29 Ocak 2013 Salı

26

“Aslında uzun hikâye ama sana değmez. Kısa kesmek gerekli, yalanına değmez” diye başlıyor şarkı kulağımda. Binlerce kez uyanıp kendimi tekrar uyumaya zorladığım gece bitti ve her sabah olduğu gibi yollara düştüm işe gitmek için. Hikaye hep aynı, monoton bir yaşam işte. Bunun için de yapılabilecek pek fazla bir şey yok. Kafanda binlerce düşünce ve önünde uzayan yol. Garip bir devinim halindeler ve onlara ayak uyduruyorsun.

Elimizde olan şeylerin miktarının artması güzel bir şey gibi gelir hepimize. Mesela para. Ya da umut. Mutluluk. Ama bazı şeylerin adedi arttıkça, aslında kötü şeylerle karşılaşabileceğini de fark ediyorsun. Düşünce bunlardan biri. Çok fazla düşündükçe gittikçe çöküyorsun gibi geliyor bana. Kafanda üzerinde düşünülmesi gereken ne kadar çok şey varsa, o kadar da kapatıyorsun kendini hayata. En kötüsü de düşünerek çözebileceğini sandığın şeyleri, düşündükçe düğümlemek. Düşünceleri hayata geçiremedikten sonra “Şunu şöyle yapsam, bu böyle olsa” demek, aptalca bir avuntudan başka bir şey değil ne yazık ki.

Peki, ne düşünüyorum bu kadar? Zamanında “Şunu şöyle yaparım, bu böyle olur” diye düşündüğüm ama şimdi hayatıma baktığımda, aslında çoğunu gerçekleştiremediğim ya da çoğu gerçekleşmeyen şeyleri düşünüyorum. Umut dolu başlıyorsun hayata. Daha 3-5 yaşındayken sana sorulan büyüyünce ne olacağın sorusuna inanarak cevap vermenden belli zaten gelecek adına çok büyük umutlar beslediğin. “Bilmiyorum” cevabı veremezsin mesela bu soruya. Etrafındakiler hoş bakmazlar sana o zaman. Çünkü bir şeylerin farkında olmanı istiyor herkes, önüne hedefler koymanı ve bunlara ulaşabilmen için de her yolu denemen gerektiğini söylüyorlar. Ne kadarını gerçekleştirebiliyoruz bunların? Cevap muamma.

Bir de kendi kendimize düşünüp hedeflediğimiz şeyler var. Bunları etraftan da duyuyoruz ama önce kendi kendimizi ikna ediyoruz bunların gerçekleşmesi gerektiği hakkında. Düzgün bir eğitim hayatı, düzgün bir iş, düzgün bir evlilik, çok yakışıklı veya çok güzel bir çocuk sahibi olma, hayatın boyunca maddi ve manevi hiçbir sıkıntı çekmeme gibi şeyler işte. İyi bir üniversitede okudum, çalıştığım bir işim de var çok şükür. Uzaktan bakıldığında bazı insanlara yetebilecek kadar sahibim belki bir şeylere ama içimde hep bir eksiklik duygusu var. Bazı şeylere uzaktan bakmanın ne demek olduğunu öğrendim diyebilirim aslında. Onlar olmasa da olur. Ama bunların dışında kalanlar hayatında olmadan rahat hissedemiyorsun sanki. Ergenlikteyken her şeyin süper olacağına kendini inandırıyorsun ama yaşın ilerledikçe kafandaki her şeye sahip olmayacağını fark ediyorsun ya, aslında hayatın o zaman başlıyor. Maddi ve manevi her şeyi düşünebiliriz burada. “Bir arabam olsun istedim ama olmadı” da diyebiliriz, “Çok güzel bir sevgilim olsun isterdim, olmadı” da. Maddi şeyleri belki bir gün bir yerlerde elde edebilmek mümkün ama insana manevi doygunluk yaşatacak şeylerle karşılaşmak çok da planlanacak bir şey değil. Tam “Evet, oldu bu kez” diyorsun ama ne olduğunu anlamadan bir sürü insan girip çıkıyor hayatına. Bazısı üzerine yapışan ufacık bir tüy gibi, bir fiskeyle uzaklaştırabiliyorsun ama kimi kazınıyor sanki bir yerlerine, atıp kurtulmak çok kolay olmuyor. Terk ediliyorsun, acı çekiyorsun ve çektiriyorsun, belki bazen gülüp geçiyorsun ama en sonunda hissettiğin hep bir yoksunluk duygusu oluyor. Sonra hep bunları düşünüyorsun ve birkaç düğüm daha atıyorsun her şeyin üzerine.

Şimdi bu konularda çok masummuşum gibi görünmek istemem. Ben de çok fazla kişiyi kırdım, ağlattım. Karşısına geçip ağladığım insan oldu, evet ama telefonun diğer ucunda yalvaran sesleri hiç umursamadığım da oldu. Sen acı çekerken “Ya beni nasıl istemez! Nasıl!” diye dövünüp duruyorsun ama senle konuşmaya çalışan insan da aynı şeyi düşünüyor senin hakkında. Sanırım burada asıl fark etmemiz gereken şey şu üzülmeyi bırakabilmek için: Sensiz yapabilen, zaten sensizdir. Birini seveceğiz tabii ki ama buna cidden değmesi gerekiyor o insanın. Günün birinde “Ayh ben sıkıldım ya” diyerek gidebilecek değersizlikteki insanları hayatımıza almamamız gerekiyor ki kafamızda binlerce düşünce oluşup bizi iyice yormasın. Çünkü bazen olgunluk kaçmayı değil, mücadele etmeyi gerektiriyor. Ama ne yazık ki çoğumuz bunun farkında değiliz. Söylediklerimizi anlamıyor insanlar, şekle bakıyorlar, kelimelerin arasında garip anlamlar arıyorlar. Hassasiyet duyduğumuz şeyler küçümseniyor, eksikliklerimizle dalga geçiliyor, iyi yanlarımız ise görülmüyor ya da görülmek istenmiyor. Değer vermek de sözle belirtilecek bir şey değil, bunu da fark etmemiz gerekiyor sanırım. “Sen benim için çok önemlisin” lafını duymak artık benim için hiçbir şey ifade etmiyor mesela. Ben de hiçbir şey yapmadığım insanlar için bu lafı kullanmıyorum artık. Çünkü, “Sen hayatımdaki en önemli insansın” diyen kişilerin bu sözlerinde samimiyet hissetmediklerini görmek kadar yaralayıcı bir şey yok. Ben de yapmışımdır zamanında belki bunu. Ama artık yapmamalıyım.

