29 Aralık 2011 Perşembe

Genç Bir Üniversitelinin Acıları

Cansu, Mustafa ve ben aynı masadayız, önümüzde Türk kahvesi var. Türk kahvesi ortama girince insanların içi ısınır, sohbet koyulaşır, 40 yıl hatırı falan var kahvenin, bunlar önemli şeyler tabii ki. Küçücük bir fincan da olsa önümüzdeki, içindekinden çok fazla şey bekliyorum ben de. Ama birden “Ben senin yazılarını okumuyorum, ne okuyacağım ya!” diye bir cümle geliyor kulağıma, buruluyorum.

İlkokulda, lisede falan kompozisyon yazarken hep stres dolardı içime, okunmaya değer bulunacak mı acaba, diye düşünmekten. Yani, hoca, eline kâğıdı alınca “Amaaaan Erdem yazmış işte, zırvalamıştır bir şeyler, ne okuyacağım ya!” diyerek kağıdı buruşturup atacak mı diye yaşadığım bir korku işte. Bu yüzden giriş, gelişme, sonuç bölümlerini düzgün bağlayayım da insan elinden çıkmış gibi olsun diye büyük çaba sarf ediyordum. Giriş bölümünü falan bir şekilde yapabiliyordum ama gelişmeye gelince konuyu geliştireceğim diye saçma sapan yerlere daldığım oluyordu. Atıyorum, mesela “Damlaya damlaya göl olur” konulu bir kompozisyon yazılacaksa, ben, bu lafı evirip çevirip “El için eşeğinin kuyruğunu kesme; kimi uzun der, kimi kısa” boyutuna getirebiliyordum. Sonuç bölümüne gelince de “Abi göl falan diyor, bir yere bağlamak lazım” diye düşünüp kısa ve uzun kesilmiş eşek kuyruklarından oluşan ve insan mantığını zorlayacak saçma sapan bir göl elde ettiğim oluyordu.

Sanırım lise ikideyken bir hikaye yazmamız istenmişti kompozisyon sınavında ve o yazdığım hikayeyi, çok derin bir şekilde anlatmadan, ana hatlarıyla bile yazsam burada etrafımdaki arkadaş sayımda ciddi bir azalma olur. “Ankara’ya okumaya giden genç üniversite öğrencisinin başına gelenler” ana temalı hikayem şu anda okunsa, Kemalettin Tuğcu’nun yazdığı kitaplarda yarattığı hüzün, dünyanın en komik fıkrası gibi görülebilirdi hikayemi okuyan insanlar tarafından, bu kadar rezil bir şeydi. (Yalnız hala bu hikayenin beni ciddi ciddi utandırdığını fark ettim. Yazının bu noktasında biraz durup dertli dertli etrafa bakındım, bu travmayı atlatabilmek için çareler aradım, bulamadım)

Ama öğrencilerin genel olarak bir sıkıntısı var sanırım kompozisyon yazma konusunda. Derste bülbül gibi şakıyan çocuk, önüne kağıt gelince bu sefer dut yemiş bülbül gibi oluyor. (Evet, öğrenci hep bülbüldür gözümde) Giriş, gelişme, sonuç bölümlerini birer cümleyle halleden bir arkadaşım bile olmuştu zamanında. Savunması da “Olum bize demiyolar mı hep az ve öz yazın diye, ben de öyle yazdım işte” şeklindeydi. Ben de bunu dünyanın sırrını keşfetmiş gibi “Aa doğru lan!” diye karşılamıştım çocukluğun verdiği her şeye inanma iç güdüsü ile. Ama neyse ki bunu düstur edinmemişim, çünkü bir şeyler karalama kariyerine böyle başlarsan ulaşabileceğin en yüksek nokta Posta gazetesinde saçma sapan bir akrostiş ile oluşturduğun şiirini yayınlatmak olur. Galiba Posta gazetesinde fotoğrafım ve altında da bir şiirim çıksa, bu dünyanın yaşanacak yer olmadığına dair başka bir kanıt aramam. (Yalnız, o şiirin okunmamasından memnun olabilirdim herhalde)

Kahveler bitiyor, masadan kalkıp gitme vakti geliyor ve ben de az önce duyduğum sözden sonra yıkılan Erdem'i yeniden ayağa kaldırmak için ne yapabileceğimi düşünmeye başlıyorum uzun uzun. “En başından başlayacaktım insan gibi yazmaya, ta ilkokul sıralarındayken” diye diye hüzne vuruyorum kendimi. Galiba İstanbul’da yaşayan bu genç üniversite öğrencisini morali yerle yeksan olmamış haline döndürebilmek için bir kahramana ihtiyaç var, ben de kahramanın artık beni görüp kurtarmasını bekliyorum.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Tavan

Sessiz durma, boş boş bakınma şeklinde evrildim son günlerde. Belki çok çok uzun zamanlardan beri geçerliydi bu, ama ben yeni yeni farkına varmaya başladım bu seferkinin. Geçmiş zamanlarda da farkındalığını yaşadığım bu durum, çok da hoş bir şey değil aslında. Bazı indikatörleri oluyor bu durumun, ben de öyle anlıyorum o moda geçtiğimi. Mesela bir şarkıyı durmadan arka arkaya dinlemek gibi, hatta bitmesini bile beklemeden başa sarmak gibi. Tabii unutmadan bir de “Sen niye böyle duruyorsun?” soruları.

Durmadan aynı şarkıyı dinleyerek “Galiba kötü bir ruh hali içersindeyim” diye bir sonuca varmak da sığ gibi duruyor aslında biraz. İnsanın morali bozuk olunca daha kayda değer bir şeyler yapmak istiyor. Kendimi uçan adam Sabri gibi “Allaaaaah” diyerek yerden yere fırlatayım, sinirimden tavana zıplayıp yumruk atayım falan gibi. Tavana kadar zıplayabildiğini görünce de bununla çok kısa bir süre için de olsa gurur duyarak, psikolojinin yarattığı pis durumları unutmaya çalışmak bu gibi durumlarda işe yarayabilir belki. Daha önce hiç yapmadım ama ilkokulda, boy uzama evrelerinde falan, ciddi ciddi kıstas alınırdı en yüksek yere zıplama olayı. “En çok ben zıplayabilirim; en uzun boy, benim boyum” diyerek bu yeteneği gösterebilmek için yapılan atraksiyonlu hareketlerle pantolonunu, donunu falan yerlere düşürüp kepaze olmak gibi durumlar söz konusuydu. İlkokulda en büyük dertlerin bu tarz şeyler oluyor zaten. Birbirine salak salak bilmeceler sorup, cevabı bulamayınca da dünyanın en büyük derdini yaşamış gibi yıkılmak ya da “Bana niye söylemedin?” sorusuna “Neyi?” diye cevap verip karşılığında “Dokuz aylık hamile olduğunu” şeklinde bir cümle duyunca üzülmek ve bu saçmalığı yapan insanı kovalamak falan.

O zamanlarda bile hep çok sessizdim ben. Herhangi bir ilkokul öğrencisinin imajına uyacak şekilde “hörörö huaaa” sesleri eşliğinde oraya buraya saldırmadan tamamladım bu evreyi. O zamanlarda hayatta olumsuzluk bile olsa, bu olumsuzluğun ne kadar önemli olabileceğini kavrayamıyorsun zaten. Konuşmuyordum ama dünyanın sırrını çözmüş ve bu durumdan hiç de memnun değilmişim gibi gözükme gibi bir amacım yoktu konuşmayarak. Canım istemiyordu ve konuşmuyordum. İlkokul çağlarındayken her şey böyle net işte.
Birazcık olsun büyüyünce, hayatta bazı şeylerin değiştiğini ve bu değişimlerin seni etkilemeye başladığını görüyorsun. Büyümeye başladığını anlamanın ilk yolu buradan geçiyor sanırım. Etrafındaki insanların canını sıkan bir şey yüzünden senin de yüzün asılıyorsa; evet, etrafta dolanan minik çocuk değilsin sen artık. Yapman gereken bir şeyler var bundan sonra ve bunları kaldırabilecek kadar güçlü yetiştirmen gerekiyor kendini. Evet, hayatın başladı.

Hayat başlayınca geliyor işte “Sen niye böyle duruyorsun?” soruları. “Çünkü” ile başlayan cevaplar vermek de genellikle zor oluyor bu soru karşısında. Yani en azından ben veremiyorum. Çok fazla anlatan, paylaşan biri olmadığım için ağzımı açmak çok zor geliyor böyle anlarda. “Yorgunum yaa” diyorum, bu durumun getirdiği yorgunluğu kullanma amacıyla. Yoruyor bazen gerçekten bazı şeyler. Yaşlı insanlar der ya “Beden yorgunluğu neyse de kafa yorgunluğu zor” diye, galiba insanoğlu hiçbir konuda bundan daha fazla haklı olmadı. Belki de olmuştur, bilmiyorum, insanlık tarihini inceleyip koskoca insanlığın neyin karşısında ne zaman yıkılmaz bir haklılıkla durduğu konusunda çok derin bilgiler sunacak kalibrede değilim. Milyarlarca insan yaşamış sonuçta, kim bilir nelerin peşinde koştular zamanında. Kendi argümanlarımı da çürütüyorum böyle. İki cümle sonra fikir mi değiştirilir! Neyse…

İlkokulu, hayata adım attığını zannettiğin zamanları bir kenara bırakıp bugüne dönersek eğer, kafamda çok fazla şeyin olduğunu söylemek hiç de zor değil şu an. Bir yerlere varmayı ummakla geçiyor zaman. Dersleri geçeceksin, telefonun çalacak ve açacaksın, cevap verebileceğin mesajlar gelecek, kitap alacaksın, okuyacaksın onları, kafanda sürekli çalan şarkıyı değiştirip başka sözler mırıldanacaksın, böylece aynı şarkıyı hep aynı insana gönderme alışkanlığından kurtulacaksın, başka insanlara başka şarkılar gidecek, hep görmeyi umduğun insan belki ilahi bir güçle karşına gelecek, naz yapmayacak, o zaman rüyaların da gerçekleşebileceğine inanacaksın, gelip kurtaracak belki seni, ne olacak, bir şey olacak işte belki bundan sonra “Sen niye böylesin?” sorusuna da O’nu gördüm diye cevap vereceksin gülümseyerek, metrobüste oturacaksın, akbilin bitmeyecek, Beşiktaş hep kazanacak, tüm atomların iyonlaşma enerjisi düşecek, telefonun çalacak ve açacaksın, mesaj gelecek, kitap alacaksın, okuyacaksın onları…

Önce tavana kadar zıplayıp bir yumruk atmam lazım ama bunların hepsinin olması için.

12 Aralık 2011 Pazartesi

29

“Mesela bizde 29 harf var” diye bir cümle kuruyor amca. Konuşmanın başını kaçırdığım için, amcanın neden bu duruma dikkat çekme gereği duyduğu konusunda bir fikrim yok. Herkes tarafından bilinen gerçeklerin, bazı insanlar tarafından esrarengiz bir şekilde söylenmesi ve sanki bunun altında normal insanların akıl sır erdiremeyeceği bir şeylerin olduğunu ima edilmesi, bütün dikkatleri bir anda konuşmacının üzerine çekebiliyor. İşimi gücümü bırakıp amcayı dinlemeye başlıyorum. 29 harf üzerinden hangi sıkıntılara parmak basacak, merak içindeyim.

“Her ülkede 32 harf var, bir tek bizde 29” diyerek araştırmacı bir kişiliğe sahip olduğunu göstermek istiyormuş gibi davranıyor. Fakat, ya bir-iki bilgi edinip bunu bütün dünya için genelleme gibi bir alışkanlığı var ya da dünya üzerindeki tüm dillerde 32 harf olan bir ütopya var kafasında. Oradan buradan sallayarak çeşitli çıkarımlar da yapmak istiyor olabilir. Amca, işi ilerleterek “Tüm ülkelerde 16 şehir var, bizde 82; her ülkenin 7 tane başbakanı var, bizde sadece 1” dese, hiç şaşırmayacağım ve şikayet ettiği tüm bu konular için gereken yapılsın diye harekete geçmenin iç de garipsenmeyeceği bir hava yaratıyor. Konuşmasını yarıda bırakıp bana dönerek “Herkes Fenerbahçeli, bir gerizekalı sensin, Beşiktaşlı olan” bile diyebilecek kadar istatistik biliminin piri olmuş ve ulaştığı sonuçların %100 doğru olduğuna inanacakmış gibi tavırlar içersinde.

“Alfabede bir harf artınca 15000-20000 kelime artıyor” gibi bir tespit daha koyuyor ortaya. “Oha!” diye tepki veriyorum içimden. Böyle bir sonuca nasıl vardığını düşünüyorum. Kendi kendine bir harf uydurup yeni kelimeler türetti ve bu kelimelerin sayısını 20000 olarak mı buldu acaba? Yoksa alfabede olan herhangi bir harfi atarak, o harf olmadan kaç kelime anlamını yitiriyor, onları mı saydı? Neresinden bakarsanız bakın, özürlüce bir yaklaşım gibi durmakta ama adam kendinden o kadar emin gözüküyor ki, insanın boş vakitlerinde 3-4 harf uydurup kendi dilinin gelişmesine katkıda blunası geliyor.

Türkçe’de W ve X harflerinin olmaması amcanın canını fazla sıkmışa benziyor; Türkçe konuşurken W ve X kullanamadığımızı belirtirken, bir insanoğlunun takınabileceği en hüzünlü havayı yakalıyor. W ve X’in bir insanın hayatında bu kadar önem arz ettiğini görmek ilginç. İlkokuldayken de İngiliz alfabesini ilk defa gören bir öğrenciden “Aaa W da var” diye bir tepki duymuştum. İnsanımız, W harfine inanılmaz bir değer veriyor galiba; W insan olsa, şımarık, hatta küstah çocuğu olabilirdi ailesinin.

