23 Nisan 2012 Pazartesi

Kurşun Kalem

Gece yatarken alarmı kurmayı unuttuğum için alarmın melodisini ıslık şeklinde öttürerek uyandım. Evde kimse yoktu. Bundan faydalanarak “Nıaaa huooo” şeklinde efektlerle gerinerek uykuda kasların gevşemesiyle kısalan boyumu normal haline getirdim. Gece yatarken çıkarıp yatağımın yanına fırlattığım çorapların tekine tekme attım ve kale olarak belirlediğim kitaplığımın en alttaki rafına doğru gönderdim. Direkten dönen çorabı “balık golcü” olarak tanımladığımız beleş işler peşinde koşan ama adı hep gol krallığı listesinin en tepesinde olan bir futbolcu, bir arsız gibi rafın köşesine doğru diktim. Doksana gitti çorap. Gol sevincimi de koridorda koşarak ve koridor bitince de banyonun kapısına doğru dizlerimin üzerinde kayarak tamamladım. Güne güzel başlamıştım.

Kahvaltı hazırlamak için mutfağa girdim. Demliğe su koyup kaynamasını seyrettim, su kaynamaya başlayınca da ortaya çıkan baloncukları çeşitli şekillere benzetmek için biraz daha ocağın başında bekledim. Hepsi yarım küre gibi olan baloncukları bir şeye benzetemeyince de yeteneksiz ya da hayal gücü olmayan bir insan olduğum kanaatine varıp kahvaltılıkları çıkarmak için buzdolabına doğru ilerledim. Bir kibrit kutusu boyutunda peynir kesmeye çalıştım ama nerdeyse ayakkabı kutusu kadar oldu. “Oha bunun hepsini yiyemem” diyerek peyniri biraz parça pinçik ettim, en sonunda da “Ben peynir sevmem ki zaten” diyerek parçaladığım peyniri eski haline getirmek için biraz uğraştım. Koca kalıbı yamru yumru bir ucubeye çevirmiştim. Zaten oyun hamurlarından da ortaya insan gibi bir şekil çıkaramaz ve bütün renkleri birbirine karıştırıp kocaman bir top gibi bir şey yapar, evin içinde onun peşinde koştururdum. Yıllar geçmiş ve hala yeteneksizliğimden bir şey kaybetmemiştim. “Neyse, en azından tutarlıyım” diyerek biraz kendimi övecek konuşmalar yaptım ve Nutella kavanozuna uzandım. “Kendimi şımartmalıyım” dedim ve Nutella’nın sahibinin kendinden gurur duymasını sağlayacak bir moda girdim. Adam belki de şu an malikanesinde benim verdiğim parayla oyuncak gemi yapıyor, ben ise bir kaşık kakaolu fındıklı bir şeyin beni delicesine mutlu ettiğini iddia edip kendimce küçük oyunlar yaratıyordum. Bu düşünceler aklıma esince masaya oturdum ve geleceğimi planlamak adına bazı kararlar almam gerektiğini fark ettim. Kimya okuduğuma göre çeşitli şeyler sentezleyebilir ve eninde sonunda paraya para demezdim. O kadar yıl boşuna okumuş olamazdım, elbet bir sabun ya da ne bileyim bir gofret falan yapabilir ya da insanlık tarihini değiştirecek bir şey keşfedebilirdim.

İçimde garip bir hırs oluşturunca kahvaltıyı falan boşverip giyinmeye başladım. Kendimi dışarı atacak ve aklıma şu ana kadar icat edilmemiş bir şey gelmesini sağlayacak bir keşif gezisi yapacaktım. Tam evden çıkarken “Dur lan o kadar çay yaptık, boşa gitmesin” diye düşündüm ama kupa çıkarmaya da üşendim ve demlikten biraz çay içtim. Hayvanca bir hareketti, kabul ediyorum. Ama bir şey icat edip bir mevki sahibi olunca bu tarz şeyler göze batmayacaktı. O günleri hayal edip biraz mutlu oldum ve “eheheh” şeklinde gülerek asansöre bindim. Asansörde karşıma çıkan teyze sanırım kendisine güldüğümü sanıp biraz bozuldu ve aşağıya inene kadar bana sanki apartmanın iti, kopuğu, uğursuzuymuşum gibi küçümseyici gözlerle baktı. Ben yine de insanlığımı yapıp kendisine “İyi günler” diyerek asansörden çıktım. Arkamdan bir şey dedi ama duymadım. Küfür etmiş olabilir.
Apartmanın kapısından çıkınca hangi yöne dönersem ilham daha çok gelebilir karar veremedim ama solak olduğum için sola dönmeyi tercih ettim. Birkaç adım ilerledikten sonra top oynayan çocuklardan bir tanesi topu bana doğru attı, ben de yaradana sığınıp vurdum. Top üçüncü kattaki bir evin balkonuna gitti ve kaçan topu bana aldırırlar diye korkup koşa koşa oradan uzaklaştım. İçlerinden en çirkefi olduğunu bana olan bakışlarından anladığım çocuk arkamdan “Abieeee” diye bağırdı ama duymamazlıktan geldim. Ortamdan yeteri kadar uzaklaştığımı düşünüp arkama dönüp baktığımda içlerindeki en ezik çocuğu balkona doğru fırlatmaya çalıştıklarını gördüm. “Oha iyi yırttık” diyerek yine bir mutlu oldum. 3-5 çocuk tarafından balkona fırlatılmak henüz başlamayan kariyerimi 3-5 yıl erteleyebilirdi.

Siteden çıkıp öünmdeki sessiz yolda kafamı toparlayabilmek için biraz yürüyüş yapmak istedim. Sakinlik iyiydi. Newton bile dağda bayırda yayılmış ve keyif yapıyorken kafasına düşen elmadan “Oha yer çekimi diye bir şey var” diye bir çıkarım yapmıştı ne de olsa. Güzel bir örnek vardı önümde. Ben de bu örnekten ilham alıp önüme çıkan taşları tekmeledim, birkaç çiçek koparıp yapraklarını inceledim ama kayda değer bir şey elde edemedim. Ama moral bozmayıp “Belki de aradığım şey yerde değil, gökte” diye düşündüm ve bu konudaki atasözüne bir gönderme yaptım. Biraz havalara bakınıp yürüdüm ama bu sefer de dışarıdan bakıldığında avanak gibi gözüktüğümü düşündüm. Leyla leyla yukarı bakınmak komik bir görüntü oluştururdu. “Oğlum eve dönsem de evdeki alet edevattan bir şey çıkarsam, dışarıya sonra açılırım. Önce küçükten başlayalım, temel sağlam olsun” diye düşünüp geri dönme kararı aldım.