Geçen gün şirket sahibimiz yanına çağırdı beni. Gittim odasına. “Erdem, sana bir şey diyeceğim, bunu hayatın boyunca sakın aklından çıkarma” diye başladı söze. Hayatımdaki en küçük insandan en büyüğüne kadar hepsinden bir şeyler öğreneceğime inanıyorum. O yüzden herkesin söylediği şey, benim için önemli. “Aile terbiyesi, karakter, eğitim düzeyi olarak çok çok iyi bir insansın ama şunu unutma, hayatındaki insanlar sadece kendi çıkarları için senin yanında olur. Hep senin yanında olan, yüzüne gülen insanlar, istedikleri olmadığı zaman, arkalarını döner. Bu dediğimi hayatın boyunca aklında tut ve az önce saydığım sahip olduğun o değerlerin kıymetini bilip yaşamını ona göre sürdür” diye tamamladı sözlerini. Onlarca kişi ve durum geldi aklıma bu sözleri duyunca. Beyin çok ilginç bir organ, ufacık bir zaman diliminde milyonlarca şey düşünebiliyor. “Haklısınız” dedim patronuma. Haklıydı.

Çok fazla düşünce var kafamda bu aralar. “Doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor” sözünün canlı bir örneğiyim. İsteyip yapamadıklarım, benim elimde olmayan şeyler, aklımda olup yanımda olmayanlar falan ne bileyim, dolduruyor işte kafanı. Çok karışık bir yazı oldu, farkındayım ama sanki minibüse yolcuların inip binmesi gibi benim de kafama bir o düşünce geliyor, onu kovuyorum, bu sefer başkası geliyor. Bulutsuzluk Özlemi’nin “Sözlerimi Geri Alamam” şarkısında bir söz geçer ya “Bir umuttu yaşatan insanı…” diye, o geldi şimdi aklıma. Kafandaki sayısız düşüncenin yanına biraz umut sıkıştırınca her şey düzelecek gibi geliyor işte. Ne zaman bilmiyorsun ama düzelecek. Belki o zaman aslında bu hayatın çok güzel olduğunu, kimsenin uğrunda ölmeye ya da yaşamaya değer olmadığını, kendi bencillikleriyle savrulup giden insanların yanında aslında kendi benliğimize sahip olmamız gerektiğini fark ederim. O zaman da geride bıraktığım herkese, her düşünceye şöyle bir dönüp, aslında yaşattıklarından çok uzun hikâyeler çıkarılabileceğini ama bunlara değmeyeceklerini anlatır ve kısa keserek kulağımdaki şarkının biterken dediği gibi seslenirim: Affetme, affetme beni!

22 Ocak 2013 Salı

Çocuk

Zeynep’ten bir mesaj geldi bugün otururken, işte çocukluğumuza dönmekle ilgili bir şeyler yazmış. Biz dört kuzen, hep beraber büyüdük, evlerimiz çok yakındı birbirine ve bunun yanında yaşlarımız da çok yakındı, birkaç ay var aramızda. Ee hal böyle olunca çocukluk dönemini birlikte geçiriyorsun tabii. Şu an şöyle bir geriye dönüp baktığında çok saçma gelebilecek şeylerden kendimize öyle oyunlar çıkarırdık ki, o zamanlar dünyanın en keyifli insanları biz olurduk. Ninja kaplumbağa olup Shredder’a mı dalmadık, sokakta sek sek mi oynamadık, Alman kale denen ve genelde erkeklerin oynadığı oyuna Zeynep’i falan alıp kaptırmadık mı kendimizi! (Ee tabii erkekler sek sek oynayıp, lastik atlayınca, kızların da maç yapması gerekiyor bazı durumlarda ehehe)

Güzel zamanlardı. Kesinlikle. Bir kere düşünebileceğin en büyük sorun o an oynamak istemediğin oyunun yerine başka bir şey bulabilmek ve bunu diğerlerine kabul ettirebilmekti. Yemek yemekle alakalı bir sıkıntın yok zaten, börek, çörek yapılıp getiriliyor önüne. Karnını doyurunca da ver kendini oyuna. Eve gidince de ödevini yaparsın ve sana yüklenen en büyük sorumluluğu da halledersin. Ne güzel değil mi?

Ama zaman ilerledikçe ister istemez değişiyor bir şeyler hayatında ve bunu engellemek çok mümkün değil ne yazık ki. Bir kere, oyundan başka bir şeyler düşünmek durumunda kalıyorsun. “Düzgün bir okul kazanayım” düşüncesiyle başlayan ve adım “Düzgün maaş alayım, faturamı yatırayım, kredi kartı ekstresi gelmiş, bana niye böyle dedi, niye trip atıyor şimdi bana, ayrılacak mıyız, ayrılsam mı, mutlu değilim, ben bunu hak etmedim” şeklinde devam eden şeyler işte. Kendi hayatına ve yaşadığın olumsuzluklara o kadar çok odaklanıyorsun ki, bu hayatın sadece kendi etrafında döndüğü gibi bir yanılsamaya kapılıp geride kalan hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi düşünemiyorsun. Yani yaşın 30 olsa bile gidip sokakta bağırış çağırış içinde birbirini kovalayacak değilsin tabii ki ama ne bileyim hayattan tamamen soyutlanıyorsun sanki ve zaman zaman geriye dönüp “Ne güzeldi o günler ya!” diyorsun.

Şimdi burada arabesk bir biçimde “Ühü çok özledim çocukluğumu, çocukken toz pembe hayallerim vardı, gerçekleştiremedim hiçbirini, çok kötüyüm bu yüzden” falan diyecek değilim. Zaten çocukluğun apayrı bir dönem olduğunu ve hayatının hiçbir döneminde o zamanki kadar mutlu, en azından hevesli olamayacağının farkındayım. Gerçekçi olmak gerek. Büyüdükçe sıkıntıların artıyor, daha da artacak, bu kesin. Ama öyle bir zaman geliyor ki işte, o dönemlere dönmek için içinde inanılmaz bir istek duyuyorsun. Bunun pek çok sebebi var tabii, içinde bulunduğun koşullar, hayal kırıklığı yaşatan şeyler, güvenini sarsan şeyler, sana asla yıkılmayacak gibi gelen ama ummadığın bir anda yerle bir olan şeyler, hayatına giren insanlar, hayatından giden insanlar… Çok daha rahat bir şekilde uzatılabilir bu liste. Bunlar birikip karşında koca bir dağ gibi durunca, o dağın arkasında çocukluğun oluyor işte. Dağı aşıp ona ulaşmak istiyorsun ama adım attıkça dağ daha da büyüyor gözünde. Boş bir umutla tırmanırken her köşede sende iz bırakan şeyleri görüyorsun. Artık bunlara dayanamayınca da sanırım “Bir şey olmuyorsa, olmuyordur işte” deyip vazgeçiyorsun. Ya da vazgeçiriliyorsun. Çünkü bir şey olmuyorsa, olmuyordur.

18 Ocak 2013 Cuma

Kokla Beni

Yaşlı kokusu diye bir şey var. Hepimiz farkındayız bunun değil mi? Artık ne oluyorsa, insanlar belli bir yaştan sonra belli bir şekilde kokmaya başlıyorlar. Ya vücudumuz artık güzel güzel kokmaktan vazgeçip garip enzimlerle kendince bir şeyler yapmaya çalışıyor ya da insanlar belli bir yaşa geldikten sonra “Amaaan ne uğraşıcam ya” mantığıyla kendilerine bakmaktan vazgeçiyor.

