Bir eczaneye girip “Maxalt mı alsam ne yapsam?” diye düşünüyorum ama kel bir adama Aspirin bile vereceklerini zannetmiyorum.

Prensiplerim Var! Evet!

İlkokulda mıydı neydi tam hatırlamıyorum şimdi ama o zamanlar gözüme çok önemli gibi gözüken fakat hakkında biraz düşünülünce aslında tırt biri olduğunun farkına varılan bir amcadan duyduğum “Hayatta prensipleriniz olmalı, yaşamınızı onlara göre şekillendirmelisiniz, işte bu sayede bir birey olarak varlığınızı ispat edebilirsiniz” cümlesi beni çok etkilemişti. O kadar etkilemişti ki hala hatırlarım bu cümleyi. Fakat etkilenme boyutu sadece cümleyi hatırlamakla sınırlı değil. Bu lafları duyduktan sonra, artık dünya benim için başka bir hale bürünmüştü, öyle çok basit bir şekilde falan dönmüyordu yani. Kendime bir sürü prensip bulacak ve bunları uygulayınca da bir çeşit ego tatminiyle çok önemli bir birey olduğumu falan zannedecektim. Çocuk işte, her duyduğunu bir şey zannediyor, hemen onu istiyor.

Bu konuşmanın üzerinden birkaç gün geçip de kendimi prensip bulmaya hazır hissettiğimde, çevremi çok dikkatli bir şekilde gözlemlemeye başlayarak durduk yerde prensip uydurmaya başladım. İşte “Tüm sınıfın uymak zorunda olduğu beslenme programına uymayacağım, Perşembe günleri patates haşlaması ve havuç ikilisini yemek zorunda değilim çünkü” gibi şeyler ilk prensiplerim oldu. Prensip bulma yolunda ilk adımlarımı küçük şeyler üzerinden atmaya karar vermiştim. Fakat bir gün sınıfta, derste otururken önümdeki sıraya baktığımda aklıma inanılmaz bir prensip geldi: “Sıranın örtüsünü sabah ben serdiysem, akşam toplayan ben olmayacağım. Hee sabah ben sermediysem, akşam toplanmasına yardımcı olurum belki, elime yapışmaz sanırsam” Bu prensiple dünyayı kurtarabilirdim artık. Bu gerçekten ötürü olağanüstü bir gurur duydum ve bu haklı gururu da son derse kadar yaşadım. Fakat son derste temizlik kolunda olduğumu, bir diğer temizlik kolu görevlisi olan Pınar’ın beni çağırmasıyla hatırladım. “Kendi sıramın örtüsünü bile toplamam, banane!” derken kendimi Pınar’la beraber tüm sınıfın örtülerini katlarken buldum. Birey olalım derken, alemin kerizi olmuştum.

Çocukken yaşanan travmalar kolayca atlatılmıyor. O yüzden kendime prensip bulmayı erteledim birkaç sene kadar. Sekizinci sınıftayken bir ara “Bence tüm kitlesel iletişim araçlarıyla bağımı koparmalıyım, televizyon ne ki zaten! Aptal Kutusu!” diye bir prensip edinmeye kalkışmış fakat biraz düşününce Pokemon’lardan kopabilecek olgunluğa henüz erişemediğimi fark etmiştim.

Liseye başlayınca da herkesin eğitim hayatında en az dokuz kez söylediği gibi ben de ”Artık günü gününe çalışacağım, defterime inci gibi yazacağım” diye bir prensip edinmeye karar vermiştim. Önceleri bu prensibi canhıraş bir şekilde savunmaya çalışırken, bir zaman sonra “Bence günü gününe çalışmak çok da önemli bir prensip değil; haftası haftasına çalışırsam zaman aralığını daha geniş tutarım, böylece prensibime daha çok sahip çıkıyormuş gibi gözükürüm. Bir birey olmak istiyorsam yapmam gereken budur. Evet.” diye bir düşünce geliştirdim fakat bu prensibi en son “Bence çok çalışmaya da gerek yok ya” dediğim an bıraktım. Artık yeni bir prensibim olmuştu: Manyak gibi çalışmayacaktım.

Yaş ilerleyip de olgunluk seviyesinde falan bir artış olunca artık adam gibi prensiplerimin olması gerektiğini düşündüm. Örtüyle, dersle bir yere gelinemezdi. Bu konu hakkında daha derin düşünmek için hem de “Temiz hava alırım lan fena mı!” fikriyle kendimi sokağa attım.Sokakta ilerleyip derin düşüncelere dalmışken farkında olmadan kırmızı ışıkta karşıya geçtiğimi fark ettim. “Aslında araba falan gelmiyorsa kırmızı ışıkta geçilir lan ne var ki! Zaman önemli bir şey sonuçta, öyle beklemeye gelmez” diye bir prensip edinmem de bu zamana denk gelir. Evet, adam gibi prensipten anladığım buydu.

Geçen gün “Ne zamandır bir prensip edinmiyorum kendime, en kısa zamanda bulsam iyi olur” diye bir karar aldım. Ama sonra, daha önce bulduğum prensipleri düşündüğümde aslında hiç de öyle ilkeli bir birey kıvamına gelemediğimi fark ettim. Küçücük yaşta beyimi yıkayan adama kızdım.

Sonra bu sabah Facebook’tan mesaj gönderirken “Sabah erkenden Facebook’a girme gibi bir prensibim var” yazdığımı fark ettim. Farkında olmadan bir prensip edinmiştim, yüzüme bir gülümseme yayıldı ve “o adama kızdığım için kendimi hiç affetmeme” gibi bir prensip daha edindim sonra.

Geri Gidemeyen Teyze Üzerinden Yalnızlık Notları


Otobüse binip karşıma oturduğundan beri beni süzüyor bir teyze. Yaptığınız her hareketin bir teyze tarafından incelenmesi insanda gayet kötü bir hissiyat yaratıyor ve kendinizi sorgulamaya başlıyorsunuz. “Ulan oturuşumda mı bi yanlışlık var? Müziğin sesi mi çok açıktır nedir?” gibi sorularıma cevap ararken teyzenin bana bakarak ağzını oynattığını görüyorum. Teyzenin ne dediğini anlamak için kulaklığı kulağımdan çıkarırken şarkı “But with you i start to feel a sort of temporary peace”* diyor. Çok ironik anlar yaşıyorum. Teyzenin dediği şeyi anlamadığımı ifade edebilmek için ona doğru bakarak suratımı buruşturuyorum. Garip bir refleks sanırım bu. İnsanlar ilk seferinde duymadıkları ve aslında duymak istedikleri sözleri anlayabilmek için kafalarını öne doğru eğip gözlerini kısıyorlar. Bu gerekliliği yerine getirdikten sonra teyzenin dediği cümleye odaklanabiliyorum: Çocuğum ben geri gidemiyorum, yer değiştirelim.

Yaşça büyük insanlar sizden bir şey rica ettiklerinde düşünmek için çok kısa bir zaman dilimine sahip oluyorsunuz. Böyle bir isteği benim yaş grubumdan biri yapsa gayet sarkastik cevaplar vermek için geniş geniş düşünmeye başlamış olabilirdim ama bir teyze ya da amcanın isteği vücudunuzda sonunda “Tabii ki” diye bir cevap verecek şekilde bir dizi anlık reaksiyona sebep oluyor. İsteğini belirten teyze, ben daha cevabımın “Tab…” kısmındayken ayaklanıyor ve gayet hızlı giden bir otobüste üzerime doğru gelmeye başlıyor. Zaten otobüslerdeki karşılıklı koltukların arasındaki mesafe yaklaşık olarak 50 cm falan olduğu için aniden hareketlenmem lazım, yoksa teyzeyle hoş olmayan saniyeler geçirebilirim. “Kaç kaç kaç kaç” iç sesi eşliğinde hayatımdaki en hızlı kalkışı yapıyor ve teyzenin eski yerine oturuyorum. O an “Otobüste geri gitmek” isimli garip bir eylemi gerçekleştirmeye başladığım için keyfime diyecek yok.

