31 Aralık 2012 Pazartesi

2012 Almanak

Geçen sene bugün, boş bir anımda kendimi düşünmeye verip hakkında “Bu sene olmadı ama önümüzdeki sene adam olacağım artık!” diye bir cümle kurduğum ve her sene olduğu gibi büyük umutlarla girdiğim 2012 bitiyor. Hatta benim gözümde birkaç gün önceden bitmişti. Benim böyle bir yapım var, dibinde 3-4 parmak kalınlığında çay kalan kupayı da fırlatıp atıyorum mesela bir kenara “Bitmiş çayım” diye. O yüzden 20 Aralık’ta falan bitmişti benim için 2012. Ama yine de bugüne kısmet oldu koskoca bir yılda neler yaptıklarımı yazmak.

Ocak
“Okulda son dönemlerimi yaşıyorum, artık bitirmeliyim bu okulu” diye düşündüğümden 85 tane falan ders almıştım dönem başında. Bunun için de Ocak ayı finallerle dolu geçti. Bildiğin ders çalıştım falan. “Yumurta kapıya gelince” diye bir deyim var ya, çok güzel bir şekilde örneklendirdim bunu. Hatta bana göre gayet yüksek bir puan aldığım finalin sonrasında, dersin hocası “Bak, isteyince oluyormuş değil mi Erdem?” gibi sarkastik bir soru sorunca, hocaya göre de gayet yüksek bir puan aldığımı fark edip ilk aydınlanmamı yaşadım. Aydınlanmam geçince de “Laf mı soktu lan bana bu hoca! Bir dk ya!” gibi cümleler kurup kendi içimde atarlandım. Ama genellikle sığ bir insan gibi davrandığımdan, bu durumu da “Ehehehe” diye geçiştirdim. Sonuçta dersi geçiyordum. Hocanın karşısında geçip “Erdem, ne öküzsün ya! Armutsun hatta!” gibi cümleler duysaydım bile sırıtırdım yine. Vermem gereken tüm dersleri verip sadece bir tanesi kalınca, çok da dert etmedim bunu. Zira “Tek Ders Sınavı” diye bir seçenek vardı önümde ve Haziran’da bu hakkımı kullanıp okulu bitirebilirdim. Ama dersin hocası kalanlardan bazılarına bir sınav daha yapma gibi bir karar alıp ve finalin cevap anahtarını da göstererek “Fotoğrafını çeker gibi bakın buna!” falan deyince; “Demek ki aynı soruları soracak lan! 2 dk ezberlerim soruları ne var yani!” diye düşündüm. Hatta bir arkadaşım “Fotoğrafını çeker gibi bakın!” cümlesinin içerdiği anlamı, sanırım “Ne çeker gibi bakıcam lan! Adam gibi çekerim fotoğrafını!” diye düşündüğünden sorular da geçti elimize. Sınav sabahı köpekler gibi rahattım. Hepimiz “Nasılsa aynı sorular çıkacak hehehe!” diye bir fikir birliği sonucunda normal zamanda yapmadığımız kadar geyik yaptık. Ama sınava girince önümüze ansiklopedi kondu resmen. Hoca aklına gelen her soruyu sormuş, hatta zorlasa “Nasılsınız?” gibi genel geçer sorular bile soracakmış, maksat soru sormak olsun diye. Ama sonunda geçtim dersi. Bazen kafam çalışıyordu.

Şubat
Her sene olduğu gibi bomboş geçirilmiş bir ay. Bir de bu sene Şubat 29 gün çektiği için, fazladan boş bir gün daha geçirdim. Ömürden gidiyor tabii hep bunlar.

Mart
Son dönemime başlamıştım artık. İnsan gibi çalışıp, zaten az dersim vardı, okulu bitirecektim. Seçmeli ders olarak tiyatro dersleri aldığım için verdim kendimi Epik Tiyatro’ya, verdim kendimi Absürt Tiyatro’ya. Bertolt Brecht, Samuel Beckett falan artık emmi gibi olmuştu benim için. Her akşam yemeğinde soğan kırıp yiyorduk sanki. Fizik dersi alıyordum bir de yine ama tabii ki anlamıyordum.

Nisan
Şöyle bir düşündüm “Nisan’da ne yaptım lan ben!” diye yemin ederim aklıma bir şey gelmedi. Hatta geçen senelerde yazdığım şeylere baktım, onlarda da Nisan ayını hiç hatırlamamışım. Allah’ım neden unutuyorum ben Nisan ayını ya! Niye değer vermiyorum ona!

Mayıs
Finaller başlamıştı sanırım Mayıs’ın sonunda. Hepi topu 3 ders aldığım için “Aman yeaa geçeriz yeaa” gibi cümleler kurup kendimi finallere hazırladım. Fizikten geçemedim.

Haziran
“Lan geçemedim fizikten ne olacak şimdi!” diye düşünmeye başladım Haziran ayına gelince. Sonra geçmişi hatırlama metoduyla kendimi bir anda Ocak ayında buldum ve “Tek Ders Sınavı” geldi aklıma. “Aa doğru lan, girerim tek derse, bitiririm okulu!” diye düşünüp mutlu oldum. Ama o süreç çok sıkıcıydı. Günlerce ders çalış, sınava gir, sınav sonuçları açıklansın diye kafayı ye, hatta stresten gözüne kan otursun ve ilk çağlarda yaşadığı varsayılan canavarlara dön. Kırmızı gözlü bir mahlukattan bahsediyoruz sonuçta. Sonunda artık bu tipime dayanamayıp hocaya “Hocam ne oldu bizim iş? Bir haber verin!” tadında mail atmam ve hocadan anında “Geçtiniz, tebrikler!” diye bir cevap gelmesi. Maili okuduktan sonraki 2-3 saati inanın hatırlamıyorum. Okul bitmişti! Ne yani kimyager mi olmuştum ben artık! Oha! İnanamıyordum. Zira kendimi 3. sınıftayken falan artık mezun olmayacağıma gayet de güzel ikna etmiştim. Şimdi nasıl olur da mezun olurdum! Bir hata olmalıydı! Sonra bir silkinip kendime geldim, “Ne hatası lan! Bitmiş işte okul! Ne kurcukluyorsun! Hata olduysa oldu! Yapmasalardı! Bitti okul banane!” gibi düşünceler eşliğinde. Okulla ilişiğimi kestim, kep fırlattım, diplomamı aldım ve içindeyken bir azap gibi gelen ama son gün okulun meşhur yokuşunu çıkıp da şöyle bir geriye dönüp baktığımda aslında bir rüya olduğunu fark ettiğim yolculuğun sonuna gelmiştim. Hep dedikleri gibi hayat aslında şimdi başlıyordu.

Temmuz
Temmuz’un ilk günlerini aptalca geçirdim. “Mezun oldum lan banane köpek gibi yatarım!” falan dedim. Sonra askerlik işlerini halletmek üzere hayat adına bir şeyler yapabilmek için ilk adımımı attım dışarı. Askerlik şubesi, hastane falan derken yaklaşık bir haftada terhis oldum, zira muaftım askerlikten. Gözümün bozukluğu ilk defa bir işe yaramıştı, eve dönünce gözlerimi sevdim. İş görüşmelerine de başlamıştım artık. Beni görüşmeye kendileri davet eden bir şirkette, benle görüşen bir adamın sorduğu “İngilizce’ne niye çok iyi yazdın?” sorusuna önce gülüp sonra da “Ee Boğaziçi mezunuyum” diye cevap verince şirketten geri dönüş olmadı. Sanırım adam, ben cevap verirken suratımdaki “Oha! Ciddi ciddi soruyor musun bu soruyu! Şimdi bir şey diyeceğim ama neyse! Te allam ya!” ifadesini gördü.

Ağustos
Ağustos’ta da iş baktım ama doğru düzgün bir şey yoktu. Zaten hayatımın en salak ayıydı Ağustos. Neyse…

Eylül
Doğum günümün olduğu ay. 25 yılı tamamladım bu sene. Adam olmuştum be artık! Yani yaş itibariyle öyle düşünülebilirdi. Çocukça hareketlerim var çünkü hala ve bunları yapmak çok eğlenceli yeaa! He bir de iş buldum Eylül’de. Ar-Ge elemanıydım artık. Araştırıp, geliştirip ülke ekonomisine katkıda bulunacaktım, bilim adına ilerlememizi sağlayacaktım. Heyt be!

Ekim
İşte yeni işe alışma durumları falan. Çok ekstra şeyler yapmadım. Bir tek şunu fark ettim, çalışma hayatı başlayınca monotona bağlıyorsun ciddi ciddi.

Kasım
Şirket yeni fabrikaya taşındı, yorgunluğun ne demek olabileceğini gördüm ben de. Eskiden gece 3’te 4’te hala uyumayan ben, işten eve gelip saat 8 gibi yatağa attım kendimi. Pis telefonun pis alarmı olmasaydı daha da uyurdum sabah ama işe gitmek de gerektiğinden erkenden kalkıp yine yoruldum. Yoruldum, uyudum, yoruldum, uyudum şeklinde bir düzen oturttum bu ay.

Aralık
İşe iyice adapte olup deli gibi boya yapmaya başladım. Bir de çok pis olduğumu fark ettim. Boya yaparken her yeri boyuyorum, kollarım, yüzüm bile kıpkırmızı oluyor mesela. Yolda falan bir gören olsa, “Erdem ne oldu sana hasta mısın?” ya da “Erdem sen neden utandın böyle kıpkırmızı olmuşsun?” diye sorabilir. O kadar kırmızı oluyorum çünkü. Aralık yılın son ayı olduğu için de çok önem vermedim kendisine, o yüzden çok da bir şey yapmadım. Bitmiş bir yıl sonuçta, 11 ay boyunca bir şey yapmamışım da son ay mı yapacağım? Bence çok saçma.

En çok büyüdüğümü anladığım yıl oldu 2012. Ergenmişim gibi demiyorum bunu. Hani öyle bir trip değil bu, “Tanıdım artık dünyayı” falan gibi. “Tanıttılar dünyayı” desem daha güzel olur aslında. Hayatın boyunca tanıdığın insanların hepsinin sana çok fazla şey katabileceğine dair sarsılmaz bir inancım var ve bu sene bu gerçeği çok da iyi bir şekilde gördüm. Bunun için de teşekkür edeyim herkese. Getirdikleriyle, götürdükleriyle, gelenlerle, gidenlerle en yoğun senem oldu 2012. 32 tane yazı yazmışım 2012 boyunca. Bir sürü kitap okumuşum. Yine çok çok müzik dinledim. En çok dinlediğim şarkılardan biriyle bitireyim yazıyı:

http://www.youtube.com/watch?v=-UJX0QpkhhU

25 Aralık 2012 Salı

Türkü Baba

Mesai saatini tamamlamış olmanın verdiği iç huzurla servise biniyorum. İnsanoğlu yapması gereken işleri tamamlayınca garip bir mutluluk duyuyor içinde. Beynin sorumluluk duygusundan sorumlu bölgesinin bir şekilde tatmin olmasıyla sonuçlanan bir dizi reaksiyonu bitirmiş oluyorsun sanırım. Nöronlar beyne sinyal gönderiyor, “Bak bu çocuk işini gücünü bitirdi, aferin ona, hadi şimdi biraz keyif yapalım” diyerek. Ya da şu an bilim dünyasının benden çok fazla utanacağı bir şekilde saçma çıkarımlar yapıyorum. Binlerce bilim adamı toplanıp beyne giden sinyalleri falan inceliyor, insanoğlu çağ atlasın, hiçbir şey gizli kalmasın falan diye, ben de burada “Nöronlarım şunu dedi, bunun hakkında fikir yürüttü, oturdu biraz, bir kahve içti” falan diyorum. Bilim adına kendimi hiç yetiştirememişim sanırım.

İç dünyamda kendimle alakalı bu tarz hesaplaşmalar yaparken ve “Gelip geçen yıllarımı keşke daha verimli kullansaydım, üniversite eğitimim boyunca kah orada gezip kah burada uyuyacağıma azıcık araştırma yapsaydım, öküz gibi yetiştirmişim resmen kendimi, anam, babam şu halimi görse ‘ne biçim evlat yetiştirmişiz, tam it kopuk oldu’ diyerek kendilerini derde, kedere verirler yemin ederim, Allah belamı versin benim ya!” şeklinde pişmanlıklar yaşarken, servisin teybinden ilginç müzikler duyuluyor. Bir abla “1,2,3,14” sayılarını bir müziğe uydurarak arka arkaya söylüyor. 3’ten ne ara 14’e geldik, aradaki sayıların neden bir hükmü yok, bilmiyorum. Sanırım bilimden anlamayan tek ben değilim. Buradan da konuyu yârine bağlaması ilginç. 4 tane sayıyla sevdiğin adamın gönlünü fethetmeye çalışmak ve bundan maksimum verim elde edebileceğini düşünmek, nereden bakarsanız bakın çok iyimser bir şey. “Adama 4 sayı söyledim, geldi, beni istedi” falan.
- Hüseyin, 1,2,3,14
+ Ah Necla seni seviyorum bebeğim.
Milletin ilişkisi ne kolay lan! Gidip sevgilimin suratına “7,26 ve inanamayacaksın ama 144” desem, “Erdem sen gerizekalı mısın ya!” der. Ben de sesimi çıkarıp bir şey diyemem tabii. Tıpkı müziği duyduğum anda, “Abi şunu değiştirin, bu ne böyle ya!” diyemediğim gibi. Fakat hoşuma gitmeyen şeyleri mimiklerimle belli etme gibi bir özellik edinmişim zamanında ve teybe ne kadar öfke dolu bakıyorsam artık, öndeki abilerden biri bana dönüp “Erdem değiştirelim istersen” dedi. Tam cevap verecekken de “Başka türkü bulalım mı?” diyerek soruyu genişletti.

Bugüne kadar bir türküden sıkılıp başka bir türkü dinlemek gibi bir aktivite içerisine girmedim hiç. Türkü dinlemedim yani özellikle. “Dur lan bi Karadeniz FM’İ açayım” falan gibi cümleler de kurmadım. Yani olmadı işte, ne bileyim denk gelmedi belki. Ya da bir ara gaza geldim “Ben rock, metal dinlerim abi, hayata bakışım o yönde çünkü. Düzene karşı bir bireyim sonuçta” falan diye. (Gerçi düzene karşı yaptığım en şiddetli başkaldırı hareketi de “Sınav ertelensin bugün ya banane! Erteleyecek abi o hoca bu sınavı! Başka yolu yok bunun!” şeklinde olmuştur) Sonuç olarak türkülerle aramda herhangi bir ilişki yok. O yüzden “Evet abi ya başka bir türkü bulalım şöyle, yanık yanık dinleyelim” şeklinde bir cevap vermem mümkün değil. “Ya ben pek…” diye başlayan bir cevap bulmuşken, abiden, kendilerine Anadolu’nun bağrından kopan türkülerle dolu bir CD hazırlamam ve bunu serviste dinlememiz şeklinde bir istek geliyor. Google’a girip “Anadolu’dan türküler bedava indir” yazarak türkü indirdiğimi düşünüyorum. Flash TV izleyip playlist hazırladığım falan geliyor gözümün önüne. 165 türküden oluşan bir mp3 hazırlayıp üzerine de “Anadolu Türküleri Full Mp3” yazdığımı hayal ediyorum. Allah’ım galiba bunları yapamayacağım. Az önce tamamlayamadığım cümleyi şimdi biraz daha geliştirerek tamamen söylüyorum: Ya ben pek dinlemem öyle türkü falan, anlamam yani, şimdi gider saçma sapan şeyler indiririm, hiç beğenmezsiniz.

“Ya olsun sen yanık türküler diye ara, çıkanları CD’ye at” diyor abi. “Peki” diyorum, çünkü “Hayır” diyemiyorum insanlara. Görevim zorlu. İlla yanık mı olması gerekiyor acaba yoksa hafif şen şakrak da olabilir mi? Mesela samanlıktan samanı kaldıramayan Zühtü’nün başına gelen komikli şeyleri anlatan bir türkü falan da olur mu? Çeşitli sorular var aklımda fakat türkü dağarcığı diye bir kavrama sahip değilim. Yine bilime, teknolojiye başvurup Google’da bir şansımı deneyeyim. Hem sinir sistemimiz hakkında atıp tuttuktan sonra, belki bilim dünyasına kendimi affettirebilirim, teknolojiyi verimli kullanıp.