Ben kendimden biliyorum, mesela iki haftadır kendimi berbere gitmeye razı etmeye çalışıyorum, çünkü saçlarım uzayınca gerçekten ucube gibi oluyorum ama artık nasıl soğuduysam hayattan “Kalsın ya böyle zaten bir getirisi olmadı kısa saçın bana bugüne kadar, bir de yorgunum, hem kestirsem ne olacak ki! Kim dönüp bakar bana! Anca aynada kendimi izlerim!” diye düşünüp vazgeçiyorum. Zaten bir de surat orantısız olup, kocaman gözler ve küçücük bir ağız, saçlar da arkadan dalgalı, önden tanımlanamayan bir şekil alınca iyice çirkinleşiyorum. Bir de berberden dönünce milletin “Ulan zaten iki tel saçın var, onları da kestirmişsin, tam olmuş!” gibi tepkileriyle iyice iğreniyorsun kendinden. Hele bir de şöyle bir şey düşünün, birkaç kişiden oluşan bir ortama giriyorsun, iş arkadaşların falan, iş yerindesin, saçlarını yeni kestirmişsin, kendini iyi göründüğüne inandırıyorsun, oradaki insanlar da “Aa iyi olmuş böyle ya valla yakışıklı olmuşsun” falan deyince iyice gaza geliyorsun, sonra kız arkadaşın sana dönüp diyor ki: Çok kötü olmuş. Bakamıyorum yüzüne. Hee aferin! Bakma! Yani bir bakıma da haklıyız belki, kendine baksan ne olacak, sonuçta eve gidince seni bir Kadriye ya da Necmi bekliyor. Bir insan neden Necmi gibi birisine güzel kokmak ya da iyi görünmek istesin ki!

Sabah minibüse bindim. Minibüs yaklaşırken bayağı boş koltuk olduğunu görünce sevindim hatta, “İyi lan adam gibi oturup giderim bari ohh!” falan diye, hatta kapılar açılınca da önce ben atladım dana gibi, maksat yerler dolmasın. Şoföre parayı verdim, arkamı bir döndüm, boş yer kalmamış. Ulan önce otur, sonra paranı uzat işte milletin yaptığı gibi! Ama yok olmaz! Ben paramı vereyim de isterse şoför beni tavana bağlasın. Çünkü yolda giderken şoför şöyle bir kesiyor ya minibüsü “Evet ücretleri gönderelim” diyerek, ben manyakça bir paranoyaya kapılıyorum o zaman, “Bana mı diyo lan! Ee verdim ben!” diye. O yüzden başım gözüm sağken minibüs ücretinin oluşturduğu iç sıkıntısından kurtulmak istiyorum. Neyse, baktım yer yok, ayakta durmak için güzel bir yer seçmeye çalıştım. Minibüste yer seçmek çok önemli çünkü. Aptal gibi en önde durursan, bir zaman sonra muavin oluyorsun para uzatıp, para üstünü geri göndermekten. Bir de garip insanlar çıkıyor arada, gelip sana soruyorlar, “Ben 2 lira gönderdim, para üstü gelmedi, niye?” diye. Ücret tarifesi miyim ben! Ne bileyim niye gelmedi! Sonra yolcuyla şoför arasında köprü oluyorsun şöyle:

Erdem: Abi 2 lira vermiş abla, para üstü gelmemiş
Şoför: Nereye gidecekmiş?
Erdem: Abla nereye gideceksin?
Yolcu: Beykent’e gidicem
Erdem: Beykent’e gidecekmiş abi.
Şoför: Bize öyle bir para gelmedi.
Erdem: Abla öyle bir para gelmemiş.
Yolcu: Nasıl gelmedi ya!
Erdem: Abi nasıl gelmemiş!
Şoför: Bilemem
Erdem: Bilmiyormuş.
Yolcu: Bileceksin. Şoförsen bileceksin.
Erdem: Abi bilmek zorundaymışsın.

Heh işte böyle anlamsız konuşmalara katılmamak için güzel bir yere sotelendim. Bir zaman sonra bir adet teyze bindi minibüse. Parayı uzattı falan, sonra başka yer yokmuş gibi yanıma gelip önce sol tarafımdaki demiri, sonra da sağ tarafımdaki demiri tutarak etrafımda garip bir kafes sistemi oluşturdu. Sonradan anladım ki zaten tek başına binmemiş, bir de yanında bildiğin ayrı bir vücut oluşturan bir koku da varmış. Hani zorlasan kokuyu burnunla hissetmeyi bırak, gözlerinle bile görürsün. O derece. Garip bir aura var kadının etrafında ama tanımlayamıyorsun da nasıl bir şey olduğunu. Dışarıda satılan herhangi bir parfümü sıkmış olamaz, çünkü böyle bir parfümü üreten bir firmanın çoktan batıp artık üretim yapamıyor olması gerekir. Yemek ya da yağ kokusu falan da değil, hani öyle olsa “Yazık lan sabah yemek yapıp mı çıktı ne yaptı akşama çocuklar gelecek, eşi gelecek tabii” diye düşünüp yine saygı duymaya çalışırım. Ama yok yani, tanımlayamıyorum kokuyu. Bir de kimyager olmanın getirdiği avantajlardan dolayı, kokulara daha hassas bir burnum var artık. Yani etraftaki kokuları duyup “Aha sülfür kokuyor; amonyak bu ya; ester bu ester kokudan belli; m-pyrol abi bu, kesin yani; amonyum boran işte abi, başka ne olabilir ki!” gibi cümleler kuruyorum. Hatta geçen gün suya bile bir koku uydurmaya çalıştım, “Su koksa, böyle kokar bence” diye. Ama teyze bambaşka bir şey ya! Kafanızda koku ile ilgili herhangi bir şey oluşmasına izin vermiyor kesinlikle. “Kokumu duyun ama ne olduğunu anlamayın” diyor. “Kokudan başınız dönsün ama yine de kafanızda en küçük bir fikir oluşmasın ne olduğuna dair” diye kafa tutuyor size. Ciddi bir baş dönmesi nasıl olur, yaşadım onu. Bir de bir yerden sonra burnun kokuya alışıyor ama şoför kapıyı açıp temiz hava dolduruyor içeri, sonra o koku yeniden varlığını hissettirmeye başlıyor. “Buranın tek hakimi benim!” diyor, “Bırakın oksijeni, beni teneffüs edin!” diyor. Azıcık kıpırdanmaya çalıştım, etrafımdaki teyzeden oluşan duvarı yıkmaya çalıştım falan ama bu kez de kokuyu farklı açılardan duymaya başladım. Ulan hacı yağı falan değil, garip kokulu kremlerden de değil, ne bu! Bir ara düşündüm, “Acaba” dedim, “Teyzenin annesi küçükken bir mont aldı da ‘Seneye de giyersin’ dedi ama o kadar büyük almış ki 50 yıldır falan mı giyiyor?”. Yani kıyafet mi eski? Ama yok. O da yeni gibi duruyor. “Herhalde” dedim, “Bu teyzenin özel bir salgısı, artık kadın vücuduna nasıl kötü davrandıysa, vücut da golgi cisimciklerinin böyle bir salgı oluşturması sağlayıp, kadından intikam alıyor”. Yaşlı kokusu bu sanırım! Peki bir insan bu kadar mı vazgeçer hayattan, duş almayacak kadar! Ulan duş almak 15 dakika ama minibüste insanların hayatından 25 sene çalıyorsun! Kendi hayatından 15 dakika kaybetmek istemiyorsun ama beni anında 50 yaşıma getiriyorsun! Reva mı bu bana! Bayılıp kalsan, hastaneye götürseler, millet inanmaz da “Kokudan bayılmışım, ne olduğunu hatırlamıyorum” diye. İlgi toplamak için yapıyorsun zannederler.

