24 Şubat 2011 Perşembe

Konuş Erdem Konuş!

Çok konuşan biri olmamama rağmen, bazı insanların yanındayken ya da telefonun diğer ucunda onlar olduğunda konuşma olayını dizginleyemediğimi fark ettim geçen gün kırk dakika süren konuşma sonunda telefonu kapatınca. “Ben bu kadar konuşmazdım ne oldu acaba?” diye düşündüm, sonra “ben hiç konuşmazdım aslında” dedim. Elimdeki telefona bakıp “Allah Allah” diye ekleyerek de içimdeki hayret etme duygusunu açığa çıkardım…

Sessiz, sakin biri olarak biliyorlar beni ve sanırım hakkımda böyle düşünülmesinin nedeni de zorunda olmadıkça cümle kurmamam olabilir. Zaten moralim bozuk olunca ağzını bıçak açmayan, asık suratlı, pis bir şey oluyorum. Dışarıya çok iyi yansıyor olmalı ki bu halimi, beni gören, “neyin var senin?” diye soruyor hemen. Böyle zamanlarda hiç çekilmediğimi söyleyen arkadaşlarım da oldu. (Bazı arkadaşlarım çok açık sözlüdür, ”çat” diye söylerler her şeyi.)

Durmadan konuşmak hiç alışkın olmadığım bir şey aslında. Konuşmamak o kadar normal geliyor ki bana, kendimi bir odaya kapatıp kaç gün hiç kimseyle, hatta kendimle bile, konuşmadan durabileceğimi gösterecek deneysel çalışmalar yapmak geliyor içimden. (Bazen insanlara garip gelebilecek bu tarz düşüncelerim olabiliyor. Bir keresinde de bir şarkıyı arka arkaya kaç kere dinleyebileceğimi merak etmiş ve sonucu elli yedi olarak bulmuştum.)

İnsanlar genelde beni konuşturabilmek için büyük çaba sarf ederler. Lisede, hazırlıktayken, “Erdem konuş artık ne olur yaa!” cümlesini söyleyen çok fazla arkadaşım oldu. (Ezgi ve Emre’ye çabaları için teşekkürler.) Liseden bu yana gelişme oldu tabii ki ama yine de istenilen seviyeye gelememiş olabilirim konuşma anlamında. (Hangi konuda istenilen seviyede olduğumu merak etmiyor değilim.) Ama samimi arkadaşlarımla birlikte olduğum zamanlarda tabii ki dut yemiş bülbül gibi durmuyorum. Böyle zamanlarda kullanabileceğim birkaç özne ve yükleme sahibim. Hatta aklıma geldiğinde araya dolaylı tümleç sıkıştırdığım bile oluyor. Telefonda en uzun süre konuşma rekorum da iki saat on beş dakika civarında ki bu süreye de yirmi üç yaşımı doldurduktan birkaç gün sonra ulaşabildim. (1987’den 2010’a kadar olan zaman diliminden bahsediyorum burada, dersem daha etkileyici olabilir bu durum. Düşünün yani 80’lerden itibaren falan.)

“Konuşsana Erdem biraz” diyen arkadaşlarıma verdiğim tepki ise genelde şu oluyor: Ne konuşayım? Tabii soruyu sorma amacım şöyle bir izlenim uyandırmak değil: Sizle ne konuşayım ki ben! Aman böö falan. Konuşurken konu bulmakta sıkıntı çektiğim için, “bulun bir şey konuşalım hep beraber” demek istiyorum o iki kelimeden oluşan soruyla. Pek konuşmayan, sakin biri gibi durunca da “amaaan ne soğuk insan!” imajı oluşturma riskin çok çok fazla oluyor ki bu da yüzüme yüzlerce kez söylenmiştir: Sen sıcakkanlı birisiymişsin aslında, öyle konuşmayınca insan şey zannediyor… Ney?

Bir insanın, çok fazla konuşup, anlamlı anlamsız bir takım cümleler kuran ve genellikle bu cümleleri asi bir tavırla söyleyip “ben farklıyım heheeyytt” imajı vermeye çalışan bir tip olacağına, sessiz kalması ve gerektiğinde konuşması çok daha süper bir şey bence. (Çok fazla konuşmama durumumu haklı çıkarmaya çalışmıyorum.) Bu kafadaki insanlar da “ama sosyallik için konuşmak falan bıdı bıdı” gibi bir savunma geliştirmiş durumdalar ve yerli yersiz her şeye karşı gelerek ya da herkesle laçka haline dönmüş bir ilişki sürdürerek sosyal olduklarını iddia ediyorlar. Gençlik hevesi işte… Ergenlik belirtisi de olabilir tabii ki, bilemedim.