Not: Olayın gerçekleştiği günün akşamında Erdem, Google’a “türkü indir mp3”, “free download türkü”, “bedava full türkü” yazarak çeşitli araştırmalar yaptı. Bulduğu türkülere kendini kaptırıp flütle eşlik etti. Hatta araştırmasını o kadar uzattı ki türkü dinleye dinleye bir adet pala bıyık sahibi oldu.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Söz Vermiştin Bana

Bir işle uğraşırken birisi yanıma gelip de benle konuşmaya başladığında o kişiye gereken özeni gösteremiyorum. Böyle bir yapım var. Beynim sadece bir işe odaklanabiliyor. Yani işte bilgisayarda falan bir şeyler yaparken yanıma gelen olursa, onun söylediklerine “Evet, tabii ki, hımm” gibi tepkiler vererek sanki o an o konuşmayla çok fazla ilgileniyormuş gibi bir izlenim yaratıyorum. İkiyüzlü müyüm neyim!

Şirkette çalışırken acele bir şekilde aldığım notları temize çekmek için dün masama oturdum. Öyle bir not almışım ki iş yaparken, sanki son nefesimi veriyor ve giderayak bu dünyada bir iz bırakmak istiyormuşum gibi. Yazıyı bulan adam bile o heyecanına rağmen daha düzgün bir şeyler yazmıştır. O derece kötü yazılmış yazılar var yani önümde. Bir önceki gün bu karaladığım şeyleri de şirket sahibine göstermek durumunda kalınca utandım kendimden ve “Artık notlarım düzenli olmalı” şeklinde bir karar aldım. Bu işte ne kadar kararlı olduğumu göstermek için de mesai saati başladıktan bir saniye sonra operasyona başladım. (O bir saniyeyi de “Eveeeeet hadi bakalım!” diyerek kaybettim.)

Bu arada yeni fabrikaya taşındığımız için aksaklıklar çıkabiliyor ve bu yüzden şirketin herhangi bir köşesinde tesisatçı, elektrikçi, sıvacı, boyacı gibi sıfatlara sahip olan insanlar görmek mümkün. Dün de benim bulunduğum Ar-Ge laboratuvarında yapılması gereken bir sıva işi varmış, ben tam çalışmaya başlayınca sıvacı abimiz geldi ve yavaş yavaş işini yapmaya başladı. Ben de baktım, o öyle tek başına takılıyor, işime iyice yoğunlaşıp güzel güzel yazılar yazmaya başladım.

Bir zaman böyle geçti. Herkes işini yapıyordu, güzel bir ortam vardı. Ekmek parası sonuçta, herkes bir yerlerden para kazanıyor. Bu düşünceler eşliğinde işime daha da sıkı sarıldım. Niye bilmiyorum ama. Para kazanmak falan deyince mi keyfim yerine geldi demek ki. Neyse, sonra yanımda bir karartı gördüm. Sıvacı abi işi gücü bırakmış, hazırladığımız formüllere bakarak “Hımm, Aaa, Hee tabii ya” gibi tepkiler veriyordu. 7-8 tane kimyasal adı yazıyor önümdeki kâğıtta, adam da bunlara bakarak, böyle tepkiler veriyor. Kimyager olmama rağmen ben bile bir kimyasal adı görünce bu kadar heyecanlanmıyorum. Gerçi bir insan, n-etil prolidon yazısını görünce neden heyecanlansın değil mi? Ama adamda garip bir hal vardı ve heyecanı da iyice tavan yapınca, ben de adama bakıp gülümsedim. Gülümsemek güzel bir eylem gibi düşünülse de aslında bazen kötü sonuçlar yaratabiliyor. Bir kere, bir adama gülümsemek bile sıkıntı yaratabilecek bir durumken, bu kadar meraklı bir adama gülümsemek çok pis bir reaksiyon başlatabilir. Ve sıvacı abimiz kurduğu cümleyle reaksiyonu ateşledi:

- Formül mü bunlar?

Bazı sorular bumerang gibidir. Cevap verirsin ama o, şekil değiştirip yine sana geri döner. Karşımda böyle bir soru vardı. “Hayır” desem, “Ne peki?” diye soracak abi. Bir de ne uydursam diye ona kafa yoracağım. Hani belki “Evet” dersem daha az soru sorabilir diye düşündüğümden “Evet” dedim ben de. “Yapıldı mı bunlar?” diye başka bir soru geldi, ben daha “Evet”imi tamamlayamadan. Yine “Evet” dedim. Diyalog da durmadı, gelişti tabii:

- Basıldı mı?
Erdem: Neye? (Hep o soru soracak değildi.)
- Kumaşa.
Erdem: Evet.
- Sonuç iyi mi?
Erdem: Evet.
- Ürün olur mu?
Erdem: Bakalım artık.
- Olursa iyi olur.
Erdem: Evet.

Baktım durmadan “Evet” diyorum, artık adamın sorduğu soruları dinlemeden her şeye “Evet” demeye başladım ve işimi yapmaya devam ettim. Adam soru sordukça basıyordum “Evet”i. Bir de adamın şivesi biraz bozuk olduğundan sanki anlamıyormuş gibi yapıp arada “Efendim?” falan da dedim, değişiklik olsun diye.

Abi en son “Olur mu?” diye bir şey sordu. Ben de “Ne istemiş olabilir ki Allah aşkına, olur herhalde” diye düşündüğümden “Olur abi” dedim. Sonra “Ne zaman?” diye sordu. Benden ne istendiğini tam bilmediğimden abinin istemiş olabileceği en zor şey ne olabilir diye düşündüm ve buna uygun bir zaman dilimi uydurmaya çalıştım. (Herhalde “Sonuçlar çıkınca bana söyler misin? Merak ettim, olur mu?” diye sormuştur diye bir fikir ürettim) Cevabımı beklemeden “Neyse, sen yap işini, sonra konuşuruz” diyen abi yanımdan uzaklaştı.

Ben de notlarımı tamamlayıp, ortaya koyduğum eserle bir müddet övündükten sonra bir kahve molasını hak ettiğimi düşündüm. Kahve almaya doğru ilerlerken bir kapının arkasından “Pişt!” diye bir ses duydum. Şirkette kimse bana “Pişt”, “Lan!” “Hop!” gibi tabirlerle seslenmediğinden “Kesin dışarıdan biridir” diye düşündüm ve arkamı döndüğümde kapının arkasından uzanmış bir kafa gördüm. Sıvacı abi bana gülüyor ve “Yapacaksın di mi?” diye soruyordu. Ben hala kendi iç dünyamda yarattığım isteğe inandığım için “Tabii ki” diye cevap verip yoluma devam ettim. Adam sevindi.

Öğle yemeğini yiyip laboratuvara doğru ilerlerken de yine arkamdan “Bak söz verdin!” diyen bir ses duydum. “Tamam abi ya” diyip yine kaçtım. Ne yapacağımı bilmiyor fakat bunu yapabileceğime dair inancım çok kuvvetliymiş gibi davranıyordum. Var böyle garipliklerim.

Akşamüstüne doğru abi yine karşıma çıktı ve “Ne zaman yaparsın bizim işi?” diye bir soru yöneltti. “Ne işi abi?” diye sorma zamanı gelmişti artık. “Hani yapacaktın ya Fenerbahçeli boya, söz vermiştin, kumaşa basınca Fenerbahçe’nin amblemi çıkacaktı” cümleleri karşısında dünyanın en aptal ifadesini takınıp “Fenerbahçe?” diye bir soru sordum. “Söz mü verdim?” dedim bir de. “Evet, öğlen dedin ya, bekliyorum valla ben!” falan diyerek hiddetlendi abimiz. “Abi nasıl yapayım ben onu ya! Hadi Beşiktaş olsa uğraşayım da, kendi takımımdır sonuçta ama Fenerbahçe falan, ne bileyim olmaz o ya! Beşiktaş bile olmaz hatta. Kalıp falan lazım ona herhalde, öyle sanıyorum yani. Hem teknoloji o kadar gelişmedi zannedersem, bir şişe boya yapıp istediğin her şeyin şeklini elde edecek kadar! Geliştiyse bile yine yapmam zaten uyuz oluyorum Fenerbahçe’ye!” falan diyerek upuzun bir konuşma yapıp adamın kafasını bulandırmak istedim ama sonunda “Uyuz oluyorum” deyince olmadı tabii.

Adamın ağzından dökülen son sözcükler “Ama söz vermiştin!” oldu. Demek işe yoğunlaşınca “Evet” kelimesinden başka şeyler de söylemişim ama hiç farkında değilim. Ya da adam sıkıyor “Söz vermiştin!” diye. Hem niye söz vereyim! Ya da verdim mi acaba ya! Aslında millet sevgilisine bile “Ayh canım yha söz veriyorum sana hiç ayrılmayacağız” deyip yine çıkıp gidiyor hayatından. “Fenerbahçeli boya yaparım” diye söz verip tutmadıysam bile çok büyük bir ayıp olmamıştır sanki. Off ama ayıp oldu adama ya! Bir daha dinleyeyim bari insanları. Söz.

4 Aralık 2012 Salı

Spastik Erdem

Geçen gün sevgili kardeşim İrem’in veli toplantısına gitmek için erkenden uyanıp yola çıktım. Veli toplantılarına katılmak gibi garip isteklerim var bu hayatta. Komşu çocuğu da olsa gidip dinlemek isterim öğretmenlerinin onun hakkında söyleyeceklerini. Dedikoduyu seviyor muyum neyim! Durumu kötü olan öğrenciyi çekiştirmenin vazgeçilmez bir tarafı varmış gibi geliyor çünkü bana. “Aa tembel o anam çok tembel, bütün gün yatıyor evde!” diyip düşene bir tekme de ben atsam ölecekmişim gibi olurum mutluluktan. İnsanoğlu acımasız olabiliyor sevgili dostlarım.

Erkenden yola çıktığımı belirtmiştim. Duraktaki otobüsü görünce kendimi bu otobüsün içinde güzelce uyuyabileceğime inandırdım. Zira otobüs, körüklü dediğimiz upuzun olan otobüslerden biriydi ve en arkaya gidip köpek gibi uyusam kimse beni görmezdi. Bir Pazar sabahının 7’sinde benim nasıl uyuduğumu görmek için otobüse binecek olan varsa da saygı duyardım kendisine, beni uyandırsa da ses çıkarmaz, uslu uslu otururdum bir köşede.

Bu düşünceler eşliğinde otobüse adımımı attım. Daha binmeden gözüme kestirdiğim ve uyumak için mükemmel olduğuna kendimi inandırdığım koltuğa kavuşmak için koşmaya başlayacakken, otobüs şoförü beni durdurdu ve güzergahı bilmediğini, mümkünse ona yardımcı olup olamayacağımı sordu. Soruyu düşünmeden “Tamam” diye cevap verdim. Hayattaki en saçma özelliklerimden biri de bu. Neyin ne olabileceğini düşünmeden hemen cevap veriyorum. Düşünme yeteneğim sekteye uğrayabiliyor bazen işte. Şoförün arkasındaki koltuğa oturduğumda nasıl bir pisliğe bulaştığımın daha yeni yeni farkına varıyordum. Bilenler bilir, Beylikdüzü’nde 10 metrede bir durak vardır ve bindiğiniz otobüs bütün Beylikdüzü’nü dolaşmadan rahat edemez. Ara sokakları, orayı burayı kaçırmadan her durağa götürmem gerekiyordu şoförü ve henüz tam anlamıyla uyanmamış olmam işimi daha da zorlaştıracaktı. Bir ara “Ulan direkt gideceğim yere mi götürsem adamı hiçbir durağa uğramadan! Hiç dolaşmadan biter yolculuğum! Banane abi bilseydi yolunu! Bana mı güvendi kontağı çevirirken!” diye düşünsem de birkaç saniye geçtikten sonra içimde garip bir sorumluluk duygusu oluştu. Sorumluluk ilginç bir şey değerli arkadaşlarım. Az önce uykudan açılmayan gözlerim, “Aman durakta bekleyen birini kaçırmayalım, yazıktır, milletimiz gideceği yere zamanında gitsin, zaten hava da soğuk, üşütecekler falan, bir de hastane hastane dolaşacaklar benim aymazlığım yüzünden!” şeklindeki düşüncelerim sayesinde sonuna kadar açıldı. Daha önce hiç bu kadar dikkatli bir halim olduğunu hatırlamıyorum. Şoföre “Sağa dönelim abi, aman abi durak var, yolcuyu alalım, arkaya takılan vaaaaar” dedikçe daha da manyaklaştım. Zira hem otobüsteki yolcuların, hem de dışarıdakilerin kaderi benim elimdeydi. Koskoca otobüs benim direktiflerimle ilerliyor, “Gir” dediğim yere giriyor, “Yok yok oradan değil” dedikçe de o yoldan kaçıyordu. İstesem kimseyi otobüse aldırmam, “Bırak abi bu adam bu otobüsün yolcusu değil, tipe bak bir kere!” der ya da durakta bekleyenlere nanik yaparak kaçar giderdim. İşte kimisine de mevki vermeyeceksin böyle, hemen suyunu çıkarmanın yollarını düşünüyor.

Şoförün de gözlerini açarak durmadan “Şimdi nereden gidiyoruz?”, “Ee sağa mı sapıyorum sola mı?”, “Bir dakika bir dakika anlamadım ben şimdi, bu durakta durmuyor muyuz? Niye?” gibi soruları iyice dengemi bozdu. Zaten koskoca otobüsü kazasız belasız götürmek zorundayım, adam iyice stres yaptırıyor bana bir yandan! Öğrenseydin arkadaşım yolu o zaman! Navigasyon cihazı mıyım ben düğmesine basınca yolu söyleyeyim hemen! İki yardım edelim dedik, “Evet beyler, arkaya doğru ilerleyelim, herkes işine gücüne gidiyor, bak bey amca sağ taraf boş, abla al o çocuğunu kucağına, şu teyze otursun oraya” diye çeşitli yönlendirmeler yapmamı istemediği kaldı koskoca adamın. Bir sabret, dur, anlatacağım işte nasıl gideceğini. Zaten iki gram beynim var, fazla zorlamamak lazım. Sonra saçmalıyorum.

Artık bir yerden sonra adama yol tarif etmekten sıkıldığım için inmem gereken duraktan 3 durak önce indim. Fazla konuşmayı sevmem ama fazladan birkaç adım atarsam, bundan gocunmam. İşte bunlar hep insanın yapısına bağlı şeyler. İrem’in okuluna doğru ilerlerken de kendi yapım hakkında düşünüp bazı çıkarımlar yaptım ve sonuç olarak 3 duraklık yolu kendi salaklığım yüzünden yürüdüğüm sonucuna vardım. Kendimi affedebilmek için de bundan sonra boşuna attığım her adım için gocunma kararı aldım. Kendime gocunarak yine garip işler peşinde koşacaktım ama olsundu. İnsan demek ki hayatında kendisine gocunacak birilerinin olmasını bile istiyor.

Böyle böyle okula vardım. Kimse yoktu. Tam bir idiot gibi toplantı gününü karıştırmış olacağımdan korktum fakat bunu kendime yediremedim ve İrem’in sınıfına çıkıp beklemeye başladım. İnsanoğlu boş kalınca kendine yakışmayacak şeyler yapabiliyor. Baktım gelen giden yok tahtaya çıkıp tebeşirle çeşitli anlamsız şekiller çizdim. Bundan sıkılınca da “Konuşanlar” diye başlık atıp hayalimde yarattığım Şevki’yi ilk sırada yazdım. Necati de rahat durmadığı için onu da listeye ekleyip bir de 2 çarpı attım. Toplantıya çok anlam yüklemiştim ama istediğim gibi gitmeyecek gibiydi. Ortalıkta kimse görünmüyordu ama ben hayalimde bir sınıf oluşturmuştum ve öğretmen içeri girince kimleri şikayet edeceğimi düşünüyor ve pis pis sırıtıyordum. Allah’ım resmen kafayı yiyordum ki bir tane teyze girdi içeri. Akşam eve gidince karşılaştığı manzarayı büyük ihtimalle “İrem’in abisi tahtaya yazı yazıp kendi kendine gülüyordu, spastik galiba o çocuk” diyerek anlatacak olan bir teyze…

28 Kasım 2012 Çarşamba

Ne Desem Bilemedim

Önce çocuğunun dersleri hakkında genel bir bilgi veriyor bana annesi. Matematikte sorun yaşadığını, Türkçe’de de durumun çok farklı olmadığını, aslında şöyle eni konu biraz düşündüğünde tüm derslerinde sıkıntısı olduğunu anlatıyor. Bütün gün bilgisayar ve televizyon karşısında vakit geçirdiğini, toplamayı ve çıkarmayı yapamadığını ama internetteki online oyunlarda mesela “Metin 2”de ninja olup oraya buraya saldırmadaki üstünlüğünü kimseye kaptırmadığından bahsediyor. Karşımda iflah olmaz bir çocuk olmalı. Sayılarla ve dört işlemle bir ninja gibi savaştığını düşünüyorum. 8’i 2’ye böl denince sonucu 4 bulmak yerine, elindeki hayali kılıcı kullanıp 8’i yukarıdan bölerek biri ters biri düz 3 elde edecek gibi sanki. Çocuğun annesinin de “Metin 2” ya da “Counter Strike” gibi oyunları nasıl bu kadar iyi bildiği tam bir muamma. Çocuklarıyla eve kapanıp deli gibi kapışıyor olabilirler. Çocuğunun kafasına oyunda da olsa kurşun sıkan ve bunu yaptığı için de “muhahaha”diye gülen bir anne düşünüyorum. Çok güzel şeyler belirmiyor kafamda.