Baktım kadının inmeye niyeti yok, şoföre dönüp “Dur abi, inicem” dedim. Yani tabii inmeye gücüm kaldıysa ineceğim. Çünkü bastığım yeri görmüyorum artık. Koku o kadar ağır ki, bütün duyu almaçlarım burnumda toplandı, ne ses duyuyorum, ne bir şey görüyorum. Kendimi imdat çekicini kullanmaya bu kadar yakın hissetmemiştim hiç. Adam kapıyı açıp da temiz hava içeri dolunca, kadından yayılan koku, temiz havayı öyle bir basınçla itti ki dışarı, ben de fırladım kapıdan. Sapanla attılar sanki beni. İndikten sonra koşmaya başladım. Ama nasıl koşuyorum! Koku moleküllerinin beni takip ettiğini düşünerek nasıl koşuyorum! Duramıyorum! Karşıma birisinin çıkmasını umarak koşuyorum! Kucağına atlayıp, “Kurtar beni bu hayattan!” deme hayaliyle koşuyorum! Peşimdeler, geliyorlar, kurtar beni! N’olur!

14 Ocak 2013 Pazartesi

Eksik

Şimdi bir oda düşün. İçinde hayatını geçirebilmen için bütün imkânlar mevcut gibi gözüküyor. Yatak var, yatıp uyuyabilirsin. Küçük bir lavabo var, elini yüzünü yıka orada. Tuvalet de, banyo da var. Buzdolabında ufak tefek şeyler de mevcut. Al içinden bir şeyler git, pişir, kızart, karnını doyur. Etrafında kitaplar dolu, seç aralarından bir tanesini oku, durmadan oku. Film al bir tane karşındaki dolaptan, izle. Dış dünyayla bağlantını sağlamak için bilgisayar ve internet de var. Televizyonla işin olmaz pek ama küçük bir televizyon koymuşlar bir köşeye. Eski püskü bir radyo da var, o an aklında olmayan bir şarkıyı sana getirip en azından 3-4 dakikanı belki kafandakilerden başka şeyler düşünerek geçirirsin diye. Odanın bir camı var, kendini biraz zorlayınca sol tarafta kalan denizi görebiliyorsun. Ya da en kötüsü, canın sıkıldığı zaman, camı açarak esen rüzgârı dinleyebilirsin. Hem hava değişimi de iyidir. Birkaç farklı renkten oluşan ampuller takılmış tavana. Ruh halin nasılsa, ona uygun bir renk seçip, o ışık altında oturuyorsun.

Her şey yolunda gibi gözüküyor. En azından herhangi bir şey için odadan çıkmana gerek yok. Öyle düşünüyorsun. Öyle düşünmen için tasarlanmış. Yat, kalk, otur, zıpla, tepin, ağla, gül, aklına gelen her şeyi yap. Bunları yapabilmen için bir sürü şey koymuşlar oraya. İlk zamanların güzel geçiyor. Aklına gelen şeyi elini attığın an bulabiliyorsun. Keyfin yerinde. Uyumak mı istiyorsun? Akşama kadar uyu. Uykun mu yok? Karışanın, görüşenin yok nasılsa; istersen bir hafta boyunca uyuma, zombi gibi ol. Kimse de gelip bir şey demez, istediğini yaparsın. Bangır bangır dinle müziğini. Odanın ses yalıtımı çok iyi. Sanki içeride hiç kimse yokmuş gibi düşünecek dışarıdaki insanlar. En küçük bir ses dalgası bile dışarıya ulaşmasın ki istediğin gibi yap her şeyini. İstersen bağır, çağır! Duymaz kimse. Duymasın da zaten, çünkü senin hayatın bu ve herkesin senin ihtiyaç duyabileceğini düşündükleri her şey en fazla üç metre uzağında.

Bir zaman sonra bir şeylerin farkına varmaya başlayacaksın ama. Mesela uyanınca yüzünü yıkadığın lavabonun gideri sorunlu. Damlatıyor zemine suları. Onları temizlemek için uğraşıyorsun. Masa sabit durmuyor yerinde. Düşünüp bulduğunu sandığın yüzyıllık gerçekleri kullanıp masanın altına kâğıt sıkıştırıyorsun sabit dursun diye, o kâğıt da kayıp gidiyor arada. Her seferinde buna daha iyi bir çözüm bulmak için zorluyorsun ama yine en sonunda bir parça katlanmış kâğıtla masanın altında buluyorsun kendini. Buzdolabı ağzına kadar dolu olsa da sana bomboş gibi geliyor, çünkü karanlıkta sanki karşında karnı çok aç ve seni yutacak gibi gözüken kocaman bir devmişçesine duruyor ve gecenin bir yarısı gözlerini açtığında korkutuyor seni. Kimseye alışmamışsın ki çünkü, onu görünce, odana birisi girdi sanıp korkuyorsun deli gibi. Odanın kapıları kapalı bir de. Kimseye açmadın. Nasıl girdi peki içeri? Nasıl gösterdin kendini ona bu kadar? En savunmasız halini bile? Cevabın yok işte bunlara. Televizyon aptal kutusu zaten, kumandasını bile nereye koyduğunu hatırlamıyorsun. İzlediğin filmlerin hepsi aynı sonla bitiyor, herkes mutlu oluyor. Filmler, hayatının bundan sonraki dönemini mükemmel geçirmeni sağlayacak şeyleri 2 saatte gösterip, bunları yapabileceğine inandırmaya çalışıyor seni. Filmdekiler öyle çünkü. Her şeyi yapabiliyorlar. Sen ne yaptın peki 2 saatte? Mal mal oturup, sana bu fikri verenleri izleyip, sonunda acı acı gülerek, DVD’yi kutusuna yerleştirdin ve başka bir kandırmacayı daha izlemek için gözünü kapatarak seçtiğin başka bir kutunun içindeki DVD’yi aldın. Böyle bir döngü oluşturmuşsun. Döngünün olayı bu zaten, başladığın yere geri dönmek. Oda bile zaten sağ tarafından başlayıp yine sağ tarafında bitiyor. Yani içinde bulunduğun koşullar bile sana yeni bir şey göstermiyor ki kendini nasıl iyi hissedebilirsin? Odanın kapısının altından dışardaki insanların gölgesini görüyorsun. 3-5 saniyelik görüntüler bunlar. Geçip gidiyorlar. İçeride senin çok mutlu olduğunu düşünüyor olmalılar, çünkü zaten bütün ihtiyaç duyabileceğin şeyler var yanında. Öyle düşünüyorlar. O yüzden girip bakmıyor olabilirler. Bazen kapıyı aralayıp dışarıya şöyle bir göz atmak istiyorsun ama her şeyin tam olduğunu sandığın odada, aslında ayna yok ve çok uzun bir süredir nasıl göründüğünü bilmiyorsun. “İnsan kendi suratına bakarak kendisiyle yüzleşmeden, içindekileri kendi gözlerinin içine bakarak söylemeden kendini dışarıya atmamalı” diye düşünüyorsun. İnanmışsın buna. İnsan en iyi kendini kandırır ama aslında en iyi kendisiyle konuşup gerçekleri söyler. Baktığın aynada kimseyi görememekten de korktuğunu fısıldıyorsun kendine. Zaten saçın başın çok dağınıktır ve her zaman bir kusur bulduğun bu tiple dışarı çıkmak “utanç” gibi bir kavram daha getirecektir belki hayatına. Çünkü tek başına kaldığın bu odada kendinden utanmayıp her şeyi açık açık kendine itiraf etmeyi yavaş yavaş öğrendin ama başkalarından utanma gibi bir durumu kaldırabilecek koşullarda değilsin şu an.