Geri dönerken de boş durmayıp az önce tekmelediğim taşlarda molekülsel değişimler olmuş mu diye elime alıp onları inceledim. Elektron mikroskobum yoktu ki anasını satayım nereden anlayacaktım! “Neyse evde büyüteçle bakarım, belki bir şey yapmışımdır taşlara ve bu sayede dünyayı kurtaracak formülü bulurum” diye düşünüp taşları cebime tıktım.
Siteye girince çocukların top oynamaya devam ettiklerini gördüm ve içlerinden en salak görünenine “Hop optik at bakalım topu” dedim. Umursamadı. Zorla ellerinden alıp topu havaya diktim ve koşa koşa apartmana girdim. Keşfedilecek ya da icat edilecek şey bulamamanın hıncını toptan çıkarmaya çalıştım. Ben zaten hep böyleydim. Birisi, bir şey mi yaptı? Gittim sinirimi kurşun kalem kırarak çıkarttım. Birisi ters bir şey mi söyledi bana? O zaman vermediğim cevapları, evde çizgisiz beyaz dosya kağıdına yazıp sessizce okudum, sonra da sildim. Böyle böyle yaşayıp gidiyorum işte. Belki bu konuda bir icat yaparım zamanı gelince, kurşun kalemlerim de boşuna gitmez hem.

Ergenus Sapienus

Dünyanın en zor şeyi ne diye sorsalar bana, şöyle etrafıma bir bakarım ve “Ergenlik” diye cevap veririm. Ergen kafasına sahip olmak gerçekten katlanılmayacak bir durum. Her şeye bir isyan, ona buna bağırma, aşık kafası yaşama, terk edilmiş ve bundan dolayı bir daha asla hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına inanmış bir psikolojiye sahip olduğunu iddia etme falan, çok sıkıntılı şeyler bunlar.

Peki bir insanın ergen olduğunu nasıl anlayabiliriz? Aslında anlamak için çok da çaba sarf etmemize gerek yok, kendileri gösterir zaten. Örneğin; mimikler. Bir insanın mimiklerinden, o insanın hangi yaş aralığında olduğunu çıkarabiliriz. Mesela suratında meraklı bir ifade barındıran tipler genellikle çocuktur, leyleklerin kendilerini nasıl getirdiğini en ince ayrıntısına kadar öğrenmek isterler ve bunu suratlarına yerleştirdikleri o merak ifadesiyle en güzel şekilde belli ederler. Yaşlı insanların suratında ise dert mimikleri diye adlandırdığım ifadeler vardır. İşte, kaşlar çatıktır ve gözler uzaklara bakar hep. Bir ergen ise suratında hep bir nefret ifadesi barındırır. Dünyaya karşı gelir ve sizin söylediklerinizi hiçbir şekilde anlamayacağını, çünkü dediklerinizin saçma sapan şeyler olduğunu size hissettirmeye çalışır. Mesela bir ergenin suratında hep bir “Nasıl ya?” ifadesi vardır. Bu ifadede dudaklar yana doğru çekilir, gözler kısılır ve ifadeye inandırıcılık katmak için sağ el zeminle 30 derece açı yapacak şekilde havaya kaldırılır ve yan çevrilir. Böylece size “Salak mısın sen ya! Öyle olur mu o!” demek istenir. Ergenler her şeyin en doğrusunu bilir.

Bir de ergen olmanın gerektirdiği şeyler vardır. Mesela aşk acısı çekmezseniz olmaz. Hatta çektiğiniz acıları oraya buraya çeşitli cümleler yazarak göstermeniz mecburiyettir. Nasıl sözler olabilir peki bunlar? İşte ne bileyim, “Hafızama sen yerleş diye her şeyi silebilirim” ya da “Sence ona gerçek duygularımdan bahsetmelimiyim?” falan gibi. Hatta mesela son cümlede “miyim” soru eki kendisinden önce gelen kelimeye bitişik yazılmalıdır ki ne kadar karmaşık bir iç dünyanız olduğunu herkese gösterebilesiniz. Yani kafanız o kadar dalgın ki “mi” soru ekini bile ayırmayı unutuyorsunuz. Ve tabii ki o zalim insan sizi hiçbir şekilde anlamıyor. Anlamayacak da. Hem niye yaşıyoruz ki zaten değil mi size “Hey i love you too” diyecek bir insan olmadıktan sonra? O yüzden bu sözlerle birlikte aynanın karşısına geçip elinizdeki telefonda fotoğraf çekmeli ve bu fotoğrafı da çeşitli şiir dizeleri eşliğinde Facebook’a eklemelisiniz.

Ergen insan ilginç işler peşinde koşan insandır. Mesela bir filmi tersten izler , akbilini otobüse binince değil otobüsten inerken basar ya da aldığı kitabı biraz okuyup, sonra en sonuna bakar, olayı öğrenir ve sonra kaldığı yerden devam eder. dünyadaki kalıplar ona ters gelmektedir ve buna karşı çıkmalıdır. Hem bir kitap baştan sona okunur mu lan! Ne büyük saçmalık! Atlaya atlaya gitmek lazım.

