19 Şubat 2013 Salı

Yaşasın! Amca Oldum!

Kapıyı açtıkları gibi sordum: Sizce ben amca mıyım? Karşımda bana anlamsızca bakan üç çift göz var. İnsan içeri girince “Merhaba, nasılsınız ne yapıyorsunuz ya?” falan demeli aslında. “Amca gibi mi duruyorum?”, “Bana şöyle bir alıcı gözüyle baksanız ‘Amaaan amca bu ya!’ falan der misiniz?” diye soruları arka arkaya sıralıyorum. Evdeki kimseden tepki yok. Haklılar. Oğullarının ve abisinin sonunda kafayı sıyırdığına ikna olmuş gibiler. Sanırım İrem vardıkları kanıdan emin olmak için soruyor: Ne oldu ya?

Şu oldu: Asansöre binmek için “Çağır” düğmesine bastım. Sanki benim asansöre binmemi bekliyorlarmış gibi dört kişilik bir aile belirdi yanımda. Mecburen birlikte binilecek o asansöre ama bu dört kişinin iki tanesi ufacık çocuk daha. Şu hayatta başaramadığım birçok şey var belki ama en başarısız olduğum konu çocuklara şebeklik yapmak sanırım. Biliyorum, o çocuklar rahat durmayacak ve ben de aşağıdaki amca gibi nur yüzlü biri olup çeşitli sevimlilikler yapacağım asansörden inene kadar.



Asansöre adım atar atmaz, daha ufak olan ve babasının kucağında duran çocuk suratıma şaplakları indirmeye başladı. O, gâvura vurur gibi vuruyor bana, ben de “ehehe” diye sevimsizce gülüyorum. Babası “Sevdi sizi” diyor. Belli ki çocuğu çok yanlış yetiştirmişler. Seven adam böyle mi yapar! Acımadan indiriyor tokatları. “Höyt yeter be!” desem, olmaz. Kibarlığı elden bırakmak istemiyorum. Bıçağını çıkarıp saplayacak gibi bir tip var zaten çocukta, “heytli höytlü” konuşmak daha pis bir durum yaratacak. Baktım olacak gibi değil, beynimin en ilkel noktasıyla düşünüp, çocuğun elini tuttum, “Ehehe ufacık” falan dedim. Çocuk sevme yeteneğim yok sanırım ve bunu her ortamda belli ediyorum. Artık çocuk, o lafımı “Ele bak bu ne lan! 2 santimetrelik el mi olur!” falan diye anladı galiba ve garip bir intikam hırsıyla elini benden kurtarıp sakallarıma yapıştı. Bu yaşıma kadar, herhangi bir insanın, herhangi bir şeyi yerinden bu kadar hınçla çektiğini görmedim. Baba da pişkin zaten, ben acı çekiyorum orada, adam oğluna dönmüş, “Aa ne oğlum onlar!” diye hayatı öğretiyor benim üzerimden. “Sende de çıkacak mı onlardan?” diye soruyor. Çıkmasına gerek yok ki, benden kopardıklarını suratına yapıştırsa “Mucize çocuk! 2 yaşında ama sakalları çıktı! Kıyamet geliyor!” diye ortalığı velveleye veren gazetelere manşet olur, Ali Kırca’nın karşısında oturup gündem yaratır. Bir de köşeye sıkışmışım, kaçacak yer de yok. Asansör de bir çıkamadı 7. kata, daha 4. kattayız ve daha önümde geldiğim kadar yol var neredeyse. Zaten anladım ki kriz yönetimi gibi bir yeteneğim yok. Başıma ne dert gelse, çekmeye razıyım, böyle de alçak gönüllüyüm. Çenemi kurtarmak için cümle kurmak geldi aklıma, babasına “Adı ne?” diye sordum. Dünya üzerinde sorulmuş ilk soru olma ihtimali olan soruyu, üzerinden milyonlarca yıl geçmiş olmasına rağmen hala hayat kurtarıcı olarak kullanma gibi bir olay içerisine giriyorum. “Mehmetcan” diyor adam. Belli ki bir anlamı yok. O zaman intikam vakti geldi. “Hımm anlamı ne?” diye soruyorum. Adam başlıyor anlatmaya, “Mehmet bildiğiniz üzere …” diye ama asansör geliyor 7. kata ve inmek için hamle yapıyorum. Çocukların annesi, kızını kenara çekerek, “Yol ver kızım, amca geçsin” diyor. “Amca”. Ben.

Asansörden inince evin kapısına kadar beyni alınmış gibi yürüdüm. Nasıl amca olabilirdim? Tamam, yorulduk bütün gün şirkette falan ama 15 yıllık da iş yapmadım yani. Bu kadar uzun yılların gölgesi bir günde suratıma düşmüş olamaz. Yani sabah evden çıkmadan bir baktım kendime, çok önemli vaatlerde bulunmayan bir surat görsem de o kadar da amca değildim. “Farkında olmadan kimyasal mı attım suratıma lan?” diye düşündüm. Suratımdaki bütün nemi emerek beni çamaşır makinesinden yeni çıkmışa benzetebilecek herhangi bir maddeyle haşır neşir olup olmadığımı düşündüm. Çünkü var benim öyle dana gibi yaptığım hareketler. O kadar sene kimya okudum, bu bölümde daha ilk derste “Öyle her şey ellenmez, koklanmaz, ağıza atılmaz” falan dendi ama ben bunları ya hiç dinlememişim ya da dinlesem de “Ne olacak be abartmayın bir şeyi de!” diye düşünmüşüm gibi şirkette hangi kimyasalı görsem “Aha bu ne lan!” diyip “cort” diye sokuyorum elimi içine. Sol elim portatif bir periyodik tablo oldu zaten, her köşesinde, gündelik hayatta işimize yarayacak her elementten var. Avcumun içinde sodyum tanecikleri, işaret parmağımda çinko parçaları, sol üst köşede aseton damlaları ve elimin üstünde de “Olur da bir şeyi çözmem gerekirse” diye düşünüp hazırladığım sülfürik asitten yapılmış bir şekil. En azından ıssız bir adaya düşsem, günlük mineral ihtiyacımı falan rahat rahat karşılayıp, vücudun potasyum-kalsiyum oranını falan tutturabilirim. Bu kadar kimyasalla oynayınca elin biraz yaşlı eline benziyor ama ellerime bakıp da “Amca lan bu!” diyebilecek bir insanla aynı apartmanda oturuyor olma gerçeği de beni korkutuyor. Tüme varım yaparsın ama bu kadar olmaz çünkü. Bugün elime bakıp “Yaşlı bu! Amca resmen!” diyen birisi, yarın odamın camını açsam, “Dünyanın basınç dengesini bozdun o havayı içeriye alarak, kelebek etkisi gibi bir şey oldu, şimdi Amerika’da kasırga var senin yüzünden” de diyebilir.