Çocuğunu yeterince kötüledikten sonra biraz da kendisinden ve ailenin diğer bireylerinden bahsetmeye başlıyor annemiz. Büyük çocuğunun matematik zekası olduğunu ve bunun da öğretmeni tarafından tescillendiğini söylerken mağrur bir ifade takınıyor. Öğretmenin hangi bilimsel yöntemlerle böyle bir kanıya vardığını anlamak güç ama anne büyük oğlunun böyle bir meziyete sahip olmasından memnun. Benim hangi bölümden mezun olduğumu soran annemiz, “Kimya” cevabını alınca lisedeki en iyi derslerinin kimya ve biyoloji olduğunu, bu derslerden 8 veya 9 aldığını fakat matematik ve fizikte anca 1 ya da 2 sonucuyla karşılaştığını söylüyor. “8 veya 9 almak çok büyük bir başarı değil aslında” diye düşünüyorum. “100 puandan 8 almak nedir ki! Bu mu iyi ders kavramı!” diye kafamdan türlü düşünceler geçirirken, annemiz artık suratımda nasıl bir anlamsız ifade gördüyse “10’luk sistemde tabii” diyor. Böyle garip ifadelerim var çünkü benim. Anlamadığım bir şey olunca suratım aptallık kisvesiyle doluyor. Dünyanın en gerizekalısı benmişim gibi duruyorum.

Kimya ve biyolojide bu kadar başarılı olmasına rağmen matematikte sıkıntı yaşamasının sebebini ise “x” ve “y”nin tam olarak kendi zamanında ortaya çıkmasına bağlıyor annemiz. “x ve y geldi, matematik bitti benim için” diyor. Karşımda ölümsüzlüğün sırrını yakalamış bir insan olabilir, zira “x” ve “y” milattan önce bilmem kaç yılında İskenderiyeli bir abi tarafından ilk defa kullanılmış sanırım. O zamandan beri yaşıyorsa eğer bu karşımdaki insan, çok büyük saygı duymalıyım kendisine. Ama kadının düştüğü durum da kötü tabii. Düşünsenize birisi çıkıyor karşınıza ve diyor ki “Su artık hidrojenden olmayacak, zemçük diye bir şey buldum ben, ondan meydana gelecek”. Ee bu durumda kimyayla olan ilişkimiz çok büyük sekteye uğrar gibi duruyor. Daha önce görmemişsin çünkü herhangi bir zemçük.

Daha önce hiç görmediğim insanların hayat hikayelerini biraz daha dinlersem en kısa sürede Müge Anlı’nın programında kadrolu seyirci olmak için başvurabilirim. O derece alıştım böyle bir konsepte çünkü. İşi gücü bırakıp o programa çıkarak “Aa Mehmet Bey hatalı, kızını bırakmayacaktı öyle başı boş, kız da kaçar gider tabii, sonra böyle arar durursun işte, fidan gibi kız cık cık cık” derken hayal ediyorum. İçime sıkıntı basıyor. Bugüne kadar milletin kafasında oturttuğum düşüncelerin, bir akşam özel derse gitmemin ve karakterimin bir anda değişmesinin yüzünden tamamen alt üst olmasını kabul edemem. Hemen derse başlamak için “Ee gelsin artık Eren bari” diyorum. Kadın “Eren uyuyor yeaa” diyor. Ben ders anlatacağım ve adamda en ufak bir istek yok belli ki. Bunu göstermek için de uyumayı tercih etmiş. “Ee uyanmayacak mı?” diye soruyorum. Annemiz “Tamam, uyandırayım bari” diyor. Evet, “Bari” var o cümlenin sonunda. Sanki zorla ders anlatmaya gitmişim gibi. “Tamam, kalksın bari de sen de anlat dersini git” gibi.

Anne çocuğunu uyandırmak için bayağı efor sarf ediyor duyduğum kadarıyla. Fakat başarı oranı düşük, çünkü çocuktan “ımm hımm ndfnpnrbrng” gibi tepkiler geliyor. Kadın pes ederek benim yanıma gelip, “İnanmıyor sizin geldiğinize, bir görünün de uyansın” diyor. Masallarda anlatılan korkunç devler gibi biri olarak gözüküyorum galiba. Çocuk beni görecek ve uykusundan zıplayarak kalkacak. Nasıl bir tipim varsa artık!

Çocuğun odasına gidip en naif halimle “Eren hadi kalk artık diyorum”. Kendi kardeşime bile bu kadar şefkatle yaklaşmadım bu yaşıma kadar. Adam atletiyle falan yatmış yatağına ve bir prenses gibi uyandırılmayı bekliyor resmen. Bir erkeğin de prenses gibi uyandırılmayı beklemesi de çok komik tabii. Gözlerini açıp etrafa bakınıyor ben seslenince. Embesil yaradılışlı gibi gözüküyor ama uyku sersemliğinden olabilir bu durum, bilmiyorum. “Hadi bakalııııııım” diyerek sevimliliğime sevimlilik katıyorum. Bunların acısını birazdan psikopat sorular sorarak çıkaracağım kendisinden.

Önüme koyduğu defteri okumanın herhangi bir yolu yok. Her sayfada en fazla üç kelime var, o kadar büyük yazılmış ama yazıyı ilk bulan Sümerli bile daha düzgün bir şeyler karalamıştır. “Ne yazıyor burada?” diye soruyorum. “Rasyonel sayılar” diyor. Daha çok “rasyenik soyelar” yazılmış gibi gözüküyor aslında. “Hımm demek bunları işliyorsunuz?” diye soruyorum. “Bilmiyorum” diyor. Kafasını iyice karıştırmak için “Bunu işleyip işlemediğinizi mi bilmiyorsun, yoksa rasyonel sayılar konusunu mu bilmiyorsun?” diye soruyorum. Uyanmak için beni odana kadar yorar mısın sen! Al bakalım sana! Biraz yüzüme baktıktan sonra yine “Bilmiyorum” diyor. Çocuğa bakıyorum, hiç de öyle “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” felsefesini düşünebilecekmiş gibi de gözükmüyor aslında. Ya da benle güzelce dalga geçiyor. Dalga geçiyorsa “Sen benim kim olduğumu biliyor musun!” diye çıkışırım ama ona da “Bilmiyorum” diye cevap verir, çünkü ilk defa görüyor beni, haklı yani.

Baktım bir yere varamıyoruz, bari ders anlatmaya başlayayım. Rasyonel sayılar iyi bir seçim. Hem kolay konu. Az önce “Psikopatlık yapacağım sana manyak manyak sorular sorarak” diye aldığım kararı bu konuda uygulayamam. Neyse, bir dahaki sefere daha bir manyaklaşırım artık. Bu arada pay, payda, toplama, çarpma derken çocuğun beyni açılıyor sanki. Arada bir kısa devre yaptığı oluyor gerçi, önündeki işlemi bırakıp “Ne zaman geleceksin haftaya?”, “Kaç kere geleceksin haftada?”gibi sorular sorup bir de kendine “İngilizce, toplama, performans, Namık, uçlu kalem, klavye” gibi kelimeler sayıklıyor. Sayıklamadan arta kalan zamanda kendisine sorulan 20 sorudan 19 tanesini doğru cevaplayınca “Tamam, olmuş bu” diyip dersi bitiriyorum.

Ders bitince çocuğun annesi geliyor, çocuğunun nasıl olduğunu soruyor, her zaman kullandığım kalıpları kullanıyorum ben de: Aslında çalışsa olur ama dikkatsizlik var. Kendini verince yapıyor yani ama istekli yaklaşması lazım. Kadın “Lise yıllarında matematikte ben de böyleydim, hele x ve y görünce …” diye tekrar konuşmaya başlayınca kapıyı çekip koşa koşa iniyorum merdivenlerden. Metin 2’de düşmandan kaçan bir ninjayım artık. Ve bu yolda önüme çıkan hiçbir “x” ve y”ye acımamam gerekiyor.

2 Ekim 2012 Salı

Lise Gömleği

Geçen gün karşıma liseden mezun olurken çoğu kişiye imzalattırdığım gömleğim çıktı. Dolabımın içine tıkıştırmışım. Hatta görünce “Bu ne lan renkli renkli manyak mıyım neyim güzelim gömleği ziyan etmişim üzerini karalayıp!” falan dedim ama üzerindeki yazıları görünce bana hatıra olsun diye yazı yazanlara karşı çok büyük haksızlık ettiğimi düşünüp biraz üzülmeye başladım. Üzülme seviyesinin yeterli seviyeye geldiğine inanınca da “Bakalım neler yazılmış benim hakkımda?” diye büyük bir merakla gömleği incelemeye koyuldum. Merakım bir ara öyle bir boyuta geldi ki utanmasam ortada kimse olmadığı halde “Hanım koş koş eğlence başlıyor! Çayı kap gel!” diye hayali eşimi çağıracaktım yanıma.

Gömleği incelerken gözüme çarpan ilk şey “Şerefsiz kimyacı!” ifadesi oldu. Kimyayı kazandığım daha o zaman belli değilken insanlarda nasıl böyle bir imaj oluşturduğumu çok merak ettim. Ya herkes geleceği görebiliyor ve hakkında yorum yapabiliyordu, ben ise öküz gibi yaşıyordum ya da millet boş atıp dolu tutuyordu. Tanıdığım kadarıyla tüm arkadaşlarım zeki insanlardı ve az önce saydığım seçeneklerden birincisinin daha mantıklı olduğuna inandım. Yani kimya okuyacağım belliydi ve ben bunu daha o zaman fark etmemiştim. Dünyadan bihaber yaşıyordum resmen. Madem kimyayı kazanacağım biliniyordu niye ÖSS stresi çekip tercih sonuçlarının açıklanması için günlerce beklemiştim ki! İşte bu da adeta bir öküz gibi yaşadığımın kanıtıydı. Şimdi taşlar yerine oturuyordu. Herkes illa bir kere kimyaya dokundurmuş, kimyasal espriler yapmıştı. Liseden Erdem değil de kimya mezun oluyordu sanki. Bu da sanırım “Şerefsiz kimyacı!” ifadesindeki “şerefsiz” ifadesinin niye yazıldığını açıklıyordu. O kadar yıl birlikte okumuştuk ama insanlarda kimya kadar etki bırakamamıştım. Galiba kimsenin hatırlamak istemediği gerçekten şerefsiz bir bireydim.

Gömleği ters çevirip diğer tarafta yazanlara baktım. Buradakiler nispeten daha kısa yazılardı ve hayatım boyunca mutlu olmamı, istediklerimi gerçekleştirmemi dileyen içeriklere sahipti. Hatta alt alta yazan iki kişinin ikisi de aynı şeyleri yazmıştı. “Ulan bari burada kopya çekmeyin” diyip “Meh meh” diye gülerek lisedeki kopya ortamımıza küçük göndermelerde bulunup minik mutluluklar yaşadım. Ama ön taraftaki yazılar daha ilginç diye tekrar ön yüze geldim sonra.

Mesela Emre kapak maçıyla ilgili bir sürü cümle kurmuştu ve bizi hiç tanımadan bu gömleği okumaya kalkan biri dört yılı yuvarlak bir plastiğin peşinde koşarak geçirdiğimize ve ömrümüzü ziyan ettiğimize inanabilirdi. Hele bir de üniversiteye giremeseydik, “Ee tabii topun peşinde koşun anca!” diye azar işitirdik kesin. Nihan da “Tam alışmıştım sana ama okul bitiyor işte” yazmış. Bunu okuyunca “Oha Nihan 4 senede mi alıştın anca!” diye bir yorum yapıp bu kadar anlaşılmayacak bir insan olduğuma şaşırdım. Hatta bir ara işi abartıp “Beni kimse anlamıyor!” diye düşündüğümden gözlerim doldu. Yaşlı gözlerle Pınar’ın yazdıklarını okumaya çalıştım ama bir şey görünmüyordu. “Herhalde gözyaşından oldu, bir kurulayayım gözleri, öyle bakayım” dedim ama bu işlemi tamamladıktan sonra bile hiçbir şey okuyamadım. Pınar işi aceleye getirmişti, salla pati yazmıştı, hiç umursamamıştı, uydurmuştu, karalamıştı bir şeyler. Bu yüzden kendisine karşı biraz sitemkar bir tavır takındım ama sonra “Sanırım bize yiyecek almak için kantine koşması gerekiyordu, ondan böyle okunmayacak şekilde yazdı” diye düşündüğümden tüm sitemimi geri çekerek Pınar’a bir kez daha teşekkür ettim. Bir de Ezgi’ye trip mi atmışım ne yapmışım gömleğe yazı yazmadan önce, artık ne yaptıysam, bir dokunaklı yazmış ki sorma gitsin! O kadar dokunaklı ki ağlama seviyesini geçip kahkaha atabilirsin! Şimdi göstersem gömleği, hayatındaki en büyük pişmanlığı yaşar herhalde bu kadar arabesk bir moda geçtiği için hehe.

Aslında tüm bunları okuduğum zaman fark ettiğim şey şu oldu: Yıllar geçmiş üzerimizden. 2005’te mezun oldum ben liseden ve 7 koca yıl bitmiş. Herkes farklı yerlere dağılmış, birbirimizden başka onlarca insan tanıdık, hiçbir zaman kopamayacağımızı sanmıştık ama ayda yılda bir görüşürsek dua eder konuma geldik. He belki benim öküzlüğümden dolayı görüşememişimdir kimseyle. Ama yine de hayatın böyle garip bir yanı var, birilerini sokuyor hayatımıza ve sonra çekip alıyor, arkasında da böyle hatırlanacak şeyler bırakıyor illa ki, zaman zaman o bizden ayırdıklarını gözümüzün önüne getirecek. Unutmak diye bir şey yok zaten de sadece az hatırlıyorsun. Böyle şeylerle karşılaşınca da bazen gülümsüyor, bazen dalıp gidiyorsun uzaklara. Bu kez bayağı güldüm ama. Teşekkürler sevgili arkadaşlarım…

http://www.youtube.com/watch?v=dHGa3q2UwOk

13 Eylül 2012 Perşembe

Konusuz


Küçükken çok aptaldım. Spor malzemeleri satan bir dükkan açacaktım, adı bile hazırdı: Erdem Spor. Zaten dükkanın adındaki yaratıcılıktan aptallık seviyem hakkında çok net fikirlere varabilirsiniz. Bu işin olacağına o kadar çok inanmıştım ki boş bulduğum her yere “Erdem Spor” yazardım. Hatta olaya estetik bir taraf katmak için “R” harflerini şekilli falan yapmışlığım vardı. Kendi küçük dünyamda bunun hayalini kurmuştum ve hayat adına bazı mutluluklar yaşayacağıma inancım tamdı.

Sonra bir gün kafamı vurup yardığım mermer sehpanın altına girip oraya bile yazmış olduğum "Erdem Spor" yazısının üzerini karaladım. Neden yaptığımı bilmiyorum bunu. Sadece karalamak istemiştim. Büyük ihtimalle kendi küçük dünyamda bir şeye sinirlenmiştim ve bunun hıncını geleceğimle oynayarak çıkarmak istemiştim. Karalayıp bitirdim onu kendimce. Artık o yoktu.

Ama o karalamadan sonra pis bir alışkanlık kazandım. Ne zaman canım bir şeye sıkılsa, bir şeye üzülsem, biri beni terslese, biri hayatımdan çıksa ya da beni üzebilecek en küçük olumsuzluk bile olsa, içimde bir kırgınlık olsa, çünkü çok kırılgandım ben ve bundan nefret ediyordum, tıpkı o zaman mermer sehpanın altına girip yaptığım gibi bir yerlere kapanıp bazı şeylerin üzerini karalamaya başladım. Önce tek bir çizgi çektim üstlerine, sonra iki, sonra üç, artık bir yerden sonra görünmez oldular. Kendimce onları böyle atıyordum hayatımdan, karalayınca görmeyecektim onları ve biteceklerdi.