Ama içinde karşı konulmaz bir merak da var. Tamam, sen bir odanın içindesin, etrafında var bir şeyler ama dışarıda ne var? Bu odaya girmeden önce neler vardı ve şimdi ne oldular? İnsan? Senin dışındaki başka bir canlı? Şu kapının önünden geçip gidenler işte. Kapıyı vurma zahmetine bile katlanmıyorlar belki ama sen, kendini hatırlatabilir misin acaba? Tamam, seni koydular buraya ama unuttuklarından emin misin? Ya da kapıyı çalıp girdiklerinde karşılarına çıkacak manzaradan korktukları için mi akıllarından anında atıyorlar içeri girme düşüncesini? Sen varsın içeride ama seninle ilgili, senden kaynaklanan bir sürü şey daha var. Hepsiyle yüzleşebilecekler mi? Bundan çekiniyor olabilirler mi? Peki sadece seni düşünüyor olsalar, ama sadece seni, başka hiçbir şeyi değil, yine de girmekten korkarlar mıydı? Seni ve geleceğini? Odaya girerken kapıda bıraktığın hayallerini? Birlikte üzerinize yazdığınız hayallerinizi? Birlikte üzerinize yazdığınız her şeyi? Sokağın en sonundaki sokak lambası gibi amaçsızca beklediğini? Işık saçıyor gibi gözüksen de geceleri gözlerin kapalı halde o sokakta beklediğini? Aranızda olan değil olmasını istediğin şeyleri? Senin onları düşündüğün kadar onlar da seni düşünüyor mu peki? Seni düşünebiliyor olsalar, seni buraya atarlar mıydı? Hayat adına sana bütün imkânları sağladıklarını söyleyerek seni koydukları bu odada, aslında asla kendini düşünmeyeceğini bilmiyor olabilirler miydi? Belki odadan dışarı adımını atmamanı bile buna bağlıyorlardır. Yani keyfin yerinde, tek başınasın, istediğini yaparsın ve o odanın içinde sadece kendini düşünürsün. Zaten kendini düşünmesen çıkıp gelirsin. Sadece kendini düşünüyorsun ki, o odada tek başına yaşıyorsun. Hatta keyfin o kadar yerinde ki girdiğinden beri hala oradasın. Sesin çıkmıyor, çıksa bile duymayacaklar ki zaten. Çıksa da ne kadar önemli ki? Çıksa bile kendini düşündüğün için çıkacak. Öyle zannedecekler. Buna inanacaklar. Ama galiba bilmiyorlar ki insanlar sahip olduklarından çok sahip olmadıklarını düşünür. Eksikliğini her hücresinde hissettiği şeyleri arar, ister. Mesela kurşun kalemi olmayan bir çocuk, “Kurşun kalemim olsa, onun ucunu hiç kırmam, gözüm gibi bakarım ona” der. Belki tükenmez kalemle de yazar yazacağı şeyleri ama aslında istediği kurşun kalemdir. Tükenmez kalemle yazdığı her şey, kendisindeki kurşun kalem özlemini tetikleyecektir. Tükenmez kalemi eline her aldığında aklına gelecek olan şey kurşun kalem olacaktır. Hani şu ucunu hiç kırmak istemediği kurşun kalem. Sadece onu düşündüğü için, ona zarar vermek istemediği kurşun kalem. Çünkü o kurşun kalem onun gözünde çok önemli bir yerdedir. Kurşun kalem onu başka bir yere götürecektir. Başka bir dünyaya. O gittiği yerde de kendinden çok kurşun kalemi düşünür, çünkü onu buraya kurşun kalem getirmiştir. Kurşun kaleme bir şey olduğu an, artık o başka dünyanın bir anlamı kalmayacaktır o çocuk için, kurşun kalemi yokken hala o dünyada ya da bambaşka bir dünyada olmasının ne önemi olabilir ki?

Peki odaya biraz kendine gel diye bırakılmış olabilir misin? Bir süre oyalan böyle, kendini şu hayatta her şeyin tam olduğuna, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmediğine inandır ama aslında yavaş yavaş kabuk bağla diye. Bir gün bir kitap oku, bir gün başka bir kitap, sonra gözünü odadaki bir eşyaya dikip düşün, bir gün başka bir eşyaya, eşyalar bitince duvardaki bir ize, sonra da duvardaki her bir sıva damlasına. Böyle böyle bitir her şeyi. Sonra olaylar içinden çıkılmaz bir hal alınca da otur, düşün. Bertolt Brecht gelsin aklına. Odada beklerken okuduğun kitaplarından bir cümleyi söyle kendi kendine: Savaşırsan kaybedebilirsin, ama savaşmazsan zaten kaybetmişsindir.

Savaşmak? Peki neyle? Kimle? Karşındaki lavaboyla mı? Ya da duvardaki posterle? Dilinden bir türlü düşüremediğin, her sözünü teker teker söylediğin ve sen bunu yaptıkça her seferinde beynini oyan o şarkının notalarıyla mı? Yoksa dışarıdakilerle mi? Tanıdığın ve tanımadıklarınla mı? İstediklerinle mi istemediklerinle mi? Olanlar mı olmayanlarla mı? Buzdolabının kapağını her açtığında gözlerini kamaştıran salak ışıkla mı? Telefonunun çalmayan melodisiyle mi? Sesini geçirmeyen duvarla mı? Okuduğun kitaplardaki altını çizdiğin cümlelerle mi? Asla müdahale edemediğin ve her sabah uyandığında bilinçaltına sayılmadık küfür bıraktırmayan rüyalarınla mı? En sevdiğin insanlardan birini bu dünyadan götürüp senin hiçbir zaman onun olduğu zamanlardaki gibi hissetmemeni sağlayacak kaderle mi? Asla kaybetmeyeceğine, seni asla bırakıp gitmeyeceğine inandığın ve karşında bir kaya gibi sağlam duran insanın üzerine kendi elinle toprak atarken duyduğun o tarif edilmez acıyla mı? Onun karanlığa gömüldüğünü gören gözlerinin önünden gitmeyen o görüntüyle mi? Kafandaki hiçbir yere varmayan düşüncelerinle mi? Kafandaki düşüncelerin belki de saçma sapan bir şekilde yarattığı ve arada sırada seni gülümseten ama “Ya gerçekleşmezse!” diye korkup tırnaklarını yemeye başlatan umutlarınla mı? Umut? Hala var mı? Yenildin.