İçeri girip olanları anlatıyorum ve tekrar soruyorum: Cidden amca gibi bir insan mıyım ben? Çok mu kötüyüm ya? Hayatımın baharında olduğumu zannederken, akşam evine gelirken ekmek getiren ve yemekten sonra atletiyle televizyonun karşısına geçen biriymişim gibi bir izlenim mi uyandırıyorum insanlarda? N’olur söyleyin, n’olur!

Annemden soruma soruyla tepki geliyor: Miden nasıl oldu?

Ağlayarak odama kaçıyorum. Çünkü amcaların midesi ağrır.

Ama yemekten sonra biliyorum yapacağımı. Müziği son ses açtıktan sonra atlayıp zıplayacağım odamda. Tavana kadar yükselip yumruk falan atacağım ki evde genç biri olduğunu anlasın o bana “Amca” diyen kadın. Pis kadın seni.

Yemekten sonra:
Bilgisayarı kucağıma alıp oturdum, “Of her yerim ağrıyor ya!” dedim, Beirut’tan bir şarkı açıp “Valla yaşlandık he!” dedim dinlerken. Sanırım şarkının dediği gibi birisinin bana şu sözleri söylemesi lazım gençleşmem için:

all i want is the best for our lives my dear,
and you know my wishes are sincere

http://www.youtube.com/watch?v=kQ4qXMzpH-Y

18 Şubat 2013 Pazartesi

"Tamam, Boğaziçilisin, Anladık!"

Dün akşam eski çalıştığım yerdeki arkadaşlarla bir muhabbet ortamı oluştu, herkes o yerden ayrılmış olmasına rağmen içeride kalan maaşıyla ilgili bir şeyler diyor. Konu ilerledikçe de kimin ne kadar maaş aldığı gibi bir muhabbet açıldı. Ben de aldığım maaşı söyleyip “Bir de sözde Boğaziçiliyiz he” dedim. Birisinden şöyle bir tepki geldi: Ne yani sen Boğaziçilisin diye hepimizden fazla mı almak zorundaydın?

Oradaki en az maaşı ben alıyordum, fakat kurduğum cümlede diğer kişinin anladığı şekilde bir imada bulunmadım tabii ki. Amacım kendi üzerimden örnek vererek, hepimizin kötü şartlarda çalışmış olduğumuz gerçeğine vurgu yapmaktı. İstersen milyon dolarlar al, banane! Fakat söz konusu Boğaziçi olunca insanlar ne yazık ki, çok özür dilerim bu ifadeyi kullandığım için ama bok atmadan duramıyorlar bize.

İnsanlar kendilerini bir şekilde yetiştiriyorlar doğdukları andan itibaren. Kimisi ilkokuldan sonra bırakıyor okumayı, gidip tamircinin yanında çalışıyor; kimisi de okuyabileceği en üst noktaya kadar gidip oradan bir yol çiziyor kendine. Herkes ya kendi seçimlerinin ya da başkalarının onlar adına aldığı kararların peşinden giderek hayatta bir yerlere gelmek istiyor. Kimisi çok iyi yerlere geliyor, kimisi olduğu yerde sayıyor, kimisi de git gide dibe çöküyor. Hayatın böyle bir düzeni var, herkese karşı eşit değil ve tüm insanlar bir yerde kendilerine verilenlerle yetinmek zorunda. İdealist olup “Asla sana verilenlere yetinme!” demek de mümkün ama en idealistimiz bile geldiği noktada yine sahip olduklarıyla yetiniyor. Ben de eğitim hayatım boyunca elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp bir yerlere gelmeyi amaçladım. Bu yolda yoldaşım Boğaziçi Üniversitesi oldu. Trakya Üniversitesi’nde tıp da okuyabilirdim ya da Ege Üniversitesi’nde herhangi bir mühendislik de. Kimya okumayı istedim, Boğaziçi uyuyordu hedefime ve oraya gittim. Fakat ne yazık ki okulumun çoğu insan üzerinde antipati uyandırma gibi olayı var. İnsanlar Boğaziçi mezunu olduğunuzu duyduklarında yaftayı yapıştırıyorlar size: Şımarıksın sen, ukalasın, bizi beğenmezsin, bizi ezersin.

Günümüz dünyasında hepimizin kabul edebileceği bir şey var: Marka değeri. Mesela Bim’den bir şey aldığımızda buruluyoruz ama Migros’tan alsak aynı şeyi, o zaman daha farklı bir havası oluyor. Bunun doğru ya da yanlış olduğunu tartışacak düzeyde değilim. Fakat kabul etmemiz gereken bir şeyler de var aslında. Eğitim hayatında da böyle bu. Düz lise mezunu bir öğrenciyle Anadolu lisesi mezunu bir öğrenciyi aynı kefeye koymuyor insanlar. Çünkü iki öğrenci arasında okullarının onlara kattığı marka değerinin de etkisiyle bir fark olduğu çok bariz. Kesinlikle şımarıklık olarak algılanmasın bu, sadece edindiğim izlenimi söyleyeceğim burada, mesela bir insanın Boğaziçi mezunu olması durumunda, okuduğu bölüm bile sorulmadan “Ooo Boğaziçili adam!” diye bir tepki duymak çok olası. Neden? Çünkü istesek de istemesek de bu okulun bir marka değeri var ve öğrencilerine de yapışıyor bu. Aynı şey ODTÜ içinde geçerli mesela. Adamlar çalışkan, kafaları çalışıyor ve burada okuyorlar. Bu kadar.

Fakat bazı insanlarda bunun yansıması bu şekilde olmuyor. Boğaziçi mezunu olduğunuzu duydukları an, çok farklı tepkiler verebiliyorlar. Konuya girerken verdiğim örnekte olduğu gibi mesela. Çok özür dilerim ama bunun altında art niyet olduğunu anlamamak için çok saf olmak gerekiyor. “Ulan bu kadar maaşa çalışıyorduk yazık ya bir de doğru düzgün bir okuldan mezunuz” şeklinde kurduğunuz cümleye, “Ne yani biz Boğaziçi mezunu değiliz diye bizi eziyor musun? Sen kendini ne sanıyorsun! Biz Boğaziçi’ni bitirmedik diye senin aldığından daha az bir maaş mı almalıydık!” şeklinde tepkiler almanız ne yazık ki karşınızdaki insanın sizdeki değerini düşürüyor. Hele bir de hiçbir kötü niyet hissetmeden, sadece içinde bulunduğunuz koşulları anlatmaya çalıştıysanız.