Osmanlıca’da 38 harf olduğunu söylerken de geçmişe özlem duyan bir insanın ruh halini en güzel şekilde yansıtıyor. “Keşke hiç değişmeseydi alfabe” derken; insanın, amcanın boynuna atlayarak, kendisini teselli edesi geliyor. “Dokunsan ağlayacak” kavramı amcada can buluyor resmen. Ortam hüzne boğuldu ve elimden hiçbir şey gelmiyor, bu durumu düzeltebilmek için. Şebeklik yapmanın da sırası değil tabii ki, amca bu kadar hüzünlüyken. Üzüntüye saygı duyulmalı. O yüzden başımı eğiyorum önüme doğru. Amcanın hüznüne en fazla bu şekilde ortak olabilirim. Umarım hüznünü paylaştığım için biraz olsun kendini rahat hissedebilmiştir.

Biraz bu şekilde kaldıktan sonra, kafamı kaldırıp amcanın son halini görmek istiyorum. Amca hırs dolu, amca gerilmiş. Ve en güzel cümlesini de sona saklamış: Atatürk şu alfabeyi kuralı 100 sene oldu, ne tembel milletiz, bir tane harf ekleyemedik üzerine…

Tabii ki bundan sonra diyecek bir şey yok. Amca düşünce olayında zirve yaptığı için saygı duyarım kendisine. “Neden harf ekleyemiyoruz lan biz bu alfabeye?” diye düşünüp bir sonuca varabilsem keşke. Ama kulağıma gelen müzik, konsantrasyonumu bozuyor. “Aa bi dakika, kim bu şarkıyı göndermişti benim profilime ya!” diye düşüncelere dalarak konudan iyice uzaklaşıyorum hatta. Şarkıyı kimin gönderdiğini bulunca da, tabii üzerinden aylar geçmiş, pek kolay olmuyor hatırlamak, şarkının İngilizce olduğunu fark ediyorum, şarkıyı gönderenle dil arasında ne gibi bir bağlantı kurdu beynim, bilmiyorum tabii ki. İngilizce’den de, İngiliz alfabesinin 26 harften oluştuğu gerçeğine varıyorum. Şimdi, amcanın peşinden koşup, “Hani bütün alfabeler 32 harfti! İngilizce ne o zaman!” diye bağırmak gibi bir hedefim var. Amca yıkılacak. Hehe…

"Seminer Var" Dediler, Geldik

Seminer diye bir şey var bizim bölümde. İşte bir konu buluyorsun, haftalarca ona hazırlanıyorsun, slaytıdır, konuya hâkim olmaktır falan bayağı vaktini alıyor yani, sonra, hoca “Tamam, olmuş bu” diyor, sen hala olmadığına inansan da çıkıp hocaların ve öğrencilerin karşısında anlatıyorsun bu konuyu.

Geçen dönem almıştım bu dersi, iki tane seminer hazırlamama rağmen, “Yok, anlatılmaz bu, ı ıh olmaz” tepkisi aldığım hoca yüzünden anlatmak kısmet olmamıştı. Bu dönem baktım ki, o kısmet gelmiş bu kez. Hazırlanma sürecini anlatıp henüz seminer vermemiş arkadaşlarımın gözlerinde iğrenç bir kişiliğe dönüşmek istemiyorum. Makaleler okuyup, onlardan parçalar alıp, sonra bu parçaları çeşitli fotoğraflar, şekiller, grafikler kullanarak birleştirme süreci hayattan soğumak için mükemmel bir dönem çünkü. Çok mu mutlusunuz? Kendinize dert mi arıyorsunuz? Seminer hazırlayın.

Yeterince derdim yokmuş ve çok mutluymuşum gibi semineri hazırladım işte ben de. Provalar gayet iyi geçti. (İstanbul beyefendisi olduğum iddia edildi provalar esnasında, o derece) Son provada “Evet, artık yarın sunacaksın semineri” cümlesini duyana kadar leyla leyla dolaştım ama bu lafı duyunca içime ateş düştü resmen. Önümde yirmi dört saatten az bir süre vardı ve insanların karşısına çıkıp kimya bildiğimi ve bunu şekilli, renkli slaytlar eşliğinde gösterebileceğimi iddia edecektim.

Topluluk karşısına çıkmada sorun yaşıyorum aslında. Bu sıkıntı nerden kaynaklanıyor, bilmiyorum. Halbuki, ilkokulda falan derslerde yetmiş üç kişinin önünde durmadan Türkçe parçalarını anlattığımı bilirim. Milli bayramlarda şiir okur, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar yapar, sıradan günlerde ise öğrenci andını bütün okula söyletmek için mikronu kapardım. İlkokulda utanma nedir, bilmiyorsun sanırım, yoksa bu kadar atik olunmaz herhalde diye düşünüyorum. Sonra ne oldu, bir şey oldu herhalde ve bu atiklik uçtu gitti. İlkokul zamanlarında, televizyonda dönen her şarkıyı manyaklar gibi ezberleyip sınıfın önünde icra eden bu çocuk, büyüyünce, otobüste ters giden koltuğa bile “Herkes bana bakıp ‘hehe ters gidiyo gerizekalı’ diyecek” diyerek histerik davranışlarla o koltuklara oturmak yerine ayakta gitmeyi göze alabilecek duruma nasıl geldi, gerçekten aklım almıyor.

Semineri sunacağım günün bir önceki akşamında bunları düşünüp yarın herhangi bir rezilliğe bulaşıp bulaşmayacağımı çok merak ediyordum. “Hocalar milyonlarca soru soracak bana ve hiçbirini bilemeyeceğim ve inanılmaz şekilde rezil olacağım off poff!” serzenişleri içinde psikopat gibi yattım yatağa. O akşam semineri hiç tekrar etmemenin verdiği stresi süper bir şekilde hissederken daldım uykuya ve rüyamda Amerika’dan gelen profesörlerin seminerimi dinlemeye geldiklerini gördüm. Heyecandan ölmek üzereyken telefonun alarmıyla uyandım ve seminere 4-5 saat kaldığını fark edip biraz daha heyecanlandım. Manyak gibiydim.

Okula gitmek için çıktığım yolda bol bol otobüs bekledim. Tabii ki gecikecekti otobüs, bana lazımdı çünkü. Zaten heyecan çok azmış gibi, bir de İETT anlamsız işler peşinde koşuyor ve beni okula geç götürmekle tehdit ediyordu. Geç gelmesine rağmen anlamsız sırıtışıyla bıyıklı şoför renkli biri olduğunu göstermek istiyordu sanki, aynı PowerPoint slaytları gibi…

Her gün uğrunda yıllarımı harcıyormuşum gibi hissettiğim o yol, o gün galiba üç dakikada tamamlandı ve takım elbiseyle okulun meydanındaydım. Rezillikti bence. Kimseye görünmemeye çalışarak bölüme doğru koştum. (Takım elbiseyle koşan bir adam çok komik görünüyor)

Seminere bir saat kalmıştı. Son provayı yaptım seminer odasında. Ortama alışmam gerekiyordu çünkü. Son on dakikaydı.

“’Şu on dakika çabucak geçsin, bitsin de kurtulayım seminerden’ diye mi düşünsem yoksa ‘Bir asır gibi gelse de, seminere o kadar uzak hissetsem kendimi’ diye mi düşünsem” diye düşüne düşüne geçti son on dakika da. Kendimi rahatlatacağıma saçma saçma düşüncelerle uğraşmış, ömrümden bir on dakikayı daha amaçsızca ziyan etmiştim. Seminer odasına giren ilk hocayı görünce de “Heh şimdi oldu, aferin valla aferin!” diye serzenişlere saldım kendimi.

Sanki çok önemli bir şey varmış gibi doldu herkes odaya. “Alt tarafı ben konuşacağım yani, ne gerek vardı ki bu kadar şamataya?” diye düşünürken “Today’s seminar will be given by Erdem Yeniceler, please welcome him” cümlesini duyunca bir irkildim ve “Don’t, don’t, don’t welcome me, pleaseeeee” diye yalvarıp yakarmak istedim. Ama o sırada duyulan alkışlarla kendimi slaytlarımın önünde buldum. Alkışlara kendimi kaptırıp sahneye atlamıştım.

Çok kötü bir görüntü vardı karşımda; düşünsenize, herkes size bakıyor, profesörler falan, meraklı bir ifade var suratlarda. Gerçi o anki merak duygusunu da çok merak ediyordum. “Ne diyecek bakalım bizim gerizekalı?” diye düşünen var mıydı acaba? “Neyse, başlayayım bari” dedim ve “Ladies and gentlemen; welcome to my seminar” diyerek startı verdim. Artık geri dönüşüm yoktu. Kendimi kaybetmiştim.

Bir ara kendime gelir gibi oldum ve ağzımdan dökülen cümleleri takip edemediğimi fark ettim. Beynim konuşmam için emir veriyor ama emrini verdiği o cümleleri takip edemiyordu. Yanlışlıkla küfür falan düşünsem, daha bu düşünceyi kafamdan atamadan çat diye sayıp dökecektim sanki herkese. Beynim ağzıma yetişsin diye biraz yavaş konuşmaya çalıştım ama bu kez de milletin karşısında durma sürem uzayacaktı ve kalbimi kaybetme korkusu yaşayacaktım. Her uzayan saniyede, kalbin vücudu terk edip kantine doğru koşma ihtimali artıyordu sanki. Semineri bırakıp bir de kalp peşinde koşmak olmazdı, o kadar insan gelmiş bir de, her şeyin bir adabı var tabii.

Bir anda son slayta geldiğimi fark ettim ve her şeye hakimmişim gibi bir de üstüne “If you have any questions, i will be glad to answer them” dedim. Bu cümleyi kurar kurmaz da “Heh şenlik başlıyor, hadi bakalım” dedim içimden. İlk birkaç saniyede hiç kimsenin sesi çıkmadı, soru gelmeyecek diye umutlanıp biraz mutlu olmaya çalışırken “What’s controlled polymerization?” diye bir soru geldi hocalarımın birisinden. Seminere katılan arkadaşlarım fark ettiyse, biraz sessiz kaldım orda ve bu sessizlik sırasında “It’s a polymerization reaction which is under control” gibi şebekçe cevaplar geliyordu aklıma. Bir şeyler eveleyip geveledikten sonra bu cehennem azabı bitsin diye “Tamam, tamam, bir ara bakıp doğru cevabı veririm” anlamına gelsin diye “Ok, i will check it” dedim. Sonra bir alkış olayı daha oldu ve bitti her şey.

Seminer odasından çıktıktan sonra, oradaki yarım saattin nasıl geçtiğini tamamen unutmuştum sanki. Ne ara anlattım o kadar slaytı, ne ara gösterdim şekilleri, ne ara konuştum da bitti o seminer hiçbir fikrim yoktu. Aklımda kalan tek sahne, seminerim hakkında fikrini söylemek için ayağa kalkarken gördüğüm Amerika’dan bizim bölüme seminer vermeye gelmiş olan Jamal Musaev isimli profesördü. Adama dönüp “Ee, ben seni rüyamda gördüm bu gece” diyemedim ama…

Neye Pişman Oluyorsun Sen Bu Saatten Sonra!

Sabahın köründe çıkmış, buz gibi havada minibüs bekliyorum ve o an tanıdığım herkes uyurken saçma sapan bir şekilde bekliyor olmak hiçbirimizin hoşuna gidebilecek bir şey değil diye düşünüyorum. Tek başınıza kaldığınız böyle durumlarda, yalnızlık içinde kıvranırken, yanınızda belirebilecek herhangi biri bile umut dolu bir dünya verme vaadini sunabilir size. Bu hayallerle etrafa bakınıp “Erdemcim, gel, gittiğin yol, yol değil; kurtarayım seni” diyebilecek birini görme umudu taşırken arkamdan gelen ayak seslerini duyuyorum. “Aha valla geldi” diye sevinçle arkama dönüyorum, fakat karşıma bıyıklı bir abi çıkıyor. Senelerce uğraşıp hiçbir şey bulamayan bir bilim adamının ne hissettiğini, hayallerle ördüğü dünyasının yıkıldığı anda ne hallere düştüğünü, o an çok iyi anlıyorum.

“Şu minibüsler nereye kadar gidiyor? Avcılar’a gitmiyorlar mı?” diye soruyor bana. Galiba daha önce kendisine cevap verilmesine bu kadar muhtaç bir insan görmemiştim. Gözlerinde, bulunduğumuz noktanın en yetkili kişisinin ben olduğuma inandığına dair müthiş bir pırıltı var. Minibüslerin kalkış saatlerini ayarlayan, yola çıkma vakitleri gelince de “Hörööaa hadi çık artık” diye bağıran ve minibüs şoförlerinin “kahya” olarak adlandırdıkları adam gibi hissediyorum bir an kendimi. Fakat farkına varmadan, bir anda edindiğim bu misyonu hafife alarak “Yok, gitmiyor” diye düz bir cevap veriyorum. Adamın hüznü abartı seviyesine ulaşıyor, bir insanın, herhangi bir minibüsün rotasından bu kadar etkileneceğini daha önce hiç tahmin etmemiştim.

