30 Nisan 2013 Salı

Çıkar Onu Yerinden! Aferin!

Herhangi bir işi yaparken kendimi o kadar çok dağıtıyorum, üstüme başıma o kadar çok şey bulaştırıyorum ki, kendime zarar vermek için yemin etmiş gibiyim sanki. “Dikkatsiz ve Dağınık Çalışmanın 10 Altın Kuralı” diye bir kitap yazılmadıysa, ben yazabilirim.

Yüzyıllar süren kimya eğitimim boyunca mütemadiyen duyduğum cümleler şunlardı: “Kimyasal maddelerle çalışırken dikkatli olun! Elinize, yüzünüze bulaştırmayın, koklamayın, yemeyin, yutmayın!” Peki ben bunu dinlemiş miyim? Hayır! Sanırım aklımı başıma toplamam için, suratına kimyasal madde atılan ve anında kafası eriyen bir adamı gösteren bir video izlettirilip, “Bak gördün mü? Yeminle böyle olursun sen de!” denilerek çeşitli korkulara gark ettirilmem gerekiyordu. Görsel bir örnek olmadan, bazı şeyleri kafasında oturtturamayan bir bireyim. Okulda ne görsem, elimi sokuyordum içine, “Çalışmaya başlayınca yapmam, sonuçta ekmeğini bu meslekten kazanan biri olacağım mezun olunca, ona göre davranmak lazım tabii!” diye fikirler yürütüyordum ama değişen bir şey yok. Değişikliklere adapte olamayan biriyim sanırım. Bir alışkanlık tutturunca son nefesimde bile onu yapmak istiyor gibiyim sanki. Çünkü şirkette laboratuvara girip de herhangi bir kimyasal görünce “Aha bu ne lan!” diyerek “Zort!” diye dirseğime kadar sokuyorum kolumu içine, kokusunu alveollerimin en derinine kadar çekiyor, “Elektronların hareket ederken sesi çıkıyor mu acaba?” diye merak edip kulağımı dayıyorum kimyasalın içinde bulunduğu kaba.

Bu sabah bir hevesle laboratuvara girip işimi yapmaya başladım. Keyfim yerindeydi, dünden beri dinlediğim şarkıyı, sesimin berbat olduğunu düşündüğüm için, içimden söylüyor, kullanacağım malzemeleri deli gibi bir mutlulukla dolaplardan çıkarıyordum. Artık nasıl mutlu edildiysem, iş yaparken bile bu mutluluğu kullansam, sonu gelmeyecek gibi hissediyordum. Fakat malzemeleri dizdikçe ortalığı dağıtmaya başladım, hatta bir maddenin kapağını açtıktan sonra kendisini çalkaladım. “Lan!” diye kendimi uyarmam çok işe yaramadı, etraf pislik içinde kaldı. İş yaparken favori cümlelerimden biri olan “Neyse, sonra temizlerim” cümlesini bir kez daha büyük bir zevkle kurdum. Yavaş yavaş malzemeleri aynı ortama ekleyerek karışımımı hazırlamaya başladım. Dağınık ve pis bir şekilde çalıştığımı söylemiştim. İnsan böyle olunca eli, kolu kimyasal madde içinde kalıyor tabii. İşte böyle durumlarda, artık gelecek nesillere öğüt verirken kullanabileceğim bir cümlem var: Pis ellerinizi gözünüze sürmeyin.

İşte bugün boya yaparken gözümde kesinlikle hiçbir kaşıntı ya da başka herhangi bir şeye karşılık gelebilecek bir istek olmadığı halde, kimyasal madde bulaşmış elimi hafifçe gözüme doğru götürdüm. Tek elimle iş yaparken, diğeri boş durunca kendimi rahat hissetmeyen biriyim sanırım. Bu süreç içerisinde elimdeki kimyasaldan kaynaklanan parlaklığı görünce, “Acaba bir şey olur mu gözüme sürsem?” diye düşünmedim değil. Evet, düşündüm fakat her nasıl olduysa kendimi bir şey olmayacağına inandırdım. Canım istediği zaman kendimi çok güzel bir şekilde ikna edebiliyorum. Baktım, yeterince ikna olmuşum, hazır bu kadar ikna olmuşken de fırsatı kaçırmak istemedim ve elimi “fijiitt” diye sol gözüme sürdüm. Sanki bir şeye duygulanmışım da, buna karşılık olarak gözlerim dolmuş ve akmakta direnen gözyaşlarımı siliyor gibiydim. Çok naif bir hareket yapmıştım ve bu anı videoya çeken biri olsaydı “Duygusal kimyager ağlıyor! Kıyamaaamm! Facebook silmeden izle!” başlığıyla yayınlanacak görüntülerim olabilirdi.