Evet, etrafımdan edindiğim izlenimler böyle. Biz de yaşadık ergenlik, hatta suratım çok kötüydü bir ara, sivilce falan, iğrenç bir şey. Ama teknoloi ilerledikçe ergenlik daha da pis yaşanır hale geldi ne yazık ki. Eskiden ergen demek defterlerin arkasına “HATE” ya da otobüs koltuklarının arkasına “Çok yalnızım” falan yazmak demekken, şimdi her türlü ortamda bir isyan modu görülüyor. Birilerinin artık günümüz ergenlerini karşısına alıp “Bak oğlum/kızım, yok senin için hafızamı silerim, yok senin için dünyayı yakarım, 20 gün çıktık ama hayatımın aşkıydı o, unutamam asla onu demek falan bunlar yalan şeyler. Ne gördün de hayatını silip attın bir anda, yok ölürüm ben artık bilmem ne! Bırakın böyle saçma şeyleri de aldığınız bir kitabı insan gibi okumasını öğrenin” demeli bence. Dese iyi olur yani.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Her Gün Bir Yeni Özlü Söz

Artık fenalık geldi. Facebook’ta 50 gönderinin en az 39 tanesinde, fi tarihinde bir adamın bir anlık gaza gelişi sonunda söylediği ve ne hikmetse bunu duyan birilerinin de “Oha! Ne güzel söyledin lan!” diye düşünüp ona buna yaydığı cümleleri görüyorum. Ne kadar meraklıyız millete laf sokmaya, eski sevgiliye gönderme yapmaya ya da ona buna sataşmaya!

Eski sevgiliye, terk eden insana garip cümleler eşliğinde sitem etmek neyin kafası çok merak ediyorum. “Sen bana döneceksin, biliyorum ama hey heey bulabilecek misin beni bakalım!” falan. Nedir abi bunlar! Bunu paylaştın da ne oldu? Bu cümleyi okuyup “Hadi bakalım paylaşıyorum ulan bunu! Sen göreceksin şimdi!” diye düşünen insanların varlığı beni gerçekten korkutuyor. Ayrılmışsınız işte, hala neyin tantanası ki bu! Bu cümleleri görüp de “Ah be! Bak gördün mü hata yaptık ayrılmakla! Şimdi geri dönsem demek ki beni kabul etmeyecek!” diye düşünüp kendini hüzne veren insanlar da var mı gerçekten acaba? Ne bileyim, hani o kadar paylaşılıyor falan, bir işe yarıyor mu? Mesela şimdi eski sevgilim tutup da “Ben aştım artık her şeyi, sen kendi derdine yan! Günümü gün ediyorum. Zaten hayat kendine değer verdiğinde güzel. Çok ararsın bundan sonra beni.” falan yazsa “Bana mı bir şey dedi acaba şimdi? Allah’ım ne yaptım ben! Dertlerimle nasıl başa çıkacağım! Eyvah eyvah!” falan demem, bunları yazma potansiyeli olan birisiyle zaman geçirdiğim için krize girerim. Zaten bu tarz şeyler yazarak, paylaşarak o kişiye karşı hala içten içe bir sevgi potansiyeli bulundurduğunu gösteriyorsun ya neyse, başka bir konu bu.

Mesela bugün gördüm, bir arkadaşım paylaşmış: Bir sigara kadar olamadık be! Hem öldüreceksin, hem de vazgeçilmez olacaksın! Bu ne şimdi mesela? Bir de şu var: Ruh eşini bulamadıysan üzülme. Bu senin eşsiz biri olduğunu gösterir. Bence bunu paylaşman da eziklik gösterir. Şey kafası işte bu, “Kimse beni anlamıyor ki! Ben mükemmelim aslında ama hep yanlış insanlar seçiyorum”. Lan! Bir saçmalık yaptın, seçtin yanlış birisini de, diğer insanları yanlış yapma potansiyeli olan insanlar olarak göstermek ama bu arada da kendini yüceltmek de neyin nesi! “Kimseye güvenmiyorum, güvenimi çaldılar, artık hissizim” gibi laflar var bir de. Bu da dünyadaki en komik laflar arasında ilk 10’a girer bence. “Ben çok güvenilir biriyim ama etraftaki herkes pislik!” Evet evet çok haklısın!

Bir de etrafında sürekli kendisinin kötülüğünü isteyen insanların bulunduğunu sanan kişiler var. Bir ayar verme çabası içerisine de bu kişiler için giriliyor izlenimlerime göre. Bu tiplerin de en sevdiği söz “Mutluluğumu çekemeyenler anten taktırsın” cümlesi. Zaten bu espriyi düşünüp bulanın da Allah belasını versin. Hayatımda gördüğüm en berbat cümle olduğuna eminim bunun. Ben ilkokulda, biinci sınıftayken falan, daha kaliteli espriler yapıldığına şahit oldum. Milattan önce yaşamış bir insanların, hani o zamanlar kültürdür, şudur budur falan yok, o zamanlarda bile daha mantıklı cümleler kurabildiğine eminim. İnsanlar durup dururken böyle şeyler düşünüyor mu ya gerçekten, “Ahmet benim kötülüğümü istiyor, hemen şu cümleyi paylaşarak ona bir laf sokayım da kendine gelsin. O daha benim kim olduğumu bilmiyor” falan. Veya Ahmet, bu lafı görünce bir irkiliyor mu “Haydaa anladı ya kuyusunu kazdığımı, hemen özür dileyeyim ve düzgün bir insan olayım!” Ahmet kötüyse kötüdür zaten, sen o cümleyi paylaşarak neyin kafasını yaşıyorsun ki! Bir de bu nasıl bir özgüvendir! “Ben mutluyum ve mutluluğumu istemeyen insanlar var!” Mutluysan mutlusun işte ne güzel. Paranoyak gibi “Abi resmen mutluluğumu istemiyor ya inanmıyoruuuum!” triplerine girmenin mantığı ne? Bazı insanlar çok fazla önemsendiğini düşünüyor olabilir tabii, belki ondandır bu tavırlar.

Bir de bunları destekleyen insanlar da çıkıyor ya onlara da çok gülüyorum. “Ayh evet cnm yhaa çok haklısn” diye bir kalıp var mesela. Özlü söz hastası olan insanlarda default olarak gelen bir özellik bu cümleyi kurmak. Nerede laf sokulan bir cümle görse, anında yorum yapıyor bu cümleyi kullanarak. Sözü paylaşan kişi de “aynn” yazıyor hemen. Allah’ım çok komik ya!