İnsanları sadece eğitim düzeylerini baz alarak yargılayacak kadar kör değilim bu arada. Okumayı yazmayı bilmeyen bir adam, tüm olaylar karşısında çok karakterli bir duruş sergileyebilirken, eğitim adına alabileceği her şeyi almış insanlar, insanı insan yapan değerlerden mahrum olabiliyorlar. Bu durumun oluşmasında genlerin etkisi olduğu kadar, çevre de çok önemli bir faktör. Kötü bir ortamda yetişmiş bir insanı dünyanın en iyi okuluna da gönderseniz, yapabileceğiniz bir şey yok, o adam yine kötü oluyor. O yüzden, “Ben şurada okudum ve mükemmel bir insanım” deme gibi bir lüksümüz yok. Ya da “O adam okumamış, gerizekalı o, anlamaz hiçbir şeyden” diyemeyiz. Herkesin yaptığı yanlışlar, sahip olduğu ters düşünceleri var toplum tarafından kabul görmeyen. Ama herkesin tek başına bir birey olmasından ötürü, yani sadece insan oldukları için de görmeleri gereken bir saygı var. Bunu ne ölçüde sağlayabiliyoruz, bilmiyorum.

Mesela insanoğlu olarak bu gezegendeki en mükemmel canlı olduğumuzu söylüyoruz ama sahip olduğumuz en önemli organ olan beynimiz, çoğunlukla kendi istediği şekilde düşünme üzerine evrilmiş durumda. Yani karşımızdakine ne dersek diyelim, karşımızdakinin beyni o an neyi, ne şekilde algılamak istiyorsa, ona göre hareket ediyor. Bu durum da zaman zaman çok büyük sıkıntılar doğuruyor tabii. Çok saçma bir örnek olacak belki ama, bir ortama giriyorsunuz mesela, “Çok havasız burası ya!” diyorsunuz, karşı taraftan şöyle bir tepki geliyor: “He biz mi bitirdik yani havayı! Biz mi bozduk ortamı!” Neden böyle bir tepki geliyor? Çünkü o an, o laf bu şekilde anlaşılmak isteniyor o birey tarafından. Siz ne kadar iyi niyetle bir şey söylemiş olursanız olun, adamın kafa yapısı bu ve bunu değiştiremeyiz. Geçen gün müdürümle muhabbet ediyordum, laf lafı açtı ve konu iş hayatındaki eleman kalitesine geldi. Şöyle bir cümle duydum kendisinden: “Ben Boğaziçi’ni ODTÜ’yü bitirmiş elemana saygı duyarım. Ben zamanında yattım, çalışmadım, giremedim oralara, adamlar çalışmış, emek sarf etmişler ve bu okulları bitirmişler. Ben kalkıp da onlara tek laf edemem.” İşte zaten bizim, hepimizin anlatmak istediğimiz şey, bu cümlelerde saklı. “Boğaziçi mezunuyum ben” deyince, şımarıklık yapmıyoruz biz. Karşı taraf bunu ukalalık gibi algılıyor belki, az önce bahsettiğim beyin fonksiyonlarından ötürü ama çok yanlış bu. Çok ciddi bir emek sarf ettik hepimiz orayı bitirebilmek için. Kafamın tepesinde doğru düzgün saç kalmadı, yan taraflarda beyazlar var falan. Bundan şikâyet etmiyorum, çok daha iyi bir hayat yaşayabilmek için bu seçimi biz yaptık zaten ve bir yerlere gelebilmiş olmanın da keyfini çıkarmalıyız diye düşünüyorum. Seçimlerimize, emeklerimize, sonunda elde ettiklerimize ve ileride ulaşmayı umut ettiğimiz şeylere saygı duyulmadan, “Aman iyi ki Boğaziçilisin” gibi bir cümleyi duymak inanın hiç hoş olmuyor. Ama bu tarz cümleler duymanın da getirdiği bir gurur var ve bundan ötürü mütevazı olmaya çalışmayacağım: Kendi emeklerimizle geldik biz buraya. “Ayh ben şurada takılırım, ayh benim ayakkabım şu marka, üstümdeki buradan alındı, elimdeki telefon şu, herkes alamaz” gibi paranın elde edebileceği şeylerle değil, alın teri dökerek var olduk biz. İşte bunun yaşattığı duygular çok daha başka.

Çok arabesk bir şekilde bitti yazı, kusura bakmayın.

14 Şubat 2013 Perşembe

Omni

“Kıvrana kıvrana gideceğine sallaya sallaya git”. Aldığım şeyler için poşete gerek olmadığını söylediğim ve elimdekileri çantama atmak için kıvranırken bu zavallı halimi gören bakkal amcanın aforizması bu. Aklıma estikçe çikolata, bisküvi falan alma ama bunları aldıktan sonra hepsini çantamda unutup günler sonra tüketme gibi bir hobim var. Hep poşet alma gibi bir alışkanlığım olmadığı için oluyor bunlar. “Elimde çanta var, poşeti ne yapacağım” düşüncesinin eseri. Çantaya atınca derinlerde bir yerlerde kayboluyorlar, ben de unutuyorum aldığımı, son kullanma tarihleri geçen şeyleri yiyince de “Midem ağrıyo lan benim!” diye dolaşıyorum ortalıkta. Peki, neden poşet almıyorum? Türkiye’nin en iyi kimya bölümlerinden birinden mezun olan bir kimyager ve Türkiye’nin en iyi üniversitesini bitirmiş bir öğrenci olarak “Plastiğin dünyamıza çok fazla zararı var, doğada yok olma süreleri çok uzun ve çevreyi inanılmaz bir şekilde kirletiyorlar” şeklinde düşünerek bilinçli bir tüketici olmam gerekirken, aklıma gelen fikir şöyle oluyor: “Lan adam para verip poşet almış o kadar, adamın ekmeğinden kısıp aldığı bu poşeti eve gidince duyarsız bir köpek gibi atacağım çöpe. Yazık günah değil mi adama? Çocukları evde yemek bekliyor, adamın para götürmesi lazım, o paranın bir kısmıyla poşet almış, ben de öküz gibi kullanıyorum onları!”