“Madem bu kadar keyifliyim, o halde niçin az önce kulağımdan çıkardığım kulaklığı eski yerine takarak neşeme neşe katmıyorum ki?” diye düşünüyorum. (Kendi kendime konuştuğum anlarda çok mesafeli olabiliyorum kendime karşı. Yani kendime bile yüz vermem bazen.) Fakat mp3 playerda çalan şarkı o kadar keyifli değil ve belki de bu şarkının etkisiyle otobüste geri gitmekten (Geri gitmek de neyse) aslında benim de hoşlanmadığımı fark ediyorum. Geri gitmeme sebep olan teyze ise halinden gayet memnun gözüküyor. Teyzenin neşeli neşeli etrafına bakınması, arada durup duruken gülümsemesi falan (Neyse ki dışarıya bakıp gülümsüyordu, bana gülümseseydi çok çok kötü hissederdim kendimi) iyice sinirlerimi bozuyor.

Eğer yanımda muhabbet ettiğim bir kişi olsaydı teyze büyük ihtimalle beni yanımdakinden ayırmayacaktı. İşte yalnız olmak bu tarz sıkıntılar çıkartabiliyor. İnsanın yalnız kalmak istediği dakikalar olabiliyor, hele son zamanlarda bu durumdan hoşnut olduğumu da fark ediyorum fakat bazen “Bak birisi olsaydı yanımda ne güzel olurdu şimdi” dediğim zamanlar da yok değil. Hele böyle sayıkladığım bir anda otobüse binmem gerekirse akbilimi sanki yanımda bir kişi daha varmış da ben onun yerine de basıyormuşum gibi iki kere arka arkaya basmak gibi ilginç fikirler geliyor aklıma. Ya da bana yer tutan birisi olmuyor, kendi koltuğum için kendi kendime mücadele vermek zorunda kalıyorum ve bu durumdan da sıkılıyorum sık sık. Ama henüz otobüste yanımda oturan tanımadığım bir insanın kulağına kulaklığımın tekini sokmaya çalışmadım “Bak ne güzel şarkı, beraber dinleyelim” diyerek.

Kulağımda şarkı çalarken ve ben garip garip bunları düşünürken; karşımdaki mutlu teyze, çantasından telefonunu çıkarıyor ve yakın gözlüğünü takıp sakin sakin tuşlara basarak mesaj yazmaya koyuluyor. Garip bir refleksle ben de telefonumu alıyorum elime. Telefonun ekranında sadece Vodafone yazıyor, şarkı “How could I live on not hoping we will meet…”** diyor.

* Fakat seninle hissetmeye başlıyorum oldukça geçici bir huzuru...
** Buluşacağımızı umut etmeden nasıl yaşamaya devam edebilirim?


http://fizy.com/s/1jhiq8
http://fizy.com/#s/1lsddg

Puzzle

Her gün aradım onu – ne yazık ki, başkaları gibi durmadan yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. Yani, demek istiyorum ki, bu kadını hiç olmazsa bir hafta filan aramayacak kadar küçük bir uğraşım olsaydı.
Oğuz Atay


“Aydınlıklar içindeyim hayatta, pırıl pırıl bir yer burası şu anda” diyor kulağındaki şarkı. Bugüne kadar dinlediği en ironik şarkı olduğunu düşünüyor şarkının sözlerini solistle beraber tekrar ederken.

Şarkının sözlerine eşlik edip kendini kandırmaya çalışıyor. Odasından gördüğü apartmanın çatısında buraya geldiği ilk günden beri durmaksızın yanan bir ışık var. Odadaki ışığı kapatınca sadece oradan bir aydınlık geliyor. Merak ediyor ne var orada diye. Merak ettiği bir sürü şey olduğunun farkına varıyor sonra. Sorgulasın dursun işi yoksa. Saçma sapan küçücük şeylerden çok büyük anlamlar çıkarmaya çalışsın. Yıllardır vazgeçemediği tek şey bu. Milyonlarca parçadan oluşan bir puzzle alsın eline ve tüm parçaları birleştirip şahane bir resim çıkaracağını düşünsün ortaya. Önce kenarlarını bulsun, çerçeveyi oluştursun. Sonra ortada koskocaman bir boşluk yaratsın. Boşluğu nasıl dolduracağını düşünsün. Her bir parçayı eline alıp bir yerlere uydurmaya çalışsın. “Bu olmadı” diyip atsın sonra o parçayı elinden. Doğru parçayı bulduğunu zannetsin. Bir süre bununla avunsun ama sonra, alakasız bir şey tuttuğunu fark etsin elinde. Birbirine uymayan şeyleri, aslında çok güzel uyuyorlarmış gibi göstermeye çalışsın ki, gerçeği fark ettiğinde hayal kırıklığı daha büyük olsun. Yanlış parçalarla bir şeyler yapmaya çalışsın ki ortaya abuk bir resim çıksın. Sonra baksın o resme ve desin ki: Ben böyle olacağını düşünmemiştim. En başta yaptığı hatanın farkına varmasın, bununla yetinmesin, hata üzerine hata yapsın ki gözlerini kapattığında karşısına hesap vermesi gereken bir sürü yanlış hareket çıksın. Böylece kimsenin konuşmadığı onla, kendi kendine konuşabilir uzun uzun. Bir sürü neden sonuç bulup, kendini olayları çözme konusunda çok yetenekli biri olduğuna inandırabilir. “Bak aslında öyle yapmasaydım, böyle olmazdı” diyip yaşadığı her saçma şeyden ders çıkardığına inandırsın kendini, belki bir gün yarar o dersler ona. Aldığı dersleri bir gün mutlaka kullanacağını düşünsün ama o dersleri kullanması gereken yerlerde üç yaşındaki bir çocuk gibi davransın. İş işten geçince de “Ben böyle olacağını biliyordum aslında” diye düşünüp, kendini, insanları tanıma konusunda iyi yetiştirdiğine inanarak avutabilir. Bu avuntu da yaptığı veya yapmayı düşündüğü birçok şey gibi boş olacak nasılsa. Ama boşluğa o kadar çok alıştı ki bu durum koymayacak ona. Hiç farkına varamadığı ama aslında her geçen gün daha da içine gömüldüğü boşluğun, hayatının her evresinde karşına şımarıkça çıkmasını engelleme konusunda hiçbir şey yapmadığı için, kendini kolayca teslim edebiliyor ona artık. Ve bu durum ona o kadar normal geliyor ki hayatında bir boşluk hissetmediği zaman kendini kaybolmuş gibi hissediyor. Boşlukta kaybolmak daha kolay aslında ama bunun farkına varması gereken zaman çoktan geçti. “Keşke” ile başlayan bir cümle kuracak yine değil mi? “Keşke zamanında farkına varsaydım yaa” ya da “Keşke öyle yapmasaydım, öyle demeseydim” falan diyecek. Bilmiyor mu sanki bu “keşke”ler boşluğa gidecek yine! “Puzzle”ın ortasındaki boşluğu daha da genişletecek hatta “keşke”. Yine kenara koyması gereken ve doğru yerleştirdiğine inandığı parçalarla avunacak.