Tüm bunların daha da komik olan tarafı bu hareketleri koca koca insanların yapıyor olması. Yani tamam yaş küçük olunca girebiliyorsun bu tarz işlere ama ne bileyim bir 20 yaş üstü yapmasın bunları ya! Herkes konuşurken çok büyük, her şeyin en doğrusunu görüyor falan ama yapılan hareketlere bakınca ilkokul seviyesinden öteye geçemiyoruz ne yazık ki! Hep karşı taraf suçlu, kimse kendiliğinden bir şey yapmıyor, hatta elinden gelenin en iyisini yapıyor ama karşı taraf hiçbirini anlamıyor bunların. Sonra da tabii gelsin özlü sözler, gelsin ona buna sokulan laflar.

Ne gergin bir yazı oldu yalnız değil mi? Neyse 2-3 laf paylaşayım da hıncımı çıkarayım şikayet ettiğim şeylerden. Kimse anlamazsa da lafları, bir de üstüne “Beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın” diyerek en büyük darbeyi indiririm millete. Evet. Yaparım bunu.

12 Nisan 2012 Perşembe

İsteyince Oluyor Tabii!

“Oğlum bu böyle olmayacak, bi çeki düzen vermek lazım her şeye” diyerek kalkıyorum yatağımdan. Buradaki “her şey”den ne kastettiğimden tam anlamıyla emin değilim ama aldığım kararda ne kadar ısrarcı olacağımı göstermek için önce yatağımı topluyorum. İlk adımı atarsan devamı gelir çünkü. Böyle bir inanç geliştirmişim zamanında kendimce ve bu düşünce var aklımda şimdi. Ne zaman gerçekten öyle oldu, ben ilk adımı atarak startını verdiğim şey ne zaman güzel bir şekilde sonuçlandı, bunu biraz düşünmeye başlıyorum topladığım yatağımın üzerine oturup. Galiba bu konudaki en somut örneğim, gece yatmadan önce “Yarın şu saatte kalkayım” diye düşünüp, bu amacıma ulaşmak için de ilk adımı atarak telefonun alarmını kurmak. “O kadar da acınacak halde değilmişim” diye sevinip yatağımdan kalkıyorum, yatağın bozulan yerlerini de tekrar düzeltiyorum, bugün çok kararlıyım çünkü, her şey süper olacak.

Okula giderken otobüsün en güzel yerine oturuyorum, metrobüste oturabilmek için kalabalığın biraz dağılmasını bekliyorum ama kalabalık gittikçe artıyor, “Madem bu kadar bekledim, oturabileceğim bir metrobüs gelmeden binmeyeceğim işte hiçbirine” diye düşünerek işleri yoluna koyma konusunda inanılmaz bir şekilde inançlı ve inatçı olduğuma kendimi güzelce ikna ediyorum. “Ayakta gidecek olsaydım, en önce gelene binerdim zaten, ne diye bu kadar bekledim, salak mıyım neyim!” gibi çıkarımlar yaparak biraz sinirli, biraz da dengesiz gibi imaj uyandırsam da moral bozmak yok bugün, birazcık daha bekleyip önümde duran metrobüs kapılarını açınca affedersiniz ama dana gibi atlıyorum içine. Oturuyorum ve bir amacıma daha ulaştığım için gülümsüyorum. Hayata dair böyle küçük amaçlarım var ve bunlarla mutlu olmaya çalışıyorum.

Okula gidip sınava giriyorum ve aklımda kalan cümleleri kâğıda döküyorum. “Bence bu kadar yeterli, 100 almayıvereyim ne olacak!” diyerek kâğıdı teslim ediyorum. Evet, bu düşünce her şeye çeki düzen verme kararıyla biraz çelişiyor ama kendime bu kadar yüklenmemem de gerekiyor daha ilk günden. Bir de hedeflerin gerçekçi olması gerekiyor. 100 almak beni aşar. En son ne zaman 100 aldığımı hatırlamıyorum.

Geçen hafta girdiğim finalin kâğıdına bakmak ve çok umrumda olmasa da nerelerde yanlış yaptığımı görmek için hocanın ofisine doğru yola koyuluyorum. Hiçbir zaman yaptığım bir şey değildi bu hareket ama işte düzenli bir hayat lazım düşüncesi falan derken kendimi hocanın ofisinin önünde buluyorum. Kâğıdımı bana uzatan hoca, puanıma bakarken “Bak isteyince ne güzel oluyormuş!” gibi bir cümle kuruyor. Orada bulunanlar bugüne kadar keyfimden ders tekrarı yaptığımı, derslerden kalmaktan inanılmaz bir zevk aldığımı düşünmüş olabilirler. Hafif sırıtarak atlattığımı sandığım bu dalga, hocanın “Birisiyle mi çalıştın?” sorusuyla daha da şiddetleniyor. Hoca benim bir idiot olabileceğimi düşünüyormuş ve bu puanı almamın anca başkalarının yardımlarıyla olabileceğine yüzde yüz eminmiş gibi gözüküyor bu soruyu sorarken. “Yoo, kendim çalıştım” diyorum. “Kendin çalışınca da oluyor yani!” diyerek geliyor hoca. Gün içinde en çok kullandığım kelimeyle cevap veriyorum: Evet. Hayır demeyi bir gün öğrenmem lazım ama şimdi sırası değil. “Hayır, kendim çalışınca da olmuyor” dersem kendime sakladığım bazı bilgileri başkalarının da öğrenmesine neden olurum. İnsanın bazı şeyleri sadece kendisinin bilmesi gerekiyor. Hayattan öğrendiğim sayılı bilgiler arasında bir de bu var işte.

Okuldan çıkıyorum, eve doğru yola koyuluyorum. Çalışmam gereken sınavlar var daha. Peki çalışacak adam var mı? Sanırım yok. Ama sabah aldığım kararlar neticesinde ders çalışmak isteyen bir insan yaratmalıyım kendimden. Kendimden bir çok şey yaratmak istesem de ne derece başarılı oldum bugüne kadar, büyük bir merak uyandırıyor bu bende aslında. Mesela küçükken bir gün Susam Sokağı izlerken, kendimden Minik Kuş yaratma istemiştim ama olmadı tabii. Hayal kırıklıkları yaşamaya böyle saçma bir şeye kalkışıp sonunda başarısızlığa ulaşarak başladım. Kötü bir başlangıç olmuş aslında. Minimum seviyede çalışan bir beynim varmış sanırım 4-5 yaşındayken. Galiba şimdilerde birazcık daha fazla çalışabiliyor canı istediğinde. Yani bir sürü saçmalık yapsam da bir yerden sonra “Dur be oğlum ne yapıyorsun!” diyebiliyorum İş işten geçmediyse eğer, toparlamak kolay oluyor dağıttıklarımı. Hazır bu sabah da “Her şey çok güzel olsun lan, böyle süper falan olsun” diye bir karar almışken dağılanları da toplamaya başlasam mı? İsteyince oluyormuş ya zaten!