Böyle basit şeyler düşünerek neden bir bakkalın gözüne girmek istediğimi bilmiyorum. Yani adam benim arkamdan diyecek ki: “Vay be helal olsun çocuğa, benim bu alışverişten maksimum kar sağlamam için elinden gelen her şeyi yaptı!” Niye hakkımda böyle bir düşünce geliştirilmesine ihtiyaç duyuyorsam artık! Nasıl bir ilgi muhtaçlığıdır bu! Hadi bakkal küçük işletmedir, azıcık para kazanıyorlar zaten marketler yüzünden. Ama yurdum bakkalını düşünüp kötü laflar hazırladığım marketlere gidince de aynı şeyi yapıyorum ben. Aldıklarımın hepsini bir poşete doldurma, eğer sığmıyorsa da parasını ödediğim şeylerin bir kısmını geri bırakma gibi bir zorunluluğum varmış gibiyim sanki. Artık poşetin tutacak yeri kalmıyor, kopuyor elimde, sonra da “Laaaann poşet koptu laaan!” diye koşa koşa gidiyorum eve. Yemin ederim salakça yetiştirmişim kendimi, nerede bana sıkıntı çıkaracak şey var, onu yapmak için ölebiliyorum bu uğurda.

Aldım poşeti bakkaldan, minibüse bindim, dedim ki kendi kendime: “Adama bozuk para vereyim de şimdi görmedik gibi 50 lira uzatsam, bir de onu bozmak için uğraşacak. Yazık günah! Hem arabayı idare etmeye çalışıyor, hem bana para verecek bir yandan da. Bir kaza yapsa ne olacak! Evde çocuklar bekler, eşi bekler. Hayvanlığın lüzumu yok!”. Kendime saydırdığım bu laflardan sonra cebimdeki bozuk paraları çıkartmaya çalışırken de yarısını yere döktüm. Ulan şimdi yere eğilip toplasan milletin gözünde çapulcu gibi olacaksın, bir taraftan da bebek gibi bir 50 kuruş sana bakıyor yerden. Paraların bir kısmı da koltukların altına gitti. Kaç yaşında olursan ol, oturan yolcunun bacaklarının altına yatmak çok çirkin bir görüntü. Düşünsene o sırada yeni bir yolcu falan binse, bakacak minibüsün içine, birkaç kişi oturuyor ve bir de yerde bir adam var, sürünüyor milletin ayaklarının altında. Bacakların arasından bir kafa uzanıyor falan. Çok kötü lan! 2 liralık yolculuğu, yere düşürüp toplamadığım paralarla 9 liraya çıkardım, bir de milletin “Salak, valla gerizekalı bu çocuk” bakışlarına maruz kaldım.

Sonra o utanç içinde boş bir yer bulup oraya oturdum ve kafamı öne eğerek bakkal amcanın az önce söylediği bu sözü biraz düşünüp, eğer işe yarar sonuçlara da varabilirsem bu sonuçları hayatıma uygulama kadarı aldım. Ne demişti bana: “Kıvrana kıvrana gideceğine sallaya sallaya git”. Yani belki de “Elindekilerle cebelleşeceğine, poşetini al, adam gibi git. Elindekileri düşürmeyeceğim diye iki büklüm yürüyeceğine bir insana yakışır şekilde dimdik yürü. Sen onlara sahipsin, onlar sana değil. Onların dediğini, istediğini değil, senden bekleneni yap ve onlara fırsat verme. Onlar seni düşürmek için aklına gelmedik işlere kalkışıp, yere düştükten sonra sanki hiçbir şey yapmamışlar gibi yer çekimini suçlayacakken; sen bunlara mahal verme ve yapılan yanlışa yer çekiminin, hava basıncının, suyun kaldırma kuvvetinin ya da direkt olarak dünyanın değil, tam olarak onların neden olduğunu göster onlara. Onların dediği olsun diye eğileceğine, kendi isteğin olsun ve yürü. Rahat rahat, huzurlu, mutlu, onurlu, gururlu, umutlu yürü. Düşeceksen kendin düş, acı çekeceksen buna kendin sebep ol ve yine mutlu olacaksan, sen, kendini mutlu et. Yaklaşık 10 dakika içinde hayatından çıkıp gidecek şeyler için kendini yıpratma. Ya da poşette mi unuttun onları? 10 dakika olmasın da 3 gün olsun. 2 hafta olsun. Ne kadar olursa olsun. Gidecekler. Gideceğini bildiğin şeyler için ne diye yoruyorsun kendini? Ben poşet veririm sana. Bir poşetin lafı olmaz. Sana verilenlerin yanında bir poşet çok mu önemli sanki? Poşeti çöpe atsan ne olur! Ama unutma ki sende bir akıl var. Poşeti at gitsin ama aklını kullanmayı unutma. Başkaları aklını kör etmeye çalışsalar da, sen onları yine o yok etmeye çalıştıkları aklınla yeneceksin. Bil bunları. Parayı da yere eğilip almadığın çok iyi oldu. Aslında biliyorsun bazı şeyleri. Farkındasın belki de çoğu şeyin. Zaman zaman uyguluyorsun da bunları. Yere düşen, senden giden şey, kendi seçti orada olmayı. Kimsenin eli değmese de ya da herkes üzerine basıp onu kirletecek olsa da, o orada kalacak. Sen eğilme. Yerdeki kıvransın, sen değil. Sen sallaya sallaya git. Git. Gerisini bırak.” demek istedi bakkal amca bana. 6 adet kelimeden bunları ve buna benzer şeyleri çıkarmamı istedi.

Gerçi pek bir neşeli söyledi o cümleyi, ciddiyet arasan çok az bir şey bulabilirdin ama belki de önemli olan nasıl söylendiği değil, ne söylendiğiydi. Amacına ulaştı mı peki? Evet. Poşeti aldım, minibüsten indim ve sallaya sallaya yürüdüm. Ben kulağımdaki şarkıyı dinleyip ona eşlik ederken ve sallana sallana yürürken, indiğim minibüs de, ben içindeyken düşündüğüm kişiler ve vardığım sonuçlarla sallana sallana gitti. Sadece bir kere dönüp baktım geriye ve şarkının o sırada söylenen sözüne eşlik ettim:
in this place called time
i'm everything
everywhere
i am all

* Şarkı sözlerinin Türkçe’si:
Zaman adlı bu yerde
Ben her şeyim
Her yerim
Hepsiyim




http://www.youtube.com/watch?v=JBUYQ7-kGhY

11 Şubat 2013 Pazartesi

"Evlen Ulan Artık!"