Sonra eli yine telefona uzanacak, arasa da ulaşamayacağını bildiği numarayı izleyecek dakikalar boyunca telefonun ekranında. Telefonun ışığı sönecek çok beklemekten. Karanlık çökecek odasına. O, kendini aydınlıklar içinde olduğuna inandırıp şarkı söyleyecek, bir sürü parça hala önünde serili olacak ama… Puzzle hala bekleyecek onu. O da onu.

Facebook'uma Girmeye Çalışan Kişi; Teşekkürler!

Maillerime bakarken Facebook’tan gelmiş “You requested a new Facebook password” başlıklı bir mail görüyorum. “Ne zaman böyle bi istekte bulundum ki ben? Bi isteğim de bitmiyo he!” diye düşünüp kendime kızarken olayın ciddiyetine sonradan varıyorum. Tamam, havalar çok sıcak, insan ne yaptığını falan unutabiliyor ama unuttuğum şeyler genelde “Bi dk ya ben ne yapacaktım şimdi?” ya da “Ben dün akşam ne yemiştim ya?” şeklinde sorularıma cevap verememe durumuyla alakalı. Yani şifremi unutma gibi bir şey yapmadım ve bunun için de yeni bir şifre için gerekli prosedürleri yerine getirme gibi bir işe kalkışmadım. Özel hayatımla ilgili çok büyük meraklar barındıran bir bünye benim Facebook’uma girmeye çalışmış ama 2 gramlık bir beyin bu işlemi tamamlamaya yetmemiş sanırım.

“Dur lan bi Erdem’in Facebook’una gireyim de ona buna mesaj atayım, böylece Erdem’i rezil edeyim nihoho” diye düşünüp böyle bir işe kalkışmış olabilir bu kişi. Ama bu kadar derin (!) bir şey düşünebilen bir insan, çok büyük ihtimalle Facebook şifresi olarak doğum günü tarihimi falan kullandığımı zannetti ve bu sayıları şifre bölümüne tuşlayıp içeri giremediğini görünce yıkıldı. Hatta şifremden o kadar emindi ki, herhalde “Erdem’in şifresi bu olmalıydı ama unuttum mu ne yaptım?” diye düşünerek “Şifremi unuttum” seçeneğini bile kullandı. İnsanları hayal kırıklığına uğratmaktan hoşlanmam. Bu olay da beni derinden etkiledi. Keşke şifremi “11091987” yapsaydım da uğraştırmasaydım insanları. Bu olaydan sonra da kendime bir çekidüzen vermeye karar verdim. İnsanları üz, üz nereye kadar değil mi?

Bu düşünceler beni yeni kararlar almaya zorladı tabii ki. Öküz gibi bir insan olmanın lüzumu yok. Aldığım kararlardan biri şu: Bundan sonra birisine mesaj atacağım zaman, o mesajı herkese göndereceğim ki hiç kimse milletle ne konuştuğumu merak etmesin, her şey şeffaf olsun. Bu karar sadece Facebook’tan gönderilen mesajlar için geçerli değil tabii ki, zaten bir kişiye mesaj gönderiyorum Facebook’tan, telefonumu kullanarak gönderdiğim mesajlar da herkese gidecek. Bir nevi kampanya haberi veren Avea gibi olacağım. Kusura bakmayın bunun için.

Bir diğer karar da şu: Fotoğraf yükleyeceğim ya da herhangi bir şey paylaşacağım zaman bu durum hakkında herkesin fikrini almaya çalışacağım. Hatta yeni bir fotoğraf çektirdiğimde falan herkese göndereyim ki beğenen yüklesin onu Facebook’a. Kamusal alan olsun Facebook’um. Canı sıkılan girsin. İki komik video izlesin, özlü sözler okuyup hayatını sorgulasın.

Aldığım en radikal karar da şu oldu: Bundan sonra tüm mail adreslerimin, Facebook’umun, Twitter’ımın falan şifresi “111111” olacak. (6 tane 1) Sonuçta genci var, yaşlısı var. Akılda kalacak bir şey olsun da herkes kolayca girebilsin her yere. “Şifremi unuttum” seçeneğini kullanıp bir de gizli soruma cevap vermek zorunda kalmasın herkes. Hatta gizli sorumun cevabını da “Erdem” yapayım da hadi diyelim ki unutuldu şifre, yani şimdi insanlar giremesin mi bir aptal şifre yüzünden benim mail adreslerime. Böyle bir şeyi kimseye yapmaya hakkım yok. Şifre unutulsa bile gizli soruyu cevaplamak isteyenler sadece “Ben kimin maillerine girmeye çalışıyodum? Hee Erdem’in” diyerek amaçlarına ulaşabilirler.

Facebook’uma girmeye çalışan kişi;

Gördüğün gibi senin sayende doğru düzgün bir insan olma yolunda büyük adımlar atmaya başladım. Sen o gün Facebook’uma girmeye çalışmasaydın, ben hala insanlıktan nasibini almamış bir canlı olacak, herkese zarar veren, varlığıyla dünyayı çekilmez bir yer yapan birisi olacaktım. Hakkını ödeyebileceğimi zannediyorsan yanılıyorsun. Almamı sağladığın kararlarla bugüne kadar yaptığım hayvanlıkları affettirmeye çalışacağım. Benim için gösterdiğin çabaya karşılık sana küçük bir hediyem var: Al Facebook’um senin olsun. Seni çok seviyorum.

Doğum Günün Kutlu Olsun İrem!

Çocukluğumda tek başımaydım. Kendi kendime oyunlar uydurur, bir topun peşinde koşar, elime kağıt kalem alıp saçma sapan şekiller karalar, elleri, kolları vücudundan büyük adamlar çizerdim. Ninja Kaplumbağalar’a hayrandım ve küçük defterime sırasıyla onların adlarını yazar, bazen de onların yerine geçer koltuktan koltuğa zıplardım, hayali düşmanlarımı tek başıma yenebilmek için. Cips paketlerinden çıkan tasoları üst üste dizer, karşımda birisi varmış gibi oynardım onlarla. Önce ben yıkmaya çalışırdım tasoları, sonra sıra karşımdakine geçer, onun yerine de ben fırlatırdım elimdeki tasoyu önümdeki taso yığınına. Karşımdaki hayali biri olduğu için sürekli ben kazanırdım oyunları.

Sokağa çıkmıyordum, sokak hep yabancı gelirdi bana. Yalnız büyüdüğüm için sokaktaki kalabalık rahatsız ederdi beni. Küçücük halimle canım yandığında hep tek başıma ağlamaya alışmıştım. Bir tane yastık seçerdim kendime ve ona sarılırdım, onla konuşmaya çalışırdım sanki beni anlayabilecekmiş gibi. Evin tek çocuğu bendim ve benim üzerime titrenirdi. Evde yapılan yaramazlıkların, bazen kırılan bir vazonun, yere dökülen ekmek kırıntılarının sorumlusu bendim.

Bir sabah eve gelen bir telefon artık o evde tek çocuğun ben olmayacağını söyledi kulağıma. Tek başına geçirilen koskoca dokuz senenin sonuna gelinmişti ve bu başlangıcı yapan minik bebeğin nasıl bir şey olduğunu görmek için hastaneye koşmuştum. O zaman annemin kucağında yatan bembeyaz bebeğin, benim yıllar boyunca en iyi dostum olacağını düşünemeyecek kadar küçüktüm.