Bir süre sonra gözümde bir yanma ve ıslaklık hissedince “Acaba gerçekten durup dururken duygulandım da ciddi ciddi ağlamaya mı başladım?” diye düşündüm. Neye duygulanmış olabilirdim ki? Şu an en fazla “Kaç yıl okuttu anam, babam beni, sonunda mesleğimi elime aldım ve şu an çalışıyorum, benle gurur duyuyor olmalılar!” diye düşünüp gözyaşlarımı tutamıyor olabilirdim. Ağlamamı gerektiren başka bir şey olamazdı şu an. Gülmek için elimde çok güzel nedenlerim olabilirdi ama istesem de ağlayamazdım sanırım. Gözlerimin neden yanıyor olabileceği hakkında kendimce fikirler yürütürken, yanıma Cansu geldi ve “Erdeeem! Senin gözüne ne olmuş!” diye hayretle bağırdı. Şu sahne G.O.R.A’da olmasaydı, ben yaratabilirdim: Ne olmuş!

“Kıpkırmızı olmuş! Ne yaptın böyle!” tepkisi de gelince, dedim ki “Gidip bir bakayım. Belli ki bir şey olmuş, zaten bir şey hissediyordum, galiba hisli bir insanım”. Lavaboya gittim, o an aklıma uzun zamandan beri kafamda olan ama bir türlü gerçekleştiremediğim eylemi yapmak, yani lavaboda, yerden tavana kadar kaç tane fayans olduğunu saymak geldi. Tam bunu yapmaya kalkışacakken gözümden bir damla yaş süzüldü ve fayansları saymanın şu an sırası olmadığına kendimi ikna ettim. Çünkü fayans sayacağım diye gözyaşı döküyor olamazdım. Olayı yine “Anam, babam eğitimimi aldırdılar ne güzel, sayı saymayı bile biliyorum!” boyutuna indirgeyip, gururla ağlıyor olabileceğimi düşündüm fakat gözümden süzülen yaşlara bir de gözüm alev almış gibi bir şey eşlik edince lavaboya asıl geliş amacımı hatırladım.

Kafamı yavaşça aynaya doğru çevirdim. Gördüğüm manzaradan tam olarak emin olamadığım için, aynanın karşısından çekilip iki saniye bekledikten sonra tekrar baktım. Komikçi birisi, lavaboya insanların kendilerine baktığında şaşırabilecekleri bir ayna yerleştirmiş olmalıydı. Karşımdaki manzaranın başka türlü bir açıklaması olamazdı. Bu ayna korkunç hikâyelere tanıklık etmek için yerleştirilmiş olmalıydı ama suratımızı başka şekillere sokabilecek komik aynaların da olabileceğini düşünüp etrafa bakındım. Bir şey yoktu. O zaman gördüğüm şey ben olmalıydım. Gözünün olması gereken yerde bir adet yanardağ olan ve doğa şekilleri ve insanlık arasında kalmış garip bir yaşam formu.

Nasıl bir tedavi süreci izlemem gerektiğini düşündüm ve aklıma gelen ilk seçenek lensimi çıkarmak oldu. İrisi ya da retinayı oradan çıkarıp, elimde temizledikten sonra yerine takmam imkânsızdı ama lensi çıkarmak mükemmel bir çözümdü. Elimizde tek bir seçenek varsa, onun her zaman en iyisi olduğuna kendimizi inandırırız.

Lensi çıkardım, biraz su sürdüm, acım diner gibi olmuştu. Fakat bir gözümde lens varken, diğerinde olmaması yüzünden, bir yandan parlak parlak görüyor ve günü yaşıyordum, bir yandan da bulanık gördüğüm için sanki geçmişe dönmüş, o günleri puslu bir şekilde hatırlıyordum. Zaman makinesi icat edilirse, patentini ben almalıydım.

İnsan denen canlı, vücudunda herhangi bir rahatsızlık hissedince bunu hemen paylaşmak ister ve teselli edilmeyi bekler. Her ne kadar en gelişmiş canlı olduğumuzu iddia etsek de, aslında zayıf ve kırılgan bir yapımız var. Zayıflığımdan ve kırılganlığımdan faydalanarak “Kime söylesem acaba yaptığım saçmalığı?” diye düşündüm ve sonuca varmam çok çok kısa sürdü. Her şeyi eline yüzüne bulaştıran ben, bu sefer doğru bir iş yapacaktım. Telefonu elime alıp, yazmaya başladım…

Not: Gözüm iyi. Stop. Selamlar. Stop.

29 Nisan 2013 Pazartesi

25

Bir kitabın 10000 adet basıldığını ve bunların hepsinin satıldığını düşünelim. Sen de aldın ve okudun bu kitabı. Demek ki senin gibi 9999 tane daha insan var. Okuduğun ikinci bir kitabı, bu 9999 insan içinden alan insan sayısını düşün. Çok büyük ihtimalle karşına çıkacak sayı 9999’dan daha az olacak. Artık senin gibi olan insan sayısı daha az yani. Üçüncü bir kitap, dördüncü bir kitap diye ilerledikçe bu sayı gittikçe azalacak ve ortak yönünün olduğunu düşündüğün insan sayısı belki de bir elin parmaklarını geçmeyecek.