Bazen gerçekten bittiler de. Bir sabah kalktım ve gerçekten yoktular. Daha önce hiç olmamışcasına yoktular hem de. Çok şaşırdım. Nasıl yaptığımı anlamadım bile bunu. Çok fazla çizgi çekmiştim belki de üstlerine. İnsan geçmişinden kopamazdı, evet ama çok derinlere gömebilirdi demek ki her şeyi. Çok derindelerdi uyandığımda. Kim ne yaparsa yapsın çıkmayacak gibiydiler. Lanet bir çukurun içine düşmüşler ve gittikçe dibe çöküyor gibiydiler. Karanlıktı üstleri ve en azından ben aydınlatıncaya kadar çıkmayacaklardı.

Ama aptaldım dedim ya, o kadar karalamamışım gibi aydınlatmaya çalıştım bazen onları. Sonunda hiçbir şey olmayacağını bile bile yaktım ışıkları. Ne gerek vardı bilmiyorum. Belki çok boş kalmıştım. Boş kalmak çok büyük bir sıkıntı çünkü sevgili okur. Belki de bir kez daha karalamak istedim üzerlerini. Bir bıçak darbesiyle öldürebileceğin bir insanı yüzlerce kez bıçaklamak gibi bir durumdu belki de bu. Ama aydınlatmaya çalıştığım şeylerin üzerine ışık düştükçe, karalamanın dışında bir de zamanın tozuyla kaplandıklarını gördüm. Toza bulaşmak pis bir şey, o zaman da onu gördüm. Tozu atsam da zaten karalamıştım üzerlerini, o karartıyı çıkaramazdım. Aradan sızan ışık da yeterli değildi. Karanlıkta kalmayı sevmişlerdi sanırım, gün yüzüne çıkmak istemiyorlardı. Bıraktım hepsini ben de öylece. He bir çizik daha attım üzerlerine, bir daha çıkarmak istersem yer yüzüne, işim biraz daha zor olsun diye.

Yıllar geçtikçe karaladıklarım birikti sanırım. Soğudum çoğu şeyden. Sıkıldım hemen her şeyden. Önceden tahammül sınırım çok daha yükseklerdeydi, şimdi o kadar değil. He yine çok fazla çıkmıyor sesim ama çok daha çabuk karalıyorum her şeyi. Zaten sesi çıkan bir insan da olmadım ben hiçbir zaman. Aptallığım devam ediyor denebilir yani. Herkes konuştu, konuşmaması gereken insanlar bile konuştu, çok fazla laf duydum, bir sürü saçma sapan davranış gördüm, hakkımda garip fikirler üretildi, bir sürü şey gerçekleşti, ben hep susmaya çalıştım. Sonra her şeyi sadece karaladım. Ben karaladıkça onlar bitecekti. Geri dönüşleri olmayacaktı. Görmeyecektim. Üzerini karalayınca görmüyorsun çünkü hiçbir şeyi.



30 Ağustos 2012 Perşembe

Eğ Kafayı!

Eve gelirken bir cekirge gördüm, bildiğin 41 numara ayakkabıyı zorlanmadan giyer, dolaşır. Bayağı bir büyüktü yani kendisi. Dile gelip konuşsa, milleti karşısına alıp dinletir, sözü geçen, hatrı sayılır bir birey olur. Hatta istese köyün ağası konumuna bile gelebilir kolayca. Kendisinin bu derece heybetli görüntüsünden tırsarak kaçtım ben de. Artık bana yetişemeyecek kadar uzaklaştığıma kendimi inandırdıktan ve nefes alış verişlerimi düzene soktuktan sonra, “Ben niye böyle dağla, bayırla, taşla, toprakla, arıyla, sinekle uğraşıyorum lan! Koskoca adam oldum başlarım çekirgesine de ateş böceğine de!” diyerek biraz sitemkar bir tavır takındım kendime karşı.

Bütün gün gerek birilerine laf anlatmaktan, gerekse de kendi kendime bazı cümleler kurup, bu cümleler için “Aa evet doğru lan!” ya da “Yok bee olur mu şey!” gibi içsel tepkiler vermekten yorulmuş bedenimi eve girer girmez yatağa fırlattım. Fakat sanırım fırlatma hızını yeterince ayarlayamamış olacağım ki yatağın yüzeyine çarpınca tekrar havalanıp ayağa kalktım. Birisi sanki beni kameraya çekiyor ve çektiği görüntüyü de ileri geri oynatarak kendince komik bir video bulup bunu Youtube’a yüklemek ister gibi davranıyordu. Odada benden başka kimse olmadığı için bu fikrimin bilinçaltımın nerelerinden geldiğini çok merak ettim. Resmen kendi kendimin videosunu çekip oraya buraya yükleyecek ve insanların benim salaklıklarımla dalga geçmesinden zevk alacaktım. Anlamsız düşüncelerim var bazen. Bilinçaltım cidden korkutucu boyutlara ulaşacak fikirler üretebiliyor mütemadiyen.

Yataktan geriye doğru fırlayınca “Madem ayağa kalktım, üstümü başımı değiştireyim, temiz bir insan evladı olup insanca bir yaşam süreyim” diye düşünüp dolabımın kapağını açtım. Sabah evden çıkarken dolabın içine tıkıştırdığım tişörtüm önüme düştü. Biraz buruşmuştu ama idare ederdi. Sonuçta MSN’den falan görüntülü konuşma yapmayacaktım, misafir falan da gelmeyecekti eve. Kimseye görünmeyecektim yani. Hatta kendi pisliğimin içinde boğulsam bile bir yere kadar kabul edilebilirdi bu. Az önceki “Temiz bir insan olayım, naif olayım, hatta çamaşır suyu kokayım” halimden eser kalmamıştı. Sabah odamdan çıkmadan önce, kapıya doğru yaklaşırken karşıma çıkan ve benim de kale olarak belirlediğim yatağımı hedef alarak kendimce mükemmel bir falsoyla tekmelediğim şortumu da kalenin ağlarından aldım. Yatağımın altından çekip çıkardığım şortumu da üzerime geçirdikten sonra kendimi, kendimle geçireceğim akşama hazır hissettim. Bazen her şey çok kolay olabiliyor. Bir tişört, bir şortla saatler geçirebiliyorsun ve kimse sana gelip yargılamıyor seni. Ne güzel lan!

Elimi yüzümü yıkadıktan sonra her yetişkin bireyin yapması gerektiği gibi hemen maiilerimi kontrol ettim. Pertevniyal’den gelen mailler vardı, şoför falan arayan bir abi vardı mesela, işime yaramaz diye maili sildim. Ehliyetim yoktu ki! Küçükken üç tekerlekli bisikleti bile süremezdim lan ben! Korkar, ağlardım! Ne pis korkularım varmış he, şimdi yazınca fark ettim. Bir de Boğaziçi’nden gelen kan ihtiyacı mailleri vardı, onları da sildim. Bazen gerçekten vurdumduymazlığım tavan yapabiliyor. Kendimden utandım bu hareketi yapınca ve çöp kutusuna girip, sildiğim mailleri tekrar gelen kutusuna gönderdim. Bu sefer okuyup, öyle sildim. AB Rh + bir kanım yoktu. 0 grubu bir kana sahiptim ben. Genel verici mi ne deniyor hatta bu gruba. “Anca verelim zaten, hep biz kendimizden ödün verelim, hep biz kendimizi yıpratalım, hep biz bir şeylerin peşinden koşalım, sonra da canı sıkılan ‘Ben gidiyorum ne halin varsa gör desin’, oh ne ala memleket!” diyerek kan grubundan karakter tahlili yaptım.

Biraz sinirlendiğim için odada bir o yana, bir bu yana uçuşan sinekten hıncımı çıkarmaya çalıştım sonra. “Ama adam toplar, hatta o korkunç çekirgeyi çağırır, başıma durduk yere iş açarım!” diye korktum ve bir hışımla yaklaştığım sineğin yanından “Saygılar Hocam!” diyerek kafamı eğip uzaklaştım. Kafasını eğen nasılsa ben oluyordum hep, bir kere daha eğerdik, ne olacak anasını satayım! Genel vericiyiz ya ne de olsa! Eğ kafayı gitsin!

Aaa Çıkarım Yaptım!

Minibüse bindim. Sonra kulaklığımı takıp etrafa bazı bakışlar atmaya başladım. Sonuçta mal mal oturunca bir şey beklememek lazım şu hayattan. Belki biraz bakınınca çeşitli çıkarımlar yapıp "Aa evet lan!" ya da "Oha! Yok artık!" gibi ünlemler eşliğinde hayatın anlamını çözerim diye düşündüm. Gözüme ilk takılan şey boş bir arsa oldu. Boş bir arsadan fazla bir şey de beklememek lazım bence. Boş çünkü. Çeşitli otlar var üzerinde ama fareler ve böcekler bile yememiş. O kadar boş yani, düşün. Bir arsada fare bile olmaz mı ya! Buradan bir şey çıkmazdı bana.

Hayatın amacını çözmek için seçtiğim ilk hedeften eli boş dönmenin verdiği hüzünle biraz elimdeki mp3 playera bakındım. Evirip çevirdim falan işte. Müziğin sesini açıp kıstım, tuşlarda bir sorun yoktu. Sonra hayatımdaki kendimden sonraki en uzun birlikteliği bu mp3 playerla geçirdiğimi fark ettim. 2008'de doğum günümde hediye edilen bu mp3 player tüm fırlatıp atmalarıma rağmen hala istediğim şarkıyı tak diye önüme getirebiliyordu. Adamlar yapıyordu.

Tabii yüzyıllardır kurulan bu cümleyi ben de kurunca hayat adına atmam gereken çok fazla adım olduğunu idrak ettim. "Adamlar yapıyor" cümlesi çok pis bir çaresizlik içeriyordu çünkü. "Ben yapamıyorum ama adamlar yapıyor." Bu ne lan! Bu konu hakkında biraz düşünüp benim de bir şeyler yapabileceğime kendimi inandırdım sonra. Tabii manyak bir şekilde gaza gelip mp3 player ya da milyon tane özellikli bir cep telefonu yapacak halim yoktu ama turnusol kağıdını limona, sirkeye falan batırıp kırmızı/pembe arası bir renk elde edebilirdim. Kimyayla ilgili yaptığım en düzgün iş de bu olabilir zaten bugüne kadar. Laboratuvarda renk skalasında binlerce yere denk gelebilecek ilginç turnusol kağıtları elde ettim hep ve bununla inanılmaz bir gurur duydum. Nasıl bir hayat yaşamıştım ki zaten, başka neden gurur duyabilirdim!

Sonra yanıma dünyanın en şişman insanlarından biri gelip oturdu. Abartı bir şişmanlığı vardı. Dünyası sanki sadece yemeği yemek ama bu yediklerini sindirmemek üzerine kurulmuştu. "Belki bir hastalığı falan vardır lan öyle deme!" diye bir iç ses duydum ama kadının çantasından çıkardığı tavuk döneri görünce bu sesi susturdum. Hatta ayran da açınca iç sesim kendiliğinden utanıp uzun bir sessizliğe daldı. Minibüs asfalttaki her sıkıntılı yerden geçip zıpladığında yanımdaki ayranın üzerime dökülme tehlikesi vardı ama kadın hiç oralı olmuyordu. Hayır zaten sesi çıkan bir insan da değilim, pis pis beyaz beyaz dolaşacaktım ortalıkta. "Bari pis bir şekilde dolaşmak üzerine düşünüp buradan çıkarım yapayım" dedim ama üzerime o sırada dönerin içinden pırtlayan kıvırcık düşünce hayatın düşünmeye dair bir tarafı olmadığını gördüm. Sen ne kadar sakınsan da birileri gelip bir şeyleri bozuyordu işte. Kırk yılda bir adam gibi karar alıp düzgün bir insan olayım diye oturup düşünüyorum şurada, sonra biri gelip üzerinde tuz taneleri bulunan ve et kokan bir kıvırcık atıyor üzerine! Bu saatten sonra ne umabilirsin ki zaten hayattan! Kıvırcık lan! Artık ne kadar konsantre olabilirsin düşünmeye! Bırakıp gideceksin her şeyi, fazla düşünmek de zarar zaten. Kadın 3 lokmada koca döneri bitirsin, ben de bir kıvırcık yüzünden depresyona gireyim!

Kadın son lokmayı ağzına atıyor, daha yutmadan "Mosait bu yerda inacak var!" gibi bir cümle kuruyor. Ben de arkasından hala pantolonumda duran kıvırcığa bir fiske vuruyorum. Bazen hiçbir şey düşünmeden her şeyden bir çırpıda kurtulmak lazım çünkü. "Çıkarım yaptım lan" diye sevinçle iniyorum sonra minibüsten. O değil de çıkarım yaptım lan! Turnusol kağıdından sonra gurur duyacak bir şeyim daha oldu! Ehehehe!

Tamam O Zaman

Minibüsün şoföründen aldığı ve iade etmek istediği parayı bana gösteriyor kadın. “Bak” diyor, “Burası çıkmış”. Elindeki 1 liranın ortasındaki yuvarlağın bir kısmı dışarıda, evet. Ama zorlasan içeri girer gibi sanki. Kadın ortada bir haksızlık olduğunu söylemek istiyor çünkü herkes hayatındaki her şeyin düzgün olmasını ister, ve bu haksızlığa ses çıkaran birileri olsun diye beni de kendi safına çekmeye çalışıyor. Bazen bir şeylere ses çıkarmak için neden benim seçildiğimi anlayamıyorum. Ne diyeceğim ben şimdi şoföre teyzeciğim? “Değiştir ulan şu parayı, milleti kazıklamaya utanmıyor musun şerefsiz adam!” diye bağırayım mı?

Kadın parayı bana gösterdikten ve sıkıntısını anlattıktan sonra sanırım bir tepki vermek gerekiyor. Halbuki ben tepki verebilen bir insan değilim. Ne babaannemin ölüm haberini duyduğumda tepki verebildim, ne terkedilince, ne bir haksızlıkla karşılaşınca. Zaten şu günlerde insanlarla muhabbet etme isteğim sıfıra doğru hızla yaklaşırken, kadını haklı çıkarmaya çalışacak cümleler kurmaya hiç halim yok. Hem banane zaten! Daha birinci sınıftayken, bizim sınıftan bir çocuğu sıraların örtüleri üzerinde tepinirken gördüm ve çocuk, onu şikayet ederim diye, öğretmen içeri girer girmez, gitti, beni şikayet etti. İftiraya kurban gittik, dayağı da yine biz yedik. Ben buna bile ses çıkarmadım o gün. Tamam, mallık yapmışım, “Ben basmadım lan ne yalan söylüyosun!” diye bağırıp çağırabilirdim ama nasıl bir bünyeye sahip olacağım o zamandan belliymiş zaten. Süper ezik bir profil çiziyorum şu an ama bazı gerçekleri de görmezden gelmemek gerek. Sessiz, sakin biriyim ben. Bir şey olduğu zaman “Hee öyle mi? Tamam o zaman.” tepkisini vermek en büyük alışkanlığım. Şimdi adama, “Bu para yamuk, abla haklı, değiştirin lütfen” desem ve adam da “Ben veririken düzgündü, abla yamultmuş parayı” ya da "Artık 1 liralar öyle, bir tarafı yamuk” falan dese “Hee öyle mi? Tamam o zaman.” diyip otururum yerime.

Benden hala bir tepki gelmediğini gören ve kendine yandaş arayışları hızla devam eden kadın, parayı iyice gözüme yaklaştırıyor. Para gerçekten yamuk. Ama paranın yamukluğundan ziyade içinde bulunduğum durum daha kötü. Orta yaşlı bir teyze ve ben, gözlerimizi dikmiş sessizce bir şeye bakıyoruz. Fransız sanat filminde gibiyiz; biraz daha zorlasak paranın yamukluğundan inanılmaz anlamlar çıkarıp bizi izleyenleri şaşırtacağız. “Oha, ne laf söyledi be çocuk! Helal olsun, bir paradan neler çıkardı!” gibi sözler söyleyecekler sanki benim hakkımda. Kafamı kaldırıyorum, herkes bizi izliyor. Tek bir cümleyle küçük de olsa bir kitleyi kendime hayran bırakmam mümkün. Fakat, madeni bir paraya bakarak tüm hayatı çözümleyecek anlamlar çıkarmaya meyilli bir kapasitem yok. Bir şeye uzun uzun bakıp, ondan sonra söyleyebileceğim tek cümle “Hayat işte” olur, bu da kimsenin işine yaramaz zaten.