Bu kadar şeyi düşünüp taşındıktan sonra, konuyu, “Neyse yaa banane milletten” diye bağladım ve telefonu cebime koyarken de saçma saçma sırıtıp “ne güzel konuştum yaa” dedim…

Bir Gün Daha Bitti

Uyanıyor. Yatağına yattığında saat 3’ü geçmişti. Demek ki yaklaşık beş saat uyudu. Daha fazla uyuyamayacağını anlayınca yatağından doğruluyor. Eli istemsizce telefonuna gidiyor. Kimse aramamış. Gülümsüyor. Yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı etmek istemediğinin farkına varıyor. Ama en azından bir kahve içmek zorunda ayılabilmek için. Kahve yapmak için ocağa koyduğu su kaynamaya başlayıncaya kadar geçen sürede, O da üstünü giyiyor. Saçıyla başıyla uğraşmak istemiyor bugün. Elindeki kahve dolu kupasıyla kendini bir koltuğa atıp ayaklarını uzatıyor. Kahvesini bitirene kadar bugün neler yapacağını kurguluyor kafasında. Sonra boşalan kupayı mutfağa bırakıyor ve evin kapısını çekip, çıkıyor sokağa.

Yağmur yağıyor ama sorun etmiyor bunu. Islanmayı her zaman sevdi ve bugün önemli bir buluşması olmadığı için bu yağmurun altında sırılsıklam olsa bile sorun değil kendisi için. O’nu Taksim’e götürecek olan otobüse biniyor. Cam kenarında bir koltuk arıyor. Bu şekilde sadece bir tane koltuk var. Ona oturuyor ama bacakları sığmadığı için gayet rahatsız edici bir yolculuk O’nu bekliyor. Artık bir kere oturduğu için yerinden kalkıp başka bir koltuğa geçemez. Bunu yaparsa otobüsteki herkesin O’na bakacağını düşünüyor ve bundan çok rahatsız olacağını biliyor. Otobüste yer değiştirmenin ayıplanacak bir tarafı yok ama kendine anlatamıyor bunu. Başkaları tarafından ayıplanmak bu dünyada en çok çekindiği şeylerin başında geliyor. Bu yüzden toplum içinde her zaman en sessiz insan olmayı tercih ediyor. Sesi bir yudum fazla çıksa herkese rezil olacağı gibi hastalıklı bir düşüncesi var. Çoğu zaman ağzını bıçak açmamasının sebebi de bu düşünce.

Koltuğun verdiği rahatsızlığı unutmak için müzik dinlemeye başlıyor. Elbet duyduğu bir sözle hatırlayacak birilerini bulur, dizlerinin acısını unutur. Beklediği gibi oluyor biraz zaman geçince. Dinlediği her şarkıyı birilerine gönderiyor. Şu şarkı şuna gitsin, bu şarkı buna… Kendilerine şarkı ithaf edilenlerin bundan haberleri yok tabii ki. Zaten gönderdiği şarkıları sadece kendisinin bilmesi daha çok mutlu ediyor O’nu. “Beni isteselerdi zaten bu şarkılara gerek kalmazdı, o yüzden bilmelerine de gerek yok” diye düşünüyor. Böyle diye diye yolun sonuna geliyor.

Otobüsten inip başka bir otobüse biniyor. Kahvesinden ilk yudumu aldığında aklına gelen şeyi gerçekleştirmek amacında: Oraya gidecek. Kendisi için niye bu kadar önemli olduğunu bir türlü bulamadığı ama orada bulununca bir süreliğine her şeyden uzaklaşıp kendi kendisiyle kaldığı için, belki de daha önemlisi aklına sadece istediği kişiyi getirebildiği için vazgeçemiyor bundan. Yine saatlerce yürüyecek, yine saatlerce O’nu düşünecek, yine bir gün burada O’nla birlikte olma hayalleri kurup, gülümseyecek. Sonra karşıdan birisinin geldiğini görüp kendi kendine güldüğü görünmesin diye toparlayacak kendisini. Başkasına içindekileri değil dökmek, bir şekilde, kıyısından köşesinden belli etmek bile aşırı derecede rahatsız ediyor O’nu. Neye güldüğünü, kimin O’nu gülümsettiğini sadece kendisi bilmeli. Hatta onu güldüren bile bilmemeli bunu. Hem ne gerek var ki!

İniyor tekrar otobüsten. Yürüyor da yürüyor. Önceden düşündüklerini sırasıyla gerçekleştiriyor. Şu banka oturacaktı, orayı geçince şöyle bir geri dönüp bakacaktı, manzara en güzel oradan gözüküyordu çünkü, biraz ileride de yemeğini yerdi. Dönüşte O’nla yürürdü sanki. Keyfi yerinde olacağı için durmadan konuşurdu. Ama O’nu dinlemeyi de ihmal etmezdi, çünkü çok beklemiş olacaktı o an için. Zamanı kestiremiyordu şimdiden ama beş ayı geçecekti, bunu biliyordu. Belki yedi ay, belki bir, belki bir buçuk sene. Belki de hiç. Hiçliği istemedi. Hava karardı sonra. İstemeye istemeye otobüse bindi eve geri dönmek için.