Göreceksin bunu. Girdin bu odaya ve yenildin. Her şey tamam gibiydi, eksik yok gibiydi. Önce öne geçtiğini sandın ama yenildin. Denedin. Yenildin. Uğraştın. Olmadı. Saçma sapan şeylere kalkıştın. Kendine asla yakıştıramayacağın şeyler yaptın. Aklına asla gelmeyecek olan şeyler gerçekleşti. O oda bir yalandı. Kaleler yıkıldı. Utandın. Denedin. Olmadı. Yenildin. Yenilirken de bir kitap okudun. Samuel Beckett. Şimdi onu dinle ve odadan çık: Yine dene, yine yenil, daha iyi yenil!

11 Ocak 2013 Cuma

İç Çekiş

Geçen gün bir arkadaşım yüzüme hayretle bakarak “Erdem, sen ne kadar olgunlaşmışsın!” dedi. Ben de içimden “Aa” diye şaşırıp, “Nasıl ya?” diye sordum. Çünkü bazen fark edemiyorsun kendinde meydana gelen değişiklikleri ya da bunlara inanman zor oluyor. “İşe falan başladın, ondan mı acaba? Bir ağırlık gelmiş üstüne” diye devam etti.

Belli bir ağırlık aslında hep vardı bende. Yani belki bunu dışarıya çok net bir şekilde yansıtamıyordum ama kendim fark edebiliyordum bunu zaman zaman. Gerçi çoğu insan da küçüklüğümden beri “Ayy ne akıllı ne uslu! Ne terbiyeli!” falan dedi bazen benim için ama yine de şebeklik yaptığım zamanlar da fazlaydı. Yani bunun yaşla da direkt alakası var tabii ki. Ergenlik dönemini yaşayan hiçbir bünyeyi çok ekstrem durumlar dışında, hiçbir şey yapmadan, idiotça oturarak görmek mümkün değil. İlla ki bir şımarıklık, bir ayarsızlık oluyor. Bunun için de yapacak bir şey yok sanırım.

Ama yaş ilerledikçe şu gerçeği iyice fark ettim ki benim kendimi anlatabilmem her zaman çok zor oldu. Ne zaman bir sıkıntım olsa onu kendi içimde çözmeye çalıştım. Ee hal böyle olunca, hak verirsiniz ki insanoğlu giderek sessizleşebiliyor. Bu sürecin de garip bir işleyişi var sanırım. Mesela önce sadece sessiz kalıyorsun, belli bir dönem sonra sessiz kalmakla beraber yüz ifaden değişiyor, bir süre daha geçtikten sonra da sessiz kalıp yüz ifadeni değiştirmekle birlikte bir de içinde bulunduğun durumu insanlara iyice hissettirmeye başlıyorsun. Gelip soruyorlar sana, “Bir sıkıntın mı var?” ya da “Keyfin yok sanki, niye?” diye ama işte kendini anlatmaktan çekinince de bu sorular cevapsız kalıyor. Ya da “Yok bir şey ya iyiyim ben” diyorsun, karşındaki insanın sana gerçekten inanmasını umarak. Tabii böyle durumlarda da iki tip insanla karşılaşmak mümkün. İlk insan “Hee iyi o zaman!” derken, ikinci tip insan “Hayır! Var bir şey! Anlat lütfen!” diyerek seni dinleyebileceğine ve yardım edebileceğine inandırıyor kendini. He gerçi ben yine anlatmıyorum, o ayrı bir konu. Ama bunun da çok sıkıntısını çektim zamanında ve hala daha çekiyorum.

Çünkü “Anlatsaydın dinlerdim, yardımcı olmaya çalışırdım sana” diyerek çekiliyor insanlar bir yerden sonra. Böyle bir durumda kimseyi yargılama gibi hakkımız da yok aslında. Kimse, kimseyi çekmek zorunda değil. Mesela yılların öğrettiği şeylerden biri de bu oldu. “Adam anlatmıyor ya ne yapabilirim artık!” diye bir karar almanın bazen tek yol olabildiğini düşünüyor insanlar. Sen de anlatmadığınla kalıp bir de üstüne böyle bir şey yaşamanın getirdiği sıkıntıyla yaşamaya başlıyorsun.

Peki bu tarz şeylerin insanın olgunlaşmasına katkısı var mı? Olgunlaşma kavramı aslında birçok etmenden beslenen bir şey. İnsanın kendi yapısına bağlı olduğu kadar, yetiştiği ortam ve çevresiyle de çok alakalı. Yaşadıklarıyla da. Hissetmek zorunda bırakıldıklarıyla da. Vurdumduymaz ve genel anlamda biraz daha rahat bir hayat yaşayan insanların, bu olgunlaşma sürecini biraz daha sıkıntılı atlattıkları ve bunu uzun bir sürece yaydıklarını görmek mümkün. Biraz daha içine kapanık insanlar daha rahat, daha erken farkına varabiliyor bazı şeylerin ve bunun da hayatlarına, yaşam tarzlarına, düşüncelerine etkileri daha hızlı gerçekleşiyor. Yani çevremden gördüğüm kadarıyla böyle. Çok da genel yargılara varmak mümkün değil gibi aslında.