Elindeki bu çok az insanın senin sevdiğin herhangi bir şarkıyı sevme ihtimalini düşün. Karşına çıkan sonuç çok az olmalı. Kurtarabildiklerinle ikinci şarkıya ilerle şimdi. Bu şarkıyı günde 5468448447971 kez dinlediğini ve yanındakilerin de onu dinleyebilmiş olacağını hayal et. Ama yok olmadı, yolda kaybettin bazılarını değil mi? Üçüncü şarkıya geç, başka bir şarkıcı ya da grup bul, hepsinden aynı keyfi almaya çalış derken iyice yalnız kalacaksın sanki.

Kitapları geçtin, müziği bitirdin, o zaman şimdi bir de dizi, film falan düşün. Aynı kitapları okuduğun, aynı şarkıları dinlediğin insanlarla bir de aynı dizileri ve aynı filmleri seyredebileceğini hayal et. Giderek zorlaşıyor olmalı her şey. Dünyada milyarlarca kitap, trilyonlarca şarkı, bir sürü bir sürü dizi ve film var ve evet, bunların hepsinin sayısı arttıkça, diğer insanlarla aynı şeyleri yakalama ihtimalin git gide azalıyor. Basit matematik aslında bu. Payda arttıkça kesrin değeri küçülür ve elinde hiçbir şey kalmayacağına dair inancın tavan yapar. Yani işin çok zor. Ama diyelim ki öyle bir rastlantı oldu ki, tüm bu sayılanlardan aynı zevki alabildiğin bazı insanlar kaldı. Kendini şanslı sayman için yeterli mi bu? O zaman şuna bakalım.

Bu insanların içinden kaç tanesiyle herhangi bir olaya tepki verirken aynı kelimeleri kullanabilirsin peki? Ya da bu insanların içinden kaç tanesi senin çok sevdiğin kelimeleri kullanır konuşurken? Kimle aynı düşüncelere sahip olabilirsin? Kimle bir olay hakkında aynı yorumları yapabilirsin? Su içtiğin şişenin boyutundan, kitap okurken altını çizdiğin cümleye kadar geniş bir skalada düşün her şeyi. Hepsi aynı olacak. İmkansıza çok yaklaştık sanırım. Hatta geldik.

İmkansız çünkü bu değil mi? Çünkü bunların olabilmesi için senin karşında senden bir tane daha olmalı sanırım. Bir şey diyeyim mi sana? Yine de umudunu kaybetme ve “Benden bir tane daha olur mu ya! Saçmalama!” deme. Evet, haklısın, payda arttıkça kesrin değeri küçülüyor, sıfıra yaklaşıyorsun git gide. Sıfır demek boşluk demek. Boşluğu kim ister ki zaten! Ama şunu da düşünmek lazım, sıfıra gelmeden bir tık önce çok değerli bir ihtimal var. Hiç kimsenin kolay kolay ulaşamayacağı bir ihtimal. Sadece bir kişiyle ulaşabileceğin olağanüstü bir ihtimal. Eğer bir gün oraya ulaşırsan, iç sesinle birlikte kendine “Başardık!” diye fısıldamayı unutma. Ben de orada olacağım zaten, görüşürüz mutlaka.

26 Nisan 2013 Cuma

Ben Her Zaman Böyle

Gözlerimi zar zor açıp etrafa bakındım. Hava tam olarak aydınlanmamış ama canı istese anında aydınlanırmış gibi duruyordu. Çok kritik bir zaman diliminde uyanmıştım sanırım. Belki birkaç dakika önce uyansam “Hava daha karanlık, sanırım hala gece, o zaman uyumaya devam!” diye kendimi ikna edebilir ve bundan garip bir haz duyabilir ya da birkaç dakika sonra uyansam “Aha! Ne çabuk sabah oldu ya! Neyse erken kalkan yol alır!” diyerek artık yataktan kalkıp insan gibi yaşama konusunda atılımlar yapabilirdim. Bunların hiçbirini yapamayacak bir saatte uyanınca, boş boş durmak yerine, kendime eziyet edebileceğim şeyleri düşünmeye başladım. Acaba telefonun alarmının çalmasına ne kadar vardı? Belki çalmış ama ben duymamıştım. Belki de duymuş, sonra alarmı erteleye erteleye telefonu bozmuş ve böylece uyuyakalarak işe gidememiş ve kovulmuştum. Gerçi mesai saatleri içinde olsam hava aydınlanmış olurdu fakat yaklaşık 24 saat uyuduysam, bütün bir günü yemiş olabilirdim. Böyle bir durumda kişisel uyku rekorumu geliştirmiş fakat aynı zamanda üniversiteli işsiz pozisyonuyla hayatta tutunmaya çalışan bir birey konumuna ulaşmış da olabilirdim. Bu tarz düşüncelerle kendime yeterince acı verdiğime inandıktan sonra, “Neyse onu bunu bırak da eğer alarm çalmadıysa, acaba ne kadar var çalmasına?” şeklindeki bir soru cümlesiyle yaklaşık 15 dakika boyunca bütün ihtimalleri düşündüm. 40 dakika da olabilirdi, 15 saniye de. İçimden dakika ve saniyeleri içeren tüm kombinasyonları yaptıktan sonra ve saliseleri işin içine katmadan önce “Aslında saat kaç oldu diye telefona bakabilirim” diye dâhiyane bir düşünce geldi aklıma. Beni yetiştiren hocalarım, beynimi ne kadar verimli kullandığımı görseler, benle gurur duyarlardı.