Eve geliyor. Odasına doğru gidiyor. Her zamankinden farklı geçmeyecek yine akşamı. Bir-iki lokma bir şey yiyor önce. Sonra yatağına doğru gidiyor. Kulaklıklarını kulağına takıyor. Porcupine Tree dinlemek istiyor bu akşam. Önce “Shesmovedon” açıyor. Sonra “A Smart Kid”... Şarkıyı dinlerken anlayabildiği son sözler “and i will wait for you until the sky is blue… and i will wait for you what else can i do?” oluyor. Uyuyor. Bir günü daha bitiriyor. Daha ne kadar olacağını bilmiyor. Uyanıyor. Saat 8’i geçmiş. Eli telefonuna uzanıyor…

Seni Buldum Arıyordum

“Çay içiyim ki migrenim geçsin” diye bir inanç var içimde. Kafamdaki milyonlarca hücrenin ağrıya neden olan faaliyetlerini bir kupa çayla durdurmak gibi bir amacım var. Durup dururken başlayan ağrıya çok sinir oluyorum ama bazen, bir şeye takılıyor kafam, migren de o zaman tutunca biraz daha anlayışla yaklaşıyorum olaya. Fakat ne kadar anlayışla yaklaşsam da bu duruma, yine de çay içerek kendimce çözüm bulmaya çalışıyorum. Aslında bunun çözümü sanırım bazı şeylerin, baş ağrısına neden olmasına engel olmak.

O bazı şeyler de çok çeşitli olabiliyor. Genelde sıkıntı, stres, açlık, birisinden duyduğun bir lafın canını sıkması gibi şeyler ağrıya neden olsa da bu bünye “tüh mp3 playerımı evde unuttum” serzenişinden sonra bile ağrı görmüştür. Ya da bir toplulukta muhabbet edilirken konu migrene gelirse “yaa migren demeyin işte adının söylendiğini duyunca başlıyor hemen bu ağrı!” diye söylendiğim de olmuştur. (Evet, konuyu migrene getirebilecek ilginç topluluklarda bulunmuşluğum vardır.)

Bu ağrıyla ilk tanıştığımda sanırım on – on bir yaşındaydım. Gittiğim doktor “boyun spazmı” gibi bir şey söylemişti. Doktorun muayene ederken, “ıslık çal” demesiyle yaşadığım korkunç dakikalar ve doktora ıslık çalamadığımı söylerken hissettiğim utancı burada anlatmak istemiyorum. Yıllardır düşünürüm ıslık çalmakla migrenin ne gibi bir ilgisi olduğunu. Doktorun oyununa getirilmiş olabilirim. (Doktorun oyunu da korku filmi adı gibi, fakat biraz kalın bir ses konuyla söylemek gerekiyor.) Doktorun oyunu diyince aklıma şu geldi: Göz muayenesi yaparken eline kalem alıp göz kapaklarıma bastırarak onları ters çevirmeye çalışan doktor ve bu doktorun elinde gözlerimin oyuncak olması, gözkapaklarımın fantastik hareketlerle kıvrılıp durması. İlkokulda yapıyordu o hareketi bizim sınıftakiler. (Göz kapaklarını ters çevirerek sıra arkadaşını korkutmaya çalışmak küçük öğrencilerin vazgeçemediği bir davranış.) Bir de bu göz muayenesi sırasında, ben okuyamadığım bir harf için “eee” diye sesli düşünürken, doktorun bunu “es” diye anlaması ve “ee İngilizce biliyorlar ya ondan böyle diyorlar” tepkisi vermesine ses çıkarmamışımdır. Yaptığı saçma hareket sonrasında gözümü yerinden çıkarabilecek olan doktorun bu hatasını yüzüne vurmayarak büyüklük gösterdiğimi düşünüyorum. (Açıkçası “göremedim ben onu demek” de işime gelmemiş olabilir.)

Tabii ki küçükken yaşadığım bu travmaların ardından liseyi bitirdikten sonra tıp okumayı hiç düşünmedim. ÖSS puanları açıklandıktan sonra “tıp yazmayacak mısın” diye soran insanlara da kesin bir şekilde “hayır” cevabını verdim. Bu insanlar, Boğaziçi Kimya’ya girdiğimi öğrendiklerinde de “aa puanına yazık olmuş tıp varken kimya neymiş cık cık cık” insanlarına dönüştüler ve beni hiçbir şeyden anlamaz, kariyer planlaması denen şeyden haberi olmayan, pis insan rolüne uygun gördüler. Bu insanların, tipime bakıp “bu çocuk doktor olacak, bundan başka hiçbir şey olmaz” düşüncesini nereden ve nasıl edindiklerine dair bir fikrim yok. Hatta bazıları bu fikirlerine o kadar çok sahip çıkıyorlar ki, hala beni gördüklerinde “ee doktor mu olacaksın sen şimdi bitirince?” gibi sorular soruyorlar. Benim doktor olmam tüm dünyayı kurtaracakmış gibi sarsılmaz inançları var. (Bunları yazdıktan sonra, “aaa bi dakika sen doktor olmayacak mıydın?” gibi bir yorum bekliyorum.)