Geçtiğimiz Cumartesi günü akrabalarımızdan birinin nişanına gittim. Bu tarz organizasyonlar küçüklükten beri çok hoşuma gitmeyen şeyler. Yani en azından aklım bir şeylere ermeye başladığından beri uzak durmaya çalışıyorum bunlardan, çünkü garip oyun havaları eşliğinde kollarını iki yana kaldırıp parmaklarını şıklatmak ve bunu yaparken de ayaklarını müziğin ritmin uydurarak sağa sola veya yukarıya aşağıya hareket ettirmek fazlasıyla garip geliyor bana. Hele bir de halay pozisyonunda birkaç adım attıktan sonra durup eğilerek ve üç kere alkış sesi çıkararak yukarı doğru kalkmanın mantığını hiç çözmedim. Neydi bu oyun havasının adı hatırlayamadım şimdi, “damat” falan galiba. Tam emin değilim gerçi.

Ama işte bazen sosyalleşesim geliyor ya da sevdiğim birinin bir organizasyonu falan oluyor, gidiyorum. Şimdi bu tarz şeylerde karşılaşabileceğimiz belli sorunlar var. Öncelikle, hepimiz fark etmişizdir bunu, akrabalık ilişkileri belli başlı kimseler üzerinden yürür. Böyle bir organizasyonda tek başına bir birey olarak anılabilmen için çok deneyimli, ortamlara girip çıkan biri olman gerekir. Mesela ben, “Emel’in oğlu” diye tanınırım, “Ben, Erdem” desem çoğu kimse anlamaz. Merak ettiğin biri olur ya da, sorarsın annene, “Anne bu kim?” diye, cevap şöyle gelir: Fatma’nın eşinin kardeşi. Yani beynini biraz yorman gerekiyor merak ettiğin kişinin kim olduğunu anlayabilmen için. “Ezgi’nin görümcesi”, “Murat’ın amcası”, “Kadriye Yenge’nin oğlunun torunu” gibi terimlerle karşılaşmadım diyen yalan söyler. Ama en büyük sorun, yılda en fazla iki kere gördüğün akrabalarına kendi hayatınla ilgili, aslında onları çok da ilgilendirmeyen bilgiler vermendir. “Okul nasıl gidiyor?”, “Ne zaman bitiyor?”, “Ne olacaksın bitirince? Mühendis mi?” gibi sorularla başlıyor bu sorgu, yaşın ilerledikçe “Askerliği ne yaptın?”, “İş buldun mu?”, “Maaş ne kadar?” şeklinde sorular geliyor. Takside gireceğiz ya çünkü beraber, maaş önemli o yüzden. Belli bir yaşa gelince de sana sorulacak fix soru belli: Ee sen ne zaman evleniyorsun? Sıra sende artık. Bunu soracaklar sana, yapacak bir şey yok. Çünkü “akraba” kelimesinin sözlüklerde yazmayan bir anlamı da şudur: Senin ne zaman evleneceğini senden çok merak eden ve aranızda kan bağı olan kişi.

Nişanın yapılacağı yere doğru ilerlerken aklıma gelen bu soru tabii ki soruldu bana. Önceden bu sorudan kaçmak için kullandığım çeşitli bahanelerim vardı. İşte, “Daha lisedeyim ben ya oha ne evlenmesi” ya da “Daha yaşımız genç ehehehe” falan diyerek savuşturuyordum bu soruyu. Ama artık elimde fazla bahanem kalmadı. Akraba dediğimiz insanların da gençleri görünce beyninde çeşitli düşünceler, yorumlar oluşuyor ya bir de, o da sıkıntı işte. Mesela görüyorlar seni, başlıyor beyinleri bir şeyler fısıldamaya: “Ulan bu çocuk mezun oldu, askerliği de yok, niye evlenmedi ki daha? Bunu hemen sormalıyım kendisine, yoksa içim içimi yiyecek.”

Ve sonra geliyor geliyor soru: “Ee senin nişan ne zaman yiğenim? Bak elin ekmek tutmaya da başladı, artık bul birini, gelelim düğününe”. Tamam, elim ekmek tutmaya başladı da, evlilikte elinin ekmek tutması yetmiyor ki. Çorbayı da tutacaksın, makarnayı da karıştıracaksın, bir yandan fırında kek yaparken, diğer yandan da elektrik faturasını ödeyip, doğalgaz çok gelmesin diye kombiyi kısacaksın. Benden 3-4 yaş küçük akrabalar falan birer birer evlendiler bir de, tek kazık ben kaldım bekâr olarak, o yüzden daha çok göze batıyorum sanırım. He bundan şikâyetim yok, zaten yeni mezun olmuşum, okulu bitirene kadar yaşadığımı anlamadım, bunun için biraz keyif yapmak en çok istediğim şey bu aralar. “Allah’ım n’olur evleneyim ya bir kız çıkar karşıma, çoluk çocuğa karışayım, yaşım aldı başını gidiyor, tut elimden” falan dediğim de yok. Ama bunu akrabaya anlatamazsın. Evleneceksin, başka yolu yok. Hem de hemen!

Gerçi bu tarz muhabbetleri sadece akrabalar da yapmıyor. Belli bir yaşa gelmiş insanların, kendinden yaşça küçükleri evlendirme gibi bir merakı var. Geçen gün şirkette fotoğraf çekimi vardı, web sitesine falan konacakmış fotoğraflar tanıtım amaçlı, o yüzden “Güzel giyinin” dediler. Bunu duyunca da üzüldüm biraz, “Acaba çok mu kepaze gibi giyiniyorum lan!” diye. Neyse, giydim takım elbisemi, çıktım evden. Servise binince ilk tepki şu oldu: Ooo damat bey! Hoşgeldiniz. Arkama falan baktım hatta benden başka biri daha mı biniyor diye. Siyah takım elbise giydik diye, hemen bir damat yakıştırması, alttan alta da çeşitli mesajlar, “Hadi hadi evlen artık” gibi. “Ehehee” diye salak salak güldüm ben de ne yapayım! Neyse, bunu atlattık, bu sefer de fotoğraf çekilirken “Erdem acayip şık olmuşsun, düğün ne zaman?” soruları gelmeye başladı. Ulan durun iki dakika, poz veriyoruz, gülümsüyoruz falan, bir de gülümseme bozulmasın diye ağzının kenarıyla cevap veriyorsun, mıy mıy bir şeyler sallıyorsun falan, komik yani. Biri daha sorunca en sonunda “Abi aday yok daha aday, ne düğünü!” dedim sonunda. Çözüm de hazır ama: Ee bilmem kimin kuzeni var, böyle sarışın falan, onu yapalım sana. Bana yapmak?