Telefonun ekranına bakıp kalkmam gereken zamana 1 dakika kaldığını görünce, o 1 dakikayı yatakta geçirmenin mi yoksa bir an önce kalkıp kahvaltıya başlamanın mı daha olumlu bir eylem biçimi olacağına karar vermeye çalıştım ve 45 saniyeyi de böyle yedim. Tabii bunu düşünürken farkında olmadan yatmaya devam etmiş ve zaten en baştan kararımı vermiş gibi olmuştum. Bize verilen düşünme yeteneğini en berbat şekilde kullanan insan olarak haberlere çıkabilirim.

Beni bir kupa kahve kendime getirebilirdi. Kendimi mutfağa doğru sürükledim ve suyun kaynama noktasına erişmesini beklerken mutfak dolaplarını karıştırdım. İrem’in Finlandiya’dan getirdiği çikolataları bulup birkaç tanesini cebe attım. Sonra vicdanım kendini rahat hissetmediği için, dün akşam kendime aldığım ve çantamın içine fırlattığım çikolatayı da İrem’in çekmecesine rastgele koydum. Resmen bir çokonata karşılık koca bir toblerone almıştım. Para icat edilmeseydi, değiş tokuş metoduyla çok verimli alışverişler yapabilirdim. Ama bu dünyaya bayağı geç gelmişim.

Kahvemi alıp odama çekildim ve bir tur tavla oynamaya karar verdim. Zihnimi açmak için bir şeylere ihtiyacım vardı ama satranç şu an ağır gelirdi. Zaten satranç oynamayı da bilmediğim için, onu öğrenip de başarılı sonuçlar alana kadar işe geç kalırdım. “İşe geç kalmak” tabiri önümdeki zaman dilimini nasıl değerlendireceğime dair bir keyword olmuştu. Sanırım bazı değişikliklere ihtiyacım var. Tavla oynarken kahvemi yudumlayıp hafif bir köy kahvesi tadı yakaladım odamda. Sonra toblerone yiyip birazcık daha elit olmaya karar verdim. Yediği bir yudum çikolatadan inanılmaz zevk alan reklam yıldızları gibi, toblerone’u yerken gözlerimi kapattığım için tavlada yenildim. Sanırım bilgisayar taş falan çalmıştı, başka türlü yenilmem imkânsızdı. Yenilgiyi kabullenmemek ve çirkeflik yapmak diye bir şey varsa, bunu atalarım icat etmiş olmalı.

Giyinmeye karar verip masamdan kalktım. Sonra vazgeçip yine oturdum. Oturunca yapacak bir şey bulamadığım için yine kalktım. Vücudumun karar verme mekanizması sekteye uğramış, üzerinden buffalo geçmiş gibiydi. “Buffalo nasıl bir hayvandı ya?” diye düşünüp masama yine oturarak biraz buffalo videosu seyrettim. Şirin videolar olmadıkları için “Ayh şuna bakın yaa ne kadar tatlııııı yerim ben bunuuu” deyip Facebook’ta paylaşma olayına girmedim. Kedilerin prim yaptığı bir dünyadaydık, buffaloların değil. Eğer bir hayvan olsaydım, kesin buffalo olurdum.