29 Temmuz 1996 tarihini gösteriyordu o gün bir takvim yaprağı. O takvimden kağıtlar koparıldıkça büyüyen, önceleri sadece gözlerini kırparak, sonra gülümsemeye başlayarak benle anlaşmaya çalışan, her sabah uyandığında benim kucağımda küçük bir ev turu yapan, emeklemeye başlayınca peşimden ayrılmayan, ilk adımlarını atmaya başladıktan sonra elimi hiç bırakmayan, artık bana “Abi” demeye başlayan, ağladığında koşarak yanıma gelen, bebek arabasını bana ittirten, istediği çikolatayı bana gösteren, benim okuldan gelmemi camda bekleyen, beni görünce kapıyı açıp bana sarılan, bütün gün yaptıklarını bana anlatan, benim neler yaptığımı merak eden, sofrada illa benim yanıma oturmak isteyen, oyun arkadaşı olarak beni seçen, okul çantasını mutlaka beraber almamızı şart koşan, ödevlerini bana soran, yazılılarına benimle birlikte hazırlanan, karnesini ilk olarak bana gösteren, bir isteği olduğunda önce bana gelen, benim bir ihtiyacım olduğunda hemen yanıma koşan, artık iyice büyüyünce benim sıkıntılarımı can kulağıyla dinleyen, bana fikir veren, benle dışarıya çıkan, “Abim olmazsa ben de gitmem” diyen, babaannemi kaybettiğimde omzuma başını koyarak benle birlikte ağlayan, alacağı kıyafeti bana soran, saçının modelini bana beğendirmeye çalışan, sevildiğimi gerçekten hissettirebilen, birisine ihtiyaç duyduğumda hiç düşünmeden benim yanımda olan çok sevdiğim bir kardeşim oldu.

Doğum günün kutlu olsun İrem!

"Doğum Gününü Doğru Hatırlıyorum Di Mi?"

“Yaa doğum günü bugün müydü acaba? Bugünmüş gibi hatırlıyorum ama sanki bugün değilmiş gibi de geliyor. Ben doğum günü bugünmüş gibi bi kutlayayım da gelecek tepkiye göre hayatıma yön veririm artık.”

Bugüne kadar, geçmişte kalmış ve hakkında bana bir şey sorulan herhangi bir şeyi süper bir şekilde hatırlayabildiğim için çok takdir edildim. (Tek takdir edildiğim konu bu olsa gerek) Bu yüzden “Oha nasıl hatırlıyosun?” cümlesiyle çok karşılaştım. İnsanların düşünme, karar verme gibi amaçlarla kullandıkları beyinlerini sanırım ben çoğunlukla hatırlama için kullanıyorum. Bazen lisedeki bir öğretmenimin not defteri oluyor, arkadaşlarımın okul numaralarını, aldıkları notları sayıyorum; bazen de Türkiye geneli bir telefon rehberi oluyorum ve numarasını öğrenmek istediğiniz bir kişinin sadece tam adını bana söylemeniz yeterli oluyor. Ortaokuldaki sınıf listesini tek kişi atlamadan sayan bir insanın, tanıdığı ve önem verdiği insanların doğum günlerini hatırlayabilmesi çok şaşılacak bir şey değil herhalde.

Şaşırmadan sayıyordum ben de doğum günü tarihlerini ama işte iki gün önce kendimden şüphe etmemle birlikte kendime olan inancımı da kaybettim. “26 Temmuz muydu 30 Temmuz muydu? Temmuzdu ama Temmuz’un kaçıydı?” soruları kafama yerleştikçe bir yandan kutlamam gereken doğum gününün Temmuz’da olduğunu hatırlamamla biraz sevindim ama Temmuz’un tam olarak hangi günü olduğundan emin olamamakla birlikte bu sevincimi ortadan kaldırabilecek kadar kederlendim. Bir yandan sevinen bir yandan üzülen bir bedenden maksimum verim alabilmeniz pek mümkün değil tabii ki. Fakat ortalama bir seviyede ilerleyen beyin işlevleri aniden bir pik yapabiliyor. Bu pikin gelmesiyle birlikte hem kutlayacağım doğum gününün 26 Temmuz’da olduğunu hatırladım, hem de “Dur lan Yahoo’daki maillerime bakmıyorum uzun zamandır” diye düşünüp hemen Yahoo’ya giriş yaptım. (Çok alakasız işleri aynı anda düşünebilecek kadar ne yaptığından bihaber bir beynim var) Sonra bir de “Ee peki 26 Temmuz’u hatırladığımı sanıyorum da 30 Temmuz kimin doğum günüydü?” diye düşünmeye başladım. Cevap bulamayınca da “Neyse Facebook’ta çıkar herhalde, i love you Facebook” falan dedim.

Tarihi hatırladıktan sonra önümde duran engel bu doğum gününü nasıl kutlayacağımdı. Doğum günü, kandil, bayram kutlamalarında falan hep bir sıkıntı yaşadım bugüne kadar çünkü. Özel günlerde cümle kuramama gibi özelliğim var. Bugüne kadar gönderdiğim en etkileyici bayram kutlama mesajı “Bayramınız kutlu olsun” şeklinde olabilir. Tabii bu mesajı gönderdiğim insanın bu mesajdan ne kadar etkilendiği, sevinçten ne hallere döndüğü de büyük bir muamma. Doğum günleri için de belli bir kalıbım var. Facebook’ta falan hep bu kalıbı kullanmaktan utanmıyorum: Doğum günün kutlu olsun ……, nice senelere:)) Boşluğu artık o gün kimin doğum günüyse o kişinin ismini yazarak doldurduğum anlaşılmıştır herhalde. Bugüne kadar hiç kimse “Herkese aynı şeyi yazıyosun lan ne bu böyle!” demedi ama bunun yüzüme karşı söyleneceği korkusuyla daha fazla yaşayamayacağımı fark ettim şu an ve bunları yazarken, hazır konu da açılmışken itiraf etmek istedim bu gerçeği.

İşte hatırladığıma inandığım için çok mutlu olduğum doğum gününü kutlamak için de aynı sıkıntıları yaşadım. Nasıl kutlamam gerektiğine bir türlü karar veremedim. Bir şeyler yazdım ama “Sanırım çok sığ bir mesaj olacak” diye düşündüm ve mesajın başına da “Yaa doğum günün bugündü sanırım, yani öyle hatırladım” yazarak yeterince rezil bir imaj oluşturdum. Utanmadan da “Daha fazla ne kadar rezil olabilirim ki zaten?” diye düşünerek gönder tuşuna bastım. Sonra “Ya doğum günü bugün değilse?” diye korkmaya başladım, “Demek ki daha fazla rezil olma ihtimalim varmış, acaba göndermeden önce bir üç saniye kadar daha mı düşünseydim?” diye bir düşünce bulutu oluştu beynimde. Birkaç saat sonra tarihi doğru hatırladığıma dair bir mesaj geldi. “Hehe süper çalışan bir beynim var, insan bir şeyi de unutmaz mı yaa?” diyerek kendimle çok az da olsa gurur duydum.

Melih'e Cevap Metni

Bugüne kadar hep beklemiştim bana da bir cevap hakkı doğsun diye. Hakkımda konuşan çok fazla insan olduğunu düşünmediğim için bugüne kadar cevap vermem gereken bir şeyin olmadığını düşündüm hep. Eğer olduysa ve ben cevap vermediğim için hakkım yendiyse çok üzülürüm, gerçekten.

Gecenin üçünde Melih tarafından yazılan bir notta etiketlendiğime dair bir notification geldi Facebook’ta. Etiketlediğim yazıyı okuyup tam yorum yapmışken Facebook durdurdu beni “Dur, yorum yapamazsın, yorum yapmaya çalışıyorsun ama böyle bir yazı artık yok” diyerek. Melih’in önce gerçekten bir misilleme yaptığını düşündüm, fakat Facebook’taki o uyarından sonra yaptığı misillemeden herhalde “Ne gerek var şimdi” diye düşünerek vazgeçtiğini sandım. Sabah kalktığımda ise misilleme yazısı biraz form değiştirmiş olarak karşımda duruyordu. Melih’in “Dur lan yapıyım yine de bi misilleme” diyerek bu yazıyı koyduğunu düşündüm. “Ehe ehe cevap hakkı” diye sırıttım sonra.
Aşağıda cevap metnini bulabilirsiniz, kamuoyuna arz ederim.