Akşam oldu, servise bindim, yine aynı muhabbet: “Erdem ne zaman düğün?”. “Daha çok var abi ya” dedim. Cevap verdik, kapansın konu halbuki değil mi? Yok, deşilecek illa. “Niye yok mu kız arkadaşın?” sorusu gelecek yani, belli. “Yok” dedim. Tabii konuya devam: “Ee olsun bir tane, bak yakışıklı çocuksun, hayatındaki çeşitli stresleri alır.” Çeşitli stresleri almak? Nasıl yani?

Şunu demiyorum, hani “Evliliğe karşıyım, ne evleneceğim ya manyak mıyım!” falan. Tamam, güzel yanları var bu olayın, kendi evinde sevdiğin bir insanla berabersin, canın mı sıkıldı, atla arabana, gez, toz, muhabbet edebileceğin ve seni anlayacağını bildiğin biri var yanında, hoş şeyler bunlar. Ama bu olumlu tarafları elde edebilmek için çok fazla çaba sarf etmek de gerekiyor, maddi ve manevi. İşin maddi boyutu belli zaten, evlenmeye karar vermek ciddi bir mali külfeti getiriyor yanında ve evlendikten sonra da evin geçindirilmesi gibi bir durum söz konusu. Geçen gün Ece’yle buluştuk, onunla da konuştuk hatta bu durumu ve ona da söyledim, ne bileyim kendimi “Elektrik faturası gelmiş, onu yatırmak lazım” gibi bir düşünceye hazır hissedemiyorum henüz. Hatta Ece de bugüne kadar elektrik faturasıyla olan tek ilişkisinin, annesinin eline faturayı tutuşturması ve “Şunu yatır” demesi olduğunu söyledi, güldük falan. Hayatındaki insanla da sevgili durumundayken gülüp eğleniyorsun, oraya buraya gidiyorsun falan ama o insan bir yerden sonra “Evin de kirası geldi, ne yapacağız?” diye sormaya başlayacak sana mesela. Ee biz daha yeni konuşmamış mıydık “Ayh hayatım yaa şuranın waffle’ı çok güzeeelll, oraya gidelim miiiii?” diye? Ne ara ev kirasına geldik, ne ara su faturası yatırılmayı bekler duruma geldi?

Tamam, kazandığın maaşa göre belli başlı şeylerin üstesinden gelebilirsin, ya da kazandığın kadar harcarsın, olayı kurtarmaya çalışırsın falan ama bir de manevi boyutu var bu olayın. Evleneceğin insan, hayatının bundan sonrasını beraber geçirmeyi seçtiğin insan oluyor ve bunun ağızdan çıkmasıyla, gerçekten hissedilmesi arasında çok büyük farklar var. Yoksa dersin yani, ne var, “Evlenelim biz” falan diye ama kimisinin canı sıkılıyor ve “Pat!” diye ortada bırakıyor seni. Ee şimdi kime nasıl güvenebilirsin? O, her yere düştüğünde elinden tutup kaldırdığın insan, sen yere düşünce elini uzatmak yerine kıçını dönüp gidiyorsa zaten birlikte olma böyle biriyle. Senin için çok daha hayırlı, hatta belki de hayatta başına gelebilecek en hayırlı şeylerden biri bu. Bir de bu olayların geleceği etkileme gibi bir durumu var. Böyle garip şeyler yaşadıkça, karşına düzgün biri çıkacak bile olsa, hep bir ön yargıyla yaklaşıyorsun insanlara. Bir gün öncesinde “İyi ki varsın, seni çok özledim” diyen insan, ertesi gün gelip ayrılmak istediğini söyleyebiliyor sana. Bu o kişinin karakteriyle ilgili bir durum, tamam, ama insanda garip izler bırakabiliyor işte bu tarz muhabbetler. Ya çok fazla düşünmeyeceksin, kendinden çok fazla vermeyeceksin, çünkü insanlar, sen verdikçe alan canlılar, ya da gerçekten kendini verdiğinde bunun kıymetini anlayıp sana hak ettiğin değeri verecek insanlarla beraber olacaksın. İkincisi çok daha iyi bir seçenek gibi geliyor bana.

“Ee senin nişan ne zaman yiğenim? Bak elin ekmek tutmaya da başladı, artık bul birini, gelelim düğününe” diyen akrabaya “Emel’in oğlu” olarak şöyle bir bakıyorum ve “Kısmet ya bakalım” diye dünyanın en genel geçer cevabını verip annemin yanına doğru koşuyorum ve sonra anneme soruyorum: Kim bu kadın? Daha cevap gelmeden tahmin edebiliyorum zaten: Bilmem kimin kuzeninin kayınvalidesi.

4 Şubat 2013 Pazartesi

Kaç!

Geçen gün önümdeki 10-15 dakikalık boş vakti doldurmak için kitaplığıma doğru ilerledim ve elimi atıp rastgele bir kitap seçtim. “Babamın Ettiği B*ktan Laflar” kitabı geldi elime. Zamanında bayağı gülerek okumuştum bu kitabı. Yazar, babasıyla başından geçenleri, babasının hayat üzerine yaptığı yorumları falan anlatmış kitabında, cidden eğlenceli bir kitaptı. Son bölümünü açtım kitabın. Kitabın yazarı burada, sevgilisinden ayrıldığından, kendi evinden babasının evine taşındığından ve gerçekten kötü zamanlar geçirdiğinden falan bahsediyor. Yine böyle kötü başladığı bir günün sabahında babası tarafından dışarıda yemek yemek teklif ediliyor kendisine ve baba oğul çıkıyorlar yola.