Kadın hala tepki vermemi bekliyor, artık bir şey derim umuduyla tekrar “Yamuk di mi?” diye soruyor. Kafamı sallayıp “Evet” diyorum ve minibüsteki tek boş koltuğa oturuyorum. Mp3 player Kurban’ın “Ben” şarkısını çalmaya başlıyor, şarkı “Doğruyu söylemeyen, her şeyden bıkmış bir ben” diye devam ediyor, ben de “Olgunluk mücadele etmektir, kaçmak değil” diyorum kadın hala parayı değiştirmek için uğraşırken.

http://www.youtube.com/watch?v=vdADKZS6Av0

Duvar

Şimdi bu yazıyı okumaya başladın. Ne zamandır yazmıyordum zaten, bir değişiklik olsun. Ne yazdığımı merak ediyorsun belki. Çok büyük vaatlerde bulunamayacağım yazıyla ilgili, yine öncekilere benzer bir şey olacak sanırım. Mesela önceden mezun olsam falan diyordum, mezun da oldum ama hala çok büyük bir değişiklik yok. Bir kağıt var elimde, üzerinde Erdem Yeniceler yazıyor büyük harflerle. Bölümün gerekliliklerini yerine getirip diploma almaya hak kazanmışım. Hocalarım öyle demişler benim için sanırım, “Şimdi Allah’ı var, bitirdi çocuk bütün derslerini, verelim şu diplomayı”.

Okul bitince çok büyük şeyler olmuyor birden. Zaten kafanda milyonlarca şey olunca yapılması, ilgilenilmesi gereken, toparlayamıyorsun çoğu şeyi. Bölünebileceğin şey sayısı sınırlı di mi senin de? Yoksa tamamen bende mi bir mallık var? Mallık seviyem artmış olabilir gerçi, sabah kalkınca etrafa boş boş bakınmalar, gün içinde ne yapacağını saatine kadar ayarlamalar ama hep geç kalmalar, sebepsiz yere gülüp, durup dururken üzülmeye başlamalar falan. Okul biter, büyük adam oluruz dedik, daha zaman var sanırım buna.

Gerçi büyük adam olma yolunda aşman gereken bir çok engel var, biliyorsun di mi bunu? Bir kere tüm zorluklara göğüs germeyi çok zor olsa da öğrenmen gerekiyor. Benim gibi demoralize olma konusunda zirveye oynuyorsan, bu konuda sıkıntı yaşaman çok normal. Demoralize olmanın kitabını yazsam, çok fazla satabilir ama ben bundan yine demoralize olurum. Sanırım “Anında Demoralize Olabilen İnsanlar Hayat Hikayelerini Anlatıyor” konulu bir söyleşi düzenlense onur konuğu olarak ben seçilirim. Oradan da Guiness Genel Merkezi’ne geçer ve orada sadece üç salise içinde demoralize olup “Dünyanın En Hızlı Demoralize Olan İnsanı” rekorunu da kırarak demoralize olmuş bir şekilde eve dönerim “Ne zaman doğru düzgün bir insan olacağım ben anca antin kuntin işlerle uğraşıyorum?” diye düşünerek. Böyle de manyak bir yapım var işte benim. Daha çözebilen çıkmadı, ben bile çoğu zaman kendimi anlayamazken, başkaları tarafından anlaşılmayı çok uzun bir süre bekleyeceğim sanırım.

“İnsanlar beni anlamıyor ühühü” edebiyatı yapacak değilim burada gerçi, korkma! “Anlayabildiğin ölçüde anlaşılırsın” diye bir laf uydursam şimdi burada. Daha önce de uydurulmuş olabilir belki böyle bir şey, emin değilim, bir yerlerden de duymuş olabilirim. Ama doğru galiba bu laf birazcık. Çoğu kimseyi anlamamış olabilirim bugüne kadar, bazen öküzlüğüm tutuyor çünkü, ama anlaşılmadığımı düşündüğüm zamanlar da var. Bir de kendini anlatabilmek sıkıntı zaten benim için. Senin için de öyle oluyor mu bilmiyorum. Ben kendimi anlatmaya çalışsam da dinlenmeme ihtimali korkutuyor beni. Anlatılacak çok şey var oysa ki ama konuşma sırası bana bir türlü gelmiyor. Bebekler için derler ya “Bir konuşsa neler anlatacak!” falan diye, onun gibi bir durum işte. Ergen moduna bağladım iyice yine di mi? Sıkılmış olabilirsin okurken ama çok şey vaat edememiştim zaten.

Az önce, okuduğum duanın Arapça’sından sonra Türkçe’sine baktım, ne okuduğumu anlamak için ve o an dedim ki “Hayat ne kadar kısa ya!”. Tam olarak şu cümleyi okuyunca dedim bunu: “Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesten başkasını beklemiyorlar.” Ölüm gibi bir gerçek var ya bizim hayatımızda! Anlayışsızlık yapacak kadar uzun bir ömür yok önümüzde aslında. Birbirimizle çekişerek bir şeyleri tüketmenin anlamı yok. Anlaşılmamak böyle zamanlarda çok sıkıntı işte. Çok klişe olacak belki ama bu yazıyı okumayı bitirmeden bile ölme ihtimalimiz var senin, benim! Ne kadar korkutucu aslında di mi? Mantıklı gibi gelen ama aslında düşündüğünde çok saçma olduğunun farkına varabileceğin kısır tartışmalar sonunda her şeyi, herkesi bir anda silmek, kendini bir anda her şeyden uzaklaştırmak bazen çok anlamsız geliyor bana. Sana da öyle oluyor mu? Ölebilirim mesela ben her an. Ya da sen!

Sonuçta gururunun savaşını kazansan da kaybetsen de ganimet olarak yalnızlık kalıyor elinde. Tüm olumsuzluklara karşı bir duvar olmak gerekiyor bazen. Karşındakini anlayıp, demoralize olmadan büyük adam olmak lazım sanırım ölmeden. Konudan konuya atlayıp kafanı karıştırdım belki, ne yazdığımı fark edemedim bile, benim de kafam karışık çünkü. Nasıl bitirsem yazıyı diye düşündüm bir de. Aklıma bir şey gelmedi. Anlamadığım varsa, özür dilerim.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Kurşun Kalem

Gece yatarken alarmı kurmayı unuttuğum için alarmın melodisini ıslık şeklinde öttürerek uyandım. Evde kimse yoktu. Bundan faydalanarak “Nıaaa huooo” şeklinde efektlerle gerinerek uykuda kasların gevşemesiyle kısalan boyumu normal haline getirdim. Gece yatarken çıkarıp yatağımın yanına fırlattığım çorapların tekine tekme attım ve kale olarak belirlediğim kitaplığımın en alttaki rafına doğru gönderdim. Direkten dönen çorabı “balık golcü” olarak tanımladığımız beleş işler peşinde koşan ama adı hep gol krallığı listesinin en tepesinde olan bir futbolcu, bir arsız gibi rafın köşesine doğru diktim. Doksana gitti çorap. Gol sevincimi de koridorda koşarak ve koridor bitince de banyonun kapısına doğru dizlerimin üzerinde kayarak tamamladım. Güne güzel başlamıştım.

Kahvaltı hazırlamak için mutfağa girdim. Demliğe su koyup kaynamasını seyrettim, su kaynamaya başlayınca da ortaya çıkan baloncukları çeşitli şekillere benzetmek için biraz daha ocağın başında bekledim. Hepsi yarım küre gibi olan baloncukları bir şeye benzetemeyince de yeteneksiz ya da hayal gücü olmayan bir insan olduğum kanaatine varıp kahvaltılıkları çıkarmak için buzdolabına doğru ilerledim. Bir kibrit kutusu boyutunda peynir kesmeye çalıştım ama nerdeyse ayakkabı kutusu kadar oldu. “Oha bunun hepsini yiyemem” diyerek peyniri biraz parça pinçik ettim, en sonunda da “Ben peynir sevmem ki zaten” diyerek parçaladığım peyniri eski haline getirmek için biraz uğraştım. Koca kalıbı yamru yumru bir ucubeye çevirmiştim. Zaten oyun hamurlarından da ortaya insan gibi bir şekil çıkaramaz ve bütün renkleri birbirine karıştırıp kocaman bir top gibi bir şey yapar, evin içinde onun peşinde koştururdum. Yıllar geçmiş ve hala yeteneksizliğimden bir şey kaybetmemiştim. “Neyse, en azından tutarlıyım” diyerek biraz kendimi övecek konuşmalar yaptım ve Nutella kavanozuna uzandım. “Kendimi şımartmalıyım” dedim ve Nutella’nın sahibinin kendinden gurur duymasını sağlayacak bir moda girdim. Adam belki de şu an malikanesinde benim verdiğim parayla oyuncak gemi yapıyor, ben ise bir kaşık kakaolu fındıklı bir şeyin beni delicesine mutlu ettiğini iddia edip kendimce küçük oyunlar yaratıyordum. Bu düşünceler aklıma esince masaya oturdum ve geleceğimi planlamak adına bazı kararlar almam gerektiğini fark ettim. Kimya okuduğuma göre çeşitli şeyler sentezleyebilir ve eninde sonunda paraya para demezdim. O kadar yıl boşuna okumuş olamazdım, elbet bir sabun ya da ne bileyim bir gofret falan yapabilir ya da insanlık tarihini değiştirecek bir şey keşfedebilirdim.

İçimde garip bir hırs oluşturunca kahvaltıyı falan boşverip giyinmeye başladım. Kendimi dışarı atacak ve aklıma şu ana kadar icat edilmemiş bir şey gelmesini sağlayacak bir keşif gezisi yapacaktım. Tam evden çıkarken “Dur lan o kadar çay yaptık, boşa gitmesin” diye düşündüm ama kupa çıkarmaya da üşendim ve demlikten biraz çay içtim. Hayvanca bir hareketti, kabul ediyorum. Ama bir şey icat edip bir mevki sahibi olunca bu tarz şeyler göze batmayacaktı. O günleri hayal edip biraz mutlu oldum ve “eheheh” şeklinde gülerek asansöre bindim. Asansörde karşıma çıkan teyze sanırım kendisine güldüğümü sanıp biraz bozuldu ve aşağıya inene kadar bana sanki apartmanın iti, kopuğu, uğursuzuymuşum gibi küçümseyici gözlerle baktı. Ben yine de insanlığımı yapıp kendisine “İyi günler” diyerek asansörden çıktım. Arkamdan bir şey dedi ama duymadım. Küfür etmiş olabilir.
Apartmanın kapısından çıkınca hangi yöne dönersem ilham daha çok gelebilir karar veremedim ama solak olduğum için sola dönmeyi tercih ettim. Birkaç adım ilerledikten sonra top oynayan çocuklardan bir tanesi topu bana doğru attı, ben de yaradana sığınıp vurdum. Top üçüncü kattaki bir evin balkonuna gitti ve kaçan topu bana aldırırlar diye korkup koşa koşa oradan uzaklaştım. İçlerinden en çirkefi olduğunu bana olan bakışlarından anladığım çocuk arkamdan “Abieeee” diye bağırdı ama duymamazlıktan geldim. Ortamdan yeteri kadar uzaklaştığımı düşünüp arkama dönüp baktığımda içlerindeki en ezik çocuğu balkona doğru fırlatmaya çalıştıklarını gördüm. “Oha iyi yırttık” diyerek yine bir mutlu oldum. 3-5 çocuk tarafından balkona fırlatılmak henüz başlamayan kariyerimi 3-5 yıl erteleyebilirdi.

Siteden çıkıp öünmdeki sessiz yolda kafamı toparlayabilmek için biraz yürüyüş yapmak istedim. Sakinlik iyiydi. Newton bile dağda bayırda yayılmış ve keyif yapıyorken kafasına düşen elmadan “Oha yer çekimi diye bir şey var” diye bir çıkarım yapmıştı ne de olsa. Güzel bir örnek vardı önümde. Ben de bu örnekten ilham alıp önüme çıkan taşları tekmeledim, birkaç çiçek koparıp yapraklarını inceledim ama kayda değer bir şey elde edemedim. Ama moral bozmayıp “Belki de aradığım şey yerde değil, gökte” diye düşündüm ve bu konudaki atasözüne bir gönderme yaptım. Biraz havalara bakınıp yürüdüm ama bu sefer de dışarıdan bakıldığında avanak gibi gözüktüğümü düşündüm. Leyla leyla yukarı bakınmak komik bir görüntü oluştururdu. “Oğlum eve dönsem de evdeki alet edevattan bir şey çıkarsam, dışarıya sonra açılırım. Önce küçükten başlayalım, temel sağlam olsun” diye düşünüp geri dönme kararı aldım.

Geri dönerken de boş durmayıp az önce tekmelediğim taşlarda molekülsel değişimler olmuş mu diye elime alıp onları inceledim. Elektron mikroskobum yoktu ki anasını satayım nereden anlayacaktım! “Neyse evde büyüteçle bakarım, belki bir şey yapmışımdır taşlara ve bu sayede dünyayı kurtaracak formülü bulurum” diye düşünüp taşları cebime tıktım.
Siteye girince çocukların top oynamaya devam ettiklerini gördüm ve içlerinden en salak görünenine “Hop optik at bakalım topu” dedim. Umursamadı. Zorla ellerinden alıp topu havaya diktim ve koşa koşa apartmana girdim. Keşfedilecek ya da icat edilecek şey bulamamanın hıncını toptan çıkarmaya çalıştım. Ben zaten hep böyleydim. Birisi, bir şey mi yaptı? Gittim sinirimi kurşun kalem kırarak çıkarttım. Birisi ters bir şey mi söyledi bana? O zaman vermediğim cevapları, evde çizgisiz beyaz dosya kağıdına yazıp sessizce okudum, sonra da sildim. Böyle böyle yaşayıp gidiyorum işte. Belki bu konuda bir icat yaparım zamanı gelince, kurşun kalemlerim de boşuna gitmez hem.

Ergenus Sapienus

Dünyanın en zor şeyi ne diye sorsalar bana, şöyle etrafıma bir bakarım ve “Ergenlik” diye cevap veririm. Ergen kafasına sahip olmak gerçekten katlanılmayacak bir durum. Her şeye bir isyan, ona buna bağırma, aşık kafası yaşama, terk edilmiş ve bundan dolayı bir daha asla hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına inanmış bir psikolojiye sahip olduğunu iddia etme falan, çok sıkıntılı şeyler bunlar.

Peki bir insanın ergen olduğunu nasıl anlayabiliriz? Aslında anlamak için çok da çaba sarf etmemize gerek yok, kendileri gösterir zaten. Örneğin; mimikler. Bir insanın mimiklerinden, o insanın hangi yaş aralığında olduğunu çıkarabiliriz. Mesela suratında meraklı bir ifade barındıran tipler genellikle çocuktur, leyleklerin kendilerini nasıl getirdiğini en ince ayrıntısına kadar öğrenmek isterler ve bunu suratlarına yerleştirdikleri o merak ifadesiyle en güzel şekilde belli ederler. Yaşlı insanların suratında ise dert mimikleri diye adlandırdığım ifadeler vardır. İşte, kaşlar çatıktır ve gözler uzaklara bakar hep. Bir ergen ise suratında hep bir nefret ifadesi barındırır. Dünyaya karşı gelir ve sizin söylediklerinizi hiçbir şekilde anlamayacağını, çünkü dediklerinizin saçma sapan şeyler olduğunu size hissettirmeye çalışır. Mesela bir ergenin suratında hep bir “Nasıl ya?” ifadesi vardır. Bu ifadede dudaklar yana doğru çekilir, gözler kısılır ve ifadeye inandırıcılık katmak için sağ el zeminle 30 derece açı yapacak şekilde havaya kaldırılır ve yan çevrilir. Böylece size “Salak mısın sen ya! Öyle olur mu o!” demek istenir. Ergenler her şeyin en doğrusunu bilir.

Bir de ergen olmanın gerektirdiği şeyler vardır. Mesela aşk acısı çekmezseniz olmaz. Hatta çektiğiniz acıları oraya buraya çeşitli cümleler yazarak göstermeniz mecburiyettir. Nasıl sözler olabilir peki bunlar? İşte ne bileyim, “Hafızama sen yerleş diye her şeyi silebilirim” ya da “Sence ona gerçek duygularımdan bahsetmelimiyim?” falan gibi. Hatta mesela son cümlede “miyim” soru eki kendisinden önce gelen kelimeye bitişik yazılmalıdır ki ne kadar karmaşık bir iç dünyanız olduğunu herkese gösterebilesiniz. Yani kafanız o kadar dalgın ki “mi” soru ekini bile ayırmayı unutuyorsunuz. Ve tabii ki o zalim insan sizi hiçbir şekilde anlamıyor. Anlamayacak da. Hem niye yaşıyoruz ki zaten değil mi size “Hey i love you too” diyecek bir insan olmadıktan sonra? O yüzden bu sözlerle birlikte aynanın karşısına geçip elinizdeki telefonda fotoğraf çekmeli ve bu fotoğrafı da çeşitli şiir dizeleri eşliğinde Facebook’a eklemelisiniz.