Hüznünü çabuk atlatıp adeta çikolatasına kavuşmuş bir çocuğa dönüşen abi, gülen bir suratla bana dönüp “Bu sitede mi oturuyorsun?” diye soruyor. Muhabbete direkt “sen” öznesinden girdiğine göre çok kısa bir sürede samimiyetimizi ilerletmiş olmalıyız. “Evet” diyorum. Kısa cevaplar vererek hayatımı sürdürüp sürdüremeyeceğimin deneyini yapıyor gibiyim bugün. Kendisinin de bu sitede oturduğunu belirten abi, bir de “Sen hangi bloktasın?” diye sorarak “Soru sormazsa ölür” hastalığına yakalanmış gibi davranıyor. “D1” diye cevaplıyorum bu soruyu da. “Denizli’nin D’si” gibi anlamsız bir espri yapan abinin neyin peşinde koştuğunun farkında değilim.

Gülmediğimi görünce kendi ekseni etrafında 180 derece dönüyor abi. “Sanırım utandı” diye düşünüyorum. Abiden gelen “Cık cık cık” efektini de duyunca “Ulan gülse miydim acaba kırıldı mı ne oldu!” diye düşünerek strese giriyorum. Fakat abi, elini kaldırarak bana ileride bir şeyler göstermeye çalışıyor. Parmaklarının hedefi yeni inşa edilen bloklar. “Böyle apartman mı yapılır! Ölüp gidecek hepsi! Deprem bölgesi burası yaa!” diye sinirli sinirli konuşuyor. İnşaattan, bir şeyleri üst üste koyup şekil vermekten falan hiç anlamam, İnşaat Mühendisliği bölümünde okumayı da hiç aklımdan geçirmemişimdir. O yüzden abinin bloklarda gördüğü sakatlıklar hakkında hiçbir fikrim yok. Bence düzenli duruyor kolonlar, camlar falan. Çok sıkıştığım anlarda verdiğim tepkiyi, burada bir kez daha veriyorum: Ee yani…

Abinin düzene karşı gelişi, şu zalim dünyada hala içinde bir yudum da olsa iyilik kırıntıları barındırması, kurduğu şu cümleden sonra takdirimi kazanıyor: Benim burada evim olsa, kendim de oturmam, kiracıya da vermem! Onlarınki de can. Ölüp giderler valla. Abinin kötü bir şekilde inşa edildiğine inandığı evleri alarak, oraları boş bıraktığını ve olası bir depremde dolaylı yollardan da olsa bir sürü insanın canını kurtarmış olacağını hayal ediyorum. Karşımda modern zamanların azizlerinden biri duruyor olabilir. O yüzden kendisi hakkında düşündüğüm kötü şeylerden ve kendisine verdiğim hoş olmayan cevaplardan utanıyorum. Kafam önümde, yaptığım terbiyesizlikleri sorguluyorum. Gerçekten işe yaramaz biriyim.

Bu utanç hali beni öldürecek seviyeye getirmek üzereyken, abi, hangi okulda okuduğumu soruyor. Cevabı duyunca da “Artık bu devirde okul falan önemli değil. Te şurda bizim bi abi var, onun oğlu ortaokul mezunu ama zehir gibi bilgisayar biliyo, ayda 18 milyar maaş alıyo. Şirket ikide bir Amerika’ya gönderiyor çocuğu” gibi bir bilgi veriyor bana, gözlerinde bu söylediklerine can-ı gönülden inanmamı beklemenin getirdiği umutla. “Ee madem ortaokuldan sonra bıraksaydım okumayı, Boğaziçi falan kasmaya ne gerek var” diye sarkastik bir cevap versem, adam bunu anlamayacak ve “Evet evet evet” şeklinde onaylayacak beni. Önümde girilmesi gereken yüzlerce sınav varken de bu kadar içten söylenen “Evet”lere aldanacağım ve bu da beyazlattığım saçlarım ve her saniye hissettiğim yorgunluk için çok büyük pişmanlıklar uyandıracak bende, sanki gerçekten abi haklıymış gibi.

Yalnızlıkla başa çıkmak bile beni çok fazla zorlarken, bir de pişmanlıkla uğraşmayı göze alamayacağım ama şu an. Yolun başında görünen minibüse bineceğim şimdi, “Bir karmaşa, hep yara bere, sonrası uzak değil oysa” diyen şarkıya eşlik edeceğim yolda…

Ne İstiyorsunuz Benden!

Sineklerin benim kahveme karşı olan aşırı ilgisi beni ciddi ciddi korkutmaya başladı. Ne zaman “Bir kahve yapayım, kahve iyidir, kafa falan açıyor, bence güzel bir şey kahve içmek, evet, evet, bir kahve yapayım ben şimdi” şeklinde kurduğum cümlelerle kendimi kahve yapmaya razı ettikten sonra ve bu yaptığım kahveyi alıp “Kahvesiz yapamıyorum ben ya, benim için hayat tarzı kahve içmek” anlamlarına gelebilecek triplerle mutfaktan çıkıp odama girince masamın üzerine koyduğum gibi, mutlaka bir sinek içine atlıyor kahvenin.

Buradan şöyle bir anlam da çıkmasın tabii; bizim ev çok pis ya, sinekten geçilmiyor falan. Ben de merak ediyorum gerçi, bu soğukta herhangi bir sineğin dışarıda ne işi olduğunu, hadi dışarıyı da geçtim benim odamda ne işi olduğunu. Git, yuvan mı var, artık her nerde kalıyorsan, takıl orada, yumurtla falan. Kış geldi lan, o kaç kat giyiniyoruz da yine de üşüyoruz biz, senin etin ne budun ne! Zaten bir yudumcuk şeysin, bir de avare gibi dolanıyorsun ortalıkta. Neyse, evde herhangi bir sinekle karşılaşmadan da yaşıyorum bu kahve-sinek ilişkisini, çünkü dışarıda da olsam genelde bu durum geliyor başıma ve artık dünya üzerindeki milyarlarca sineğin bir araya gelerek “Olum bakın, Erdem kahve yaptığında hiç düşünmeden içine atlıyoruz. Ölürsek de ölelim, yeter ki Erdem o yaptığı kahveden bir yudum içemediği için kendini âlemin kerizi gibi hissetsin; bu, sinek âlemine yeter!” gibi manyakça teoriler ürettiklerini düşünüyorum. Ne istiyorsunuz lan benden!

Zaten hayvanlar âlemi ile ilişkim sınırlı. Hatta ilişkim yok bile sayılabilir. (“Sinek hayvan değil ki” diyecek olanlar, lütfen demeyin. Biz de biliyoruz biyoloji…) Hal böyleyken, bu canlıların gelip bana sırnaşmasından da hiç hoşlanmıyorum tabii ki. Ama nereye gitsem bir şekilde bana musallat olmayı becerebiliyorlar. Ya Allah aşkına birisi söylesin; bayram ziyaretine gittiğin evin muhabbet kuşunun kafesinden çıkıp senin kafana konma olasılığı nedir! Ve bu olasılığı neden ben tecrübe ederim! Bir de böyle bir cool havalar falan, sanki yıllardır kafamı mesken tutmuş da kapıyı çarpıp evine girer gibi geliyor kafama konuyor. (Bu arada kafama konan kuşun, evin teyzesi tarafından ele bir tülbent alınarak ve kuş hala kafamın üzerindeyken eldeki o tülbente sarılarak alınmaya çalışılması da ayrı bir olay. Manyaklar gibi travma yaşamışım o zamanlar, şu anda fark ettim bunu. Kafanda yeşil bir kuş duruyor, korkudan ne yapacağını bilemez durumda olmana rağmen yiğitliğe leke sürülmesin diye etrafa yüzündeki salak sırıtışlarla bakıyorsun ve beyaz tülbentli bir kadın sana gözlerini açmış bir şekilde yaklaşıyor. Sonra Erdem niye sessiz durur hep! Ee durur tabii, sahneye bak!)

Okuldaki kedi, köpek olayına hiç girmiyorum, çünkü onlar herkese bir şekilde yanaşmaya çalışıyorlar ve bu durumda benle alakalı özel bir durum olmuyor. Ama okuldaki kedi ya da köpeklerin yanına, masana gelirken takındıkları tavır hiç hoş değil. Zannedersin ki, oturacak masana, yakacak sigarasını, uzaklara bakarak “Bu kampüste önceden sadece ben vardım, çok bozuldu buralar” diyecek ve tehditkar bakışlarla seni şöyle bir süzecek. Ee bu durumda ister istemez veriyorsun elindekini yesin, içsin diye. Kahveye atlayan sineklerin taktiğine benzese de bu durum (Sonuçta, ikisinde de yiyeceğinden, içeceğinden ediyorlar seni) okuldaki kedi ve köpekler, biraz akıl noksanlığı çektikleri belli olan sinekler gibi ölüp gitmiyor elindekini alınca.

Ne güzel kahvemi yapmış ve kendimi ders çalışmaya hazır bir hale getirmişken, o anlamsız hareketi yapan sinek yüzünden kahvesiz kaldım ve bütün konsantrasyonum bozuldu. Nasıl ders çalışabilirim şimdi? Bir de kendimi ders çalışmama konusunda ikna edebileceğim bir bahane de vermiyorlar ki bana. “Kahveme sinek atladığı için ders çalışamadım” dersem, önce kendimle şöyle güzelce bir dalga geçerim, sonra “Hayvanlarla pek yüz göz olmamam gerekiyor, anlaşamıyorum onlarla, bir türlü anlamadılar beni” diye de ekleyerek hayat adına bazı çıkarımlar yaparak kendimi hüzne vururum, ağlarım, üzülürüm falan… Neyse, ben yeniden bir kahve yapayım ve ders çalışayım artık.

22 Kasım 2011 Salı

"Erkekler Temas Ediyür!"

Kendine ayrılan yeri yeterli görmeyip benim oturduğum koltuğa da gözünü diken ve dolayısıyla benim üzerimde seyahat etmede herhangi bir sıkıntı duymayan bir teyzeyle aynı ortamda bulunuyorum. Ortam falan diyince de çok ilginç, çoğu kişinin tasavvur bile edemeyeceği güzellikte bir yerde olduğum sanılmasın. Bildiğin metrobüsteyim işte. Bir zamanlar Avcılar, dünyanın öbür ucundaymış gibi gelirdi bana ama artık sanki ezelden beridir buranın müdavimi gibiymişimcesine gayet normal geliyor sabahın köründe Avcılar’da bulunmak. “Avcılar’dayım yeaa!” diye rahat rahat cümle kuruyorum nefes alırmışçasına. Metrobüse binip okula gideceğim ya, ondandır bu Avcılar sevdam.

Neyse, o sabah da büyük bir hevesle geldim metrobüs durağına ve bir adet teyze peydah oldu yanımda. Peydah oldu diyince böyle “pıt” efektiyle falan geldi sanılmasın. Bildiğin “gümbürt” sesiyle irkildim teyze gelince. Toplu taşıma araçlarına binince, nerede garip bir tip vardır, gelip benim yanıma oturur. Sarhoşu benim yanımı seçer; kusan bir çocuğu olan abla, benim yanıma oturmaktan çekinmez; sorunlu ve meraklı amca ve teyzelerin vazgeçilmez mekanıdır benim yanım. O yüzden böyle bir teyzenin oturmak için benim yanımı seçmesi çok da garip gelmedi. Hatta her zamanki olayı yine yaşadığım için “Ne kadar düzenli bir hayatım var, tutarlı bir bireyim” diye düşünüp mutlu oldum ve bu mutluluğun verdiği keyifle çantamın içinden kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Mutlu olan insanların hareketleri daha seri olur ve ben de bu serilikten medet umarak, elimdeki kitabın “Normalde bir sayfasını okuyabileceğim sürede, belki üç sayfasını okurum” diye düşündüm. Çünkü kitap çok güzel gidiyordu ve kitaptan belirli bir zaman aralığında aldığım keyfi birkaç katına çıkarmak istiyordum.

Kitabın kapağını açtığımda yan tarafımdan gelen “mımırımmrırım” gibi bir ses duydum. Sanırım teyzeden geliyordu. “Kitabı mı beğenmedi acaba?” diye korktum. Müzik dinliyor olsam, sesini çok açmış olabileceğim için teyzeden azar işitmem mümkündü, fakat teyzenin okuduğum kitabı beğenmemiş olma ihtimali, bende “Nasıl bir manyakla karşı karşıyayım acaba?” diye çok büyük bir merak duygusu uyandırdı. Çıkardığı garip sesi dikkate almadığımı sanan teyze, oysa ki ciddi anlamda korkmaya başlamıştım, sesini biraz daha yükselterek ve bana dönerek “Yer değiştirelim mi?” dedi. Bazı insanlar soru sorar gibi, rica eder gibi yapıp aslında bazı şeyleri emrederler. Yer değiştirme emri gelmişti, fakat cam kenarında olmam dolayısıyla, yanımda paralel evrende yaşayan Erdem bile olsaydı kalkıp yerimi vermezdim. Çünkü yolculuk boyunca kah kitap okuyacak, kah cam kenarından kederli kederli dışarıyı seyrederek hüzünsel bir imaj yaratacak ve duyarlı bir insan olmak ne demek, onun kitabını yazacaktım. Mis gibi yerimi metrobüse benden iki saniye geç binen ve koridor tarafında kalan bir insana vermem düşünülemezdi. Zira metrobüs zaman diliminde iki saniye çok önemliydi, iki saniye geç kaldı diye, ne yiğitler ayakta yolculuk etti metrobüste, ne analar ağladı. İki saniye önce hareket ettiğim için bunun keyfini doyasıya çıkarmalıydım. Bu sebeplerden ötürü teyzeye, o an çok mantıklı gelen ama şu an bunları yazarken aslında o kadar da zeka parıltısı içermediğini fark ettiğim şu cevabı verdim: Hayır… Ben son durakta ineceğim, iyi böyle…

Fakat teyze durur mu, yapıştırdı cevabı: Ben de son durakta ineceğim. İşte gerçekten yıllardır peşinde koştuğum bilgi buydu. Bu cevabı duyunca bir an ciddi ciddi düşündüm, “Oha son durakta inecekmiş, kalk çabuk ve hemen yerini ona ver!” diye. Son durak beynime girmiş, bana hükmediyordu. Nerdeyse toparlanmaya başlamışken, varacağımız son durak olan Zincirlikuyu’da her akşam insanlara “Hörööa! Kaldırıma çıksın herkes röö!” falan diye bağıran adam geldi ve son durak kavramı beynimdeki bütün önemini kaybetti. İnsan bir an için son duraktan çok daha fazla şey bekliyor çünkü, bıyıklı ve çemkiren bir adam değil. Kendi içimde yaşadığım çelişkilerden kurtularak, benden ısrarla ve büyük bir umutla bir cevap bekleyen teyzeye dönüp “Hımm! dedim. “Demek siz de son durakta ineceksiniz ha? Demek ki elli dakika boyunca birlikte yolculuk edeceğiz. Hayat ne ilginç!” gibi bir anlam çıkarmasını istedim teyzenin o “Hımm” efektiyle.