Dolabımı açıp elime gelen ilk gömleği aldım. Ayakkabılığı açıp elime gelen ilk ayakkabıyı aldım. Doğaçlama diye bir kavram olmasaydı bile ben yaratırdım. Apartmanın kapısından çıkarken apartman görevlisini gördüm, arkası bana dönüktü. Hiç muhabbet edecek havamda olmadığım için usulca kapıdan sıyrılmaya çalıştım. Başarılı olduğumu zannederken “Hey! Pişt!” diye bir ses duydum. Bana sesleniliyor olmalıydı. Çaresizce arkamı dönüp baktım, apartman görevlisi gülümseyerek yanıma geliyordu. İşini seven birisi olduğunu düşündüm, yoksa bu kadar gülümsemek imkânsızdı. Yanıma gelip, “Sizin soyadınız neydi?” dedi. Bazı soruların yanıtlarını çok iyi bilsem de birden bire sorulunca afallayabiliyorum. Üstelik daha önce hiç kimse sabahın 8’inde soyadımı sormamıştı. Hayatında bir ilkle karşılaşınca benim kadar idiotlaşan insan az bulunur. Biraz düşünüp, ”Yeniceler” dedim. Konuşurken noktalama işareti kullanamadığımız için suratımı soru işaretine benzetmeye çalıştım. “Heh doğru hatırlamışım” dedi. Ben bile bazen hatırlayamıyorum, o kadar saçma soyadım, sen niye hatırladın ki acaba! Adımı “Hey, pişt” olarak öğrenmiş ama soyadım aklında! “Hımm” dedim. Başka ne denebilirdi? “Kredi kartı düşürmüş olabilir misiniz?” diye sordu. “Yok” dedim. Kredi kartım yok, niye düşüreyim? “Ama düşürmüşsünüz!” dedi hınzırca. Madem düşürmüşüz, neden en başta “Düşürdünüz mü?” diye soruyorsun? Laf kalabalığını çıkaran kimse ona düşmanım. Olmayan şeyi de nasıl düşürdüğümü çok merak ettim. Elinde tuttuğu şeye bir süre bakıp, “Aa bir dakika! Sizin değilmiş!” dedi. “Size fatura gelmişti, hatlar karıştı” diye devam etti. Hatlar en son 1993’te karışıyordu, o kadar eski bir kelime grubu bu. Elime bir fatura tutuşturdu. “Faturanın arkasında belirtilen bankalara yatırabilirsiniz” diye ekledi anlamsızca. İnsanlarda açıklama yapma isteği uyandıran bir suratım var galiba.

Siteden çıkıp usul usul servise doğru yürümeye başladım. Yolda yürürken “Gelen mesajlara ve maillere cevap vereyim de çok önemli ve yoğun bir insanmışım gibi görüneyim” diye düşündüm fakat telefona gelen hiçbir şey yoktu. Bu gerçekle yüzleşince kendi mail adresime boş bir mail atıp, “Aha mail geldi! Kimden acaba!” diyerek birazcık heyecan yaptım. Bu zihniyeti birazcık daha ilerletebilirsem, bir yerden sonra kendi kendimi arayıp “Meşgul çalıyor! Kimle konuşuyor acaba?” diye düşünerek boş vakitlerimi doldurabilirdim. Ortaya saçma sapan bir fikir atacak birisine ihtiyaç duyulacaksa, benden daha iyi bir aday olamazdı.

Servise bindim. Kulaklıklarımı takıp müzik dinlemeye başladım. Bir ses, kulağıma “I need you now. I need you” diye fısıldıyordu. Gözlerimi kapadım. Karanlıktayken bir şey göremiyordum ve şu “I need you now” sözü, kesinlikle ben eşlik edeyim diye yazılmış olmalıydı.

25 Nisan 2013 Perşembe

Kokusuz

Zaman zaman dünyaya sırf zarar ziyan vermek için doğmuşum diye düşünüyorum. Kış uykusuna yatmış olma ihtimali olan kaplumbağayı “Anaaa ölmüş bu!” diyerek toprak ananın ellerine bıraktıktan sonra, kendime çeki düzen veririm diye düşünmüştüm ama bu konuda istenilen başarı seviyesine ulaşamadım henüz. Milli servet düşmanı ya da doğal hayatı, habitatı kurutmak için yemin etmiş bir birey gibi yaşıyorum resmen hayatımı.

2 hafta önce aldığım oda parfümünün, değil odaya kendisine bile faydası olmadığını fark edince çöpe attım. “Koskoca adamın oda parfümüyle ne işi olur! Manyak mısın nesin!” şeklindeki hayret ve benim hakkımda olumsuz düşünceler içeren sorulara cevap vermeyeceğim burada. Sadece “Odama bahar esintileri getirsin, madem havalar da düzeldi, tam olarak bir bahar ortamı yapayım, dışarıdan gelen çam ağacı kokusuna mango kokusu da ekledik mi tropik bir adada emekliliğin keyfini çıkarıyormuş gibi olurum, hayat güzel yeaa! Zaten bence hayatı kendimiz güzelleştirmeliyiz, biz bir şey yapmadıktan sonra hayat bize ne sunabilir ki!” diye düşünüp garip bir gazla almıştım onu. Bir parfüm için bu kadar çok şey düşünüp sanki hayatımı onun üzerine kurmuş gibi davranmamı yadırgayabilirsiniz sevgili dostlarım ama insan yanında “Heh işte! Tam aradığım insan! Aynı ben!” diyebileceği biri şimdilik olmayınca böyle çiçeğe, ota, böceğe veriyor sanırım kendini.