Not: Bu yazıyı ocak ayında yazmışım sanırım, bilgisayarı karıştırırken buldum. Evet, arada bilgisayarımı karıştırırım ben ve “Oha bu fotoğrafı ne zaman çektirdim de buraya attım?” ya da “Aa böyle bir şey yazmışım ben” gibi tepkiler verip kendi kendimi şaşırtırım. Neyse. Niye yayınlamadığımı bilmiyorum bu yazıyı. Neler yazmışım diye baktım şimdi bulunca. İçten gelen bir “Ee değişen bir şey yok ki!” tepkisiyle şimdi yayınlamaya karar verdim. Bir de “Oh beleş yazı bulduk” falan diye sevindim. He bir de startını verip de başarılı bir sona ulaştırdığım bir şey yok hala. Evet.

6 Nisan 2012 Cuma

Kutu Kola

Herkes evleniyor ya! Facebook’ta durmadan ilişki durumları değiştiriliyor falan, “o bununla evlendi; şunlar nişanlandı; ötekiler de sözlenecek, aileler tanıştı, dur bakalım olacak galiba, hayırlısı artık” tadında. Eskiden 15-16 yaşında evleniyormuş ya insanlar, bu duruma karşılık olarak çoğu kişinin dediği şey de “Ee artık zaman değişti, öyle evlenilmez hemen!” falan. Böyle bir şey duyunca sanki etrafındaki herkes 55 yaşında evlenecekmiş gibi düşünüyosun ama ilkokulda birbirinizin koluna kalem batırdığınız adamın çocuğu bile olduğunu görünce bir afallıyorsun tabii. “Galiba büyüdük” falan diyorsun.

Büyüdüğüne inanmak zor oluyor ama bazen. Yanında ağlarken, yaşadığı sorunu çözmek için bulduğu ve o an kendisine çok mantıklı gelen tek çözüm “Öğretmene şikayet” olan arkadaşının, büyüyüp de elektrik ve su faturalarını son ödeme tarihi geçmeden yatırması gerektiği gibi bir sorumluluk alabileceğine ya da daha da önemlisi evine ekmek götürmesi gerçeğiyle başa çıkabileceğine inanamayabiliyorsun. Çünkü daha dün yerden yüksek oynayıp dana gibi birbirinizin peşinden koşuyordunuz. Ne zaman büyüdünüz oğlum bu kadar! Ya da aynı yaş aralığında bulunduğunuz bir akraba evlenince de ilginç geliyor insana. Gün yapıyordu anneleriniz ve siz orada önünüze konan böreği zorla yerken, kafanızda çay içildikten sonra nasıl bir oyun oynamanız gerektiği fikrini netleştirmeye çalışıyordunuz.

Aslında evlilik falan çok uzun bir süreç değil mi? Önce birisini beğeneceksin, onunla sevgili olmaya çalışacaksın. Bu çaba içerisine girmişken, kendini süper göstereceksin ister istemez, karşı taraf da bunu yapacak, onun mükemmel taraflarının ne olduğunu dinleyeceksin, hiç kimse kötü değildir zaten. Kendinden ödün vereceksin. Verdiğin bu ödünlerin karşındaki insan tarafından anlamsızca kullanılmamasını dileyeceksin içinden. Alttan alacaksın. Naz çekeceksin. Tüm bunların karşılığında “Ya ben seni sevmiyorum ya, ne bileyim, bir şey hissetmiyorum yani” gibi bir cümle duymazsan, sevdiğiniz filmlerden, müziklerden, yemeklerden ortak bir şeyler bulup kendinizi birbiriniz için yaratılmış insanlar olduğunuza inandıracaksınız ve “Sevgili olmak için ne duruyoruz ki, bence olalım yani, hayır beklemeye gerek yok” gibi düşünceler eşliğinde adım atacaksınız bir şeylere. Birlikte zaman geçirdikçe de bir şeylere “adını koymak” gerekliliği hissedilecek eğer işler yolunda giderse. Söz kesilecek, nişan olacak. “Nişan bohçası hazırlamak” gibi bir fiil olduğunun farkına varacaksınız. İlginç akrabalarla tanışılacak, saatler süren geyiklere tahammül edilecek ve sonunda “Evet” diyip evleneceksiniz. Sonra da bu “Evet”i herkesin içinde göbek atmaya zorlanarak kutlayacaksın. (Bence bu işin en çirkin tarafı burası)

Bütün bunları düşününce tüm arkadaşlarıma hayret ediyorum. Ne zaman yaptınız bütün bunları? “Niye yaptınız?” diye sormayayım şimdi, ayıp olur ama ne bileyim daha kaç yaşındayız ki! Yani yaşımız “çok” boyutuna geldi mi? Gerçi bu yaşla ilgili muhabbeti geçen gün Mustafa’yla beraber yaptık ders çalışırken gecenin köründe. Facebook’ta check-in yapıp “Benim bu yaşta, bu saatte, burada ne işim var!” yazmıştım hatta o akşam. Biz de bunun üzerine “Valla ya evimizde olup ‘Hanım bi çay getir be’ demeliydik, çay içerken o gün televizyonda hangi dizi varsa onu seyretmeliydik ve çizgili pijamamızı giyip uyumalıydık saat 11’de” gibi laflar söyleyip şakalar, komiklikler yaptık kendimizce. Şaka maka 25 yaşımıza geldik ve millet hayatını yoluna koymuş sayılırken, ben daha yoklamalarda “Buradayım, evet, ben” falan diyorum, hatta bazen bunları İngilizce bile söylüyorum “Bu yaşımıza boş gelmedik, öğrendik bir şeyler” anlamı çıksın diye, ya da sınavda lazım olur diye okula giderken durmadan öğrenci kimliğimi kontrol ediyorum. (Obsesifliğim var, evet) Tabii bu yaşa kadar da “Ooo benim senin yaşındayken 4 tane torunum vardı” gibi abartılı cümleler duymaktan da geri kalmadık, sanki bünyede “her şeye geç kalmış” imajı uyandırılmak isteniyormuş gibi.