Ama teyze olaya bambaşka bir açıdan yaklaştı ve pes etmeyerek son kozunu oynadı, ağzından şu kelimeler döküldü: Erkekler temas ediyür.

Artık bu cümleden sonra, metrobüse binen herkese yalvaran gözlerle baktım, “Nolur şu teyzeye kazayla da olsa dokunmayın” diye. Artık nasıl içli baktıysam, millet halimden anladı herhalde, teyzenin yanından bile geçmedi. Teşekkürler İstanbul’da olup, o zaman diliminde metrobüsü tercih edenler… Hayatımı size borçluyum.

Teyzeciğim, beni de affet, anlattım seni böyle ve vicdanım çok rahatsız olüyur şu an…

13 Kasım 2011 Pazar

"Boşver"

Deli gibi olmasa da çok da sevimli bir şekilde yağmayan yağmurda ıslanmamak için otobüs beklediğim durağın arkasındaki büfenin tentesinin altına saklanıyorum. Aslında ıslanmaktan garip bir şekilde mutluluk duysam da bugün ıslanmama seçeneğini seçmemi, “Demek ki alışılmadık bir gün beni bekliyor” gibi bir cümle de kurarak umut dolu bir yaşama atılan ilk adım olarak görmek istiyorum.

Otobüsün gelmesini bekliyorken yanımda büfe sahibi amca peydah oluyor. Küçük de olsa bir işletme sahibi olmanın verdiği güvenle mağrur bir şekilde gülümsüyor. Bu gülümsemeyle birlikte, içimdeki “Yörü lan kaybol burdan!” cümlesi eşliğindeki kovulma korkumu atıyor bir anda. İstemsizce gülümsüyorum ben de. Bu halimizi görenler bizi kar ortağı sanıp satışlardan memnun olduğumuzu gösteren bir yüz ifadesiyle birbirimize sevimlilik yapıyormuşuz zannedebilir. Halbuki büfenin satışıyla aramdaki tek münasebet arada bir oradan kola ya da Coco Star almama dayanıyor. Ufacık bir Coco Star’ın da insanlar arasındaki ilişkiyi bu denli kuvvetlendirmesi bende çok büyük bir hayret uyandırıyor. Hatta bu duruma o kadar hayret etmişim ki önümden geçen arabanın camındaki yansımamı gördüğümde utanıyorum kendimden. Sonuçta, gözleri yuvalarından fırlayacak kadar açılmış ve ağzı “Aaaa” efekti veriyormuş gibi bir şekle girip öylece kalakalmış bir insan ortama çok güzel malzeme olur ve hiç tanımadığım insanların durup dururken benle dalga geçmesini şu an için kaldırabilecek bir psikolojik durumda değilim.

Gayet saçma olan duruşumu düzeltme kararı almış ve biraz da olsa insan gibi bekleme konusunda kendimi razı etmişken “Ne yağıyor be rahmet!” gibi bir cümle duyuyorum. Büfeci amca benle muhabbete girebilmek için böyle bir cümle kurmayı tercih etti. Fakat ben, tıpkı bir aymaz gibi, adamın bütün çabasını hiçe sayarak, kuru bir “Evet” ile geçiştiriyorum bu durumu. Çok da konuşma modunda olmadığımı, konuşmak istesem bile yağmur hakkında ne kadar konuşabileceğimi tam olarak kestiremediğimi anlasın diye biraz tersler gibi bir cevap vermiş olabilirim fakat amca oralı olmuyor ve “Ohh mis gibi toprak koktu” gibi bir cümle daha kuruyor. “Ya aslında o koku toprağın kokusu değil, bakteri falan onlardan kaynaklanıyor o koku” diyecek olsam da, adamın vatan hasreti çeken bir film kahramanı gibi sol elini gözlerine siper ederek ileriye bakması ve aynı anda dünya üzerinde ne kadar oksijen varsa hepsini içine çekmek istiyormuş gibi burnunu havaya kaldırması gibi bir sahneyle karşılaşınca tüm bilimsellikten uzaklaşıp duygularıma teslim oluyorum. Bu sahne biraz daha devam ederse hıçkıra hıçkıra ağlayacağım fakat gözyaşlarıma büfeye giren bir müşteri engel oluyor ve büfeci amca gelen para kaynağını fark edince tüm duygusallığından sıyrılıp adeta bir hazine avcısı gibi ceketini toplayarak koşa koşa büfeye giriyor yüzündeki “Ehe ehe” ifadesiyle. Duygu yumağının altından bir canavar çıkıyor sanki. Bu hayal kırıklığıyla nasıl baş edeceğimi düşünürken elinde çay bardaklarıyla ve bir adet sandalye ile sevimli bir insan fırlıyor büfenin içinden. Az önce müşterinin arkasından uçarak büfeye giren amca, içerde nasıl olduysa boyut değiştirmiş gibi. Duygusal gel gitleri olan bir insan gibi görünüyor. “Gel otur, bir sıcak çayımı iç” diyor sandalyeyi yanıma koyarken. Ortaya bir de tavla çıkarsa hiç yadırgamayacakmışım gibi bir ortam oluşturuyor. İstemsizce kendimi oturur pozisyonda buluyorum. Babacan işverenin yanında çalışan minik bir çırak gibiyim; bir sipariş gelse koluma sepeti takıp karşımızdaki siteye dalacakmışım gibi hissediyorum. Her gün umarsızca önünden geçtiğim büfe, bende inanılmaz değişiklikler yaratıyor. Gerçekten alışılmadık bir gün yaşıyorum.

Amca ile karşılıklı olarak çaylarımızı yudumlarken, hayatın zorluğundan, devletin halinden bahsediyoruz. Amcanın bulduğu çözümler, her gün forumlarda okuduklarımızdan farklı değil. Amcanın iflah olmaz bir internet kullanıcısı olduğundan şüpheleniyor ve Facebook’ta beni arkadaş olarak eklemesinden çekiniyorum. Facebook Chat’te mahallenin büfecisiyle geç saatlere kadar takılma ihtimali garip bir korku yaratıyor bende. “Bak şu şarkı muazzam güzel” falan diyerek 1-2 link atsa bana hayatımı sorgulama aşamasına gelirim. Bir durup düşünürüm “Ne yapıyorum lan ben!” diye. Milletin konuşma pencerelerinin üzerinde ne bileyim bir Hande, bir Ezgi, bir Derya yazarken benim önümde Büfeci Nuri diye bir pencere açık olsa bir burulurum. O yüzden, işler bu boyuta gelmeden, bu ortamdan sıyrılmanın bir yolunu bulmalıyım. Fakat bana bu konuda yardımcı edebilecek bir otobüs şoförü gözükmüyor ortalıkta, oysa ki bir otobüs şoförüne hiç bu kadar özlem duymamıştım. “Otobüs gelmedikçe özel hayatıma balıklama dalınacak bir ortam oluşacak, bunun da farkındayım” diye düşünürken en bomba soru geliyor: Evli misin bekar mı? Var mı birileri? “Öğrenciyim ben” diye bir cevap veriyorum soruya. Soruyla cevap arasındaki bağlantısızlık çok da umrumda değil.

Amca da arada bir bağlantı kurmaya çalışıyor ki herhalde, bir süre sessiz kalıyor. Otobüs gözüküyor köşeden, ben kalkarken, amca da kafasını kaldırıyor yerden, “Boşver, boşver” diyor bana. Neyi boşvermem gerektiğini düşünürken, otobüse biniyorum. Amca da çay bardaklarımızı ortada bırakıp yeni müşterisinin peşinden koşa koşa büfeye giriyor yüzündeki sırıtık ifadeyle.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Basit

- Bilmiyorum yani, ben basit kitaplar okuyorum

Erdem: Basit derken? (Cin Ali?)

- Yani işte öyle basit, fazla düşündürmeyen

Erdem: Hımm! (Net yani. Giriş, gelişme, sonuç falan hep belli...)

Evet, okumayı öğrendikten sonra elime aldığım ilk kitap Cin Ali oldu benim de. Cin Ali çeşitli atraksiyonlar yapıp okumayı falan sevdirdi bana. Ama büyümeye başladık tabii bir yerden sonra, Cin Ali çok da fazla hitap etmemeye başladı ve ilk aşkımı terk ettim. Artık elimde Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, Jules Verne falan olmaya başladı. Kaşağı okuyup üzüldüm, başını vermeyen şehitle düşmanlara karşı savaşıp başımı vermedim ben de, denizlerin altında 20000 fersahta takıldım, dünyanın merkezine yolculuk ettim.

Jules Verne’in açtığı ufukla beraber fantastik işler denemeye kalkışmadım değil tabii ki. Ama elde avuçta fazla imkan yoksa çok büyük beklentiler içine de girmemek gerekiyor. Yani “Evin bodrumuna insem ve biraz kazı yapsam acaba İstanbul’un hangi bölgesine çıkan bir gizli geçit bulurum?” falan diye düşündüm ve hatta Ninja Kaplumbağalar’ın evini bulup, Splinter ustaya bir selam vermek, onun bir elini öpmek istedim ama bu çocukça düşünceden hemen vazgeçmek durumunda kaldım. Yani sonuçta filmlerde yaşamıyoruz bu hayatı ve çok ilginç hayaller kursan da bir yerde mutlaka çıkıyor bir şeyler karşına o hayalleri uygulamana engel olan. Apartman yöneticisi, İstanbul’un alt yapı sorunları falan, bunlar hep sıkıntılı işler.

Baktım zaman ilerliyor, işte büyüme olayları falan, bazı şeylerin farkına varmaya başlıyorsun. Çocukça hayalleri bırakıp biraz daha insanca düşünmen gerekiyor her konu hakkında. Arkadaşlığın önemini kavrıyorsun, veriyorsun kendini “Dostluk şöyledir, bundan dolayı çok önemlidir, oo dostluk olmasa üff ne biçim yer olurdu dünya, iyi ki dostluk var” diyen kitaplara; iyi bir okul kazanmanın gerekliliği sokuluyor kafana mütemadiyen, önüne test kitapları konuyor; ilk aşkınla karşılaştığını düşünüyorsun, Fransız edebiyatından bir şeyler kapmaya çalıyorsun, “Beni anlarsa Balzac anlar bu dünyada” diyeni bile gördüm hatta. He biz de Balzac’a çok güvenmişiz, o da ayrı. Bir el vermedi kendinden medet umanlara. Öyle yazmak kolay “Yok aşkımdan ölüyordum, kendimi çayıra çimene verdim, zambak topladım” falan. Kusura bakma, arkandan konuşuyor gibi olmayayım ama kalıbının adamı değilmişsin Balzac.

Lise zamanında da kendini gerilim romanlarına verme gerçeği vardır. Tabii o kadar enerjinin bir şekilde vücut dışına atılması gerek ve bu dönemde “Kim kimi kesti, kim kimin saçından katili buldu, kan aktığına göre kesin bir şeyler dönmüş burada” gibi düşüncelere kendimizi kaptırıp adrenalin seviyesinde artış yaratmanın peşinde koşuyoruz. Yalnız gerilim romanları kadar insana hiçbir şey katmayan başka bir şey daha var mıdır bilmiyorum. Tamam, yakalanacak o katil, hatta tam romanın kahramanını öldürecekken, bir yerden birisi çıkıp katili öldürecek, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacak o katil. Başından belliyken her şeyin nasıl sonuçlanacağı, az tırnak yemedik bu kitapları okurken. Şimdi eleştirmiş gibi gözüksem de ben de az okumadım bu tarz kitapları. Haftada iki tane böyle kitap bitirdiğim oluyordu ve artık bir yerden sonra otobüste karşılaştığım her insana potansiyel suçlu gözüyle bakıp üzerinde delil falan aramaya kalkıştığımda bu tarz kitaplar okuma olayına bir son vermem gerektiğini fark ettim. Yani durup dururken manyaklaşmanın da bir manası yok.