Yemek yiyecekleri yere geldiklerinde, babası, oğluna ayrıldığı kız arkadaşıyla ilgili neler yapacağını soruyor, geri dönüp dönmeyeceğini ya da en azından bunun için bir şeyler yapıp yapmayacağını. Yazar, elinden geleni yapacağından bahsediyor, tekrar birlikte olmak istediklerini anlatıyor. Baba da bunun üzerine, kendi hayatından bir örnek vermek istiyor ve 20’li yaşlardayken bir kızı deli gibi sevdiğini, bu kızın bir gün kendisine “Sana aşık değilim ve asla olamayacağım” dediğini, bunu duyduğu zaman yıkıldığını ama ona ilişkileri için her şeyi yapacağını ve mutlu olacaklarını anlattığını söylüyor. Baba, hayatındaki bu kızı bir şekilde ilişkiye devam etme konusunda ikna ediyor. Zaman geçtikçe, kızdan sıkıldığını fakat kızın da ağır bir hastalığa yakalanması dolayısıyla kızdan ayrılamadığını anlatıyor. Ve günün birinde kız, kanserden ölüyor. Babanın burada yaptığı çıkarım inanılmaz: Benim yüzümden hayatının son zamanlarını istemediği ve belki de sevmediği birisiyle geçirmek zorunda kaldı. Sen böyle bir şey yapma!

Bunları okuyunca kitabı kapatıp düşündüm. Kitap okumak böyle muhteşem bir şey işte, geyik yapan, amacı insanları güldürmek olan bir kitaptan bile inanılmaz şeyler çıkarabiliyoruz. Adamın zaman içinde kazandığı olgunluğa bakar mısınız? Aşık olduğu bir kız var ve bu kız kendisinden ayrılmak istedi fakat kendisi bunu kabul etmedi diye inanılmaz bir pişmanlık duyuyor. “Gidebilmeyi bilmek lazım” diyor.

Şimdi sadece aşk meşk hayatından bahsedecek değilim. Hepimiz bizi istemeyen insanların peşinden koşuyoruz, tamam, bunu inkar edemeyiz. Aşık olduğumuzu, onsuz yapamayacağımızı, kötü giden her şeyi düzeltip eskisi gibi mutlu olabileceğimizi anlatıyor ve bunların hepsi için bize bir şans verilmesi konusunda karşı tarafı ikna etmeye çalışıyoruz. Hepimiz yaptık bunu, yapıyoruz, yapacağız da belki. Sevgi olayı hayatımızda çok büyük bir yer kaplıyor, kabul. Ama hayatımızdaki her şeye şöyle bir baktığımızda olmayan şeyler için sınırları zorlamak bize ne getiriyor? Ya da bazı şeylerin olmamasını isteyen insanlara ne sunabiliyoruz bunların olması karşılığında? Kesin cevaplar vermemiz mümkün değil bu sorulara.

Yaşım çok büyük değil, belki çok da fazla çıkarım yapabileceğim şeyler geçmedi başımdan ama yirmi beş yaşına gelmiş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İnsanoğlu bencildir sevgili dostlarım. İstediğimiz şeylerin çoğunu ne yazık ki sadece kendimiz için istiyoruz. Çoğunlukla sadece kendimizi düşünüp öyle kararlar alıyoruz. Karşı taraf bizim istediğimiz şey için ne düşünüyor, bu durum onun hayatını nasıl etkiliyor, bunları idrak edebilmek için çok büyük bir çaba sarf ettiğimiz söylenemez. Ben önümdeki yemeği yemek istemiyorum mesela ama yemezsem ertesi güne kalacak yemek ve çöpe dökülecek. Sırf dökülmesin diye ya da annem yememi istedi diye yiyorum onu. Çok basit bir örnek verdim, belki çok klişe şeylerden bahsediyorum ama anlatmak istediğim şeyin özü bu aslında. Annem yememi istedi o yemeği ve yemek bittiği için mutlu oldu. Ben yemek istemediğim bir şeyi yedim ve mutlu olmadım.

İkili ilişkilerde de aynı şey söz konusu. Başlangıçta her şeyin çok güzel gideceğine inandığınız o ilişki, bir yerden sonra sarpa sarmaya başlıyor, bunun üzerine bir taraf ayrılmak istiyor, diğer taraf için de yalvarma aşaması başlıyor. Kendim de yaşadım bunu, etraftaki onlarca insandan da gördüm aynı şeyleri. “Biz birlikte olalım, ben mutlu olayım”. Aslında o yalvarmaların çoğunun vardığı yer bu. “Sen olmazsan ben çok kötü olurum” falan. “Ben kötü olurum” diyoruz, karşımızdakini düşünmeden. “Hata yaptım ama düzeltme şansı vermiyor bana” gibi bir söylem de var mesela. Ee yapmasaydın!

İstenmemek kadar normal bir şey yok, bunu da yeni anladım. Belki de biz olmazsak karşı taraf mutlu olacak. Bunun farkına varmak ciddi bir olgunluk gerektiriyor, farkındayım. Tamam, bazen çok anlamsız sebeplerle terk edilebiliyoruz, karşımızdaki insan kendi kafasında yaptığı garip çıkarımları bize mal edebiliyor ama tüm bunlara rağmen yine de belli bir olgunluk seviyesinde olmamız gerekmez mi? Zaten o seviyeye gelemeyince de son günlerin moda terimiyle, Kezban ya da Kamil moduna geçiyor hemen insanlar. “Sen kaybedersin, kal böyle tek başına, kendi cehenneminde yan!” falan diyorlar ki daha beter komik duruma düşürüyorlar kendilerini. “Ben o kadar uğraştım ama beni kaybettin, şimdi gör gününü, öfke ve gurur içinde yan”. Lan! İstemiyor işte adam seni. Ya da kadın, her neyse. Hem bir şeylerin olması için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, hem de egomuzdan geçilmiyor. Sensiz daha mutlu ki, sen yoksun şu an hayatında. Niye senle birlikte olup daha az mutlu olsun ki? Sordun mu bunu kendine? Hayır. Biz olmadan karşı tarafın hayatının cehenneme döneceği fikrine ne zaman kapıldık ki? Niye böyle bir şeyi düşünüyoruz? Bir de karşı tarafı yargılama durumu var, “Sen mükemmelsin değil mi!” diyerek. Ee sen adama “Cehenneminde yan” derken kendinin mükemmel olduğunu iddia etmiyor musun yokluğunun cehennem olduğunu ima ederek. Nasıl bir kafa bu? Jean Paul Sartre ne güzel demiş halbuki: Cehennem başkalarıdır!