Bu tarz bir yorum bekliyorum dediğim için umarım migrenim tutmaz, çünkü herhangi bir şeyi beklerken bile yanımda olan garip bir varlık bu migren. Bir insanın telefonuna mesaj gelmesini beklerken migreninin tutması çok gerçekçi gelmiyor olabilir tabii ki. Fakat bunun gibi olaylar artık çok garip gelmiyor bana, bir gün elektriklerin gelmesini beklerken başlayan ağrıdan sonra. Migrenin, sürekli yanımda olması gerekiyormuş gibi bir misyonu hangi yüzsüzlükle edindiğini bilmiyorum.

Migrenin bugünkü yüzsüzlüğüne “dur” demeye karar verdim, elime bir kupa çay alıp, evin içinde ıslık çalarak dolaştım. Melodisini çalmaya çalıştığım şarkı Redd’in şarkısıydı:

Seni buldum, arıyordum, kaybetmem bir daha…

(Tabii ki migren için çalmaya çalışmıyordum bu şarkının melodisini…)

Erdem'in Veda Mektubu

Sevgili Arkadaşlarım;

Milliyet Blog’a eklediğim yazıma gelen yorum, beni hayatımı sorgulamaya zorladı. Bugün oturdum ve bugüne kadar yapmış olduğum tüm garip hareketlerimi, içinde sevgi bulundurmayan davranışlarımı, nahoş sözlerimi ve henüz ortaya çıkarmadığım ama her an size, belki de tüm insanlığa, zarar verecek potansiyele sahip kötü düşüncelerimi düşündüm. Bunları sizlerle paylaşarak günah çıkarmaya çalışacağım bu yazının devamında.

Bana yorum yazan abla önce Ayrılıklar Zordur başlıklı yazımı okumuş ve tamamen kurgu olan bu yazıyı çok ciddiye almış. Şimdi, yorumu cümle cümle inceleyeceğim ve bugüne kadar yaptığım, çok affedersiniz ama hayvanlıkları gözler önüne sereceğim. (Yorumun tek bir hecesine bile dokunulmamıştır)

1. Cümle: Hayvanlarda insanlar gibidir ilgi vre sevgi bekler,zamanında verilmeyen sevgi ve ilgininde maalesef telafisi yoktur arkadaşım.

Burada abla, geçen ay, okulda, manzarada otururken üzerime doğru gelen kediye “pist” dememden bahsetmekte. Elimdeki yiyeceği görünce kendini kaybetmiş şekilde bana doğru koşan kediye “pist” dememin gerçekten affedilecek hiçbir yanı yok. Peki, sonra yemeğimi bitiremeyince elimde kalan son lokmayı, o kediye vermeye çalışmama ne demeli! Sen hayvanın kalbini kır, onla ilgilenme, sonra onu telafi etmeye çalış. He oldu! Abla burada çok haklı!

2. Cümle: Kış uykusuna yatıp kalksalarda asla o bağırmaları ve hakaretleri unutup sizin yüzünüze bakmak bile istemeyeceklerine kalıbımı basarım!

Ablanın burada yapmış olduğu felsefe ve içinde taşıdığı inanç, benim ne kadar boş bir insan olduğumu anlamamı sağladı. Kurduğu cümle düşük olmuş ama fark etmez, ben içindeki derin anlamı yakalamamız gerektiğini düşünüyorum. Ablanın burada dikkat çekmek istediği konu, hayvanlar kış uykusundan kalktıktan sonra hayatlarına dair hiçbir şeyi unutmazlar. Yani, birkaç saat sonra kış uykusuna yatacak bir hayvanın yanına gidip, “Amaan nasılsa üç ay uyuyacak, kalktığında unutur” diye düşünerek herhangi bir terbiyesizlik yapmamalıyız kendisine. Yoksa ablamız kalıbını basmak zorunda kalabilir.

3. Cümle: Allah günahlarınızı affetsin ve siz sevgsiz insanları dilerim ıslah etsin!

Allah beni ıslah etsin, ne diyeyim.

4. Cümle: Dünyayı lütfen sevgisizliğinizle kirletmeyin sayın insan!

Benim gibi sevgisiz bir yaratığa “sayın insan” diyerek yaklaşan ablanın büyüklüğünü görüyorsunuz değil mi sevgili arkadaşlarım? Hangimiz bu kadar alçakgönüllü olabildik! Hele ben! Sevgisizliğimle dünyayı kirletiyorum, pislik bir şeyim, boşuna nefes alıyorum. Herkesi kandırdım, böyle de iğrencim.