Bu manyaklık aşamasını atlattığıma inandıktan sonra bana çok daha faydası dokunacak kitapları okumaya başladım. Kitap okumak böyle apayrı bir dünya çünkü. “Bence herkes kitap okumalı” geyiği yapacak değilim burada. İsteyen okusun işte. Bir şarkıda geçiyordu şu söz: Şimdi ben duvardaki örümcek gibiyim; hep onarmaya çalışacağım bir dünya bıraktın ardında… Kitap okuyarak onarmaya çalışmak da güzel oluyor bazı şeyleri. Üzerinde çok fazla düşünmen gereken şeyler oluyor hayatında ve basit kitapları da okuyamıyorum ben artık…

5 Kasım 2011 Cumartesi

Kılavuza Ne Gerek Var

İlkokulda, sözlüktür, atasözleri ve deyimler sözlüğüdür, imla kılavuzudur falan, bu tarz şeylere çok fazla önem veriliyor. Mesela öğretmenlerimiz bir sürü kelimenin anlamını sözlükten buldurup onları cümle içersinde kullandırmaktan keyif alıyorlar. Yani, şimdi çok biliyormuş gibi konuşmayayım, belki ev, oda, kapı, pencere falan, bu kelimelerin cümle içersinde kullanılması minik öğrencilerin ufkunu açıyor olabilir. Öğrenciler de genelde bu yaklaşıma karşı gazetelerin verdiği sözlükleri, imla kılavuzlarını kullanma gibi bir eğilim gösterseler de arada çıkıyor böyle bu tarz işlere büyük bir önemle yaklaşan insanlar. İlkokulda 15000 sayfalık TDK sözlüğünü yanında getirip götüren biri vardı mesela bizim sınıfta. (İsim vermeyeyim şimdi, kendisi arkadaş listemde galiba Facebook’ta)

Ben de ilkokul sıralarında sözlük kullansam da imla kılavuzuna karşı hep mesafeli durmayı tercih ettim. Sözlük falan hadi neyse de imla kılavuzu kadar saçma bir şey görmedim hayatımda. Bir kere sözlük kadar kalın olmamasına rağmen kendisine “Kılavuz” gibi bir kelimeyle yaklaşılması yüzünden hiç sevemedim kendisini. Böyle bir kendini beğenmişlik, aslında hiçbir numarası olmamasına rağmen kendini edebiyat dünyasının olmazsa olmazlarından sayma gibi bir havası vardı. Sıra sıra bir sürü kelimeden oluşuyorsun sen bir kere. Estetik hiçbir yanın yokken ne bu hava! Erol Büyükburç gibi “Her şeyin doğrusunu ben bilirim. En çok bana soracaksınız, en çok bana!” demediği kalıyor sanki. (İlgili video için: http://www.youtube.com/watch?v=gTkCjRizuvk&feature=related)

Tamam, adamlar o kadar uğraşıp ortaya bir şey koymuşlar ama bir imla kılavuzunun çalışma prensibini bir türlü almıyor benim kafam. Belki insanlar imla kılavuzunu bir çeşit tatmin aracı olarak kullanıyorlardır. “İşte bu kelimenin bile yazılışını doğru biliyorum, galiba mükemmellik seviyesinde olan biriyim” falan diyor olabilirler mi acaba ellerine imla kılavuzu alıp sayfalarını çevirdikçe? Peki zaten yanlış yazdığın bir kelimenin doğrusunu nasıl bulabilirsin ki imla kılavuzu kullanarak? Yani diyelim ki sandalye kelimesinin doğru bir şekilde yazılış biçimini sandolyö olarak biliyorsun. (Bu konuda da bir alkışı hak ediyorsun tabii ki) Bir imla kılavuzuna bakarak nasıl ikna edeceksin ki kendini doğrusunun sandalye olduğuna? Sand kısmına baktıktan sonra a harfine mi geleceksin yani ilahi bir güçle doğruyu bulabilmek için? Ya da sorunlu gibi bütün imla kılavuzunu mu tarayacaksın yanlışını düzeltmek için? Çok büyük bir zaman kaybına neden olmaz mı bu hareket de? Yani efektif bir şey değil ki imla kılavuzu. Bir heves alınır, iki, hadi bilemedin en fazla üç kere okula götürülür ve sonra kitaplığa konur. Gerçi bir yudum hakkı varsa da yemeyeyim imla kılavuzunun. Bir keresinde bir arkadaşımla tutuştuğum “Fayton mu payton mu?” tartışmasında “Payton ne demek lan! Nerden duyuyosun bunları anlamıyorum ki!” diye arkadaşıma çıkışırken bir yandan da elimde imla kılavuzu sallıyordum F harfini bulmuş bir şekilde. Bu da böyle bir anımdır. Hatta imla kılavuzu ile olan tek anımdır.

Bir de bence insan hatalarını kendi bulup çıkarmalı ortaya. Yani sandolyö diye yazıyorsan o kelimeyi, bir dur, düşün, Türkçe’nin fonetiğine uyuyor mu bu kelime diye. Sonunda doğruyu bulamayacaksın belki, yine koşacaksın imla kılavuzuna ama biraz olsun çaba göster. Kendini bir sorgula. Ben sandolyö diyorum ama doğru mudur diye iki fikir yürüt, işte ne bileyim, biraz çalıştır kafayı. Her şey hazır olarak gelmesin önüne. Koskoca insansın, farkına var bazı şeylerin. İlla dışarıdan bir şey göstermesin sana hatanı. Kendini bu kadar alıştırma hazıra. “Hata yapma ihtimalim yüksek, kendime bir çeki düzen vereyim” de. Evet, yap bunu.

Bir üstteki paragraf metaforlarla dolu oldu ama ben genel olarak imla kılavuzu denen şeyi gerekli bulmadığımı anlatmaya çalışmıştım aslında bu yazıda. Ama arada mesaj falan verdik, o da çıktı aradan. Bir de “Bence en büyük kılavuz insanın kendisidir” diyeyim de sosyal mesaj olayında tavan yapayım akşam akşam. Neyse, imla kılavuzu; sevmiyorum işte seni.

Grafiğin Tepe Noktası, Evet, Evet, Tam Olarak Orası! (Bir Kahve Bağımlısının Notları)

Durmadan kahve içiyorum, durmadan ama. Korkmaya da başlıyorum artık tik olacak, kaşım gözüm oynayacak fazla kafein yüklenmesinden diye. Sıkıntılı bir durum tabii bu da, durup dururken oraya buraya göz kırpıyorsun falan. Zaten şu an “Yerimde duramıyorum, neler oluyor bana, insan gibi otursam ya şurada ama yok olmuyor, illa gezineceğim” moduna gelmiş olmam da ileriki zamanlarda hoş şeyler olmayacağının bir göstergesi sanki. “Günlük hayatında gayet sakin biri olan E.Y. kahve yüklemesinden sonra hiperaktif bir manyağa dönüştü, oraya buraya saldırdı” diye haber olacağım gazetelerin üçüncü sayfalarına.

Aslında kahveyle çok içli dışlı olmazdım ben. “Çay mı içersin kahve mi?” sorularına hep “Çay” diye cevap verirdim ve sonuna da bir “Tabii ki” eklerdim. Hani yani “Çay tabii ki… Gerizekalı gibi sorular sorma bana” der gibi bir anlam oluştururdum. Ama sonra ne oldu, bir şey oldu ve kahve yavaş yavaş tercih sırasında öne geçmeye falan başladı. Belki “3’ü 1 arada” konsepti bu gelişmede büyük bir pay sahibidir. “3’ü 1 arada abi, suyu ısıtıyosun, içine döküyosun paketi, bildiğin kahve oluyo lan çok ilginç, teknoloji daha ne kadar ilerleyebilir ki!” gibi tepkiler geliyordu bu kahve çeşidi ilk çıktığında. İnsanımız öyle bir hale gelmişti ki 3’ü 1 arada içmek için fırsatlar yaratıyordu kendine. “Ay çok yoruldum, bi 3’ü 1 arada içeyim, stres geldi bi anda neden 3’ü 1 arada içmiyorum ki, bi paket 3’ü 1 arada içtim hadi bunu kutlamak için bi paket daha içeyim” gibi durumlar işte. Abartıyorduk bazen. İsim verip rencide etmeyeyim ama lisede yanımda oturan arkadaşımın bir keresinde, 3’ü 1 arada paketini açıp suya falan gerek duymadan yemişliği vardır içindekileri.
Tabii bir de üniversite gençliği ve kahve olayı var. Üniversiteye başladıysan o kahve içilecek. “Ders bitti, hadi kahve içelim; sınav var, uyumamak lazım, o halde neden kahve içmiyoruz ki?; off manzarada ne güzel gider şimdi kahve” gibi cümleleri hep kurduk ve hala da kurmaya devam ediyoruz. Vize ve final zamanları tavan yapıyor tabii bu kahve içme isteği. Bir şeyi mi anlamadın, ver kendini kahveye. Grafiği mi yanlış çizdin, ee kahve var, iç, düzelsin.

Yaş ilerledikçe kahve içme isteğinde bir azalma oluyor galiba. Kalp çarpıntısı falan giriyor devreye, insanlar da kahvenin bunu tetiklediği düşüncesiyle aralarına bir sınır koyuyorlar kahveyle. Bir yandan da o kahvenin içilme isteği tavan yapıyor falan bazen. Sürümcemeli bir dönem oluyor bu dönem. İçsen bir dert, içmesen bir dert gibi. Aslında içmesen dert değil galiba, kahve içmedi diye ölen olmadı diye biliyorum. Belki de ölmüştür. Çünkü bazen bana oluyor öyle, migrenim falan tutunca, “Kahve içmeliyim, belki geçer ağrı ve ölmem” gibi cümleler kurabiliyorum. Gereksiz bilgiler işte. Yaşça büyük insanların zaten kahveyle hiç işi yok. Hatta “Kahve içeceğine su iç, yazık günah o mideye” gibi savlarla gelebiliyorlar bazen. (Bu cümlenin “Kola içeceğine bir kilo elma al ye, bira içeceğine hiçbir şey içme” gibi türevleri var) “Aa kahve içersem şimdi, uyuyamam, sonra bütün gece dön, dur” gibi bir savunmaları var bir de bu insanların. (Uyuyamayan insan bir o yana bir bu yana döndüğünü söyleyerek olaya inandırıcılık katmak ister) Kahve içme isteğinin yaşla alakasını kendimce anlatmaya çalıştım, kendi gözlemlerime ve çabalarıma dayanarak çizdiğim ve hemen aşağıda görebileceğiz grafikle.








O grafiğin tepe noktasında bulunduğuma da emin oldum şu yazıyı yazarken bile iki kupa kahve bitirince. Şimdi burada, “Hayatı tepe noktalarında yaşamayı seviyorum, ne yapalım, basitlik bana göre değil” falan diyecek halim yok. Kahve grafiğinin en tepesinde olsan ne olur ki! Kime ne faydası var! Off bu işin sonu sosyal mesaj vermeye doğru gidiyor, şimdi “Önemli olan düzgün insan olmak” falan diyeceğim, gereksiz bir sonuç cümlesi olacak. Yazıyı bu şekilde bırakıp bir kahve yapayım ben. Çünkü önemli olan tepe noktasına çıkmak değil, orada kalabilmek.

Hayat Zorlaştıran

Son günlerde görmüş geçirmiş, yaşayacağını yaşamış ve bunların getirdiği etkilerle her şeyden sızlanan bir dede rolüne büründüğümü fark ediyorum. “Ah kulunçlarım ağrıyor”, “Ee hayat dediğin böyle işte, herkes kendi havasında, kimseye güvenme evlat”, “Şeker yüksek şeker! Nerede benim tatlandırıcım!” gibi cümleleri ha kurdu ha kuracak modundayım. Tabii insanı bu hale getiren gereksiz şeyler yaşanıyor. Sınavıydı, okuluydu, metrobüsüydü, akbiliydi, aktarmasıydı, derdiydi bilmem nesiydi derken hayat zorlaşıyor ve bir bakmışsın akşam haberleri seyrediyorsun, memleketin haline üzülüp karpuz yedikten sonra erkenden yatağa gitmek zorundaymış gibi hissediyorsun kendini. (Karpuzu da hiç sevmem oysa ki, çekirdek falan, bin bir zahmeti var)

Gerçi erken yatmama ama buna rağmen erken kalkma gibi bir düzen geliştirdim ve kendime şaşırdığım noktalar olmakta bu olay yüzünden. Lise zamanında saat 9:00 gibi yatıp sabah 8:00’e doğru serzenişler içinde kalkardım ama şimdi gece 3:00 gibi de yatsam 6:30’da falan kalkabiliyorum kaderime razı bir şekilde. Günde on saat uyuyan bir insanın, artık bir yerden sonra günde dört saatlik uykuya razı olması ve bütün gün bir orada bir burada takılarak, vücut içersinde inanılmaz enerji patlamaları yaşıyormuş gibi hissetmesi ilginç bir durum gibi geliyor bana. Ama burada yaşlandıkça vücut daha az ihtiyaç duyuyor uykuya muhabbetine girmek istemiyorum. Zaten garip bir mantık o da galiba, “Madem yaşlandım, günlerim sayılı, dünya gözüyle iki fazla şey göreyim uyumak yerine” gibi bir mantığı var herhalde.