Melih Doğan, yazısının ilk cümlesinde “Erdem’in rutin yazılarından illallah ettim” diye bir cümle kurmakta ve beni başka bir iş yapmadan saçma sapan yazılar yazan boş bir insan olmakla itham etmektedir. Benim bunu kabul edesim gelmemiştir. (Kabul edesi gelmek?) Bu cümleyi hiç önemsemeyecektim aslında ama hayran kitleme saygısızlık yapmış olurum diye düşündüm.

İmla kurallarına dikkat etmeyeceğini belirten Melih Doğan, Türk Dil Kurumu’nu karşısına almakta ve tehlikeli sularda yüzmektedir. (Cevap hakkı bulunca tutamadım kendimi, TDK’yı da kattım işin içine)

“Yazılarımda giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olmayacak; ana fikri de ara ki bulasın” diyip konuya bodoslama girip çıkacağını belirterek gerilla savaşı gibi bir taktik uygulayacağını açıkça belli eden Melih Doğan’a “Kalem kılıçtan keskindir oluuum” gibi bir cümleyle gelirsem nasıl bir izlenim uyandıracağımı bilemedim. Ama en azından o cümle “El için eşeğinin kuyruğunu kesme, kimi uzun der, kimi kısa” sözünden daha mantıklı bir yaklaşım koyabilir ortaya. (Özlü söz kullanarak “Bak bana inanmazsın belki ama büyüklerimiz de böyle söylemiş” gibi bir izlenim uyandırmak istedim. Gerek var mıydı buna bilmiyorum)

“Zaten normal bir hayattan bahsetmem, yazdıklarımı da tartışmayın, ruh sağlığınız bozulabilir” diyerek ortaya tehditkar bir tavır koyan Melih Doğan, yazılarıyla toplumda bir kaos ortamı yaratmak istemekte ama “Eleştirilerinizi de dikkate alırım” diyerek az önce kalbini kırdığı toplumun gönlünü almaya çalışmaktadır. Buna da toplum cevap versin, toplumun sözcüsü olma gibi bir yeteneğe sahip değilim. Melih Doğan’ın mantıklı, düzenli insanlar diye bahsettiği grup hakkında bir şey demek istemiyorum zira kimlerden bahsedildiği hakkında net bir fikrim yok. (“Mantıklı biri miyim acaba lan ben?” diye düşündüm ama üç saniye kadar)

Sayın Melih Doğan;
As i said before let the fight begin!
Hem illallah etmek ne demek, zorla mı okutuyoruz len!!

Erdem'in Böcekle İmtihanı


İki saattir bakıyorum boş boş önümde açılmış Word sayfasına. Çoğu zaman olduğu gibi yine şebeklik yapma gibi bir amacım vardı ama kendimle dalga geçebileceğim bir şey bulamadım bu kez. Hee dalga geçilecek şey yok diye değil, çok az bir düşünmeyle yine bulurum ve geçerim dalgamı kendimle. Ama salak diyebileceğim bir hal çöktü üzerime son birkaç saattir ve bunu atlatabilmek için Facebook’ta benden otuz yedi yaş küçük kuzenlerimin fotoğraflarına bile baktım; “belki eğlence çıkar bana, gülerim lan hem, fena mı olur!” diye düşünerek. Fakat amacıma ulaşamadım. Ortalama bir şekilde düşünüp içinde bulunduğum bu durumu sıcak havalara bağlayabilirdim ama sanki çok önemli, yoğun bir insanmışım ve tüm bu koşuşturmanın içinde sağlığıma dikkat edemiyormuşum gibi bir tavır takınarak bu garip halin sorumlusu olarak birkaç gündür yine çok çok ağrıyan ve menisküs teşhisi koyulan dizimi seçtim.

“Suçu dizime attığıma göre artık gönül rahatlığıyla kendime gelebilirim, süper eğlenceli bir ortam yaratıp mükemmel bir şekilde vakit geçiririm” diye düşünmeye başladıktan yaklaşık yedi saniye sonra, odamın camının etrafındaki herhangi bir lokasyonu, kendine dinlenebileceği ve hatta belki de bütün gece konaklayabileceği bir yer olarak tayin eden ve bir ağustos böceği, bir cırcır böceği, bir ateş böceği olduğunu düşündüğüm ya da bunlardan biri değilse bile bu böceklerle mutlaka bir akrabalığı olduğuna inandığım pis bir canlı başıma bela oldu. En başta “Hayvandır en nihayetinde, ne diyebilirsin ki” diye düşünsem de, ortalama bir insanın, kafasını dinlemek istediğinde sürekli olarak çıkarılan bir “füt füt füt füt füt füt” sesini duymak istemediği gerçeğiyle yüzleştim. Bazı gerçeklerle, sorunlarla yüzleşince, insanoğlu bunların üzerine giderek bir çözüm bulabileceğini düşünüyor. Böceklerle haşır neşir olmayı sevmediğim gerçeğini ve gördüğüm böceğin boyutuna göre ondan kaçma hızımın değiştiğini düşünürsek, bu kadar çok ses çıkaran bir böceğe karşı yapabileceğim tek şeyin “nerede acaba bu adını bile koyamadığım şey?” diye düşünerek usulca pencerenin yanına yaklaşmak olacağını ve sorunuma çözüm bulabileceğime inandığımı tahmin edebiliriz. Kendi içimde yaptığım bu tahmini boşa çıkarmamak ve böylece “ne kadar tutarlı ve ileri görüşlü bir bireyim” diye düşünüp böceği gördükten sonra kendi egomu tatmin edebilmek için pencereye doğru yaklaştım. Bu kadar çok ses çıkarabilen bir canlının, bulunduğu yere kurulmuş olduğunu ve delici bakışlarla etrafı süzdüğünü, böylece herkese gözdağı vermeye çalıştığını düşünsem de sesin geldiği yerde herhangi bir görüntünün olmaması hayal kırıklığıyla beraber garip bir korku yarattı bende. Sonuçta görünmediği halde bu kadar çok ses çıkarabilen bir canlının, bir de gözükse neler yapabileceğini düşünmek bile ürkütücü olabiliyor.

Tabii düşmanımı görseydim biraz daha rahatlamış bir şekilde masama dönebilirdim. Bu rahatsızlıktan dolayı, yazıyı yazarken arkadan gelen garip sesler, bir gerilim romanı yazıyormuşumcasına bir hava yarattı bende. Klavyenin tuşlarına korka korka bastığımı fark edince de “dur bir şarkı açıyım, kafamı dağıtayım” diye sığ bir çözüm buldum.

Şarkı kulağımda “I never saw your face and now you're gone without a trace … It’ll never be the same but i will love you just the same” derken canım daha da çok sıkıldı. Hıncımı böcekten çıkarmaya karar verdim. “Karınca iyi yapıyor sana” dedim, “Füt füt zırt zırt rııüvv rııüvv” diye sesler çıkara çıkara gecelere ak, sonra kış gelince de “Aman bana yiyecek bi lokma bi şey verin” diye yüzsüz yüzsüz dolaş! Hadi canım sen de!


*** Saat sabahın beşi olmuş, ben böceklerle takılıyorum, sonra “Şarkı canımı sıktı” diyorum… Ee sıkar tabii!

öpt kib byees :p

Mesajı yazıyorum ve gönder tuşuna basıyorum. İletim raporu gelinceye kadar ne yazdığımı unuttuğum için gönderilenlere girip okuyorum gönderdiğim mesajı. “:p” diye bitirilmiş mesaj. “Yirmi dört yaşındasın, :p ne!” diyorum kendi kendime.