Ergen insan ilginç işler peşinde koşan insandır. Mesela bir filmi tersten izler , akbilini otobüse binince değil otobüsten inerken basar ya da aldığı kitabı biraz okuyup, sonra en sonuna bakar, olayı öğrenir ve sonra kaldığı yerden devam eder. dünyadaki kalıplar ona ters gelmektedir ve buna karşı çıkmalıdır. Hem bir kitap baştan sona okunur mu lan! Ne büyük saçmalık! Atlaya atlaya gitmek lazım.

Evet, etrafımdan edindiğim izlenimler böyle. Biz de yaşadık ergenlik, hatta suratım çok kötüydü bir ara, sivilce falan, iğrenç bir şey. Ama teknoloi ilerledikçe ergenlik daha da pis yaşanır hale geldi ne yazık ki. Eskiden ergen demek defterlerin arkasına “HATE” ya da otobüs koltuklarının arkasına “Çok yalnızım” falan yazmak demekken, şimdi her türlü ortamda bir isyan modu görülüyor. Birilerinin artık günümüz ergenlerini karşısına alıp “Bak oğlum/kızım, yok senin için hafızamı silerim, yok senin için dünyayı yakarım, 20 gün çıktık ama hayatımın aşkıydı o, unutamam asla onu demek falan bunlar yalan şeyler. Ne gördün de hayatını silip attın bir anda, yok ölürüm ben artık bilmem ne! Bırakın böyle saçma şeyleri de aldığınız bir kitabı insan gibi okumasını öğrenin” demeli bence. Dese iyi olur yani.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Her Gün Bir Yeni Özlü Söz

Artık fenalık geldi. Facebook’ta 50 gönderinin en az 39 tanesinde, fi tarihinde bir adamın bir anlık gaza gelişi sonunda söylediği ve ne hikmetse bunu duyan birilerinin de “Oha! Ne güzel söyledin lan!” diye düşünüp ona buna yaydığı cümleleri görüyorum. Ne kadar meraklıyız millete laf sokmaya, eski sevgiliye gönderme yapmaya ya da ona buna sataşmaya!

Eski sevgiliye, terk eden insana garip cümleler eşliğinde sitem etmek neyin kafası çok merak ediyorum. “Sen bana döneceksin, biliyorum ama hey heey bulabilecek misin beni bakalım!” falan. Nedir abi bunlar! Bunu paylaştın da ne oldu? Bu cümleyi okuyup “Hadi bakalım paylaşıyorum ulan bunu! Sen göreceksin şimdi!” diye düşünen insanların varlığı beni gerçekten korkutuyor. Ayrılmışsınız işte, hala neyin tantanası ki bu! Bu cümleleri görüp de “Ah be! Bak gördün mü hata yaptık ayrılmakla! Şimdi geri dönsem demek ki beni kabul etmeyecek!” diye düşünüp kendini hüzne veren insanlar da var mı gerçekten acaba? Ne bileyim, hani o kadar paylaşılıyor falan, bir işe yarıyor mu? Mesela şimdi eski sevgilim tutup da “Ben aştım artık her şeyi, sen kendi derdine yan! Günümü gün ediyorum. Zaten hayat kendine değer verdiğinde güzel. Çok ararsın bundan sonra beni.” falan yazsa “Bana mı bir şey dedi acaba şimdi? Allah’ım ne yaptım ben! Dertlerimle nasıl başa çıkacağım! Eyvah eyvah!” falan demem, bunları yazma potansiyeli olan birisiyle zaman geçirdiğim için krize girerim. Zaten bu tarz şeyler yazarak, paylaşarak o kişiye karşı hala içten içe bir sevgi potansiyeli bulundurduğunu gösteriyorsun ya neyse, başka bir konu bu.

Mesela bugün gördüm, bir arkadaşım paylaşmış: Bir sigara kadar olamadık be! Hem öldüreceksin, hem de vazgeçilmez olacaksın! Bu ne şimdi mesela? Bir de şu var: Ruh eşini bulamadıysan üzülme. Bu senin eşsiz biri olduğunu gösterir. Bence bunu paylaşman da eziklik gösterir. Şey kafası işte bu, “Kimse beni anlamıyor ki! Ben mükemmelim aslında ama hep yanlış insanlar seçiyorum”. Lan! Bir saçmalık yaptın, seçtin yanlış birisini de, diğer insanları yanlış yapma potansiyeli olan insanlar olarak göstermek ama bu arada da kendini yüceltmek de neyin nesi! “Kimseye güvenmiyorum, güvenimi çaldılar, artık hissizim” gibi laflar var bir de. Bu da dünyadaki en komik laflar arasında ilk 10’a girer bence. “Ben çok güvenilir biriyim ama etraftaki herkes pislik!” Evet evet çok haklısın!

Bir de etrafında sürekli kendisinin kötülüğünü isteyen insanların bulunduğunu sanan kişiler var. Bir ayar verme çabası içerisine de bu kişiler için giriliyor izlenimlerime göre. Bu tiplerin de en sevdiği söz “Mutluluğumu çekemeyenler anten taktırsın” cümlesi. Zaten bu espriyi düşünüp bulanın da Allah belasını versin. Hayatımda gördüğüm en berbat cümle olduğuna eminim bunun. Ben ilkokulda, biinci sınıftayken falan, daha kaliteli espriler yapıldığına şahit oldum. Milattan önce yaşamış bir insanların, hani o zamanlar kültürdür, şudur budur falan yok, o zamanlarda bile daha mantıklı cümleler kurabildiğine eminim. İnsanlar durup dururken böyle şeyler düşünüyor mu ya gerçekten, “Ahmet benim kötülüğümü istiyor, hemen şu cümleyi paylaşarak ona bir laf sokayım da kendine gelsin. O daha benim kim olduğumu bilmiyor” falan. Veya Ahmet, bu lafı görünce bir irkiliyor mu “Haydaa anladı ya kuyusunu kazdığımı, hemen özür dileyeyim ve düzgün bir insan olayım!” Ahmet kötüyse kötüdür zaten, sen o cümleyi paylaşarak neyin kafasını yaşıyorsun ki! Bir de bu nasıl bir özgüvendir! “Ben mutluyum ve mutluluğumu istemeyen insanlar var!” Mutluysan mutlusun işte ne güzel. Paranoyak gibi “Abi resmen mutluluğumu istemiyor ya inanmıyoruuuum!” triplerine girmenin mantığı ne? Bazı insanlar çok fazla önemsendiğini düşünüyor olabilir tabii, belki ondandır bu tavırlar.

Bir de bunları destekleyen insanlar da çıkıyor ya onlara da çok gülüyorum. “Ayh evet cnm yhaa çok haklısn” diye bir kalıp var mesela. Özlü söz hastası olan insanlarda default olarak gelen bir özellik bu cümleyi kurmak. Nerede laf sokulan bir cümle görse, anında yorum yapıyor bu cümleyi kullanarak. Sözü paylaşan kişi de “aynn” yazıyor hemen. Allah’ım çok komik ya!

Tüm bunların daha da komik olan tarafı bu hareketleri koca koca insanların yapıyor olması. Yani tamam yaş küçük olunca girebiliyorsun bu tarz işlere ama ne bileyim bir 20 yaş üstü yapmasın bunları ya! Herkes konuşurken çok büyük, her şeyin en doğrusunu görüyor falan ama yapılan hareketlere bakınca ilkokul seviyesinden öteye geçemiyoruz ne yazık ki! Hep karşı taraf suçlu, kimse kendiliğinden bir şey yapmıyor, hatta elinden gelenin en iyisini yapıyor ama karşı taraf hiçbirini anlamıyor bunların. Sonra da tabii gelsin özlü sözler, gelsin ona buna sokulan laflar.

Ne gergin bir yazı oldu yalnız değil mi? Neyse 2-3 laf paylaşayım da hıncımı çıkarayım şikayet ettiğim şeylerden. Kimse anlamazsa da lafları, bir de üstüne “Beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın” diyerek en büyük darbeyi indiririm millete. Evet. Yaparım bunu.

12 Nisan 2012 Perşembe

İsteyince Oluyor Tabii!

“Oğlum bu böyle olmayacak, bi çeki düzen vermek lazım her şeye” diyerek kalkıyorum yatağımdan. Buradaki “her şey”den ne kastettiğimden tam anlamıyla emin değilim ama aldığım kararda ne kadar ısrarcı olacağımı göstermek için önce yatağımı topluyorum. İlk adımı atarsan devamı gelir çünkü. Böyle bir inanç geliştirmişim zamanında kendimce ve bu düşünce var aklımda şimdi. Ne zaman gerçekten öyle oldu, ben ilk adımı atarak startını verdiğim şey ne zaman güzel bir şekilde sonuçlandı, bunu biraz düşünmeye başlıyorum topladığım yatağımın üzerine oturup. Galiba bu konudaki en somut örneğim, gece yatmadan önce “Yarın şu saatte kalkayım” diye düşünüp, bu amacıma ulaşmak için de ilk adımı atarak telefonun alarmını kurmak. “O kadar da acınacak halde değilmişim” diye sevinip yatağımdan kalkıyorum, yatağın bozulan yerlerini de tekrar düzeltiyorum, bugün çok kararlıyım çünkü, her şey süper olacak.

Okula giderken otobüsün en güzel yerine oturuyorum, metrobüste oturabilmek için kalabalığın biraz dağılmasını bekliyorum ama kalabalık gittikçe artıyor, “Madem bu kadar bekledim, oturabileceğim bir metrobüs gelmeden binmeyeceğim işte hiçbirine” diye düşünerek işleri yoluna koyma konusunda inanılmaz bir şekilde inançlı ve inatçı olduğuma kendimi güzelce ikna ediyorum. “Ayakta gidecek olsaydım, en önce gelene binerdim zaten, ne diye bu kadar bekledim, salak mıyım neyim!” gibi çıkarımlar yaparak biraz sinirli, biraz da dengesiz gibi imaj uyandırsam da moral bozmak yok bugün, birazcık daha bekleyip önümde duran metrobüs kapılarını açınca affedersiniz ama dana gibi atlıyorum içine. Oturuyorum ve bir amacıma daha ulaştığım için gülümsüyorum. Hayata dair böyle küçük amaçlarım var ve bunlarla mutlu olmaya çalışıyorum.

Okula gidip sınava giriyorum ve aklımda kalan cümleleri kâğıda döküyorum. “Bence bu kadar yeterli, 100 almayıvereyim ne olacak!” diyerek kâğıdı teslim ediyorum. Evet, bu düşünce her şeye çeki düzen verme kararıyla biraz çelişiyor ama kendime bu kadar yüklenmemem de gerekiyor daha ilk günden. Bir de hedeflerin gerçekçi olması gerekiyor. 100 almak beni aşar. En son ne zaman 100 aldığımı hatırlamıyorum.

Geçen hafta girdiğim finalin kâğıdına bakmak ve çok umrumda olmasa da nerelerde yanlış yaptığımı görmek için hocanın ofisine doğru yola koyuluyorum. Hiçbir zaman yaptığım bir şey değildi bu hareket ama işte düzenli bir hayat lazım düşüncesi falan derken kendimi hocanın ofisinin önünde buluyorum. Kâğıdımı bana uzatan hoca, puanıma bakarken “Bak isteyince ne güzel oluyormuş!” gibi bir cümle kuruyor. Orada bulunanlar bugüne kadar keyfimden ders tekrarı yaptığımı, derslerden kalmaktan inanılmaz bir zevk aldığımı düşünmüş olabilirler. Hafif sırıtarak atlattığımı sandığım bu dalga, hocanın “Birisiyle mi çalıştın?” sorusuyla daha da şiddetleniyor. Hoca benim bir idiot olabileceğimi düşünüyormuş ve bu puanı almamın anca başkalarının yardımlarıyla olabileceğine yüzde yüz eminmiş gibi gözüküyor bu soruyu sorarken. “Yoo, kendim çalıştım” diyorum. “Kendin çalışınca da oluyor yani!” diyerek geliyor hoca. Gün içinde en çok kullandığım kelimeyle cevap veriyorum: Evet. Hayır demeyi bir gün öğrenmem lazım ama şimdi sırası değil. “Hayır, kendim çalışınca da olmuyor” dersem kendime sakladığım bazı bilgileri başkalarının da öğrenmesine neden olurum. İnsanın bazı şeyleri sadece kendisinin bilmesi gerekiyor. Hayattan öğrendiğim sayılı bilgiler arasında bir de bu var işte.

Okuldan çıkıyorum, eve doğru yola koyuluyorum. Çalışmam gereken sınavlar var daha. Peki çalışacak adam var mı? Sanırım yok. Ama sabah aldığım kararlar neticesinde ders çalışmak isteyen bir insan yaratmalıyım kendimden. Kendimden bir çok şey yaratmak istesem de ne derece başarılı oldum bugüne kadar, büyük bir merak uyandırıyor bu bende aslında. Mesela küçükken bir gün Susam Sokağı izlerken, kendimden Minik Kuş yaratma istemiştim ama olmadı tabii. Hayal kırıklıkları yaşamaya böyle saçma bir şeye kalkışıp sonunda başarısızlığa ulaşarak başladım. Kötü bir başlangıç olmuş aslında. Minimum seviyede çalışan bir beynim varmış sanırım 4-5 yaşındayken. Galiba şimdilerde birazcık daha fazla çalışabiliyor canı istediğinde. Yani bir sürü saçmalık yapsam da bir yerden sonra “Dur be oğlum ne yapıyorsun!” diyebiliyorum İş işten geçmediyse eğer, toparlamak kolay oluyor dağıttıklarımı. Hazır bu sabah da “Her şey çok güzel olsun lan, böyle süper falan olsun” diye bir karar almışken dağılanları da toplamaya başlasam mı? İsteyince oluyormuş ya zaten!

Not: Bu yazıyı ocak ayında yazmışım sanırım, bilgisayarı karıştırırken buldum. Evet, arada bilgisayarımı karıştırırım ben ve “Oha bu fotoğrafı ne zaman çektirdim de buraya attım?” ya da “Aa böyle bir şey yazmışım ben” gibi tepkiler verip kendi kendimi şaşırtırım. Neyse. Niye yayınlamadığımı bilmiyorum bu yazıyı. Neler yazmışım diye baktım şimdi bulunca. İçten gelen bir “Ee değişen bir şey yok ki!” tepkisiyle şimdi yayınlamaya karar verdim. Bir de “Oh beleş yazı bulduk” falan diye sevindim. He bir de startını verip de başarılı bir sona ulaştırdığım bir şey yok hala. Evet.

6 Nisan 2012 Cuma

Kutu Kola

Herkes evleniyor ya! Facebook’ta durmadan ilişki durumları değiştiriliyor falan, “o bununla evlendi; şunlar nişanlandı; ötekiler de sözlenecek, aileler tanıştı, dur bakalım olacak galiba, hayırlısı artık” tadında. Eskiden 15-16 yaşında evleniyormuş ya insanlar, bu duruma karşılık olarak çoğu kişinin dediği şey de “Ee artık zaman değişti, öyle evlenilmez hemen!” falan. Böyle bir şey duyunca sanki etrafındaki herkes 55 yaşında evlenecekmiş gibi düşünüyosun ama ilkokulda birbirinizin koluna kalem batırdığınız adamın çocuğu bile olduğunu görünce bir afallıyorsun tabii. “Galiba büyüdük” falan diyorsun.

Büyüdüğüne inanmak zor oluyor ama bazen. Yanında ağlarken, yaşadığı sorunu çözmek için bulduğu ve o an kendisine çok mantıklı gelen tek çözüm “Öğretmene şikayet” olan arkadaşının, büyüyüp de elektrik ve su faturalarını son ödeme tarihi geçmeden yatırması gerektiği gibi bir sorumluluk alabileceğine ya da daha da önemlisi evine ekmek götürmesi gerçeğiyle başa çıkabileceğine inanamayabiliyorsun. Çünkü daha dün yerden yüksek oynayıp dana gibi birbirinizin peşinden koşuyordunuz. Ne zaman büyüdünüz oğlum bu kadar! Ya da aynı yaş aralığında bulunduğunuz bir akraba evlenince de ilginç geliyor insana. Gün yapıyordu anneleriniz ve siz orada önünüze konan böreği zorla yerken, kafanızda çay içildikten sonra nasıl bir oyun oynamanız gerektiği fikrini netleştirmeye çalışıyordunuz.