Bir de yaşanılan zorluklardan şikayet etmeme rağmen acı, keder, elem, tasa, üzüntü, sıkıntı, stres ve bunların tüm türevlerini verebilecek eylemler yapan ve artık bunların hepsini gerçekleştirdikten sonra mutlu olabilecek şekilde evrimleşmiş bir vücudum olduğunu fark ettim. Çok çok küçük de olsa kendisinde birazcık mantık kırıntısı bulunduran insanların asla bulaşmayacağı şeyleri “Ehe ehe bunları yapmak ne güzel lan!” diyerek mütemadiyen gerçekleştiriyorum. Mesela normal bir insanın inmesi gereken duraktan bilinçli olarak iki durak önce inip 47 oC sıcaklıkta avare gibi yokuş çıkması beklenmez mesela değil mi? Tamam, ilk seferinde yanlışlıkla indim önceden. (Gerçi 24 yaşında bir insandan bu da beklenmez de, neyse) Sonra güneşin çılgınlar gibi ışın saçtığı bir öğle vaktinde çıktım o yokuşu. Yolun sonuna geldiğimde “Aslında burada da inilebiliyormuş sanırsam, galiba erken indim otobüsten” diye insanüstü çıkarımlar da yaptım. Fakat neden bu cümleyi “Ama yine bundan sonra da önce ineyim ben, müzik dinlerim sakin sakin yürüyüp, ne sevimli bir aktivite” diye cevap ettirirsin ki? Bazı insanlar, gelecek durakta ineceği halde, o an ayaktaysa ve bir koltuk boşaldıysa hemen koşup değerlendirirken bu fırsatı, (Yani oturma süresi en fazla kırk beş saniye falan olsa bile) ben birkaç durak önce inip oflayıp pufluyorum sonra boşu boşuna yürüyorum diye. Bir de bu olayı mütemadiyen yaptığımı fark edince, bir noktadan sonra, otobüse binip, akbili dokundurduğum gibi daha otobüs hareket etmeden inmekten falan korkmaya başladım.

Hayatı kendime zorlaştırmak adına yaptığım başka bir davranış ise “Bu akşam erken yatarım abi, ne olursa olsun” diye karar aldığım bir günün sonunda eve geldiğimde, bilgisayarın başına geçip “puhaha muhaha ehe ehe” efektleri eşliğinde saçma sapan videolar izleyip bunlara umarsızca gülmek. “Dur hadi şunu da izleyeyim, bak bu da iyi galiba” diye yaptığım yorumlar neticesinde uyku saati, önce on beş dakikalık periyotlar halinde ertelenmeye başlıyor, sonra o zaman aralığı bir saate çıkıyor, en sonunda da “Off bu gece de iki saatlik uyku ile idare etmem gerekecek ama yarın akşam erken yatıyorum kesin, bu böyle olmayacak!” şeklinde o an için çok mantıklı görünen ama asla uygulanmayacağı belli olan kararlarla bir günün daha sonuna geliniyor. Beyin bedava tabii, çok kolay kanabiliyor her şeye.

Ama tabii ki hayatı zorlaştıran ve “Bittim artık, yorgunum, biçareyim, ölüp gideceğim, o kadar çöktüm” diye yorum yaptıran şeyler her zaman kendi yaptığın eylemler olmuyor. Keyfinin yerinde olduğu bir anda gördüğün ters bir davranış inanılmaz boyutta etkileyebiliyor seni, hayattan soğuma noktasına gelebiliyorsun. “Bu mudur yani?” tepkisini verdiğim birçok şey oldu mesela ve ne yazık ki yaşadığın şeyler mutlaka bir şeyler bırakıyor bir yerlerde. Mesela, yaşamaya başladığım her şeyin eninde sonunda bir yerden sonra bozulup ters gitmeye başlaması gibi bir alışkanlık edinmişim zamanın birinde ve bu alışkanlığımı sanırım bırakmaya niyetim yok hiç. Aslında bunun için özellikle gösterdiğim bir çabam da yok. Yani bir insanın ciddi anlamda sorunlu olması gerekir herhalde, “Dur her işim sorunlu ilerlesin ya da hiç ilerlemesin ki ben de mutlu olayım bundan ötürü” diyebilmesi için.

Aklınıza gelebilecek en küçük şeyde bile bir olumsuzlukla karşılaşıyor olmam hakkımda “Yazık ya ne zavallı bir insan” şeklinde yorumlar yapmanıza neden olur mu bilmiyorum. Ama hakkında “Heh tamam bu sefer oluyor galiba” dediğim her şeyin sonunda büyük bir hüsranla karşılaştığımı bilmeniz belki lanetlenmiş insan gözüyle bakmanıza neden olabilir bana. Hatta rahat rahat aklınızdan geçirin bunu. Hatta işi biraz daha ileri bir boyuta getirip “Lütfen bana lanetlenmiş diyin” şeklinde bir rica haline bile getirebilirim. Genellikle insanlardan bir şey isterken ezilip büzülen ve bir tür Notre Dame olan ben, bir önceki cümleyi söylerken hiç çekinmedim, çünkü artık bu ters gitme olayı beni zıvanadan çıkarmış durumda. Yani tamam, kendi kendime yapmaya başladığım ya da niyetlendiğim herhangi bir şeyde terslik olmasını biraz da olsa anlayışla karşılayabiliyorum. Hani, “Ben başladığım için böyle oldu” falan diyorum bu tamamlanmayan işin sonunda. Ama ben hiçbir çaba göstermeden ve aklımda böyle bir şeyin olması bile yokken, bir şekilde hayatımda yer etmeye başlayan bazı şeylerin bile bir yerden sonra bana sırtını dönüp gitmesi hiç de hoş olmuyor aslında. Hiç olmasın o şey, valla daha iyi. “Hiç başlamaması bir gün bitmesinden iyidir” diye bir söz geçiyordu bir şarkıda ama hatırlayamadım şimdi kim söylüyordu bu şarkıyı. Bazı şeyler hayatınıza bir değişiklik getiriyor, o şey hayatınızda olduğu sürece daha önce hissetmediğiniz bazı şeyleri hissediyorsunuz belki, tamam ama bir anda her şey ters gitmeye başladığında ya da en azından umduğunuz gibi ya da eskisi gibi gitmemeye başladığında “Hiç olmasaydı keşke” demiyor muyuz? Mesela ben bunu çok diyorum. Arada “Ulan keşke hiç oturmasaydım şu metrobüste, amcaya yer verdik, kaldık ayakta, oysa ki ne güzel oturuyordum, oturmak ne güzel bir şey aslında, keşke hep oturabilsek şu hayatta” diye iç geçirsem de genelde çok daha ciddi şeyler için söyledim ve hala söylüyorum bu cümleyi. Gün geldi birisini istemeden de olsa kırdığımı fark ettikten sonra söyledim bunu, gün geldi hak etmediğini düşündüğün hale gördüğün bir davranıştan sonra, yani bir sürü şey işte…

He tabii böyle durumlarda söylenebilen “Her yaşanılan şey bir şeyler katar insana, pişmanlık duymamak lazım” anlamına gelebilecek sözler var. Tabii ki inkar etmiyorum bunu. “Amaaan geçmiş geride kaldı, banane artık ne olduysa oldu” diyen bir insan olmadım hiç. Ne kadar terslikle karşılaşırsan karşılaş, bir yere kadar tecrübe edebiliyorsun bazı şeyleri ve bunların senin büyümene katkıları yadsınamaz düzeyde. Zaten terslik olayı biraz öznel bir şey. Yani sana ters gelen bir şey, başka birine gayet normal gelebilir. Hep telefon örneğini veriyorum ama sen “Telefon neden çalmıyor?” diye hayıflanırken, bu durum, karşı tarafa herhangi bir eksiklik hissedilmeyecek bir eylem gibi geliyor olabilir. Aslında belki de bazı şeylerin tersliğinden bahsederken biraz da geniş çaplı düşünebilmek gerekiyor. Burada kastedilen bazı şeyler “Otobüse bindim ama akbilim bitmiş, indim artık, ne yapayım” tadında şeyler değil tabii ki. Bir yere hemen yetişmen gerekirken bindiğin otobüsten akbilin boş diye inmeni terslik olarak niteleyebilirsin. Ama terslik, bir yerden sonra üzüntü vermeye başlayınca dede moduna falan girebiliyorsun. İşte o zaman sevimli olmuyor durumlar.

Telefonuma bakmak için yerimden kalkarken dizime bir ağrı saplanıyor. “İşte dede olmak böyle bir şey galiba” diye hayıflanıyorum. Ama yerime dönerken de “Ne dedesi ya gencecik adam sen de ehe ehe” diyip şarkı mırıldanmaya başlıyorum:

And I know that she will make me stronger.

And I know that she will make me see.

And I know that she will make me younger.

But I don't know what more she'll do to me.

http://www.youtube.com/watch?v=31bSS2iU4zk

İnsan Gibi Yaz!

“Sen niye yazmıyorsun?” diye soruyorum tahtaya bakan öğrenciye. Tepki vermiyor. “Çok mu iğrenç yazıyorum yoksa konuyu mu biliyorsun?” diye ikinci bir soru soruyorum. “İkisi de” diyor bu kez. Bu kadar net bir cevap beklemediğim için kısa süreli hafızamda ciddi sorunlar yaşıyorum. Ben “İlki neydi ya?” diye sayıklarken, diğer öğrencilerden biri “Çok mu iğrenç yazıyorum diye sormuştunuz hocam” diyor. Rencide oluyorum.

Yazıyla aram hiç iyi olmadı benim. Okula başlamadan önce elime geçirdiğim defterlere bir şeyler karalarken (Bir şeyler dediğim de Ninja Kaplumbağalar, Leonardo, Erdem falan) hep yamuk yumuk yazıyordum. Ama bu durum tolere edilebilirdi belki, çünkü daha okul yüzü görmemiştim. İnsan gibi yazma umuduyla başladığım birinci sınıfın daha ilk gününde, doğru düzgün bir çizgi bile çizemediğimi görünce sükut-u hayale uğramış ama bir yandan da “Yazdığımı sadece ben okuyabilirim, böylece aklıma ne esse yazarım, hiç de sıkıntı olmaz” diye çocuk aklıyla saçma fikirler ortaya koymuştum. Tabii gel zaman git zaman harfleri öğrenip, onları birleştirerek kelime falan oluşturmaya başladım ama tek harfi bile düzgün yazamazken, bir araya gelmiş birkaç tane harf rezillikten başka bir şey koyamıyor ortaya. Öğretmenimin şu an sayısını hatırlayamadığım kadar yanıma gelip, bana düzgün yazı yazdırabilmek için elimi tutarak “a, b, c” falan yaptırdığını hatırlarım. Bir yerden sonra vazgeçti ama, her insanın bir sabır sınırı var tabii ki.

En büyük sıkıntıyı da ciddi bir ödev yapacağım zaman yaşadım. Kompozisyon yazılırdı o zamanlar, dönem ödevleri falan olurdu ama bilgisayar gibi bir teknoloji henüz her eve uğramadığı için, paşa paşa çizgisiz bir beyaz kağıt alıp, tercihe göre siyah ya da mavi pilot kalemle, yazı konusunda olağanüstü yetenekliymişsin gibi kelimeler karalardın o kağıda. Ne sıkıntılar çektim böyle zamanlarda, anlatsam inanamazsınız a dostlar! Düzgün yazmalıyım diye kastığım sol elim, artık bir yerden sonra beton olur, yeni inşa edilen herhangi bir apartmanın temeline kolon olsun diye atılsa hiç de ayıplanmayacak bir duruma gelirdi. Çirkin yazdım diye attığım kağıtlar yan yana konsa dört kere falan dolaşır dünyanın çevresini herhalde. Türkiye çölleşecekse, en az on sene önce çöl haline gelecek, bana kağıt yetişsin diye kesilen ağaçlar yüzünden.

Kötü olan yazımı haklı çıkarmak için “Abi, doktorlar falan hep iğrenç yazıyor, bence bu zekayla alakalı bir şey. Koskoca doktor kötü yazıyorsa, bence bildiği bir şey vardır” falan derdim küçükken hep ama büyüdükçe ve bu konuda herhangi bir ilerleme gösteremeyince bu konunun zekayla bir ilgisi olmadığı konusunda büyük tereddütler yaşadım. Boğaziçi’nde, büyüklerimizin tabiriyle, inci gibi yazılmış notlar gördükçe verdim kendimi hüzne.

Ama bazen sanki görücüye çıkacakmışım gibi hissedip doğru düzgün yazılar yazabiliyorum, eğer yazdığım şey başka birinin eline geçecekse. Sınavlarda falan dikkat ediyorum mesela insan gibi yazmaya ama hakkında “Sen yaz, ben senden alırım” denen bir not falan olursa, insanüstü bir gayrete bürünüyorum, “Rezil olmayayım şimdi abidik gubidik yazarak” diye düşünüp. Bu şekilde korkacak kadar kötü bir yazım var, evet. Yazıdan karakter tahlili yapılsa, karaktersiz çıkarım ben, o kadar iddialıyım.

“Hocam solaklar güzel yazar aslında” diye bir cümle duyuyorum ben rencide olmuş halimden birazcık olsun kurtulunca. “Hayır, solaklar zeki olur tamam mı! Zeki adamın da yazısı kötüdür!” diyip çocukça bahaneler peşinde koşmak istiyor beynimin bir tarafı. Diğer taraf da “Şu tahtayı sil de insan gibi yaz ne yazacaksan” diyor. Kendimi tahtayı silerken buluyorum. “Ne yazmışım lan ben buraya?” dediğimi fark ediyorum tahtayı silerken. Kendi soruma cevap veremediğimi görünce de ışık hızına yaklaşan bir hızla tertemiz bir tahta bırakıyorum ardımda sınıftan çıkarken.