:p, dil çıkarma gibi bir şey oluyor sanırım. İnsanlar saçma sapan espriler yaptığında ya da herhangi bir şeyi ima ettiğinde :p ifadesini kullanarak olaya şirinlik katma çabası içersine girebiliyorlar. Ben de sürekli olarak bu ifadeyi kullandığımı mesajı gönderdikten sonra bir de Facebook’ta yaptığım yorumlara bakınca fark ettim. (İşte böyle boş bir hayatım var; mesaj gönderiyorum, Facebook’tan çıkmıyorum, süper komik espriler bulup tweet atmak istiyorum ama beceremiyorum) Aslında insan gibi düşününce yirmi dört yaşındaki bir insanın mütemadiyen şirinlik yapmaya çalışması çok da onaylanacak bir durum değil. “Off çok salakça bir espri yaptım, bari cümlenin sonuna :p koyayım da ‘aslında mükemmel espriler yapan, herkesi gülmekten kırıp geçiren bir bireyim, bu lafıma bakma yani, bu nedir ki amaaaan’ gibi bir imaj oluşturayım” düşüncesinin bir eseri olabilir :p kullanmak. İhtimal dahilinde konuşuyorum bunları çünkü kullandığım yetmiş beş ifadenin yetmiş üç tanesi :p. Bilinçsiz bir tüketiciyim yani; neyi, hangi amaçla yaptığımın farkına varamayabiliyorum.

Bir de kullanılan kısaltmalar var bu konuşmalarda. Önceleri bu kısaltmaların anlamlarını çözebilmek için ciddi ciddi kafa patlattığım oluyordu. Bu kadar çok düşünmenin fitilini de lisede, hazırlıktayken bir arkadaşımdan gelen mesajın “kib bye” diye bitmesi ateşlemiştir. “Olum bye tamam da kib ne lan?” diye çok uzun süre düşünmüş; çıkar bir yol bulamayınca, bu kısaltmanın ne demek olduğunu bilmediğim için kendimde herhangi bir eksiklik görmemiş ve hem suçlu hem güçlü moduna geçerek arkadaşımın telefonun tuşlarına basıp mantıklı kelimeler oluşturmayı bilmediği ve o an, canı hangi tuşa basmak istiyorsa onlara basarak ona buna mesaj gönderdiği iddiasında bulunmuştum. Bu kadar iddialı bir yaklaşımın “Kendine iyi bak” diye üç kelimeyle çürütülmesini de asla kabullenemedim.

Tabii bunun üzerinden yıllar geçti ve gördüğüm her kısaltmayı anında süper bir şekilde açmaya başladım. Öyle ki, artık arkadaşlarımın gönderdiği kısaltmalarla yetinmiyor, kendi kendime kısaltmalar uyduruyor, sonra bunları anlamlı bir hale getirmeye çalışıyordum. Ama en son, içinde ğ olan bir kısaltma uydurup, ğ ile başlayan bir kelime olmadığını fark edince bu işe artık biraz ara vermem gerektiğine karar verdim. (Boş insan olmak kolay değil, belli şeylerle uğraşman, bazı kararlar alman gerekiyor)

Off aklıma ne geldi! Bazı insanlar, aynı harfle başlayan bir sürü kelime olmasını fırsat bilerek, kısaltma üzerinden felaket iğrençlikler yapabiliyorlar. Yanımda oturan bir arkadaşıma sevgilisinden gelen mesaj bu konuda çok güzel bir örnek olabilir: SÇS:) Simidi çok seviyorum he, seni diil :)))))) Benim için ayrılma sebebi olur bu mesaj. (“Niye? Simidi senden daha çok sevdiği için mi ayrılırsın? ehehehe” denilerek sürdürebilir bu iğrençlik ama böyle şeyler yapmamalıyız tabii ki)
Bir de “aeo” diye bir şeyle karşılaşmış ve karşımdakinin ciddi ciddi bana kötü bir şey söylediğini düşünmüş ve kendimce laflar hazırlamıştım ona cevap olarak. Meğer “Allah’a emanet ol” demekmiş o. İnsanlarımız ilginç, evet.

Bunları yazdıktan sonra mesajıma cevap geldi. Bir anlık gaza gelme sonucunda cevap olarak “sçs öpt kib aeo byeeess :p” yazıp göndermeyi düşünmedim değil. “İnsan ol, yaşına uygun davran” dedim kendi kendime sonra…

İki İsimsiz

Can bana dönüyor ve diyor ki: Erdem sana bi şey sorucam, senin niye iki ismin yok? “Bilmiyorum ki” diyorum. Çok da aydınlatıcı bir cevap değil bu.


Annemle babam beni tek isimle anlatmayı yeterli görmüş sanırım. Bu durumdan dolayı “Şu hayatta her şeyim eksik, ismim bile bir tanecik” diye düşünmemiştim hiç. Aslında şu an itibariyle de düşünmüyorum çünkü hepimizin bildiği gibi iki ismi olanlar kendilerine hangi isimleriyle seslenileceğini her zaman bilmedikleri için, her an iki farklı şekilde çağrılma gibi bir ihtimali yaşıyorlar. Benim beynimin de belli bir kapasitesi olduğu için, iki ismim olsaydı, ikisini de aklımda tutabileceğimi sanmıyorum. Bu durum da sıkıntılı bir süreç yaşamama neden olabilirdi tabii ki. Seni çağırıyorlar ama sen takmıyorsun bunu. İdiot damgası yemen çok olası. (Çok olası?)

İki ismi olanların mütemadiyen karşılaştıkları bir soru var hepimizin bildiği gibi: Hangi ismini kullanıyorsun? Bu soruyla karşılaşan iki isimli insanlar (bu da hakaret gibi oldu, iki yüzlü insan falan, neyse) iki isminden daha modern olanını tercih etme eğilimindeler ve hayatlarını sadece o isimle sürdürme gibi bir istekleri var; herkesin, onları tek isimliymiş gibi kabul etmelerini bekliyorlar sanki içten içe. Geçmiş yıllarda bir arkadaşımın evini aradığımda yaşamışımdır burada anlatmak istediğim şeyi. Gerçek ismini vermeyeyim şimdi arkadaşımın ama olay şöyleydi:

Arıyorum arkadaşımı, babası açıyor telefonu. İşte “Ahmet Cenk” olsun mesela arkadaşımın ismi.

Erdem: Merhaba, Ahmet’le görüşebilir miyim?
Baba: Ahmet mi? Ahmet diye biri yok burada
Erdem: (“Ulan iki numarayı tuşlayamıyorum, bir işi de düzgün yapayım” düşüncesiyle) Pardon, özür dilerim, iyi akşamlar
Baba: İyi akşam… Aaa bi dakika bi dakika! Ahmet Cenk’i mi aradınız?
Erdem: Evet?
Baba: Hee o burda yaa! Cenk diyoruz da biz ona..

Güzel anlatabildim mi bilemiyorum.

İnsanlarımız bazen çocuklarına iki isim koyuyorlar, tamam. Ve çocuk, anne babasının koyduğu bu isimleri ömür boyu taşımakla mükellef. İşte burada sıkıntılı bir durum oluşması söz konusu. Yani kimi insanlar 1863 yılında doğmuş bir aile büyüğüyle adaş olmak zorunda bırakılabilir. Hıdır Berkesu mesela. “Biz modern bir aileyiz ama geçmişimize de bağlıyız” diye düşünüp bir anlık gaza gelme sonucu çocuğun hayatını karartmak mümkün. Yani benim aklım bir insanın hem Hıdır hem de Berkesu olabileceğini almıyor. Kız olsam, Hıdır isminde birisiyle birlikte olmazdım sanırım. Erkek olduğum için Muzaffer isminde bir kızı istemeyeceğimi de belirteyim.