5. Cümle: Zararın neresinden dönülse kardır diyemiycem bu sefer neden mi en büyük zarar sizi seveni kaybetmektir ve bir daha sevsenizde bu aynı kişi veya aynı hayvam olmayacak maalesef ama üzülmeyin doğayı sevin ki Allah belki sizi affeder,o hayvancık etmese de!Saygılar...”

Artık abla yaptığı yorumun sonlarına doğru nasıl bir hınçla dolduysa bir türlü nokta koymak aklına gelmemiş, yazmış da yazmış. Ama bu upuzun cümlenin içinde tek bir tane anlamsız kelime var mı? Tabii ki yok! Zarardan dönemeyecek duruma geldiğime dikkat çekmiş burada abla ki ne kadar haklı olduğunu söylememe gerek yok. Ayrıca abla beni bir konuda uyarıyor: Bir daha sevseniz de bu aynı hayvan olamayacak. Hımm öldüğü için olabilir mi acaba?

Arkadaşlarım;

Bana doğru yolu göstermeye bu abla hayatımda bir dönüm noktası oldu diyebilirim. Bugüne kadar boşuna yaşadığımı anladım. Artık buralarda kalmayacağım. Bu dünyadan göçüp giderken birkaç özür var dilemek istediğim…

Yazıdaki kaplumbağa Nurettin; beni affet koçum…

Karşıdan karşıya geçerken çarptığım abi; nezaket nedir bilmediğim için yolda sığır gibi yürüyorum ve bunun için seni fark edemedim abicim. Çok özür dilerim.

Geçen gün yazı yazarken çok fazla bastırdığım için kırılan 0.5 uç; sana sevgimi veremedim, çünkü bende de yoktu. Ne desem boş artık ama şunu bil ki; seni ne fiziksel ne de psikolojik olarak kırmak istemedim. Umarım beni affedebilirsin…

Bana zorla film satmaya çalışan korsancı abi; gösterdiğin o film için “o var yaa evde” demiştim. Yalan söyledim. Ama almak istemiyordum o filmi de, sevmiyorum vurdulu kırdılı filmleri ne yapayım yani, yalana mecbur bıraktın. Özür dilerim yine de duygularını incittiysem.

Alt kattaki teyze; apartmanın giriş kapısının anahtarını evde unuttuğum için apartmana giremeyecektim. Evin kapısının anahtarları cebimdeydi ama apartmana giremedikten sonra bunun bir önemi yoktu. Geçen gün sizin zilinizi çalıp, koşa koşa kendi evine girmeye çalışan bendim. Anahtarı evde unuttuğumu ve aklıma böyle bir çözümün geldiğini sana söylemeye utandım ve sevgisiz olduğum için de yerinden kalkıp otomatiğe basman benim için bir şey ifade etmedi. Özür dilerim.

Ve sevgili annem, babam, kardeşim, teyzem halam, dayım, amcam, bir sürü kuzenim, arkadaşlarım;

Bu dünyayı sevgisizliğimle daha fazla kirletmemeliyim. Lütfen beni unutmayın…

Elveda…

Not: Facebook şifrem organik kimya kitabımın 1025. sayfasında yazıyor. Lazım olursa bakarsınız…

Ne Telefon Mu!

Telefonda konuşmaktan her daim kaçınan bir insan olmuşumdur. Telefon çalmaya başladığı zaman yaklaşık on saniye telefonu nasıl açmam gerektiğini düşünürüm. Bundan sonraki yirmi saniyede ise, arayan kişiye bağlı olarak, telefonu açtıktan sonra muhabbetin nasıl ilerleyeceğini planlar, kafamda bir senaryo oluşturur, konuşma başladıktan sonra da bu senaryoyu harfiyen uygulamaya özen gösteririm. Çalan telefonu ben açmadıysam ve “Erdem, telefon sana” diyerek bana yaklaşan bir insan görürsem, kaçacak delik ararım. Acil durumlarda uygulayabileceğim planlar yapamam ve bunun sıkıntısını en çok telefonla yaşadığım bu kötü zamanlarda hissederim.

Tabii zamanında telefon konuşmaları sırasında bazı saçma olaylar yaşadığım için telefona karşı bir fobim oluştu. Bu olaylara bir örnek vermek istiyorum şimdi ama yazımı okuyan arkadaşlarım benle olan ilişkilerini kesebilirler bunu okuyunca. Fakat “Yine de arkadaşlarım nasıl bir insan olduğumu bilmeliler” diye düşünüyorum ve anlatıyorum. Yaşım on yedi o zamanlar. Evde hep beraber otururken telefon çalar, ben açarım, karşımda teyzem vardır. Teyzem, babamı telefona ister gayet ciddi bir ses tonuyla. Ben de niye bu kadar ciddi konuştuğuna anlam veremem ve “Şaka yapmaya çalışıyor herhalde, yazık ama şakasını boşa çıkaracağım muhaha” diye düşünürüm. “Teyze hiç belli olmuyor he ses tonun, kimi kandırıyorsun sen!” derim. Teyzem ısrarla babamı telefona çağırdıkça, ben kahkahalarla gülmeye devam eder ve “Yemedik işte şakanı, zorlama bu kadar ahahaha” gibi cümleler kurarım. Teyzem ısrarından bir şey kaybetmez ve ben artık gülmekten sıkılıp telefonu anneme veririm, “Anne, teyzem babamı istiyormuş” diyerek. Babamı isteyen teyzeme neden annemi veririm, hala bilmiyorum. Telefonu alan annem sinirli bir ses tonuyla “Babanı çağır” der bana ve telefondaki sesin babamların birlikte çalıştıkları bir şirketten arayan ablaya ait olduğu anlaşılır. İki sene boyunca eve gelen telefonları ben açmam.