He gerçi içinde bulunduğum durumdan keyif almama gibi bir şey söz konusu mu? Çoğu zaman değil aslında. Yani hala birisi çıksa dese ki “Olum kola kutusu ezdik, hadi deli maç yapıcaz, koş” falan, hiç öyle “Çeyrek asırdır yaşıyorum, kola kutusu mu kalmış, gelin de yaşımıza uygun davranalım ve geleceğimizi nasıl ve kimlerle inşa edebiliriz, onu tartışalım” gibi laflar söylemem ve affedersiniz ama ayı gibi koşarım o kutunun peşinden. Kola kutusunun ezilince bir kenarından pırtlayan keskin köşesinin ayakkabımı çizmesine de hiç aldırmam, yine vermeye çalışırım falsoyu o metal yığınına, yine çoşarım gol olunca.

“Çocuk ruhluyum ben hehehe”anlamı da çıkmasın direkt olarak buradan aslında. Çoğu zaman en basit işleri yapmaktan kaçınacak kadar yorgun hissettiğim oluyor kendimi. En basiti, mesaj göndermek mesela. İnsana mesaj göndermek zor gelir mi? Evet, geliyor işte bazen. İlla cevap vermem gereken bir mesajsa da mesajı yazarken üşengeçlikten kelimeleri kısaltıp, işte sesli harfleri falan atıp, iyice ergen moduna bağlanmaktan korkuyorum. “hee tmm bn de glyrm ztn. hadi öpt grşrşz.” yazdığımı düşünsenize! Ya da “hiç ya npym işte, otryrm, sen npysn?” falan. Açıklamazsın da kimseye üşendim tuşlara basmaya diye. Bu da itiraf gibi oldu; kimse kişisel olarak üzerine alınmasın, kimseye gıcık olduğum falan yok ama evet, bazen üşenip mesajlara cevap vermediğim oluyor. Oh, söyledim de rahatladım! Hatta şunu da söyleyeyim yorgunluk ve üşengeçlik boyutum daha net anlaşılsın: Telefonumu şarj etmiyorum. Çünkü şarj aleti arayıp onu prize takmak zor geliyor. Nasıl bu moda girdiğimi anlatmayacağım ama burada. Sadece bazen mesaj gönderecek ya da telefonu şarj olsun diye prize takacak gücü o an için size verecek bir şeyleri ya da birilerini bulamıyorsunuz hayatınızda. Hepsi bu işte.

Evlilik muhabbetiyle girdim konuya, nerelere geldim! “Üşenmeden geyik bir yazı yazayım ben şimdi” diye düşünüp oturduğum bilgisayar başından böyle ciddi bir yazıyla kalkacağımı hiç beklememiştim oysa ki. Evlenen, evlenmek üzere olan, nişanlı, sözlü, sevgisili olan arkadaşlarıma mutluluklar dileyip tamamlayayım yazıyı ve kola kutusuyla maç yapma tekliflerini beklemeye başlayayım.

Küçücük Şeylerle Mutlu Olmanın Peşinde

“Dur lan poğaça alayım şuradan, bir de çay yaparım eve gidince, böylece kendime mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlarım, kahvaltı keyfi yaparım, ohh ne güzel lan! Hayat bu işte!” düşünceleriyle pastaneye giriyorum. Bir adet poğaçadan “Hayatın güzel yanları da var” sonucuna varmam, biraz sığ bir insan olduğumu gösterecekse ve hakkımda “Ulan bir poğaçayla bile mutlu olabiliyor, kerizim benim!” cümleler kurulmasına neden olacaksa da o anki psikolojiyle bunları umursayacak boyutta değilim. Poğaçaya susamış bir arsız gibi davranıyorum ve poğaçaların bulunduğu bölgeye doğru atağa kalkıyorum. “Buyrun” diyen bir abi karşılıyor beni. Bir de sırıtıyor.

Önümde iki tane seçenek var. Ya peynirli poğaça alacağım ya da bana göre sade, abiye göre sadeli. Hayatım adına çok ciddi bir karar alacakmışım gibi önümdeki 3-4 poğaçaya bakıyorum. Kenarda köşede unutulmuş başka bir poğaça çarpıyor gözüme. “O neli?” diye soruyorum. Adam üzgün bir ifadeyle “Mısırlı” diyor, “Ama patlaşmış mısırlı”. “Hımm” diyorum. Gerçekten bilmem gereken bir şeydi bu. Ama abinin yüzüne de bir hüzün çöküyor aynı anda. Sanırım o poğaçayı kendine saklamıştı ve etrafı gözlem yeteneğim sayesinde onu fark etmemle birlikte yeterince huzursuz oldu. Hayatında herhangi bir şeyle ilk defa karşılaşan insan, sonunda ne olursa olsun merak duygusuna yenik düşer ve o şeye sahip olmak ister. Mısırlı poğaça fikri aslında bana çok da mantıklı gelmese bile sanki o güne kadar ana yiyeceğim mısırlı poğaçaymış da bugün de yemezsem hastaneye kaldırılırmışım ve sevenlerimi çok üzermişim gibi endişelenip “Tamam, alıyorum onu” diyorum. Sanki mısırlı poğaçayı ne yapacaksam!

Abi vaktim varsa çay ısmarlayabileceğini söylüyor. Bir adet pastane çalışanı ile çay içme fikri hiç hoş değil. Çay tekliflerimin de hep bakkal çakkaldan gelmesi ayrı bir sıkıntı zaten. Esnaflarda beraber çay içme isteği uyandıran bir kişiliğim var sanırım. Vergiden, stopajdan falan da anlamam ama hep bir çay ikram etme ve biraz oturup dertleşme hissi oluyor yurdum esnafında beni görünce. Bütün gün evde otursam kimse de arayıp “Erdem gel bir çay, kahve içelim” demez; ne zaman ekmek almaya inerim aşağıya, bakkal elinde bardakla bekler. Çay kaşığıyla bardağa vurup çeşitli melodiler eşliğinde beni karşılamasına ise hiç girmiyorum şu an burada.