Marketten gelip odama ilk koyduğum zaman, kafamda kurguladığım plana harfiyen uymama yardım edeceği için kendisine garip bir sevgi duymaya başlamıştım. Artık bundan sonra eve gelen herkes, büyülenmiş gibi olacak, tıpkı çizgi filmlerdeki gibi ayakları yerden kesilerek benim odama doğru uçmaya başlayacaklardı. Komik bir görüntü de olacaktı tabii bu. Ben de bu görüntüyü, mis kokulu odamda elimdeki meyve kokteylini içerken seyredecek ve çok önemli işler başarıyormuşum gibi hafif bir gurur ifadesi taşıyarak gülecektim. İnsan boş kalınca, o an çok mükemmel gibi görünen ama aslında adam gibi düşününce, “anlamsız” kelimesinin sözlükteki tanımına yeni açılımlar getirebilecek şeyler yapabiliyor.

1-2 gün iyi anlaştık kendisiyle. Hafif bir koku duyuyor gibiydim. Evet ya, vardı bir şeyler. Ama sanki bu koku tropik esintilerin kokusu değil, duyu almaçlarımın kendi kendilerine yarattığı zerreciklerin etrafa yaydığı şeyler gibiydi. Çünkü o an ne istiyorlarsa öyle bir koku hissediyorlarmış gibiydi hepsi. Placebo etkisi bu olsa gerek. Parfümü oraya koydum diye kendi kendine koku hissedip kendini iyi hisseden bir vücut. Kandırılmaya müsait bir insandım sanırım.

Bir zaman sonra etrafı güzel kokutsun diye aldığım bu varlığın hiçbir vaatte bulunmaması ve bunu da benim kaldıramamam üzerine, şişenin üzerine kendi parfümümden sıkıp sanki o koku oda parfümünden geliyormuş gibi düşünme yolunu seçtim. Kandırılmam kolay, fakat bunu kabullenmem zordu. Bir güzel kandırıldıktan sonra, kimse mongolluğumu anlamasın diye türlü dalavereler içerisine giriyor, her şeyi düzelttiğim zannederek, bu sefer de bizzat kendi tarafımdan kandırılıyordum. Garip bir varlıktım.

Artık her akşam eve gelince tip tip bakabileceğim bir düşman kazanmıştım. Odamın kapısını her açtığımda mango kokusu yerine, bildiğin sade bir atmosferle karşılaşmak beni yormuş ve bu yorgunluğun hırsını gözlerimi diktiğim parfüm şişesinden çıkarmaya başlamıştım. Düşmanımı iyice tanımak ve ondan emin olmak için, İrem’i yanıma çağırdım ve “Canım kardeşim nasılsın? Sence bu şey kokuyor mu?” diye sordum. “Kokmuyor” deme ihtimaline karşılık da kokmayan şeyi satın alacak kadar salak olduğum meydana çıkmasın diye “Burnum mu tıkalı acaba benim? Hasta mı oluyorum yoksa?” şeklinde cümleler kurarak, kardeşimin bana acımasını istedim. “Kokmuyor” dedi. “Kokmayan şey almışsın”.

Tabii bu laftan ve İrem’in suratındaki bana hafif acıyan ama bir yandan da dalga geçmeden de duramayan yüz ifadesinden sonra, kendisine kibarca teşekkür edip, şişeyi çöpe uzayladım. Uzaylamak, vücudundaki bütün ATP moleküllerini toplayıp ADP seviyesine indirecek kadar enerji sarf etmek demek bana göre. Gücümün yettiği yere kadar fırlattım şişeyi. Çöp kovası çok derin olmadığı için belli bir yere kadar gidebildi tabii ama olsun, önünde yol olsaydı daha da giderdi. Rahatlamıştım.
Artık can düşmanımdan kurtulmuş, bunu kutlamak için de kendime Kinder Surprise almak için markete gitmiştim. Kinder’in içinden çıkacak oyuncağı parfümden boşalan yere koyacaktım. Garip bir intikam hırsıyla dolmuştum. Benim intikamdan anladığım şey anca bu seviyelerde olabiliyor zaten.

Hani birbirleriyle kavga eden komşular, yine de birbirlerini dikizlemekten geri kalmazlar ve bir diğerinin hayatı hakkında bilgi sahibi olmak isterler ya, ben de markette temizlik ürünlerinin olduğu reyona gidip parfümlere bir göz gezdirdim, kendilerine pis pis baktım. O sırada benim hayatımdan çıkardığım parfümün kardeşini bir teyze elinde tutuyor ve onu koklamaya çalışıyordu. Acı acı gülüp, “Boşuna uğraşıyorsun teyzeciğim, hep Amerika’nın oyunları bunlar” falan dedim içimden. O sırada teyze, yanındaki bir boy küçük teyzeye dönerek “Kız niye kokmuyor bu?” diye sordu. Demek ki insanlıktan umudumu hala kesmemeliydim, insanlar hala bazı gerçeklerin farkına bir an önce varabiliyorlardı. Benim kafam az çalışıyor olabilirdi, fakat zekâsı gayet yerinde olan insanlar vardı. Küçük boy teyze, “Ee kapağı var onun, onu açınca kokar” deyince, benim kafamın hiç çalışmadığını ama diğer insanların ciddi ciddi zeki olduklarını fark ettim. “Aa doğru lan!” dedim sadece.