Şimdi burada, “Olgunlaştım ben, mükemmel bir insanım!” diyecek falan değilim. Hayatımızda bazı şeyler var ki, onların asıl diğer insanlar tarafından görülmesi gerekiyor zaten. Zaten böyle çok olgun, süper bir birey olduğumu falan da düşünmüyorum. He belki biraz büyümüş olabilirim. Çünkü gerçekten sıkıntı çektiğim zamanlar oldu ve aslında devam ediyor hala. Yaşın küçükken etrafında gerçekleşen bazı şeylerin çok net bir şekilde farkına varamıyorsun belki ama yaşın ilerledikçe ve yaşadığın şeyler de büyüdükçe bu olaylara daha net tepkiler verip, onlardan daha çok etkileniyorsun. Bunun da “olgunlaşma” kavramının gelişmesinde çok etkisi oluyor tabii ki. Bir kere ciddi ciddi omuzlarında bir ağırlık hissetmeye başlıyorsun. Okul bitiyor, işe giriyorsun, herkesin dediği gibi hayat asıl şimdi başlıyor. Ee hayatın gerçek anlamda başlayınca da geçmişine sahip çıkman ve aynı zamanda kendi geleceğini de hazırlaman gerekiyor. Bunun kariyeri var, evliliği var, çoluk çocuğa karışma olayı var, hastalığı var, kavgası gürültüsü var, emekliliği var, geride bırakacağın insanlara bir şey sunarak çekip gitmek var. Var da var yani. Bir de şunu fark ediyorsun ki artık hayatın belli bir düzene uymak zorunda ister istemez. Okul varken, yatarsın evde, gitmezsin okuluna, son gün çalışıp sınavına kıl payı da olsa geçer gidersin. Ama bazı şeyler artık bir yerden sonra bu kadar kolay bir şekilde işlemiyor. Sorumluluk duygusu ve gelecek kaygısı “Çat!” diye dayanıyor kapına. O yüzden eskisi gibi “lay lay lom” takılamıyorum. Yani böyle bir isteğim yok, “gezip tozayım, bir akşam orada, bir akşam burada ohh” falan gibi. Zaten böyle bir isteğim olsa da bunun için bir güç bulabileceğimi de sanmıyorum. Kısır tartışmalar içine girerek “Ayy Mert şunu demiş, Melisa da çok kızmış, Aleyna da gülüp geçmiş buna!” gibi muhabbetler canımı sıkmaktan öteye gitmiyor. Zamanında kendi hayatımla ya da başkalarının hayatlarıyla da ilgili yaptım bu tarz muhabbetler ister istemez ama artık ciddi bir yorgunluk var üzerimde. Zaten bunu da belli ediyorum. İşe gidiyorum, gerekli olmadıkça konuşmuyorum, işten gelince de odama kapanıp 1-2 saat bilgisayarda salak salak, anlamsız bir şekilde vakit geçirdikten sonra yatıp uyuyorum. He annemle, babamla, kardeşimle konuşmak, dertleşmek tabii ki çok iyi geliyor ama son birkaç aydır iyice içime kapanmışım gibi hissediyorum. Mesela bir mesaj geliyor bir arkadaşımdan, eskiden olsa mesajı gönderene daha mesajın iletildiğine dair rapor gitmeden cevap yazardım ama şimdi görüyorum mesajı, koyuyorum telefona bir kenara ve bir ara aklıma gelince veriyorum cevap. Çoğu da cevapsız kalıyor aslında. Her hafta bir buluşma programı ayarlayıp, sonra buna uymamakla da nam salmış olabilirim hatta. Bir sürü sebepten ötürü denk gelmiyor işte, ne bileyim!

Ne istiyorum peki? Bunun cevabını vermek de zor geliyor aslında bana bu aralar. Belli başlı bazı şeyler hakkında ne istediğimi biliyorum ama geriye kalanlar için ya zamanında hayatım ilerledikçe çok süper şeyler yaşayacağıma inandırmışım kendimi ve şimdi bunların çok da gerçekleşmediğini görünce bir hayal kırıklığı yaşayıp bundan dolayı sorulara cevap veremiyorum ya da olur olmadık her şeyden soyutlanmak istiyorum. Bu yaşıma kadar aldığım her kararda ya da düşündüğüm her şeyde çok net oldum ama bu özelliğimi de kaybetmişim sanırım. Neyi yaparsam iyi olur, neyi yaparsam istemediğim bir şeyle karşılaşırım, çok belirgin fikirler üretemiyorum kafamda. O yüzden saçmalayıp genellikle sonu çok büyük pişmanlıklarla biten şeyler yapıyorum. Bunlar çok daha yorucu. Ama kafamdaki en net şey sanırım artık gereksiz hiçbir şey düşünmeden, hayatımda olması gerektiğine inandığım insanlarla birlikte huzurlu bir hayat geçirme isteği.

Ama zaten herkesin böyle bir isteği var değil mi? Peki bu isteği gerçekleştirmek için neler yapıyoruz? Zamanında hayalini kurduğumuz ama bazı sebeplerden ötürü yıkılıp giden şeylerin peşinden koşmak ve onları yeniden “olur” haline getirmek için çalışmak yerine, daha beter kazıyoruz üzerinde bulunduğumuz toprağı. İyice dibe vurmak için. İyice acı çekmek için. İyice karanlıkta kalmak için. Tutarsızız, ne istediğimizi bilmiyoruz çoğu zaman ve giderek daha da fazla yoruyoruz kendimizi. Yaşadığımız şeylerden de ders çıkardığımızı zannedip aptal aptal kandırıyoruz birilerini. En çok da kendimizi. Gerçek anlamda ders çıkarabilmiş olsak zaten bu kadar yorulmayacağız da. Ama bunun da farkına varamıyoruz, bir sürü şeyin farkına varmayıp hepsini es geçtiğimiz gibi.

Zaman zaman şunu düşünüyorum, “Neyi değiştirebilmek isterdim hayatımda?”. Çok fazla seçenek gelmiyor aklıma. Belki biraz umursamaz olabilirdim. Belki biraz daha kendi değerimin farkına varıp ona göre bir hayat geçirebilirdim. Ama bunları zamanında yapmadığım için şimdi söylemek çok büyük bir fayda getirmiyor ne yazık ki. Bunlar gerçekleşmediği için de zaman ilerledikçe insanlara karşı daha tahammülsüz olduğumu fark ediyorum. Eskiden olsa gülüp geçebileceğim şeyleri, artık kesin bir dille reddediyorum ve tepkimi koyuyorum. Bunun zararlarını da gördüm, faydalarını da. Aklına uymayan bazı şeylere tepkini koyunca karakterini tam olarak yansıtıyorsun ve bu da senin gerçek bir birey olma yolunda ciddi adımlar atmanı sağlıyor ama bazen de bu durum, aklına daha önce hiç gelmemiş şeyleri ve asla yaşanmayacağına dair yıkılmaz inançlarının olduğu olayları yaşatıyor sana. Sonra yine hayal kırıklıkları ve yorgunluklar…

Bu yaşadığım, hissettiğim şeylere ve bunların dışarıya olan yansımalarına “olgunluk” denebilir mi, bilmiyorum aslında tam olarak. Bildiğim çok da fazla bir şey yok ama bildiğim şeylere bildiğim kadarıyla sahip çıkmaya çalışmak da bundan sonrası için yapmaya çalışacağım şey olacak sanırım. İstediğim şeyler gerçekleşir mi, emin değilim. Hepsi direkt olarak bana bağlı değil sonuçta. Onların da gözlerinin ya da moda tabirlerden biriyle çakralarının açılıp enerjilerinin falan saçılması lazım sanırım. Bir şeyler gerçekleşene kadar da çelişki içinde yaşayıp umut etmek de yapılacaklardan birisi. Bertolt Brecht ne güzel demiş zaten: Umut çelişkilerdedir.

Bir iç dökme yazısı oldu bu yazı. Birisinin karşısına geçip söyleyemezdim bunları belki ama her zaman yaptığım gibi bilgisayarın karşısına geçip bunları yazmak daha kolay geliyor bana. En azından yazı yazarken iç çektiğini kimse görmüyor.