Aslında evlilik falan çok uzun bir süreç değil mi? Önce birisini beğeneceksin, onunla sevgili olmaya çalışacaksın. Bu çaba içerisine girmişken, kendini süper göstereceksin ister istemez, karşı taraf da bunu yapacak, onun mükemmel taraflarının ne olduğunu dinleyeceksin, hiç kimse kötü değildir zaten. Kendinden ödün vereceksin. Verdiğin bu ödünlerin karşındaki insan tarafından anlamsızca kullanılmamasını dileyeceksin içinden. Alttan alacaksın. Naz çekeceksin. Tüm bunların karşılığında “Ya ben seni sevmiyorum ya, ne bileyim, bir şey hissetmiyorum yani” gibi bir cümle duymazsan, sevdiğiniz filmlerden, müziklerden, yemeklerden ortak bir şeyler bulup kendinizi birbiriniz için yaratılmış insanlar olduğunuza inandıracaksınız ve “Sevgili olmak için ne duruyoruz ki, bence olalım yani, hayır beklemeye gerek yok” gibi düşünceler eşliğinde adım atacaksınız bir şeylere. Birlikte zaman geçirdikçe de bir şeylere “adını koymak” gerekliliği hissedilecek eğer işler yolunda giderse. Söz kesilecek, nişan olacak. “Nişan bohçası hazırlamak” gibi bir fiil olduğunun farkına varacaksınız. İlginç akrabalarla tanışılacak, saatler süren geyiklere tahammül edilecek ve sonunda “Evet” diyip evleneceksiniz. Sonra da bu “Evet”i herkesin içinde göbek atmaya zorlanarak kutlayacaksın. (Bence bu işin en çirkin tarafı burası)

Bütün bunları düşününce tüm arkadaşlarıma hayret ediyorum. Ne zaman yaptınız bütün bunları? “Niye yaptınız?” diye sormayayım şimdi, ayıp olur ama ne bileyim daha kaç yaşındayız ki! Yani yaşımız “çok” boyutuna geldi mi? Gerçi bu yaşla ilgili muhabbeti geçen gün Mustafa’yla beraber yaptık ders çalışırken gecenin köründe. Facebook’ta check-in yapıp “Benim bu yaşta, bu saatte, burada ne işim var!” yazmıştım hatta o akşam. Biz de bunun üzerine “Valla ya evimizde olup ‘Hanım bi çay getir be’ demeliydik, çay içerken o gün televizyonda hangi dizi varsa onu seyretmeliydik ve çizgili pijamamızı giyip uyumalıydık saat 11’de” gibi laflar söyleyip şakalar, komiklikler yaptık kendimizce. Şaka maka 25 yaşımıza geldik ve millet hayatını yoluna koymuş sayılırken, ben daha yoklamalarda “Buradayım, evet, ben” falan diyorum, hatta bazen bunları İngilizce bile söylüyorum “Bu yaşımıza boş gelmedik, öğrendik bir şeyler” anlamı çıksın diye, ya da sınavda lazım olur diye okula giderken durmadan öğrenci kimliğimi kontrol ediyorum. (Obsesifliğim var, evet) Tabii bu yaşa kadar da “Ooo benim senin yaşındayken 4 tane torunum vardı” gibi abartılı cümleler duymaktan da geri kalmadık, sanki bünyede “her şeye geç kalmış” imajı uyandırılmak isteniyormuş gibi.

He gerçi içinde bulunduğum durumdan keyif almama gibi bir şey söz konusu mu? Çoğu zaman değil aslında. Yani hala birisi çıksa dese ki “Olum kola kutusu ezdik, hadi deli maç yapıcaz, koş” falan, hiç öyle “Çeyrek asırdır yaşıyorum, kola kutusu mu kalmış, gelin de yaşımıza uygun davranalım ve geleceğimizi nasıl ve kimlerle inşa edebiliriz, onu tartışalım” gibi laflar söylemem ve affedersiniz ama ayı gibi koşarım o kutunun peşinden. Kola kutusunun ezilince bir kenarından pırtlayan keskin köşesinin ayakkabımı çizmesine de hiç aldırmam, yine vermeye çalışırım falsoyu o metal yığınına, yine çoşarım gol olunca.

“Çocuk ruhluyum ben hehehe”anlamı da çıkmasın direkt olarak buradan aslında. Çoğu zaman en basit işleri yapmaktan kaçınacak kadar yorgun hissettiğim oluyor kendimi. En basiti, mesaj göndermek mesela. İnsana mesaj göndermek zor gelir mi? Evet, geliyor işte bazen. İlla cevap vermem gereken bir mesajsa da mesajı yazarken üşengeçlikten kelimeleri kısaltıp, işte sesli harfleri falan atıp, iyice ergen moduna bağlanmaktan korkuyorum. “hee tmm bn de glyrm ztn. hadi öpt grşrşz.” yazdığımı düşünsenize! Ya da “hiç ya npym işte, otryrm, sen npysn?” falan. Açıklamazsın da kimseye üşendim tuşlara basmaya diye. Bu da itiraf gibi oldu; kimse kişisel olarak üzerine alınmasın, kimseye gıcık olduğum falan yok ama evet, bazen üşenip mesajlara cevap vermediğim oluyor. Oh, söyledim de rahatladım! Hatta şunu da söyleyeyim yorgunluk ve üşengeçlik boyutum daha net anlaşılsın: Telefonumu şarj etmiyorum. Çünkü şarj aleti arayıp onu prize takmak zor geliyor. Nasıl bu moda girdiğimi anlatmayacağım ama burada. Sadece bazen mesaj gönderecek ya da telefonu şarj olsun diye prize takacak gücü o an için size verecek bir şeyleri ya da birilerini bulamıyorsunuz hayatınızda. Hepsi bu işte.

Evlilik muhabbetiyle girdim konuya, nerelere geldim! “Üşenmeden geyik bir yazı yazayım ben şimdi” diye düşünüp oturduğum bilgisayar başından böyle ciddi bir yazıyla kalkacağımı hiç beklememiştim oysa ki. Evlenen, evlenmek üzere olan, nişanlı, sözlü, sevgisili olan arkadaşlarıma mutluluklar dileyip tamamlayayım yazıyı ve kola kutusuyla maç yapma tekliflerini beklemeye başlayayım.

Küçücük Şeylerle Mutlu Olmanın Peşinde

“Dur lan poğaça alayım şuradan, bir de çay yaparım eve gidince, böylece kendime mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlarım, kahvaltı keyfi yaparım, ohh ne güzel lan! Hayat bu işte!” düşünceleriyle pastaneye giriyorum. Bir adet poğaçadan “Hayatın güzel yanları da var” sonucuna varmam, biraz sığ bir insan olduğumu gösterecekse ve hakkımda “Ulan bir poğaçayla bile mutlu olabiliyor, kerizim benim!” cümleler kurulmasına neden olacaksa da o anki psikolojiyle bunları umursayacak boyutta değilim. Poğaçaya susamış bir arsız gibi davranıyorum ve poğaçaların bulunduğu bölgeye doğru atağa kalkıyorum. “Buyrun” diyen bir abi karşılıyor beni. Bir de sırıtıyor.

Önümde iki tane seçenek var. Ya peynirli poğaça alacağım ya da bana göre sade, abiye göre sadeli. Hayatım adına çok ciddi bir karar alacakmışım gibi önümdeki 3-4 poğaçaya bakıyorum. Kenarda köşede unutulmuş başka bir poğaça çarpıyor gözüme. “O neli?” diye soruyorum. Adam üzgün bir ifadeyle “Mısırlı” diyor, “Ama patlaşmış mısırlı”. “Hımm” diyorum. Gerçekten bilmem gereken bir şeydi bu. Ama abinin yüzüne de bir hüzün çöküyor aynı anda. Sanırım o poğaçayı kendine saklamıştı ve etrafı gözlem yeteneğim sayesinde onu fark etmemle birlikte yeterince huzursuz oldu. Hayatında herhangi bir şeyle ilk defa karşılaşan insan, sonunda ne olursa olsun merak duygusuna yenik düşer ve o şeye sahip olmak ister. Mısırlı poğaça fikri aslında bana çok da mantıklı gelmese bile sanki o güne kadar ana yiyeceğim mısırlı poğaçaymış da bugün de yemezsem hastaneye kaldırılırmışım ve sevenlerimi çok üzermişim gibi endişelenip “Tamam, alıyorum onu” diyorum. Sanki mısırlı poğaçayı ne yapacaksam!

Abi vaktim varsa çay ısmarlayabileceğini söylüyor. Bir adet pastane çalışanı ile çay içme fikri hiç hoş değil. Çay tekliflerimin de hep bakkal çakkaldan gelmesi ayrı bir sıkıntı zaten. Esnaflarda beraber çay içme isteği uyandıran bir kişiliğim var sanırım. Vergiden, stopajdan falan da anlamam ama hep bir çay ikram etme ve biraz oturup dertleşme hissi oluyor yurdum esnafında beni görünce. Bütün gün evde otursam kimse de arayıp “Erdem gel bir çay, kahve içelim” demez; ne zaman ekmek almaya inerim aşağıya, bakkal elinde bardakla bekler. Çay kaşığıyla bardağa vurup çeşitli melodiler eşliğinde beni karşılamasına ise hiç girmiyorum şu an burada.

Çay teklifini kibarca reddediyorum. Abi bu sefer şakacı kişiliğini ortaya çıkarıyor ve “Bira, şarap, viski olur mu?” diye soruyor. Nereye varmak istediği hakkında gerçekten bir fikrim yok ama yine de “Valla olsa iyi olur aslında” diyorum. “Neden?” diye soruyor. Özel hayatımı bu meraklı beyefendiye açacak değilim. “Ehehehe” diye salak bir gülüşle geçiştirmeye çalışıyorum durumu. “Ne oldu? Söyle!” diyor. Müşterisini bu kadar sahiplenen ve ne olursa olsun hep onu destekleyecek olan bir iş yeri sahibini de ilk defa görüyorum. “Yok bir şey abi, ne olsun ya!” diyorum. “Gözler öyle demiyor ama” diyor. “Abi manyak mısın sen ne diye gözlerimin içine bakıyorsun? Ben bile bu kadar incelemiyorum kendimi aynada!” demek istiyorum ama artık dışarıdan nasıl gözüküyorsam ve bu halim adamı ne kadar çok üzüyorsa; kafamı kaldırdığımda küçük ve içinden peynir fışkıran poğaçamsı bir şey görüyorum. “Al bakalım, ikram” diyor. Mal bulmuş mağribi gibi adamın uzattığı şeye saldırıyorum. Sezercik’in zamanında bir filmde lahmacununun yarısını koparıp verdiği çocuk bile bu kadar sevinmemişti. Adam, suratımda gördüğü ifadeyle birlikte elimdeki şeyi çekip alıyor ve kese kağıdı gibi bir şeye az önce uzattığı şeyden birkaç tane daha koyup bana uzatıyor. “Hadi al bakalım, evdekilere de götürürsün” diyor. Suratında mağrur bir ifade var.

İşimi tamamlayınca (para üstünü falan alınca yani), abi arkamdan sesleniyor ve elimdeki poşeti işaret ederek “Bir şey takma kafana. Çok düşünmeyeceksin. Olmuyorsa olmuyor yani. Unutma ki insanı asıl mutlu eden şeyler, küçücük şeylerdir” diye bir şeyler söylüyor. “Ne ima etti lan şimdi bu?” diye düşünüp dik dik bakıyorum suratına kapıdan çıkarken.

Soğuk

Her gün aradım onu – ne yazık ki, başkaları gibi durmadan yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. Yani, demek istiyorum ki, bu kadını hiç olmazsa bir hafta filan aramayacak kadar küçük bir uğraşım olsaydı. Çünkü, efendim, anladı sonunda kendisinden başka ilgilenecek bir şeyim olmadığını.

Oğuz Atay – Korkuyu Beklerken


11:27 idi saat uyandığımda. Son günlerde uyku düzeni diye bir şey kalmadığı için bu saate kadar uyuyabilmeme şaşırmakla geçirdim birkaç saniyeyi. Bir gün gece 2’de yat, sabah 5’te kalk, diğer gün sabah 5’e kadar bekle, sonra 8’de uyan şeklinde garip bir yaşam formu geliştirdim ve bunları yaparken, sağlıktır, düzenli bir hayattır falan hiç aklıma getirmiyorum. Yataktan doğruldum, kahvaltı etmek istemedi canım, ölüyü diriltecek kadar koyu bir kahve yapmak ise o an için çok mantıklı geldi bana. Migren hafif hafif kapıyı çalıp misafir olacağını hissettirirken, bir hazırlık yapmamak kendisine karşı çok ayıp olurdu. Misafire ikram önemlidir çünkü bizim kültürümüzde. Kahveyi doldurduğum koca kupayı elime alıp odama geçtim yine. Perdeyi aralayıp kar yağıyor mu diye bir kontrol ettim. Amaçsız bir hareketti. Sonra kitaplığın önünden geçerken gözüme Oğuz Atay takıldı. Korkuyu Beklerken. Kaç kere okudum bu kitabı kimbilir. Yatağıma oturdum, rastgele bir sayfa açtım. “Geç kalmıştım. Burada paslanıp gidiyordum; hafızam paslanmaya başlamıştı bile. Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim.” yazıyordu önümde. Kendime duymadığım saygıyı Oğuz Atay’a duyuyorum.

Kahvemden bir yudum almaya çalıştım ama sıcaklığı ürküttü beni. Sıcakla işim olmuyor hiç. Zaten soğuk bir insanım, en azından çayı, kahveyi sıcakken içip ortalama bir hayat sürdürebilirdim belki. Sıcakken güzel olurmuş onları içmek, yoksa tadı kaçarmış, bir şeye benzemezmiş. O yüzden hemen içmek gerekirmiş. Böyle şeyler duyuyorum hep. “Çayını soğutmadan iç” var bir de mesela. Neyi soğutmuyorum ki! Acaba bir gün soğutmadan içebilecek miyim bunları? Daha iyi olabilecek miyim? Keyif alarak yapmak lazım tabii her şeyi. Buz gibi olunca bir anlamı yokmuş. Soğuyan şeyi tekrar ısıtmak da çok iyi bir çözüm değil zaten. Soğudu bir kere. Eski haline dönmesini bekleyemezsin ki. Ben bile soğuyunca bir şeyden, hevesim kırılınca falan, bir türlü eski halime dönemezken; bir kupa dolusu çayın, kahvenin tekrar ısındıktan sonra sana nasıl keyif vermesini bekleyebilirsin ki zaten? Saçma yani. Sıcakken içmeliyim bugün kahveyi o yüzden. Belki bir şeyler değişir, başkalarının aldığı keyif neymiş, onu görürüm.

Gözlerimi sımsıkı kapatıp sıcaklığa aldırmadan içtim kahveyi. Gözlerle ne alakası var halbuki bu durumun değil mi? Bir şey içiyorsun ama gözlerle tepki veriyorsun. Değişik bir şey. Hep aynı ortamı görmekten sıkılmış olan gözlerin farkındalık peşinde koşmasından kaynaklanıyordur belki bu durum. İşte sol tarafımda kitaplık var, önümde bilgisayar, karşı duvarda dolap ve sağ tarafımdaki duvarın en dibinde de pencere. Değişiklik olsun diye poster asmıştım duvara geçen gün ama onu da pek önemsemedim sonra. Değişikliklere hazır değilim herhalde. Her şey alıştığım gibi gitsin, yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. O yüzden kahveyi de soğuk içeyim yine. Yandım zaten içince onu da. Acı çekeceğime hiç tat almam daha iyi. Yine dalarım kitabıma, unuturum onu bir köşede. Ne zaman bana bir sürü şey düşündürecek olan bir cümle okuyup da kafamı kaldırdığımda görürsem kahveyi, o zaman içerim işte.