Kimi isimler de öyle kalıplaşmış durumda ki insanlar onları tek bir isim zannediyor ve çocuklarının aslında iki tane ismi olduğunu fark edemiyor. Aklıma gelen ilk örnek “İsmail Hakkı” mesela. Zaten telaffuz ederseniz bu iki ismi bir arada söylediğinizi fark edebilirsiniz. (Ben yaptım, oldu) Yani “İsmail Hakkı” değil, “İsmailhakkı”. O kadar benimsenmiş durumda. Bu şekilde bir kız ismi bulmaya çalıştım ama aklıma spesifik bir şey gelmedi. Bir “Ayşe” takıntısı var sanırım; Ayşe Tuğçe, Ayşe Melike, Ayşe Zeynep…

Böyle karışık işler işte… Ben dayanamazdım herhalde buna. Sadece bir adet “Erdem” ile uğraşmak bazen çok zor geliyorken; ne bileyim, bir Süleyman Erdem, Erdem Hakkı olmak istemezdim. Ama bana “Burak” adını uygun gören bir hocam oldu mesela. Tek başıma aldığım derste bile ismim karıştırılacak kadar silik bir tip olduğum gerçeğiyle burada yüzleşmek istemiyorum. Bu olayı da “Bir gün sınıfta tek başıma ders dinliyorum, hocam geldi yanıma ve ‘Bak, senin adın Erdem, neden bundan sonra bir de Burak olmasın?’ dedi” diye anlatır ve o an çok duygulandığımı da belirtirim torunlarıma…


15.07.2011
Burak Erdem Yeniceler

Evet, Konuşamıyorum Ben!

İnsanlarla konuşamıyorum, bunu fark ettim. (Tamam, hayvanlarla da konuşamıyorum, bunu da itiraf edeyim.) Herhangi bir şekilde muhabbeti devam ettirebilme gibi bir meziyetim yok. Birileriyle konuşurken “he he, tabii tabii, öyle abi” demekte ve insanları onaylamakta üstüme yokken; karşımdaki insan susunca pili bitmiş bir radyo gibi oluyorum. Kalan son enerjimle de bir şeyler demeye çalışınca TRT FM’deki mekanik bir sese dönüşüyor ve “Süper Toto Süper Lig’de on dördüncü hafta maçları tamamlandı. Sonuçlar şöyle: …” gibi cümleler kurarak, genel geçer, o anda böyle bir şeyi duyması karşımdaki insana salt bir fayda sağlamayacak davranışlar içerisine giriyorum.

Zaten şu koca ömrüm boyunca ( Yirmi üç yıl iki yüz doksan dokuz gün) çok fazla konuşan bir insan olmadım. Ortalama bir insanın bir yıl içinde kurduğu cümle sayısını yaklaşık altı-yedi yıla yayma gibi bir istatistik sahibi olduğumu düşünüyorum. İnsan vaktini konuşarak harcamayınca bu tarz boş hesapların peşinde koşabiliyor. Bu hesapların sonucunda elde ettiğim verileri yeterli görmüyormuş gibi bir de “Acaba kaç gün boyunca konuşmadan durabilirim?” gibi anlamsız soruların peşinde koşuyor ve garip deneysel çalışmalar içerisine girmek istiyorum. (Henüz böyle bir şeye kalkışmadım ama içimde karşı koyamadığım bir merak var bu konuyla ilgili)

Tabii konuşmayı devam ettirebilmek için o sırada devam ettirilen muhabbetin içeriği de çok önemli. Yani Türkiye’deki fındık üretimi hakkında söyleyecek çok fazla şeyim olmayabilir ama ay çiçeği üretimi denildiği zaman bir profesör edasında konuşabilirim. Yok be şaka, ne bileyim ay çiçeğini! Ama demek istediğim anlaşılmıştır umarım, çok da güzel anlatamadım ama…

Bir de konuşurken bana söylenen birkaç söz var ve bu sözlerin beni kitleme gibi bir misyonları var. Bunlardan kelime gruplarından biri “Ne anlatayım?” sorusunda bulunan kelimelerin oluşturduğu grup. Ben zaten kurnazmışımcasına “cümle kurma sırası karşımdakine geçsin, kıvranıp durmayayım şurada iki kelime edeceğim diye” şeklindeki bir düşünceyle “Ee hadi anlat bi şeyler” dedikten sonra bu soruyla karşılaşınca kendimi moli balığı gibi hissediyorum. (Bilimsel veri: Moli balıklarında insanlarda olduğu gibi kırk altı kromozom bulunur) Sonra da şaşkın şaşkın bakınıyorum etrafa “Ne oluyo yaa?” diyerek. Zaten “Ne anlatayım?” sorusunu soran bir insanı da hiç aydınlatamıyorum ve hatta sinirlendiriyor bile olabilirim. Yani bir insan size “Ne anlatayım?” diye soruyor ve siz de “hiiiç öyle anlat işte” diyerek sanki karşınızdaki insanın anlatacağı şey hiç önemli değilmiş de “Laf olsun torba olsun, iki kelime et de vakit geçsin, sıkıldım zaten senle burada oturmaktan” anlamına gelebilecek o cevabı veriyorsunuz. Ee konuşamazsın tabii ki böyle belli bir zeka seviyesinin altındaki bir varlık gibi davranırsan…

Bana sıkıntı veren bir diğer kelime ise “Anladım” sözcüğü. Size “Anladım” denildikten sonra konuyla ilgili başka bir şey demenize gerek kalmıyor ve suskunluk kapıya dayanıyor. Bu “Anladım” kelimesinin, “Tamam, çok güzel anlattın, başka bir kelime daha söylemene gerek yok, mükemmel bir anlatıcısın, dünyam aydınlandı” gibi bir anlama gelebilmesi gibi bir ihtimal varken; bazen de “Tamam, sus artık, bak sana ‘anladım’ diyorum ki daha fazla çıkmasın sesin, mümkünse kalk git, (telefondaysan da) kapat telefonu” gibi hoş sayılmayacak bir hale bürünmesi de mümkün.

Konuşamadığımın da ciddi ciddi farkına varmam şöyle oldu: Facebook Chat’te açık olan pencerede “Anladım” yazısı belirdi, bir süre “Ne desem?” diye düşündüm, sonra söyleyecek bir şey bulamayınca “İşte konuyu devam ettirememe kelimem de geldi” diye bir cevap vererek gerçeklerle yüzleşme yolunu tercih ettim. Yok yok, konuşamıyorum ben. Sustum.

Çok Düşünceliyim Çook!

“Çok düşünceli görünüyosun” bu hayatta yüzüme karşı en fazla söylenen cümle olabilir. Surat ifademin insanlarda halet-i ruhiyem hakkında böyle bir fikir edindirme gibi bir misyonu var. Tamam, kafama takılan şeyler oluyor bazen, bunlar suratıma yansıyor da olabilir ama bu surat ifadesini görünce “Senin suratın niye böyle ya? Düşünme bu kadar, düşünme derin, havalar serin” gibi cümleler duymak gerçekten kendimden soğumama neden oluyor. “Bu kadar mı lanet bir suratım var benim?” diye düşünmeden duramıyorum.