21 Ekim 2011 Cuma

"Ben Hasta Olmam Hiç"

“Ben hasta olmam ki abi, ne olucam ya” cümlesini milyonlarca kez kurdum. Bu düşünceye güvenip buz gibi havada tişörtle dolaştım, yağan yağmura hiç aldırmadan avare gibi takıldım sokaklarda. “Manyak mısın sen bu havada böyle çıkılır mı dışarı? Aaa donarak ölecek çocuk!” diyenlere, “Ne var ki bence hava sıcak” gibi ipe sapa gelmez laflar ettim ve bunu çok büyük bir yetenekmiş gibi algıladım. Şimdi defterin başında oturup bu pişmanlık kokan cümleleri yazmamın sebebi de amaçsız bir şekilde ağrıyan bir boğaza ve elinden geldiği ölçüde boğazı yalnız bırakmamaya çalışan bir burna söz geçiremiyor olmam.

Minicik hallerimden beri gayet iyi bakılmış bana. Zavallı bir dananın kemiğinin kaynatılmasıyla elde edilen şeyden yapılan çorbalar, meyvelerden yapılan çeşitli tatlar falan derken tombul bir çocuk olmuşum ve etraftan da duyduğum kadarıyla, bu yediğim şeyler çok dayanıklı bir bünye yaratmış. Bugüne kadar “Ee tabii sağlam vücut”, “Dayanıklısın sen”, “İyi yetiştin iyi, bağışıklık falan iyi yani” cümlelerini o kadar çok duydum ki, “Oğlum; halayı, teyzeyi bırak, beş kat yukarıda oturan komşu bile bunu söylüyorsa, ben ömrüm boyunca hasta olmam herhalde” şeklinde bir inanç tarzı geliştirdim.

Tabii çocukluk aklıyla uydurduğun bu tarz şeylere sımsıkı bağlandığın olabiliyor. Zaten mülayim bir insan olduğum için giymem söylenen kıyafetlere “Ya banönö annö yaa giymem ben bunu” diye tepkiler vermiyordum ve mayıs ayında bile atkıyla, montla okula gittiğimi bilirim. Böyle sımsıkı giyinince, zaten anca elektron mikroskobuyla görebileceğin bir mikropla bile temasın olmuyor ve hasta olsam diye uğraşsan bile olamıyorsun. Sonra da “Hasta olmam ben hehe” diye dolaşıyorsun ortalıkta çok iddialı bir şekilde.

Ama zaman ilerliyor, vücutta deformasyonlar başlıyor ve çok sağlıklı olduğunu iddia eden çocuğun yerine “Üşüyorum şu an, hastalık beni bekler, şu an hasta oldum, off ölüyorum, kurtarın beni” diyen bir insan çıkıyor ortaya. Zamanında çok güzel kandırıldığın ve bu yüzden çok iddialı konuştuğun için de “Yok ki benim bir şeyim, her geçen gün sağlık doluyorum, Allah Allah ne ilginç değil mi?” gibi garip tepkiler vermeye kalkıyorsun. Sonra kimsenin olmadığı bir yere gidip deli gibi öksürüyorsun “Allah’ım nolur öksürdüğümü kimse duymasın” duaları eşliğinde. Bir de duyulan ilk öksürük sesi aslında bir annenin zafer çığlığı demek. Çünkü anneler, çocukları “öhö” yaptığı anda, “Ee ben dedim sana incecik giyinip çıkma dışarı diye, kafanı ıslatıp dışarı çıkıyorsun, tabii hasta olursun, şimdi öksür dur bakalım” diyerek haklı çıkmanın gururunu yaşıyorlar. Daha yaşın küçükse de bu tepkiler “Şimdi doktora gidelim, ye bi tane iğne de aklın başına gelsin” boyutuna ulaşabiliyor.

Bir de hasta olduğumda doktora gitme gibi bir alışkanlığım yok benim. “Geçer yaa” diyen insanlar grubuna aidim ben. Artık bir yerden sonra dayanamayacağım bir noktaya gelirsem “Eh gidelim bakalım bi doktora, ‘üşütmüşsün’ diyecek işte yani, hep aynı şeyler” diye cahil cahil konuşarak düşüyorum doktor yollarına. Ne zaman böyle düşünüp doktora gitsem, beni yanıltmadılar ve basit bir “Soğuk algınlığı” teşhisiyle yollandım eve. Doktor da arkamdan “Burnu akıyor diye buraya gelmiş, te allam” falan demişse de çok gücenirim mesela. O kadar doktora gitmişsin, ne bileyim, bir zatürre, bir bronşit falan bekliyor insan. (Hayattan beklentilerimi hep yüksek tutmaya çalışırım çünkü ben)

Hastalığın fiziksel etkileri dışında psikolojik etkileri de oluyor ya, o yüzden iki gündür “Off çok yalnızım ya yanımda bana destek olacak kimse yok, bi çorba istiyorum be sıcak bi çay sadece” düşünceleriyle dolaşıyorum ortada. Bir de gözler yaşarıyor hastalıktan dolayı ama sanki psikolojim etkilendi de ondan ağlıyormuşum gibi moda giriyorum. Ama “Allah’ım tek başıma düşüp öleceğim yollarda” diyecek kadar mızmız olma durumuna da gelmem herhalde.

Gerçi bugün hem derste hem de Güney Kampüs’e inerken, kendi kendime “Galiba ölüyorum, boğazım ağrıyor, öksürmem gerekiyor, gözlerim falan yaşarıyor” diye diye pis bir psikolojiye girdim ve “Mızmız mı oluyorum ya?” diye korktum. Meydana inip manzaraya gitmek için köşeyi döndüm, birkaç adım attım ve bir umut arkama bakıp da kimseyi göremeyince “Ben hasta olmazdım ya hiç ama şimdi hasta olmakla beraber, yaşlı ve yalnız da bir insanım” düşünceleriyle döküldü sözler ağzımdan:

don't leave me here to cast through time

without a map or road sign

don't leave me here my guiding light cause i,

i wouldn't know where to begin

i asked the kings of medicine

but it seems they've lost their power

all i'm left with is the hours

http://www.youtube.com/watch?v=rTL45SZKiKU

20 Ekim 2011 Perşembe

"Buck"

“Sahile gidiyoruz” cümlesini duyunca “Neeee! Sahil mi! Heyoo!” ünlemlerini içeren bir sevinç dalgası yayılıyor vücuduma. Zaten “Boğaz’a gitme, oralarda dolaşma” gibi bir hastalığım varken, bir de sıkıntıyla geçen, beklentileri karşılamayan ve üstüne üstlük iki saat süren bir dersin ardından gelen sahil fikri inanılmaz mutluluklar yaşatıyor bana. O anki sevinçle “Abi, siz arabayla gidin, zira ben koşarak size yetişebilecek kadar enerjiyle doldum bir anda ve bir çılgınlık yapmak istiyorum” deme noktasına geliyorum. Fakat dana gibi koşarak gitmek yerine daha insani tavırlarla arabaya biniyorum, “Hem muhabbet ederiz lan arabada, ne güzel işte, gençlik işte, kanımız kaynıyor” falan diye düşünerek.

Harun, Melih, Gül ve benden oluşan dört kişilik bir ekip var arabada. Müzikler, kahkahalar ve Ülker’in çıkardığı ürünlere koyduğu zorlama isimleri (İşte Haylayf, Çizi falan) ortaya çıkarmalar eşliğinde Boğaz kıyısında ilerliyoruz. Melih bir ara “80’ler 90’lar” falan diyerek bir radyo kanalı açınca, çalan müzik ile nostaljik dakikalar yaşamaya çalışsam da kulağıma gelen şarkı hakkında belirgin bir fikrim yok. Bu durumu 1987’de doğmuş olmama bağlıyor ve “Zaten aklım başıma gelene kadar 90’lar olmuştur abi o, ondan hatırlamıyorum” diyerek kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Hoppidik şarkılar çalan başka bir kanala geçince de günümüz müzik endüstrisinde şarkı sözlerine özen gösterilmediği ve insanların aklına ne gelirse yazıp bize şarkı diye kakaladığı konusunda fikir birliğine varıp, Ajdar’ı çeşitli yabancı şarkıcılarla aynı statüde değerlendiriyoruz. Ajdar yanımızda olsa, yıllardır peşinde koştuğu “Kendisini anlayan insanlar”ı bulduğu için mutluluktan bir portakala, efendime söyleyeyim bir kiviye bile şarkı yazıp, dansa başlayabilir.

Bebek Starbucks’ta takılmaya karar veriyoruz ve siparişlerimizi verip soğuğa falan aldırmadan açık alana geçiyoruz. Standart bir ayakkabı kutusu boyutunda olan ısıtıcılar o an ne olduysa, gözüme devasa ısıtıcı panelleri gibi gözüktüğü için üşümeyeceğime inancım tam. Fakat ilk üşüme dalgası Harun’un ciddi ciddi üzüldüğünü gösteren bir yüz ifadesiyle kurduğu cümle sonrasında geliyor: Abi senin bardağında niye “Süt” yazıyor? Herkesin bardağında ismi ya da en kötü ihtimalle içtiği şeyin baş harfi yazarken benim bardağıma “Süt” yazmayı uygun görmüşler. Etrafta oturan herkesin, benim adımın “Süt” olduğunu sanmaları gibi bir ihtimal söz konusu. Tabii ki buruluyorum biraz. “Abi nolur kalkıp gidelim buradan” deme boyutuna gelsem de espriler, komiklikler, şakalar sayesinde kendimi orada oturma konusunda çok güzel bir şekilde ikna ediyorum. Artık bir yerden sonra o kadar ikna olmuş duruma geliyorum ki “Ne var anam babam süt koymuş adımı! Ne var yani!” bile diyebilirim. Fakat Starbucks olunca ortam, biraz böyle nezihmişsin gibi davranman gerekiyor. Zaten muhabbet sırasında “Muhaha hohoho” falan diye güldükçe, Harun “Abi bizi atmazlar di mi buradan?” diye soruyor ve benim de “Atarlar abi bak şimdi” diyerek ayağa kalkıp “Benim adım Süüüütt!” diye bağırmam hepimizi iyice tedirgin edebilir.

Yalnız masada inanılmaz bir muhabbet ortamı yaratılmış durumda. Yani herhangi bir şeyden bahsederken, o konuyu birden kimyaya bağlamak, oradan da bu konu hakkında bir Umut Sarıkaya karikatürü anlatmak, sonrasında buna gülmek ve hemen başka bir konu ortaya çıkarıp aynı prosedürü izlemek gibi bir döngü oluşturulmuş. Herkes farklı bir şeyden bahsederken, ortaya ortak bir konu çıkarmak gibi inanılmaz işler peşindeyiz ve bunu da başarıyla sağlıyoruz. Mesela “0 Kelvin'de hayat duruyo olum, elektron böyle pıt diye düşüyo" derken, Melih birden “Starbucks, Deniz Yıldızı demekmiş, doğru mu?” diye soruyor ve elektrondan bir şekilde deniz yıldızına geçebiliyoruz. Evet, yapabiliyoruz bunu.

Ama artık hava iyice abartmış durumda ve titremeler baş göstermeye başlıyor. Harun artık kalkalım dedikçe, üçümüz “Yoo iyi böyle” diyorduk ama kalkma fikri yavaş yavaş beynimize yerleşiyor. Soğuk beyin fonksiyonlarını durdurma durumuna geldi ve içimizden biri (İsim vermek istemiyorum, o kendini biliyor)belki de çok fazla üşümenin verdiği etkiyle Melih’in “Starbucks deniz yıldızı demekmiş” cümlesine istinaden “Buck yıldız demek yani?” diye bir cümle kuruyor. Öyle böyle gülmüyoruz ama bu cümleden sonra. Yani insan olan böyle gülmez. “Gülmekten karnıma ağrı girdi” şeklindeki fizyolojik olayı tecrübe etmeye başlayınca susup, artık kalkıp gitmemiz gerektiğine karar veriyoruz. Zirvede bırakmalıyız artık.

Kalkıyoruz masadan. Gülerken ısınmıştım ama rüzgar yine göstermeye başlıyor etkisini arabaya doğru ilerlerken. Arabaya binerken önce telefona, sonra Boğaz’a son kez dönüp bakıyorum. Aklıma bir şarkı geliyor ve dökülüyor sözleri ağzımdan:

nothing melts in this cold

but russia on ice is burning a hole

14 Ekim 2011 Cuma

İhtilali Ne Zaman Yapıyorum?

Telefonun alarmını duyup daha beynimi toparlayamadan masama doğru koşuyorum. Yıllardır yanı başıma koyardım telefonu yatmadan önce, birisi falan ararsa anında cevaplayayım, mesaj gelirse bekletmeden cevap vereyim ki insani ilişkilere ne kadar çok önem verdiğim anlaşılsın, böylece kendim hakkında çok da olumsuz bir imaj oluşturmayayım diye. Telefonum sessizdedir gerçi hep, o yüzden buradaki hemen cevap verme olayı, olur da gece uyanırsam, uyandığım gibi cevap veririm şeklinde anlaşılmalı. Yoksa her dakika arayan soran var, herkese yetişmeliyim, o yüzden telefonu hiç yanımdan ayırmamalıyım gibi bir durum söz konusu değil. Bir de telefonun alarm özelliğinin kullanılması var, kalkman gereken saatte seni uyandırsın diye, fakat o telefon, yastığımın yanında olunca daha neredeyse alarmı çalmadan erteleme tuşuna basmak gibi bir mekanizma geliştirmiştim. Sonra da alarmı kurduğun saatten en az 40-45 dakika sonra kalkıyorsun yataktan ve o hiç hoş olmuyor. Uykudan vazgeçtiğim için değil de artık her 5 dakikada bir dıttırıdıttırı diye alarmın çalması sinirlerimi bozuyordu. O yüzden “Telefonu odamdaki yatağımdan en uzak köşeye koyayım da alarm çalınca mecburen yataktan kalkarım, sonra da tekrar yatmamak için kendimi ikna yollarını ararım” diye düşünüp masamın üstünü bellemiştim telefonun yeri için.