Çay teklifini kibarca reddediyorum. Abi bu sefer şakacı kişiliğini ortaya çıkarıyor ve “Bira, şarap, viski olur mu?” diye soruyor. Nereye varmak istediği hakkında gerçekten bir fikrim yok ama yine de “Valla olsa iyi olur aslında” diyorum. “Neden?” diye soruyor. Özel hayatımı bu meraklı beyefendiye açacak değilim. “Ehehehe” diye salak bir gülüşle geçiştirmeye çalışıyorum durumu. “Ne oldu? Söyle!” diyor. Müşterisini bu kadar sahiplenen ve ne olursa olsun hep onu destekleyecek olan bir iş yeri sahibini de ilk defa görüyorum. “Yok bir şey abi, ne olsun ya!” diyorum. “Gözler öyle demiyor ama” diyor. “Abi manyak mısın sen ne diye gözlerimin içine bakıyorsun? Ben bile bu kadar incelemiyorum kendimi aynada!” demek istiyorum ama artık dışarıdan nasıl gözüküyorsam ve bu halim adamı ne kadar çok üzüyorsa; kafamı kaldırdığımda küçük ve içinden peynir fışkıran poğaçamsı bir şey görüyorum. “Al bakalım, ikram” diyor. Mal bulmuş mağribi gibi adamın uzattığı şeye saldırıyorum. Sezercik’in zamanında bir filmde lahmacununun yarısını koparıp verdiği çocuk bile bu kadar sevinmemişti. Adam, suratımda gördüğü ifadeyle birlikte elimdeki şeyi çekip alıyor ve kese kağıdı gibi bir şeye az önce uzattığı şeyden birkaç tane daha koyup bana uzatıyor. “Hadi al bakalım, evdekilere de götürürsün” diyor. Suratında mağrur bir ifade var.

İşimi tamamlayınca (para üstünü falan alınca yani), abi arkamdan sesleniyor ve elimdeki poşeti işaret ederek “Bir şey takma kafana. Çok düşünmeyeceksin. Olmuyorsa olmuyor yani. Unutma ki insanı asıl mutlu eden şeyler, küçücük şeylerdir” diye bir şeyler söylüyor. “Ne ima etti lan şimdi bu?” diye düşünüp dik dik bakıyorum suratına kapıdan çıkarken.

Soğuk

Her gün aradım onu – ne yazık ki, başkaları gibi durmadan yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. Yani, demek istiyorum ki, bu kadını hiç olmazsa bir hafta filan aramayacak kadar küçük bir uğraşım olsaydı. Çünkü, efendim, anladı sonunda kendisinden başka ilgilenecek bir şeyim olmadığını.

Oğuz Atay – Korkuyu Beklerken


11:27 idi saat uyandığımda. Son günlerde uyku düzeni diye bir şey kalmadığı için bu saate kadar uyuyabilmeme şaşırmakla geçirdim birkaç saniyeyi. Bir gün gece 2’de yat, sabah 5’te kalk, diğer gün sabah 5’e kadar bekle, sonra 8’de uyan şeklinde garip bir yaşam formu geliştirdim ve bunları yaparken, sağlıktır, düzenli bir hayattır falan hiç aklıma getirmiyorum. Yataktan doğruldum, kahvaltı etmek istemedi canım, ölüyü diriltecek kadar koyu bir kahve yapmak ise o an için çok mantıklı geldi bana. Migren hafif hafif kapıyı çalıp misafir olacağını hissettirirken, bir hazırlık yapmamak kendisine karşı çok ayıp olurdu. Misafire ikram önemlidir çünkü bizim kültürümüzde. Kahveyi doldurduğum koca kupayı elime alıp odama geçtim yine. Perdeyi aralayıp kar yağıyor mu diye bir kontrol ettim. Amaçsız bir hareketti. Sonra kitaplığın önünden geçerken gözüme Oğuz Atay takıldı. Korkuyu Beklerken. Kaç kere okudum bu kitabı kimbilir. Yatağıma oturdum, rastgele bir sayfa açtım. “Geç kalmıştım. Burada paslanıp gidiyordum; hafızam paslanmaya başlamıştı bile. Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim.” yazıyordu önümde. Kendime duymadığım saygıyı Oğuz Atay’a duyuyorum.

Kahvemden bir yudum almaya çalıştım ama sıcaklığı ürküttü beni. Sıcakla işim olmuyor hiç. Zaten soğuk bir insanım, en azından çayı, kahveyi sıcakken içip ortalama bir hayat sürdürebilirdim belki. Sıcakken güzel olurmuş onları içmek, yoksa tadı kaçarmış, bir şeye benzemezmiş. O yüzden hemen içmek gerekirmiş. Böyle şeyler duyuyorum hep. “Çayını soğutmadan iç” var bir de mesela. Neyi soğutmuyorum ki! Acaba bir gün soğutmadan içebilecek miyim bunları? Daha iyi olabilecek miyim? Keyif alarak yapmak lazım tabii her şeyi. Buz gibi olunca bir anlamı yokmuş. Soğuyan şeyi tekrar ısıtmak da çok iyi bir çözüm değil zaten. Soğudu bir kere. Eski haline dönmesini bekleyemezsin ki. Ben bile soğuyunca bir şeyden, hevesim kırılınca falan, bir türlü eski halime dönemezken; bir kupa dolusu çayın, kahvenin tekrar ısındıktan sonra sana nasıl keyif vermesini bekleyebilirsin ki zaten? Saçma yani. Sıcakken içmeliyim bugün kahveyi o yüzden. Belki bir şeyler değişir, başkalarının aldığı keyif neymiş, onu görürüm.