Marketten çıkıp uzaklara baktım. Bir gün doğru düzgün yaşamayı öğrenecektim. Hemen gaza gelmeyip olayları derinlemesine düşünecek, iyice ölçüp tartacaktım. Sonra dedim ki kendi kendime: “Ulan kapağı açık olsa zaten bütün market kokar, parfüm de hemen biter, demek ki ondan kapağı kapalı satıyorlar, senin alınca açman gerekiyor”

Yemin ederim aydınlanmaya başlamıştım. Bin yıllık gerçekleri yeni yeni fark etmeye başlamıştım ama düzelecektim sonunda. Demek ki hala bir umut vardı. Zarar ziyan vermeyi bırakıp, ulusuma faydalı bir birey olacaktım. Bunun farkına varınca mutlu oldum ve anlamsız bir sevinçle elimdeki Kinder çöpüne tekme atarak onu uzayladım.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Hayatkaçıran

Üniversitedeyken, “Bak sakın mezun olma, iş hayatına girince bugünlerini çok ararsın” diyen insanlara, zamanında gereken saygıyı göstermeyip, onları hiç dinlemediğim için kendilerinden özür diliyorum. Hani bazen tamamen abartıyorlardı, “Sosyal hayat nedir bilmeyeceksin, evden işe, işten eve gideceksin, yaşamaktan nefret edeceksin, hep aynı tipler olacak etrafında ve insanlardan tiksineceksin bööööööö” falan diye ama dediklerinin bir kısmında bu kadar haklı çıkacaklarını hiç düşünmemiştim zamanında bunları dinlerken. Çünkü çalışacaktım, ödev diye bir derdim olmayacaktı, sınava girmeyecektim ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de üstüne para vereceklerdi. Hâlbuki ben para versem bile olurdu. O kadar çekici geliyordu, ödevsiz ve sınavsız bir hayat. Bunun nesi kötü olabilirdi ki?

Evet, oluyormuş. Ödev, sınav yok ama devamsızlık diye bir kavram var çalışırken. Olayın bu tarafını görmemezlikten gelmişim ben ya da işime gelmemiş, unutmuş gibi yapmışım. Bazen canı o an neyi görmek isterse, ona göre davranan bir bireyim. Beynim böyle evrimleşmiş. Konunun bütününü görmek yerine, o an işine yarayacak olan kısım neyse, onu çekip alıyor aradan ve kendini mutlu edebiliyor. Büyük ihtimalle iş hayatı hakkında konuşulurken de, “Oğlum ödev yok, bir şey yok, deney raporu yazmıyorsun, yoklamaya imza atmıyorsun, daha ne istiyorsun işte!” gibi düşünceler geliştirip, beni iş hayatının mükemmel olduğuna inandırıp kendisini de sevinçle doldurdu. Ben de bunca yıldır beni iyi kötü idare eden beynime inanıp, “Evet ya çalışsan çalışılır aslında, bence olur yani, zevkli lan!” dedim büyük ihtimalle.

Biraz önce de dediğim gibi devamsızlık ciddi bir sıkıntı çalışırken. Bugüne kadar hiçbir şeyin devamsızlık yapılmadan idare edilmesi gerektiğine inanmamıştım. Devamsızlık yapılabilirdi bence. Yapılması gereken bir şeydi. Arada nefes alırdın. Kafanı toplayıp, o an üzerinde çalıştığın şeye daha çok odaklanabilirdin. İşte bunlar hep devamsızlık adına kendimi ikna etmede kullandığım fikirler. Üniversitede falan bayağı işime yaradı bu cümleler. Hatta bir ara o kadar yaramaya başladı ki, sadece sınav varken okula gitmek gerektiğine, başka günlerde okulda olmanın çok da faydalı bir şey olmayacağına inanmaya başladım. O zamandan beri uyumak, kitap okumak, dizi seyretmek konusunda bayağı ileri seviyelere ulaşmıştım. Belki okula gitmiyor ama kendimi kültürel açıdan gayet iyi yetiştiriyordum. Bence bunlar da eğitimimiz için vazgeçmememiz gereken önemli parametrelerdi. Bunlar da vicdanımı rahatlatmak için bulduğum düşüncelerdi. Sonra okul bitti. Okulun bitmesi demek, kimilerine göre kendilerine her kapıyı açacak olan diplomayı almak demek ama bana göre rahatlığın sona ermesiydi. İşe girince, alarmı durmadan erteleyip, artık uyuyacak bir yudum uyku bile kalmayınca yataktan kalkıp “Aa tüh mesai başlama saati geçti, neyse bugünlük böyle olsun, yarın giderim artık” deme gibi bir şansın olmuyor. Okuldayken bu yöntem %100 verimle çalışıyordu hâlbuki. “Bugünkü ders de kaçtı, kısmet” cümlesi en sevdiğim cümlelerden biriydi. Şimdi bir gün işe gitmesen “Gel bakalım bebeğim, iş akdine son verdik, bu da tazminatın” deyip koyarlar kapının önüne.