Geçen sene ise Haziran ayında bilmediğim bir numaranın beni aradığını görünce çok heyecanlandım. Ben telefonu açıp ne diyeceğimi düşünürken, arayan aramaktan vazgeçti ve telefonu kapattı. Karşımda oturan arkadaşıma bakarak, “Arasam mı acaba?” diye sordum, o da “Sen bilirsin” diyerek bana fazlasıyla yardımcı oldu. “Neyse arayayım bakalım…” diye bir karar alıp, telefonun “Ara” tuşuna basmadan önce de ne diyeceğimi düşündüm ve ardından telefon çalmaya başladı. Telefondan gelen “dııııt” sesinin sayısı arttıkça benim de kalp atışlarımın ivmesi artmaktaydı. Tam son nefesimi vermek üzereyken telefon açıldı ve karşımdaki ses “Bjdfısfpf” diye bir şey dedi. Tüm rezilliği göze alarak “Pardon, neresi acaba?” diye günlük hayatımda asla kullanmadığım bir kalıbı kullandım. Aradığı yer için “Neresi orası?” diye soran insanlarla olan ilişkimi her zaman minimum seviyede tutmaya özen göstermişken, aynı şeyi benim yapmam kendime olan saygımın azalmasına neden oldu. Ama bunu düşünecek değildim o an, çünkü sorduğum soruya gelecek olan cevabı bu sefer doğru düzgün anlamalıydım. Gelen cevap şu oldu: Bojdgpwheg. Tabii ki yine anlamadım ve hak verirsiniz ki tekrar nereden arandığımı soramazdım. “Neyse” diye iç geçirdim, artık konuşmanın bundan sonrasında nereden arandığıma dair ipuçları yakalamaya çalışacaktım. O yüzden çok mantıklı sorular sormalıydım. Bu sorular öyle sorular olmalıydı ki ayrıca neden arandığımı da anlamalıydım. Çok büyük bir sorumluluk üstlenmiştim, planımda hataya yer olmamalıydı. Önce hiçbir amacı olmayan basit bir insan gibi davranarak gayet sığ bir cümle kurmaya karar verdim (planımı sezdirmemeliydim) ve “Beni aramışsınız?” diyerek karşımdaki ablayla muhabbete girmeye çalıştım. Karşımdaki abla, “Aranmış olabilirsiniz ama burası santral, ben kimin aradığını buradan bulamam” dedi. Bütün planlarım suya düşmüştü. Hayal kırıklığıyla “Peki, teşekkür ederim” dedim ve telefonu kapattım. Kimin aradığını soran arkadaşıma da anladığımı sandığım şeyi söyledim: Bim’den arıyorlarmış. Arkadaşım şaşırarak, “Market Bim?” gibi garip bir soru sordu. Hüzünlü bir şekilde suratına bakarak kafamı salladım, “Market Bim” diye birkaç kez sayıkladım.

Tabii telefonu kapattıktan sonraki birkaç saat boyunca Bim’den aranacak kadar ne yaptığımı düşündüm. Gece yatağıma uzandım, gözüme uyku girmedi. Sabaha karşı yorgun düştüm, uykuya daldım fakat saat 9:00 gibi yine aynı numara tarafından aranarak uyandırıldım. “Bu sefer açıyorum lan” diyerek “Cevapla” tuşuna bastım. Arayan kişi Bayer’den staj için aradığını söyledi. Telefon konuşması sırasında telefonu bundan sonra hayatımdan çıkarmaya karar verdim. Telefonu en gereksiz icat olarak gördüm. Özgüven sorunu yaşadım, hayattan soğudum. Telefonu kapatınca da kendi kendime söylendim: Yok artık koskoca Bayer’i Bim yaptık!

5 Şubat 2011 Cumartesi

Sevgili Takvim; Teşekkürler!