Gözlerimi sımsıkı kapatıp sıcaklığa aldırmadan içtim kahveyi. Gözlerle ne alakası var halbuki bu durumun değil mi? Bir şey içiyorsun ama gözlerle tepki veriyorsun. Değişik bir şey. Hep aynı ortamı görmekten sıkılmış olan gözlerin farkındalık peşinde koşmasından kaynaklanıyordur belki bu durum. İşte sol tarafımda kitaplık var, önümde bilgisayar, karşı duvarda dolap ve sağ tarafımdaki duvarın en dibinde de pencere. Değişiklik olsun diye poster asmıştım duvara geçen gün ama onu da pek önemsemedim sonra. Değişikliklere hazır değilim herhalde. Her şey alıştığım gibi gitsin, yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. O yüzden kahveyi de soğuk içeyim yine. Yandım zaten içince onu da. Acı çekeceğime hiç tat almam daha iyi. Yine dalarım kitabıma, unuturum onu bir köşede. Ne zaman bana bir sürü şey düşündürecek olan bir cümle okuyup da kafamı kaldırdığımda görürsem kahveyi, o zaman içerim işte.

Abarık Kahve Bağımlısı

“Uykum geldi, dur ben bi kahve içeyim”, “Başım mı ağrıyacak ne, kahve içeyim”, “Off çok yoruldum, kahve içmeliyim”, “Muhabbet falan, bi kahve iyi gider şimdi”, “Mutlu muyum ne, kahve yapayım”, “Ders anlatacağım, kahve içeyim”, “Ders dinleyeceğim, bir kahve alayım”, “Kahve içeyim”, “Kahve, evet”. Bunlar gibi bir sürü cümle kurarak her daim kendimi kahve içmeye razı etmek için çabalıyorum. Aslında artık öyle bir boyuta geldi ki bu kahve bağımlılığım, herhangi bir çabaya bile gerek kalmıyor çoğu zaman. Uyanıyorum, gözlerimi “plonk!” gibi bir efektle açıyorum ve aklıma gelen ilk şey kahve oluyor, gün boyunca da o kahve fikri bir türlü gidemiyor aklımdan.

Çocukken çok kandırılmaya çalışıldım; “Kahve zararlıdır”, “Kahve içemezsin sen, yaşın tutmaz”, “Bıyıkların çıkar, koca adam gibi olursun”, “Vallahi ölürsün onu içersen; bizim bir komşunun oğlu bir yudum içti kahveden anında ‘küt!’ diye gitti” gibi cümlelerle insanlar aramıza girdi hep kahveyle. “Yaşın tutmaz” olayı çok komik zaten; kahve lan alt tarafı, öyle nükleer bir reaksiyon gerçekleştirmiyor ki bünyede elektron kopsun, proton zıplasın da miden ışıma yapsın falan. Bu bahaneyi pek yemiyordum ama “Bıyıkların çıkar” lafı biraz korkutuyordu beni. Düşünsene; boyun daha 1.15 ama bıyıklısın. Ürkütücü bir görüntü. Bakkaldan traş bıçağı alıyorsun, iki günde bir girişiyorsun suratına koca adam gibi. Zaten dünyadaki en korkunç şey de koca adam tipli çocuktur bana göre. Ayrı bir korkutma potansiyeli var bu tiplerin. Sanki her an olay çıkaracak, evini dağıtacak, seni yerinden yurdundan edecekmiş gibi. Kısacık boyu var ama sana istediği her kötülüğü yapabilirmiş ve sana acıdığı için kılına dokunmuyormuş gibi. Benim tombulumsu bir suratım vardı küçükken, bu yüzden bıyıklı da olsam koca adam tipli gibi değil de hormonal bozukluğu olan bir ucube gibi gözükürdüm mesela. Bu bıyık gerçeği ve yaratık gibi gözükme korkusu yüzünden bir dönem kahve görünce koltuk ya da masa altına saklandığım da oldu “İstemiyorum bıyık, kahvenizi de istemiyorum, neyin peşindesiniz!” diyerek.

Bir yudum kahve içtiği için ölen çocuk yalanına da kimse inanmamı beklememeliydi mümkünse. Neydi ki bu postmodern bir intihar şekli mi! (Tabii o zamanlar bu durumu böyle entel dantel cümlelerle değil, daha sığ olacak şekilde “Ya bence ölmemiştir, öldüyse de kahve içeceği ana gelmiştir ölüm, başka bir şeyden olmuştur o yaa, kahveden değildir bence, biraz imkansız geliyor çünkü bana bu” gibi cümleler kurarak eleştiriyordum) Ya bir de bu nasıl psikopatça bir düşünce eseridir ki ufacık çocukları böyle korkutursunuz! Alt tarafı iki kaşık fazladan kahve atılacak diye ölüm falan te allam! Yazıktır, bırakın içsin işte. (Atarlı genç oldum bir anda)

Bir de kahveden keyif alma olayı var. En keyifli an ayaklarımı uzatıp Boğaz’a karşı içmek oluyor benim için. Evde olunca da bu keyif olayını başka şeylerin peşinde koşarak çıkarıyorum, sonuçta odandasın ve duvarlara bakıp çok da eğlenme ihtimalin yok. O yüzden kahve yapacağım zaman “Kahvemi nasıl hazırlasam acaba? Brezilya kahvesi mi yapsam filtre kahve mi yoksa Kenya kahvesine mi bir şans versem ne yapsam?” gibi otantik düşünceler beliriyor kafamda. Bunların hayalini kurarak keyif almaya çalışıyorum işte çok önemli bir insanmışım da her gün bir kupa Brezilya kahvesi içmeden kendime gelemiyormuşum gibi davranıp. He yine gidip bildiğimiz nescafe yapıyorum, sade, şekersiz, acı bir şey.

Uykum da kaçmıyor bütün gün kahveye abandığım halde. Bir yerden sonra vücut bu abarıklığıma alıştı herhalde, herhangi bir tepki vermiyor. Bir de mutlu olunca daha da çok sarılıyorum kahveye. Son birkaç gündür farkındayım bunun da. Sonra yüz bulup veriyorum kendimi hep kahveye, yine kahveye. Şimdi yazıyı bitireyim, bir kahve yapayım, bir de şarkı açıp dinleyeyim:
Ben her zaman böyle, ben böyle vesaireeeee…

http://www.youtube.com/watch?v=PtSrIsg7ALk