Masama vardığım gibi telefonu susturuyorum. Bu sırada beyin de etraftaki olayların farkına varmaya başlıyor. Deli gibi bir rüzgarın estiğini fark ediyorum önce dışarıda, sanırım yine aynı delilik ölçüsünde yağmur da yağıyor. 5:30’da kalktığım için her yer zifiri karanlık ve uykudan yeni uyandığım için hala kısık olan gözlerimin bu özelliğinden faydalanarak sanki çok ciddi bir şekilde dışarıyı izliyormuş gibi gözükmek için pencereye doğru koşuyorum. Pencereyi açıp “Lan!” efektiyle kapatmam aynı anda oluyor yüzüme tonla yağmur damlası yiyince. Pencerenin arkasında, dışarıda ne gibi olaylar döndüğünü anlayabilmek için garip garip dururken başımın fena halde ağrıdığını fark ediyorum. Yani öyle böyle bir ağrı değil. Uyanıp birkaç saçma aktivite yaptıktan sonra ağrıyı anca fark edebilmem ilginç geliyor. “Hani bazen çok koyar bir şey ama biraz vakit geçtikten sonra fark ederiz acısını, galiba öyle oldu şu anda, sanırım bu durumu yaşıyorum” diye felsefik düşüncelere saplanıp hayatı sorgulamaya girişiyorum. “Boş boş şeyler düşüneceğime biraz olsun mantıklı davrandım lan ne güzel!” diye sevinip bu mutlulukla yeniden yatağa dönüyorum, masanın üzerinden telefonumu aldıktan sonra. Okula gidecek durumumun olmadığını fark etmem de yatağa başımı koyduğumda anladığım şey olma ünvanına kavuşuyor. Gözlerimi kapatıyorum.

Rüyamda bir çocuk var karşımda, bir şeyler anlatıyor bana. Dalgalı saçlarıyla tırmanıyor kucağıma. “Kimdi ya bu çocuk?” diye dakikalarca düşündükten sonra, bana artık, “Çocukken sen çok güzeldin” demelerine neden olan çocuk olduğunu anlıyorum karşımdakinin. Küçüklük halimin karşımda öylece oturması “Off daha bu kadarcık mıyım ben ya?” diye düşünmeme neden oluyor, korkuyla uyanıyorum. Hemen yastığımın yanındaki telefona sarılıp “Bitti mi ders?” yazıyorum. 10:50’de bitmesi gereken ders için 11:35’te mesaj atıyorum, “Bitti mi?” diye. Sanki iki saat değil de yıllarca geç kalmışım gibi bir psikoloji var üzerimde rüyanın getirdiği etkiyle ve dersin bitmediğini duyma gibi bir isteğim var, sanki bir şeyleri yakalayabilecekmişim gibi. “Süper başladım güne sanırsam. Hadi bakalım bu psikolojiden kurtulmak için nelerin peşinde koşmalıyım?” diye düşünüp kalkıyorum yataktan.

Başımın ağrısı sabahki kadar ağır olmasa da devam ediyor. Odamın penceresini açıyorum, yağmur durmuş ama rüzgar esiyor hala şiddetli bir şekilde. Çocukluğumdaki kahramanlardan biri geliyor aklıma, belki de rüyanın etkisinden kurtulamadığım için hala. Böyle rüzgarlı bir havada vedalaşmıştım onunla. Başıma ağrı saplanıyor birden. “Çay içme vaktim geldi” diye düşünüp mutfağa doğru ilerliyorum. Böyle canımın sıkıldığı anlarda alabildiğim en net karar bu zaten: Çay içeyim ben. Çaya inanılmaz sorumluluklar yüklediğim oluyor yani böyle. “Bir kupa çay içilecek ve her şey yoluna girecek.” Şifalı bitkiler kitabı bile hiç kimseye bu kadar umut veremez. Demliğe su koyup kaynamasını bekliyorum. Suyun ısınması sırasında demliği izleyip bütün proses hakkında fikir yürüterek günlük kimya ihtiyacımı karşılamak gibi bir amacım var. “Bugün kimya için ne yaptın?” diye soran olursa, gönül rahatlığıyla cevap verebilirim. Su kaynayınca içine çay atıyorum. Çayın demlenmesini de bekleme gibi bir fikir geliyor aklıma ama demliğin içine doğru yavaş yavaş çöken çay yapraklarına bakıp ilkokul düzeyinde felsefe yapmaktan korkuyorum. “Neyse, kupa seçimi yapayım, oradan bir felsefe yakalarım artık” diyip mutfak dolabının kapağını açıyorum. “Ee bu baş ağrısına bence bu anca yeter” kararıyla devasa Starbucks kupamı alıyorum, felsefem de şu oluyor: Abi gönlün zengin olacak işte, o zaman tat alırsın ki hayattan, ne o öyle bir yudum çay mı içilir!

Masama gidip Facebook’u açarak oradaki günlük işlerimi tamamlıyorum öncelikle. (Bejeweled Blitz’de coins toplamak ve kimler online diye bakmak için iki saniyeliğine online olup hemen offline olmak) Kahvaltı yapmamak gibi bir yaşam formu geliştirdiğim için “Acaba ne yesem?” diye bir derdim yok. Onun yerine “Hangi şarkıyı açsam da bütün gün onu dilime dolasam?” gibi bir soruya cevap arıyorum. Pain of Salvation’dan Eleven şanslı şarklı oluyor bugün için. “İleeeeeeevııııııınn” diyerek şarkıya eşlik ediyorum ama komşular hakkımda “Yazık lan kim bilir ne derdi var, nasıl içli söylüyor, yazıktır” şeklinde düşünmesin diye İngilizce’yi yeni yeni öğrenmeye çalışıyormuş gibi yapıp “Tıveeeelllfff” ve “Tööörrrttiiiinnn” diyerek devam ediyorum. Yaptığım manyaklığın farkına varıyorum bir süre sonra, içime kapanıyorum. Bir süre kapanık bir şekilde durduktan sonra biraz neşelenmek için masamın üzerinde duran ve yarısı okunmuş Uykusuz’a gidiyor elim. El dergiye uzanırken “Dur lan poster vermişti bu hafta Uykusuz, onu odama asayım da şekilli oda sahibi bir birey olayım, saten boya da bir yere kadar, azıcık renk gelsin odama, Feng Shui gibi takılayım biraz” diye düşünüyorum. Sandalye tepesine tırmanıp astığım poster yamuk duruyor duvarda. “Alt tarafı iki bant, bi zahmet onu düzgün yapıştır be bari bunu yap be” serzenişleriyle kendime tepki gösterip kendimi yollara vuruyorum. Temiz hava alarak üzerimdeki negatif enerjiyi dağıtmak ve böylece pozitif bir insan olarak etrafa güven veren, insanların yanındayken tüm dertlerini unuttuğu, hayat dolduğu bir insan olma gibi bir amacım var.

Gerçi bugüne kadar “Evet, Erdem’in yanına gidince tüm dertlerimi unuttum, bir mutlu oldum ki sorma gitsin, bence hep Erdem’in yanında olmalıyım” diyen biri oldu mu bilmiyorum. Bundan sonra da olur mu? Onu da bilmiyorum. Keşke olsa. “İşe yarıyorum galiba” diyerek mutlu olabilirdim mesela. Yolda bunları düşünüyorum yağmur hafif hafif çiselerken. Anlamsız bir huzur doluyor içime her şey yolundaymış gibi sanki. Yağmurun galiba gerçekten huzur verme gibi bir olayı var. Bazen sonsuz bir huzur oluyor işte böyle, bazen de “Lanet olası bu yalnızlık” diyebiliyor insan. Huzur dolduğun zamanlarda bazı şeyleri yapmak çok kolay oluyor. Genelde soğuk duran biri olmama rağmen garip garip gülebiliyorum durup dururken böyle anlarda. Durmadan konuşabiliyorum falan… Ama “Lanet olsun” dediğin anlar çok hoş zaman dilimleri olmuyor tabii ki. Kendi kendime yürümeye o kadar çok alışmışım ki arkamdan gelen birisi hızlanıp beni geçmeye karar verince aynı hizaya geldiğimizde “Noluyo ya!” diye tepkiler verdiğim oluyor. Sakin sakin yürürken yanımdan geçen arabanın yağmur sularını “foşş” efektiyle üstüme sıçratmasıyla da “Noluyo ya!” diye bir tepki verdim ve artık iyice ıslanınca artık bir arabaya atlamam gerektiğini düşündüm işe gitmek için. Minibüste yanıma oturan amca da her binene sevimlilikler yapmaya başlayınca bir kez daha “Noluyo ya!” dedim. Ne kadar mesut bir ortamda bulunuyordum. “Pozitif enerji yaymaya mı başladım ne!” diye düşünmeye başladım ve hafif hafif sırıttım.

Derse girdim işe gelince ve can, could falan öğretmeye çalıştım. “Hadi bakalım sen de can kullanıp bir cümle kur” dediğim öğrenci, duraksamadan “I can I can I can” demeye başlayınca onu o anda susturup “I can you can what can you do?” şarkısını söylemek istedim. Bu pozitif hal başıma dert açacak gibiydi. Sonuçta koskoca adamın “Heyoo i can you can oo lalala” falan diye bir şarkı söylemeye başlaması çok da hoş görüntüler oluşturmaz. Pozitiflik de bir yere kadar tabii. Zaten pozitif olmak bana çok da uyan bir şey de değil ki. “Niye bu kadar kasıyosun abicim pozitif olacaksın diye? Saçmalıyosun işte” diye düşünüp hemen negatif duygularımı öne çıkardım. Tabii öğrencinin de bana bu konuda inanılmaz yardımları dokundu sonradan. Türkçe’sini sorduğum her kelimeyi “Sürahi” olarak yanıtlaması hayattan iyice soğuttu beni. Şu yirmi dört yıllık hayatımda bugüne kadar “Sürahi” kelimesini toplamda bu kadar duymamışımdır. En sonunda “Sürahinin İngilizce’sini sorayım da ona da ‘Sürahi’ desin, o da rahatlasın, ben de rahatlayayım” diye düşündüm ve doğru cevabı alınca da dersi bitirdim.

İşten çıkınca “Arabaya binmek üzere durağa gidene kadar ne yapsam acaba?” diye düşündüm ve aklıma gelen en mantıklı hareket bugün telefonuma gelen mesajları ve benim onlara verdiğim cevapları sırayla okumak oldu. Bir gelenlere, bir gönderilenlere girerek inanılmaz bir döngü oluşturdum. Elimde telefonla, bir yandan mesajları okumaya, bir yandan da yağmurun yarattığı çamurla dolu yolda oraya buraya saplanıp düşmemeye çalışırken yanımda bir gölge hâsıl oldu ve bankamatik kartı olmadan hesaba para yatırıp yatıramadığımı sordu. Sorudaki ihtişamı duyunca kendimi çok önemli biri gibi zannettim ve “Yatırırım” dedim. Bankamatiğe doğru ilerlerken dünya üzerinde çok önemli bir platformda süper bir açılış yapacakmışım gibi gururlu bir şekilde yürümeyi ihmal etmedim. Bankamatiğin önünde elime bir kağıt sıkıştırıldı ve bütün bilgilerin burada olduğu söylendi. Tam olarak bu anda kendimi bir uyuşturucu kaçakçısı gibi hissettiğimi belirtmeliyim. Etrafı kolaçan ettikten sonra elimdeki kağıdı açtım ve üzerinde sadece HALKBANK yazdığını gördüm. “Abi bu ne ya? Banka adı yazıyo burda sadece nasıl yatacak o para?” dedim. Adam telefona sarılıp birisini aradı ve telefonu bana uzattı. Telefondaki genç, ben daha sesimi çıkarmadan kartın üzerindeki bütün bilgileri okumaya başladı. İki saniye daha bekleseydim Halkbank Müşteri Hizmetleri’ndeki bir görevli olup “Beyefendi annenizin kızlık soyadı nedir?” falan diye soracaktım. Kartın geçerlilik süresini de öğrenip bu dünya üzerinde artık hiçbir bilgiye ihtiyacım kalmadığını fark edince (Çünkü gerçekten öğrenmem gereken şeylerdi bunlar) “Siz şimdi bankayı arayın, hesap numarasını falan öğrenin, galiba bu işler öyle oluyo” diyerek telefonu amcaya geri verdim. Telefonu alan amca, diğer elindeki 100 lirayla birlikte bana el sallamayı unutmadı. Ben de el salladım. “Yazık lan!” dedim.

Eve geliyorum. Her şey bıraktığım gibi. Masamın bir köşesinde sabah rüyamda gördüğüm çocuğun fotoğrafı duruyor. Uykusuz hala yarım bırakılmış vaziyette. Açık bıraktığım pencereden hala sabahki gibi rüzgar esiyor. Telefonda gün içinde birkaç kez okuduğum mesajlar var sadece. Gözüm duvardaki yamuk asılmış postere takılıyor. Utançla indiriyorum kafamı. Gözlerim dün gece okumaya karar verdiğim ama elime aldığım gibi gözlerimin kapanmaya başlamasıyla okuyamadığım kitaba takılıyor. 1971 basımlı bir Aziz Nesin kitabı bu. İhtilali Nasıl Yaptık yazıyor kitabın kapağında. “Ben ne zaman yapacağım şu ihtilali? Galiba çok sıkıldım artık” diyorum kitabı elime alıp yatağıma doğru ilerlerken.