Geçen gün elime geçen bir kitabın içinden 10 Ekim 1999 tarihine ait bir takvim yaprağı çıktı. Bu yaprağın hangi amaçla saklandığına dair bir fikrim yok.” Çocuğunuza İsimler” bölümünde her daim kullanılan isimler yazıyor (Erkek: Abdullah, Kız: Ayşe) ve günün yemeği de mercimek çorbası. Bunlar için saklanmış olabileceğine inanmak istemiyorum. “Acaba önemli bir şey mi olmuştu o günde de ben mi sakladım?” diye düşündüm, fakat o tarihte hayatım adına gerçekleşmiş en büyük değişiklik Fen Bilgisi’nden yeni bir ödev verilmesidir ve büyük ihtimalle ben de onu yapıyorumdur; bunun için de takvim yaprağını saklamış olamam sanırım.

Tabii o tarihlerde on iki yaşındayım ve hayatım yemek yemek, okula gitmek, ders çalışmak ve uyumak üzerine kurulu. En büyük derdim ödevimi yaparken kullandığım 0.7 uçlu kalemin ucunun bitmesi. Saçma hayallerim de yok değil bu dönemlerde. İleride de her şeyin tıpkı o yaşımdaki gibi rahat olacağını düşünüp, affedersiniz ama sığır gibi yaşamaktayım.

Şimdi, “zaman ilerledikçe dertler de büyüyor, keşke hep çocuk kalabilsek” geyiğine girecek değilim. Bazı şeylere realistik yaklaşmak gerekiyor. Sonuçta zaman ilerledikçe sizi yarı yolda bırakan 0.7 ucunuz olmuyor; onun yerine bazı yüzler geliyor, bu yüzlerin sahipleri geldikleri gibi gidiyorlar ya da kaybettiğiniz karakteriniz, masumiyetiniz oluyor bazen. O yüzden yitip giden şeylerin ya da şahısların arkasından, “keşke hep çocuk kalsaydım ühü ühü” diye ağlamak çok saçma geliyor bana. Herhangi bir şeye sahip çıkmasını bilemedikten ya da eline geçen fırsatları kullanamadıktan sonra suçu içinde bulunduğun yaşa atmak büyük bir aymazlık örneği bence. Çocukluğun arkasından ağıt yakmaktansa, bazı gerçeklerin farkına varmak gerekiyor. Benim de çocukluğun arkasından söyleyeceğim şeyler, Redd’in şarkısında gizli zaten:

Yüksek gökdelenler yapraksız ağaçlardı

Bir aşkın gölgesinde hayal kuran var mı?

Beni bekliyordu gerçekler ellerinde boş kafesler

Kalmadı mevsimler, göçecek başka şehirler

Havada süzülüyordum, yoktu konacak bir kader

Beni bekliyordu gerçekler ellerinde boş tüfeklerle

Küçük bir çocukken uçmayı isterdim

Ben hayal kurdukça biri bozuyor sanki hala…

Bunları defterime yazarken kullandığım 0.7 uçlu kalemin ucunun bitmesi de çok ironik oldu. “Nereye koydum ben bu uç kutusunu yaa?” diye söylenirken, (bir işe nasıl başladıysam o işi o şekilde tamamlamak isterim, o yüzden başka bir kalemle yazmak yerine 0.7 uçların içinde bulunduğu kutu bulunmalıdır.) aklıma “acaba ilk uçlu kalemimi kaçıncı sınıfa giderken almıştım?” diye bir soru takıldı. (Zamansız yerlerde aklıma gelen sorular bir süreliğine hayattan soyutlanmama neden olur.)Sorunun cevabını bulamayınca, “keşke kalemi aldığım tarihi gösteren bir takvim yaprağını herhangi bir kitabın arasına koysaydım” diye düşündüm. Fakat bu sefer de o takvim yaprağını hangi kitabın arasına koyduğumu düşünüp, eğer cevabı bulamazsam çaresiz hallere düşebilirdim. Sonra aklıma takılan düşünce ise şu oldu: Bu kadar çok şeyi kafana takıp düşünürsen yirmi dokuz yaşına kadar son nefesini çoktan vermiş olursun. Bu acı gerçek yüzüme bir tokat gibi çarptı ve “Yirmi dokuz yaşıma kadar yaşarsam iyi olur yaa” diye bir karar aldım. Bu kararımı masamın üzerinde duran küçük bir kâğıda “Yirmi dokuz yaşına kadar yaşa!” şeklinde yazdım ve bu kâğıdı da kırmızı bir raptiye ile mantar panoya tutturdum. (Raptiyenin kırmızı olmasının herhangi bir anlamı yok, spontane bir tercih oldu, elimi attım, o geldi.) Sonra, “dur bir tane karar az oldu, birkaç tane daha yazıyım da daha kararlıymışım gibi gözükeyim” diye düşünüp, ilk kararımın altına birkaç şey daha sıraladım. İşte, her şeyi kafaya takma, herkesin güler yüzüne aldanma, kendini kullandırtma, akşama dışarı çıkıp ekmek al, çayı Beşiktaş kupandan iç, kalemine 0.7 uç al gibi şeyler oldu bu kararlar da.