Abarık Kahve Bağımlısı

“Uykum geldi, dur ben bi kahve içeyim”, “Başım mı ağrıyacak ne, kahve içeyim”, “Off çok yoruldum, kahve içmeliyim”, “Muhabbet falan, bi kahve iyi gider şimdi”, “Mutlu muyum ne, kahve yapayım”, “Ders anlatacağım, kahve içeyim”, “Ders dinleyeceğim, bir kahve alayım”, “Kahve içeyim”, “Kahve, evet”. Bunlar gibi bir sürü cümle kurarak her daim kendimi kahve içmeye razı etmek için çabalıyorum. Aslında artık öyle bir boyuta geldi ki bu kahve bağımlılığım, herhangi bir çabaya bile gerek kalmıyor çoğu zaman. Uyanıyorum, gözlerimi “plonk!” gibi bir efektle açıyorum ve aklıma gelen ilk şey kahve oluyor, gün boyunca da o kahve fikri bir türlü gidemiyor aklımdan.

Çocukken çok kandırılmaya çalışıldım; “Kahve zararlıdır”, “Kahve içemezsin sen, yaşın tutmaz”, “Bıyıkların çıkar, koca adam gibi olursun”, “Vallahi ölürsün onu içersen; bizim bir komşunun oğlu bir yudum içti kahveden anında ‘küt!’ diye gitti” gibi cümlelerle insanlar aramıza girdi hep kahveyle. “Yaşın tutmaz” olayı çok komik zaten; kahve lan alt tarafı, öyle nükleer bir reaksiyon gerçekleştirmiyor ki bünyede elektron kopsun, proton zıplasın da miden ışıma yapsın falan. Bu bahaneyi pek yemiyordum ama “Bıyıkların çıkar” lafı biraz korkutuyordu beni. Düşünsene; boyun daha 1.15 ama bıyıklısın. Ürkütücü bir görüntü. Bakkaldan traş bıçağı alıyorsun, iki günde bir girişiyorsun suratına koca adam gibi. Zaten dünyadaki en korkunç şey de koca adam tipli çocuktur bana göre. Ayrı bir korkutma potansiyeli var bu tiplerin. Sanki her an olay çıkaracak, evini dağıtacak, seni yerinden yurdundan edecekmiş gibi. Kısacık boyu var ama sana istediği her kötülüğü yapabilirmiş ve sana acıdığı için kılına dokunmuyormuş gibi. Benim tombulumsu bir suratım vardı küçükken, bu yüzden bıyıklı da olsam koca adam tipli gibi değil de hormonal bozukluğu olan bir ucube gibi gözükürdüm mesela. Bu bıyık gerçeği ve yaratık gibi gözükme korkusu yüzünden bir dönem kahve görünce koltuk ya da masa altına saklandığım da oldu “İstemiyorum bıyık, kahvenizi de istemiyorum, neyin peşindesiniz!” diyerek.

Bir yudum kahve içtiği için ölen çocuk yalanına da kimse inanmamı beklememeliydi mümkünse. Neydi ki bu postmodern bir intihar şekli mi! (Tabii o zamanlar bu durumu böyle entel dantel cümlelerle değil, daha sığ olacak şekilde “Ya bence ölmemiştir, öldüyse de kahve içeceği ana gelmiştir ölüm, başka bir şeyden olmuştur o yaa, kahveden değildir bence, biraz imkansız geliyor çünkü bana bu” gibi cümleler kurarak eleştiriyordum) Ya bir de bu nasıl psikopatça bir düşünce eseridir ki ufacık çocukları böyle korkutursunuz! Alt tarafı iki kaşık fazladan kahve atılacak diye ölüm falan te allam! Yazıktır, bırakın içsin işte. (Atarlı genç oldum bir anda)

Bir de kahveden keyif alma olayı var. En keyifli an ayaklarımı uzatıp Boğaz’a karşı içmek oluyor benim için. Evde olunca da bu keyif olayını başka şeylerin peşinde koşarak çıkarıyorum, sonuçta odandasın ve duvarlara bakıp çok da eğlenme ihtimalin yok. O yüzden kahve yapacağım zaman “Kahvemi nasıl hazırlasam acaba? Brezilya kahvesi mi yapsam filtre kahve mi yoksa Kenya kahvesine mi bir şans versem ne yapsam?” gibi otantik düşünceler beliriyor kafamda. Bunların hayalini kurarak keyif almaya çalışıyorum işte çok önemli bir insanmışım da her gün bir kupa Brezilya kahvesi içmeden kendime gelemiyormuşum gibi davranıp. He yine gidip bildiğimiz nescafe yapıyorum, sade, şekersiz, acı bir şey.

Uykum da kaçmıyor bütün gün kahveye abandığım halde. Bir yerden sonra vücut bu abarıklığıma alıştı herhalde, herhangi bir tepki vermiyor. Bir de mutlu olunca daha da çok sarılıyorum kahveye. Son birkaç gündür farkındayım bunun da. Sonra yüz bulup veriyorum kendimi hep kahveye, yine kahveye. Şimdi yazıyı bitireyim, bir kahve yapayım, bir de şarkı açıp dinleyeyim:
Ben her zaman böyle, ben böyle vesaireeeee…

http://www.youtube.com/watch?v=PtSrIsg7ALk

18 Şubat 2012 Cumartesi

Sarışın Erdem

“Bir günü daha bitirdik. Hayat işte, su gibi akıp geçiyor, daha dün üç yaşındaydım ben, ne zaman bu yaşa geldim de kendi kendime minibüs bekleyebiliyorum! Hayret edilecek bir şey!” diye bir akşam vakti derin düşünceler içine dalmışken yanıma bir abi yaklaşıyor. İlk söylediği şey “gogwoıngaspfnq” gibi bir cümle. “Efendim?” diyorum. “ksdgıwnsgwe giden minibüs buradan mı geçiyor?” diye soruyor. Gözlerimi kısarak “Nereye?” diye bir soru da ben yöneltiyorum. Gözleri kısmak size söylenen şeyi anlamadığınızı göstermek için yapılan bir eylem. Abi gideceği yeri açık adres vererek anlatmaya başlıyor, fakat bahsettiği sokaklar hakkında hiçbir fikrim yok. “Keşke yolda giderken sokak isimlerine baksaydım, anca dana gibi yerlere bakıyorum, hayatın bu küçük detaylarını kaçırıyorum” diyerek hüzünleniyorum. Adamın gideceği yeri bu kadar açık bir şekilde anlatmasına rağmen hala “Bilmiyorum yaa” dersem kendisine karşı çok büyük saygısızlık yapmış olurum. O yüzden sanki gideceği yeri çok iyi biliyormuşum da bir anlık dalgınlığıma gelmiş ve az önce hatırlayamamışım fakat şu an kendimden ve oraya gidecek minibüsten süper bir şekilde eminmişim gibi davranıp “Hee! Tamam, tamam burada bekle abi” diyorum. Adamın suratında yine de bir kararsızlık görünce yaklaşık on saniyedir yanımda olmasına rağmen bana deli gibi güvenmesini umarak “Ben de o minibüse bineceğim zaten” diyorum. Bazen böyle içinde bulunduğum an içinde insanlığa hiçbir yararı olmayan ipe sapa gelmez cümleler kurabiliyorum.

Adam sigarasını yakıyor ve bana dönüp “Memleket neresi abi?” diye soruyor. Sokak lambalarının da altında olduğumuz için karakolda ifade veriyormuş gibi hissediyorum kendimi. “İstanbul” diyorum. Şöyle bir süzüyor beni ve “Nasıl ya!” diye hayret ediyor. Ayağımdaki botlara falan bakarak İstanbullu olamayacağımı düşünmüş olmalı. Bildiğin bot halbuki. “Öyle birkaç kuşaktır İstanbulluyuz işte” diyorum. “Ben seni uzaktan bakınca Samsunlu sandım” diyor. “Sarışınlık da var, Samsunlular da böyledir” diye devam ediyor. Daha önce uzaktan bakılarak herhangi bir şehirde doğmuş olabileceğime karar verilmemişti. İnsanlar garip şeyler düşünebiliyor demek ki benim hakkımda. Sarışın olma mevzusu da yeterince ilginç zaten, sarışın olduğumu iddia edebileceği tek veri elimde minibüs şoförüne vermek üzere tuttuğum sarı 5 lira. “Lan yüzüm gözüm sapsarı ve hasta mı oluyorum da adam bu gerçeği can acıtıcı bir şekilde söylememek için böyle ilginç işler peşinde koşuyor?” diye düşünüp ateşim var mı diye bakıyorum. Migren dışında bir sıkıntım yok gibi gözüküyor.

Ben böyle salak salak hasta olup olmadığımı anlamaya çalışırken ve adam da yanımda yüksek yüksek binalara ilginç bakışlar fırlatırken binmemiz gereken minibüs ışık hızına yakın bir şekilde önümüzden geçiyor. Abi inanılmaz bir stres yüklenerek “Laaan biz buna binmeyecek miydik!” diye haykırarak kaçırdğımız minibüsün peşinden koşmaya başlıyor. Beni arkasında unuttuğunu fark ederek bir an için geri dönüyor ve “Koş koooooş!” diye bana sesleniyor. Ben de sanki hayatım boyuna birisinin bana “koş” demesini beklemiş ve o fırsat şu anda ayağına gelmiş biri gibi davranarak adamın peşinden koşmaya başlıyorum. Annem “Şu kıyafetlerini kaldır mısın şuradan?” dese “Tamam yeaa mamam yeaa” diye tepkiler veririm ama elalemin adamının dediği şeyi hiç tereddüt etmeden yapmaya başlıyorum. Şimdi iki adam son sürat giden bir minibüsün peşinde avare gibi koşuyor. Abi minibüsün şoförünün dikkatini çekmek için arada ıslık falan çalıyor, en sonunda “Kaptaaan!” diye bağırıyor. Hayatımda bir minibüse binebilmek için bu kadar kendinden geçen bir adam görmemiştim! Bütün Beylikdüzü halkına yeterince rezil olduktan sonra minibüsü yakalayamayacağımızı anlayan abi duruyor ve “Ee gitti artık” diye bir çıkarım yapıyor. O duruyor diye ben de duruyorum. Pavlov’un köpekleri gibiyim. Otur, kalk, koş, koooooşş; ne dense yapıyorum.

“Neyse gitti o artık, başka bir strateji geliştirelim” diyen adam bu konularda uzman gibi. “Kaçan minibüsleri ve otobüsleri nasıl dize getiririz?” başlıklı bir tez hazırlamış olabilir. “Şimdi şuradan gidelim ve o arabaya binelim” diyor. Tabii ki bu fikre karşı çıkmam düşünülemez. O an yanımda kim olursa olsun her dediğini yapacak gibi davranıyorum, hayatımın en uysal anındayım. Ve daha önce hiç görmediğim bir adamla iki kafadar gibi yola koyuluyoruz. Amacımız bir alt yola gidip kaçırdığımız minibüsü yakalamak. Yolda futbol hakkında yorumlar yapıp, biraz da ülkenin başındakilerini kötülerken ileride binmemiz gereken minibüs gözüküyor ve ben laf anlatırken, abi beni takmadan yine koşmaya başlıyor. Ben de düğmesine basılmış gibi yine koşmaya başlıyorum. Manyak gibi koşuyoruz bu akşam. Minibüs yine gidiyor.

Bu sefer de bir alt yola daha inerek minibüsü orada yakalabileceğimizi ileri sürüyor abi. Beylikdüzü’nün bütün ara sokaklarını kendini bilmez bir şoför yüzünden arşınlıyoruz. En sonunda bir yerde durmaya karar veriyoruz ve “Minibüs gelecekse buraya gelsin, ne bu böyle!” serzenişleri ile atarlanıyoruz. Başka bir minibüs geliyor bu kez ama abi çok kalabalık olduğu için buna binersek sıkış tepiş gideceğimizi belirtiyor ve buna değmeyeceğini ekliyor. “Ulan ne diye ayı gibi koştuk o zaman insan gibi bekleseydik yerimizde diğer gelecek arabayı!” diye kızmak istiyorum ama sesim çıkmıyor. Abi karar alıyor, ben uyguluyorum. Hep böyle oluyor bu; karar alanlara arkalarından bakıyorum, hatta yeri geliyor sarışın oluyorum...

Adeta Bir Pikachu idim Elektrik Saçan

Cozurt diye bir ses geliyor sandalyeye oturunca ve bu sesin kaynağı vücutta bir irkilme yaratıyor. “Noluyo yaa!” diyerek etrafa bakınıyorum ama görebildiğim bir şey yok. Kendi kendime çeşitli reaksiyonlar yaptığımı ve dünyaya karşı olan kayıtsızlığıma karşı kendimce bir tepki oluşturduğumu sanıyorum. Sonra bir kere daha geliyor bu cozurt sesi, sonra bir kere daha. Ona buna ciyuuv ciyuuv diye ışın, şimşek falan fırlattığımı zannediyorum artık.

“Galiba çok gerginim, biraz yalın ayak yürüsem de negatif enerjimi toprağa mı versem, sonra nötr nötr dolaşırım, ohh mis!” gibi bir düşünceyle başımdaki bu derde bir çözüm bulmaya çalışıyorum. Fakat iş yerinde yalın ayak baldırı çıplak bir şekilde dolaşmak çok hoş olmaz. Bir de “Nerede ne kadar elektrik varsa hepsini atayım üzerimden o yüzden dizime kadar da sıvayayım paçaları” diye bir düşünce geliyor aklıma ama böyle devam edersem elime leğen alıp dere kenarına giderek çamaşır yıkamaya gitmekten korkuyorum.

Üzerimdeki elektriği yere verebilecek durumda olmadığım için bende gerginlik yaratan şeylerin sebeplerini bulup olayı kökten halletmek istiyorum artık. Ne olmuş olabilir de ben bu kadar gerilmiş olabilirim? Uzun bir süre düşünüyorum; fakat aklıma gelen tek şey, geçen hafta Fenerbahçe’nin bizi 2-0 yenmesi. (Bu kadar sığ bir şekilde gerilmem beni biraz daha sinirlendiriyor.) Yediğimiz her gol nerede elektron varsa üzerime salmış olmalı. 1-2 gol daha yesek hidroelektrik santral olarak kullanılıp vatana millete yararlı bir evlat olabilirmişim. Beşiktaş gol yemedi diye bu kadar üzüleceğimi hiç tahmin etmemiştim. Enerji saçıyorsun etrafa çünkü, önemli bir şey bu. Ev soğuk mu, kombiye dokun çalışsın; karnın mı acıktı, ocağa elektrik ver falan…
Aslında küçükken elektrikle hiç işim olmadı, yani öyle prize çatal sokup “Noluyo lan acaba buraya bunu değdirince?” diye düşünmedim hiç. Zaten çocukken bilimle ilgili en karmaşık düşüncem musluk çevrilince suyun nasıl aktığıydı. Evet, çok salak olabilirim ufakken ama bunu cidden çok merak ediyordum ve şu anda bile bu konu hakkında az çok bilgim olsa da hala aklımın almadığı noktalar var. Su nasıl duruyor ya orada musluk kapalıyken! Allah’ım inanmak çok güç buna!

Biraz zaman geçip de yerimden kalkıp asansöre doğru ilerliyorum ve asansörün bulunduğum kata gelmesini rica etmek için bastığım asansör çağırma düğmesiyle de aramda bir elektrik oluyor. Dest-i İzdivaç’a çıkıp “Düğmeden elektrik aldım, bir çay içebilirim onunla beraber” diyeceğimi düşünüyor ve bu ironik yaklaşımla beraber içimdeki anarşist yanımla dünyanın düzenine olan tepkimi hasmane bir şekilde dile getiriyorum.

Akşam olunca fark ediyorum ki neye dokunsam çarpılıp ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorum. Durup dururken bir kapıya ya da ne bileyim bir bardağa dokunduğum için elektrik akımına kapılıp kapkara olma riski mevcut sanki. Bu tehlikeden korunmak için metrelerce seloteyp, halk arasında para bandı olarak adlandırılır, bulup kendimi baştan aşağıya onunla kaplama fikri geliyor aklıma.

Bu konu hakkkında biraz daha düşünüp taşındıktan ve daha iyi bir fikir bulamadıktan sonra seloteyp bulabilmek için yerimden kalkıyorum. Bu sırada yan masadan çatırt diye bir ses geliyor. Masada oturan arkadaşıma dönüp “Elektrik mi çarptı seni?” diye soruyorum. “Evet” diyor. Çok mutlu oluyorum. (Biraz canice oluyor tabii bu, bir insan çarpıldı diye mutlu olabilmeyi kendime pek yediremedim)

“Aa sorun bende değil, sende” diyorum sandalyeye sonra ve seloteyp bulma umuduyla dolanıyorum ortalıkta. Sandalyeyi bantlayıp kendimce bir çözüm bulacağım olaya. Çarpılmadan uzun uzun yaşayacağım daha, en azından başka bir şey beni çarpana kadar.