Beyin fonksiyonlarım arada sırada durduğunda, yani düşünme, karar verme, okuduğunu anlama gibi çeşitli eylemleri yerine getiremediğim zamanlarda bile (bu süreç birkaç gün sürebiliyor) soğuk bir surat ifadem oluyor, biliyorum bunu. Soğuk durmak benle özdeşleşmiş bir şey, tamam, bunu da kabul ediyorum. Tabii bu soğuk ifadenin yanında bir de düşünceliymişcesine bir ifade takınınca insanların dikkatini çekiyor demek ki. Geçen gün okulda “Merhaba, naber?” dedikten sonra “bir şey mi oldu ya düşünceli duruyosun?” diye arka arkaya soran üç arkadaşımın olması, aslında ortada hiçbir şey yokken “niye böyleyim ya ben acaba bir şey oldu da farkına mı varamadım?” diye daha da düşünceli bir tavır takınmama neden oldu. Düşünceli durduğu iddia edilen bir insanın bunu kafaya takıp bu konu hakkında düşünmeye başlamasıyla ortaya iğrenilecek bir surat ifadesi çıkıyor tabii ki. O anda kendimi aynada görmeyi çok istemiştim ki bir insanoğlundan nasıl tiksinilir, bunu öğreneyim.

Gerçi bu düşünceli göründüğümün iddia edildiği anlarda, insanlarda “Yazık, kim bilir ne derdi var? Allah kurtarsın!” gibi bir düşünce uyandırıyormuşum gibi bir ihtimal olsa da (çünkü bu anlarda insanlar suratıma dünyanın en acınacak mahlûkatıymışım gibi bakıyor) çoğu zaman düşünceli gözükmeme neden olan şeyler aklımdaki “Acaba akşama ne yemek var?”, “Hava kaç derece bugün?”, “Bu haftaki Beşiktaş maçını acaba hangi hakem yönetecek?” gibi ipe sapa gelmez sorular oluyor. Bana neden düşünceli olduğumu soran insanlar böyle alakasız sorularla zaten verimi yerlerde olan beynimi boş yere meşgul ettiğimi bilseler, bana düşünceli olma sebebimi sordukları anları hayatlarının en boş geçmiş zaman dilimi olarak seçerler ve çok büyük bir pişmanlık yaşarlar diye düşünüyorum. Sen kalk, düşünceli görünüyor diye adamın derdini paylaşma amacıyla yanına gel ve o da sana “Ya bizim sitede kaç tane boş daire var diye düşünüyorum” diye idiotça bir cevap versin. Böyle bir durumda “ne halin varsa gör” denmez de ne denir!

O değil de herhangi bir yazımda kendimi kötülemeden duramıyorum değil mi? Bir gün öyle bir konu bulup öyle bir yazı yazacağım ki tamamen kendime methiyeler düzeceğim. Büyük ihtimalle de yazıdan sonra bir daha başka yazı da yazmam, “ehe ehe zirvede bıraktım” diye saçma çıkarımlar yaparım. Hatta dur, ben bu yazacağım yazı hakkında düşünmeye başlayayım. Yalnız bu konu için uzun bir süre düşünceli durabilirim, kusura bakmayın.

Soru Sormazsam Ölürüm Zaten!

O kadar çok soru soruyorum ki sanki soru kelimelerini ve eklerini ben sömüreyim diye türetmişler gibi hissediyorum. Şu hayatta “anne, baba” kelimelerinden çok “neden, nasıl, kim” sözcüklerini kullanmışımdır ki bunun övünülecek bir şey olmadığının da farkındayım. Yani şimdi çıkıp da “ne güzel işte her şeyi sorguluyorum, önüme konan her şeyi kabul etmiyorum, tam bir bilim adamı kafasındayım ki dünyanın kurtulması için bilim adamlarına ihtiyaç var, ben olmasam yandınız” mealine gelecek cümleler kurmak aymazlıktan başka bir şey olmaz sanırım. Tabii bazen bu soru kelimelerini kullanmadan da gayet saçma sorular sorabiliyorum.

Çok fazla soru sorma olayının etrafımdaki insanlar tarafından çok da hoş karşılanmadığı oluyor tabii ki. O kadar alakasız, saçma sapan bir konuyu sorularla uzattığım oluyor ki karşımdaki insanı o konuyu açtığına pişman edebiliyorum. Ama ne yapabilirim kafama çok şey takılıyor ve bir insanın günlük soru sorma kotasını da doldurması gerekli bence. Yani bir insan günde en az yedi soru sormalı ki şu hayatla ilgili bir şeyler öğrensin, aldığı nefes bir işe yarasın.(Saçma bilimsel verilerime bu yazıda da devam ediyorum)

Mesela son zamanlarda aklıma takılan çok önemli iki soru var. Bir tanesini Facebook’ta statüme de yazmıştım: Nane aromalı sakızla yeşil nane aromalı sakız arasındaki tat farkına neyin neden olduğu. Yazılırken sadece yeşil kelimesini yazıyoruz fazladan ve bu tat farkının sadece yeşil kelimesinden kaynaklanması gibi bir durum olamaz herhalde. Aa belki olur ya! Şöyle ki; yeşil olan tatlı gibi oluyor dedik değil mi? Peki bunu nasıl ispatlayabiliriz? Şimdi kırmızı biber diye bir şey var değil mi sevgili arkadaşlarım, büyüklerim? Kırmızı biber acı olduğuna göre, kırmızının zıt rengi olan yeşilin de tatlı olmasını bekleyebiliriz aslında. Limon da ekşi ve sarı. Aman Allah’ım yoksa sarı rengin de ekşi tat vermek gibi bir görevi mi var! Yalnız resmen idiot gibi konuşuyorum şu an. Dışardan bakan da akıllı falan zanneder beni. Şu yazdıklarımı okuyanlar rica etsem okuduktan sonra bir yorum falan yapabilirler mi yazının altına? İnsanların gözünde nasıl bir imaj oluşturduğumu çok merak ediyorum şu an.

Aklıma takılan bir diğer soru da şu: Asansörün yukarıdan geldiğini gören insanlar niye “yukarı mı gidiyorsunuz?” diye bir soru sorma ihtiyacı hissediyorlar? Tamam, yazının başında “bence herkes soru sormalı, soru sormak mükemmel bir şey, iyi ki soru sorma gibi bir özelliğimiz var yok halimiz nice olurdu, sanırım soru sormaya aşık oluyorum, sevgili soru sorma benle evlenir misin?” temalı bir şeyler dedim ama soru sormak için de soru sorulmaz! Yani yukarıdan geldiğini gördüğün asansörün kapısını açıp sorgulayan ve asla tatmin olmayacakmış gibi görünen gözlerle “yukarı mı çıkıyor?” diye sormak nedir sevgili insanlar? İnsanlarımız bu kadar mı kendine güvenmiyor da asansörün yukardan geldiğini gördüğü halde buna inanamayıp böyle garip bir şey soruyor? Ki bu olayı kavramak da üst düzey zeka gerektiren bir şey değil. Asansörün kapısında yanan numaralara bakacaksın, geriye doğru gidiyorsa o asansör yukarıdan geliyordur ve yukarıya gitmek isteyen bir insan zaten o asansör yukarıdayken istediği katta iner değil mi sevgili bu soruyu sorma ihtiyacı duyan insanlar?

Yalnız o değil de hayatımın en iğrenç yazısı yazdım ve ibret-i alem olsun diye ekliyorum bu yazıyı. Ama soru sorarken ne kadar saçmaladığımı ve bazen moronluk seviyesine kadar inebildiğimi başka türlü anlatamazdım sanırım. Bu da böyle ironik bir yazı olsun bari. (Yazıyı soruyla bitirip, “bakın kalemime ne kadar hakimim, soru soru dedim, yazıyı da soruyla bitirdim” diyerek süslü bir edebiyat yapmak isterdim, olmadı.)