Hayatım adına çok önemli kararlar aldığıma inandığım için bugünün, hayatımın çok önemli bir günü olduğunu düşündüm ve takvimden üzerinde 5 Şubat 2011 yazılı yaprağı koparıp, telefonumun bataryasının altına sakladım; böylece her istediğimde, arkasında bana hayat adına dersler verebilecek olan birkaç tane atasözünün de bulunduğu bu yaprağı görebilecektim. Bu durumu fark edince çok sevindim. An itibari ile de çok mutluyum. Bu mutluluğu bana verebildiğiniz için teşekkürler takvim ve onun yaprakları…

2 Şubat 2011 Çarşamba

Poke Erdem!

Facebook’ta yazdığım statuslere, paylaştığım notlara, şarkılara falan yorumlar yapılmış, ben de bunlara cevap vermişim. Bugün dikkatimi çeken şey şu oldu: ben yorum yazdıktan sonra kimse benim yazdığım şeye istinaden herhangi bir şey yazmamış. Herkes konuşmuş, sonra ben araya girmişim ve muhabbet orada kapanmış. Her şeyin altında, en sonda benim yorumum kabak gibi durmakta.

Bu durum tabii ki canımı sıktı. “Demek ki insanları kendimden ve ortamdan soğutmak için kurduğum tek bir cümle bile yeterli oluyor” diye bir çıkarım yaptım. Ya da şöyle bir durum oluşuyor olabilir: bahsi geçen konuyla tamamen alakasız bir şey söylüyorum, herkes “ne diyor bu yaa?” diye düşünüyor, sonra düşünmekten sıkılıyor veya düşünmeye bile değer bulmuyor ve profilimi anında terk ediyor. Zaten profilime bakan insan sayısının en fazla altı olduğu hakkında ciddi şüphelerim varken bir de yukarıda bahsettiğim gibi bir durumun olması beni Facebook’un en istenmeyen insanı haline getirmiş olabilir.

Bu konuyu derinlemesine düşünmek için bilgisayarın başından kalkıp önce mutfağa girdim. Düşüncelerime mutfakta yoğunlaşacak değildim elbet; mutfağa girme amacım zihnimin açılması için sert bir kahve yapmaktı. Nescafe kavanozunu bulmak için mutfak dolabının kapağını açtığımda karşımda onu gördüm. Üzerinde Jelibon yazan koca bir kırmızı paketti bu. “Tatlı bir şey yiyeyim de zihnim biraz daha açılsın, böylece süper düşüncelerle beraber Facebook’taki istenmeyen insan sorunumu çözebilme yolunda çok büyük adımlar atmış olurum” diye düşünerek kahvenin yanında jelibon yeme konusunda kendi kendimi ikna ettim. Kahve jelibon ikilisiyle nasıl bir tat elde edeceğim hakkındaki soruları cevaplamamaya karar verdim, zira düşünecek çok daha önemli şeyler vardı.

Kahvemi ve jelibonu elime alarak evin en sessiz köşesine geçtim ve konuya yoğunlaşmaya çalıştım. Fakat elimde koca bir paket jelibon dururken nasıl ciddi düşünebilirdim ki? Dur paketi açıyım da belki bir şeyler aklıma gelir diye elimdeki plastik pakete çok büyük bir sorumluluk yükledim. Hak verirsiniz ki elindeki yiyeceğin paketini açınca süper zeka olan birine rastlamak mümkün değil. Benim de zeka seviyemde ya da düşünme yeteneğimde herhangi bir değişiklik olmadı. Hatta durum daha da kötüye gitti, çünkü neden istenmeyen kişi olduğumu bulmaya çalışırken kullanacağım dikkatimin bir kısmı, ayı şekilli olan jelibonların kırmızısını mı yoksa yeşilini mi önce yemem gerektiği konusuna kaydı. “Beni neden kimse istemiyor, neden muhabbet edemiyorum lan ben?” düşüncesiyle oturduğum koltukta, artık, bir paket jelibonda hangi renk ayıcığın daha fazla olduğunu anlama yolunda çeşitli istatistikler yapıyordum. Sarı ve yeşil ayıcıkların eşit sayıda olduğunu gördükten sonra galibi belirlemek için her iki gruptan da en güçlü gözüken ayıcığı seçip, ikisini kahve fincanında yüzme yarışına tabi tuttuğumu da söylersem ne kadar acınacak bir halde olduğum anlaşılabilir.

Bu yarışın galibini göremeden kendime sinirlendim ve dışarı çıkıp biraz hava almanın bozulan sinirlerime iyi geleceğini düşündüm. Hazırlandıktan sonra “dur bi çıkmadan Facebook’a bakıyım” dedim. Yorumlarım tek başlarına takılmakta devam ediyorlardı. Bari “Poke Erdem falan yapın be” diye serzenişte bulundum herkese ve montumu giydikten sonra jelibon paketini cebime tıkıştırmadan yapamadım, “yolda yerim lan” dedim.