Geçen gün şirkette yaptığımız bir Ar-Ge çalışması için literatür araştırması yapıyordum ve karşıma Alüminyum Sülfat çıktı. Yazılanlara bakılırsa, cidden işimize yarayabilirdi. Hemen numune istedim bir yerden, iki gün sonra kargoyla ulaştı elime. Baktım böyle, bembeyaz bir şey. Çok sevimli duruyor. Yani okuduğum kadar var, resmen “Beni araştırmanda kullan ve mükemmel bir sonuç elde et” diyor paketinin içinden. Formülasyonları hazırladım falan, bir de inanmışım, olacak yani, süper bir sonuçla karşılaşacağım. Yaptım bütün işlemleri, bir baktım, hiç öyle umduğum gibi bir sonuç yok. Hatta Alüminyum Sülfat kullanmadan yapılan şeyler daha başarılı. İnsanın umutlarının kırılması kadar kötü bir şey yok. Yıkıldım resmen sonuçları görünce. Ama birden aklıma o okuduğum şey geldi. Çalışmak istemiyor işte Alüminyum Sülfat, niye zorluyorum ki? Kapadım kapağını numunenin, dolaba kaldırdım. Olmuyorsa, olmuyordu. Yapacak bir şey yok. Alüminyum Sülfat işime yarasın diye onu niye manyak manyak bileşikler haline sokayım ki? O kendi halinde, Alüminyum Sülfat olarak, mutlu demek ki. (Allah’ım verdiğim örneklere bak!)

En başa dönersek, gitmeyi bilmeliyiz. Arkada bıraktıklarımız kaldı orada artık. Eğer istenmiyorsak, istenmeyi istememeliyiz. Biz olmadan daha mutlu olabilen insanlar varsa, böyle olsunlar. İnsanların istemedikleri şeyleri yapmalarına neden sebep olalım ki? Biz ne yapabiliriz peki? Biz de kendimize yeni bir hayat kurarız. Uğruna dil döktüğümüz, çaba sarf ettiğimiz insan olmadan da kurarız o hayatı. Belki bir çölün en kurak yerinde durup istenmek, bir dağın tepesinde durup istenmemekten daha iyidir. Böylece isteyen de mutlu olur, istemeyen de. Yazımı, 25. Saat filminin final sahnesinde bir babanın, arabada ilerlerken yaralı oğluna söylediği sözlerle bitirmek istiyorum. Sanırım asla geri dönmeden, önümüze bakmamız gerekiyor her zaman, olanlarla ve olmayanlarla…

“İstersen buradan sola dönebilirim. George Washington köprüsünden batıya. Yaralarına baktırır, yola devam ederiz. Küçük bir kasaba buluruz. … Sen yeter ki iste, gideriz, kaçarız. İnsanları nasıl buluyorlar, biliyor musun? Evlerine geri döndüklerinde. Kaçan insanlar şu ya da bu şekilde evlerine geri döner ve yakalanır. Kaçacaksan bir daha dönmeyeceksin. Evine asla dönmeyeceksin. Gideceğiz, sürekli gideceğiz. Tanrı’nın bile unuttuğu yerlere. Yolun bizi götürdüğü yere. Hiç Philadelphia’dan batıya gitmedin değil mi? Çok güzel yerlerdir Monty, çok güzel topraklardır. Farklı bir dünya gibidir, dağlar, tepeler, sığırlar, çiftlikler, bembeyaz kiliseler… Bir keresinde annenle batıya gitmiştik. Sen daha doğmamıştın. Brooklyn’den Pasifik’e üç günde gittik. Ancak benzin, sandviç ve kahveye yetecek kadar paramız vardı. Ama başardık. Her erkek, kadın ve çocuk ölmeden önce çölü bir kez görmelidir. Kilometrelerce çevrende hiçbir şey olmaz, sadece kum, kayalar, kaktüsler ve de masmavi gökyüzü. Tek bir canlı göremezsin. Sirenler çalmaz, araba alarmları da. Kimse sana korna çalmaz, küfreden, sokaklara işeyen insanlar yoktur. Çölde sessizlik vardır. Çölde huzur vardır. Çölde Tanrı vardır. Batıya gideriz. Küçük, güzel bir kasaba buluncaya kadar gideriz. Çöldeki kasabalar… O kasabalar neden çöldedir, biliyor musun? İnsanlar başka bir yerden uzaklaşmak istediği için. Çöl yeni bir başlangıçtır. Bir bar bulur ve içki ısmarlarız. 2 yıldır hiç içki içmedim ama seninle bir tek atarım oğlum. Oğlumla son bir viski içerim. İçkinin tadını çıkarırsın. Sonra ben giderim. Bana hiç yazmamanı söylerim, hiç ziyarete gelmemeni. Bu hayatta olmasa da annen ve seninle cennette bir araya geleceğimize inanmanı söylerim. Bir yerde bir iş bulursun. Nakit ücret ödeyen bir iş. Soru sormayan bir patronun olur. Kendine yeni bir hayat kurar ve asla dönmezsin. Monty, insanlar seni seviyor. Bu bir armağandır. Gittiğin her yerde arkadaş edinebilirsin. Çok ama çok çalışırsın. Başını eğer, dikkat çekmez, çeneni kapalı tutarsın. Çölde kendine yeni bir yaşam, yeni bir dünya kurarsın. Sen bir New Yorklusun. Bu asla değişmeyecek. New York senin kanında var artık. Hayatının kalanını batıda geçirebilirsin ama sen yine de New Yorklusun. Arkadaşlarını, köpeğini özleyeceksin. Ama sen güçlüsündür. Sen de annenin iradesi ve metaneti var çünkü. Sen de onun gibi güçlüsün. Doğru insanları bulur ve yeni belgeler hazırlatırsın. Bir sürücü ehliyeti… Eski hayatını unutacaksın. Çünkü dönemezsin. Arayamazsın. Yazamazsın. Geçmişi unutmalısın. Kendine yeni bir yaşam kurmalı ve onu yaşamalısın. Beni anladın mı? Hayatını olması gerektiği gibi yaşarsın. Bir aile kurar ve kendi çocuklarını yetiştirirsin. Duyuyor musun? Onlara iyi bir hayat sağlarsın Monty, ihtiyaçları olan sevgiyi verirsin. Bir oğlun olur, belki de ismini James koyarsın. Güzel, güçlü bir isimdir. Hatta belki bir gün, bundan yıllar sonra, ben ölüp biricik annenin yanına gittikten çok sonra, aileni karşına alır ve onlara bütün gerçeği anlatırsın. Kim olduğunu ve nereden geldiğini. Olan biten her şeyi anlatırsın. Sonra onlara ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı diye sorarsın. Neredeyse hiç gerçekleşmeyecekti. Bu yaşam neredeyse hiç gerçekleşmeyecekti.”


Kaçacaksan, bir daha dönmeyeceksin…