10 Ocak 2013 Perşembe

Beyin

Hayatımda kendimce değişiklikler yapmak için dışarı çıktım. Yani aslında dışarı çıkmaktan kastettiğim şey servisten indiğim. Servis de en nihayetinde kapalı bir mekan olduğu için ondan inince dışarı çıkmış oluyorsun diye düşündüm. Neyse, spontane gelişecek bir yol izleyecektim. Eve gitmek için hemen minibüse binmeyecek ve aklıma ne gelirse onu yapacaktım. “Allah ne verdiyse!” de denebilir bu duruma. Benim değişiklikten anladığım bu; her zaman yaptığım şeyler yerine o an aklıma ne geliyorsa onu yapmak. Ne bileyim işte durup dururken akbil doldurmak falan gibi garip şeyler işte.

Bu düşünceler eşliğinde ilerleyip, neler yaparsam çok ilginç bir serüven yaşarım diye fikir yürüterek birtakım kararlar almaya çalışırken, üniversite hayatımın son senesinde çalıştığım İngilizce kursunun bulunduğu alışveriş merkezinin önüne geldiğimi fark ettim. İçeri girip, eğer kapıdaki güvenlik de tanıdıksa, cebimdeki hiçbir şeyi çıkarmadan o metal şeyin içinden geçebilir ve bu sayede alışveriş merkezine giren diğer insanların gözünde çok önemli bir bireymişim gibi bir imaj uyandırabilirdim. İnsanoğlu olarak nasıl bir doğamız varsa en salak şey sayesinde bile takdir edilmeyi bekliyor. Ya da ben mi böyle idiot bir yaradılışa sahibim, bilmiyorum. Çantayı falan teslim etmeden gireceğim oraya ve değerli biri olduğum düşünülecek. Allah’ım bazen gerçekten sapıtıyorum!

Aklıma gelen bu ilk fikir, üzerinde biraz düşününce çok cazip gelmedi bana. Güvenliğin tanıdık çıkması durumunda, kendisiyle konuşmak durumunda kalabilirdim ve o an için, bir alışveriş merkezini korumakla görevli bir insanla paylaşabileceğime inandığım bir konu bulamadım. Zaten yirmi dört saat içinde bulduğum konuşulabilecek konu sayısı en fazla üçken, bir tanesini bu adamla harcayamazdım. Ne harcayacağım zaten ya! Başka adam mı yok konuşacak da benle konuşuyor! Zaten bütün gün boş boş duruyorlar! “Lanet olsun güvenlik kavramına da, insanlığa duyulan güvensizliğe de” diye saydırarak alışveriş merkezini geçtim.

Evet, ortada hiçbir sebep yokken, güvenliğin birine karşı hınçla dolmuştum! Hayatımda daha önce hiçbir güvenliğe karşı hınçla dolmadığım için, bir değişiklik sayılabilirdi bu benim adıma. (Bu arada yürürken, “hınçla dolmak” eyleminin ne kadar komik ve anlamsız olduğunu düşündüm, hatta bu iki kelime iyice saçma gelsin diye en az yirmi kere “hınç hınç hınç” falan dedim. Köpek görünce istemsiz olarak “tuts oğlum tuts tuts tuts” diyen mahalle serserileri gibi olmuştum)

Niye böyle salak hareketler yapıyordum ben? Nereden geliyordu aklıma böyle anlamsız şeyler? Neyim eksikti? Neyim tam olmamıştı? Hangi genleri alırken sıkıntı yaşamıştım? Neden manyaklık ve boş boş şeyler düşünme genlerini gereğinden fazla almıştım? Yediğim ne dokunmuştu bana da beynimin normal fonksiyonları engellenirken, gereğinden fazla aptallık ve anormal şeyler yapmama neden olan fonksiyonlar devreye girmişti? Nasıl bir su içmiştim ki vücudumun doğal seyri bozulmuş ve saçma kimyasal reaksiyonlar gerçekleştirecek hale gelmiştim? Neden kendimi doğru düzgün yetiştirememiş ve insanlığa hayrı dokunacak şeyler düşünmeyip, yerine ipe sapa gelmez şeyler düşünüyordum? Resmen beni çekip çevirecek ikinci bir beyne daha ihtiyacım vardı. Beyin takımımızı oluşturup, hayatımı idame ettirmemi sağlamalıydık. Biraz bencilce bir istekti bu belki ama buna ihtiyacım vardı. Yoksa böyle tek başıma olursam, affedersiniz ama sığır gibi yaşayıp gidecektim. Birinin kolumdan tutup “Dur, oraya gitme!”; ağzımı kapatıp “Dur, ‘hınç hınç hınç’ deme!”; tipime bakıp, çünkü tipimden anlaşılıyor benim salakça şeyler düşündüğüm, “Dur, öyle düşünme!” falan demesi gerekiyordu. Çok büyük misyonlar mı yükledim o kişiye bilmiyorum ama bana birazcık sahip çıkabilirse iyi olurdu yani. Ben de güvenlikle muhabbet edeceğime, onunla muhabbet ederdim. Vaatte bulunduğum tek şeyin şimdilik bu olması da çok komikti gerçi. Olsun yavaş yavaş hepsi olurdu. Beynimi çalıştırmayı öğrenecektim nasılsa.

“Değişiklik yapayım lan biraz!” diye çıktığım yolda sadece bir güvenliğe durup dururken sinirlenerek ilginç bir aktivite içerisine girmiştim ama bu sinir sonradan kendime dönünce, “Neyse hafiften bir aydınlanır gibi oldum, biraz daha bu konu üzerinde düşünürsem tam olarak ışıl ışıl olup o zaman yaparım asıl değişiklikleri beyin takımımla ehehehe” diye sevindim. Böyle birden durup dururken, ortada elle tutulacak doğru düzgün bir şey yokken bile sevinebilirim ben. Saçma bir huy daha! Sevinince yaptığım en önemli şey de müzik dinlemek. Ne zaman böyle bir karar aldıysam artık, “Dur lan mutlu olunca müzik dinleyip, başka bir şey yapmayayım” diye, yine bu kararı uygulamaya karar verdim. İnsan sığ olmaktan anında kurtulamıyor dostlarım! O yüzden shuffle modunda ilk çıkacak şarkıyı dinleyecektim. Kulaklıklarımı taktım, Pain of Salvation’dan “People Passing By*” çıktı karşıma ve artık kulaklarımda sesini duymaya başladığım şarkı şöyle bitecekti:

Once he was strong, and filled with visions.
With life ahead he set his aims.
Then things went wrong.
Now his ambitions have turned to smiles conserved in frames.
Still could be strong could be a prophet!
He would teach truth to every man!
He'd see the light through every shadow, but Entropia denies he can!

Şarkının ilk notalarını da dinlerken, arkamdan bir araba korna çalarak geçip gidecekti. Kornayı duymayacaktım ve araba geçip gidecekti. Bir sürü şey gibi beni arkasında bırakacak ve gidecekti…


* “People passing by”, “insanlar geçip giderken” gibi bir anlama sahip.

http://www.youtube.com/watch?v=f47atyeCmrE