İşe gitmeyerek aylaklık yapıp hayatı öylesine yaşama opsiyonun olmuyor tabii gün içinde, artık çalışmaya başlayınca. O yüzden akşamları bir şeyler yapma konusunda kendini acayip gaza getiriyorsun, “İşten çıkınca şuraya gideceğim, burada takılacağım, önce şu insanla buluşup, sonra şu ortama akacağım. Aman Allah’ım ne kadar enerjiğim ya resmen gençlik ateşi bu! Duramıyorum yerimde! O kadar çalış ama yine de kendine süper vakit ayır! Resmen zamanı verimli kullanma konusunda master degree oldum! İşte hayat bu be!” diyerek. Tabii bu gaz, mesainin bitişiyle sona eriyor. Önce koşarak çıkıyorsun şirketten. Bir inanç var içinde süper şeyler yaşayacağına dair ama yorgun bedenin servise binince beyaz bayrağı çekiyor. Gün içinde “Kimle buluşsam lan?” diye kurduğun cümleler, işten çıkınca “Erken mi yatsam bu akşam? Zira yarın iş var” haline dönüşüp, dünyanın en iğrenç evrim halkasını oluşturuyor.

Tamam, dışarıda bir şey yapmayacağın belli ama evin içinde verimli zaman geçir değil mi? Yok, onu da beceremiyorum. Ne bileyim, insan gibi kitap oku mesela. Yayınevlerinin sitelerine girip “Oha! Murat Menteş’in kitabı çıkmış! İnanmıyorum, Paul Auster bir kitap daha yayınlamış!” deyip koşa koşa kitapları almayı biliyorum ama mesela D&R’ın rafında duracaklarına, benim kitaplığımda öyle başıboş duruyorlar. Aldın, oku madem! Tamam, görsel bir şölen sundukları aşikâr, her gören bayılıyor kitaplara ama “Hepsini okudun mu bunların?” sorusu, bazen cevapsız kalabiliyor. Aldığım her kitabın arka kapağını okuyorum ama. Sayılır mı bu? Daha 3 hafta önce aldığım Uykusuz’u bitiremedim desem, daha hoş düşünceler oluşturabilirim insanların kafasında sanırım, iş hayatının nasıl bir inhibitör olduğuna dair.

Bazen diyorum ki, “Acaba ben mi sıkıntılıyım?” Yani, organizasyon yeteneğim sınırlı da, o yüzden mi işten çıktıktan sonra bir şey yapamıyorum? Ama etrafımdaki insanlardan hep aynı tepkiler geliyor: Zaten işten çıktıktan sonra 2-3 saat bir vaktin kalıyor, o kadarcık sürede ne yapılabilir ki?

Peki ne yapılabilir? İşte kitap okumaya niyetlenirsin ama 3 sayfa okuyabilirsin. Bilgisayarı kucağına alıp günün gelişmelerinden sadece 2 tanecik haber okuyabilirsin. Anne, baba ve kardeşle sohbet etmeye kalksan, konunun gelişme bölümüne gelemeden konuyla olan bütün bağlantını kesebilirsin, çünkü artık daha fazlasını beynin almaz. Çay, kahve içmeye niyetlensen, elindeki kupanın ancak yarısına gelebilirsin. Ve sonunda sızıp uyuyakalabilirsin. Evet, bu paragrafta hayatımı nasıl geçirdiğimi özetledim. Hayat koşa koşa kaçıp gidiyormuş gibi sanki çalışırken. Yani, mezun olmayın, okuyun. Bol bol okuyun. Derslerden kalın ve okuyun. Bana da bir zahmet yardım edin ya!

Not: Arada şu şarkıyı dinleyip gaza geliyorum. Üzerindeki ölü toprağı atmaya belli bir süreliğine yardımcı oluyor. Ama başka değişiklikler lazım belli ki.

http://www.youtube.com/watch?v=FkwHcIQ3m-E

23 Nisan 2013 Salı

Deli

Deli cesareti olan insanlara gıptayla baktığım, karşı konulamaz bir şekilde imrendiğim doğrudur, fakat çok sakin bir hayat yaşamakta da üstüme yok. “Bir gün kafama esti ve şöyle yaptım, o günden beridir de bu işte bir numarayım” gibi cümleler duyuyorum, özellikle işe girdiğimden beri ve sonra kendime dönüp bakınca, yaptığı en büyük delilik, bir kupaya 2 tatlı kaşığı dolusu kahve koyup üzerine şeker ve süt tozu eklemeden onu içmek olan bir insan görüyorum. “Aha çok sert oldu lan kahve, nasıl içeceğim bakalım” diye düşünüp, bu kadarcık deli cesaretiyle salgılanan adrenalinin kendisine yettiği bir insandan bahsediyorum işte. Hırs, kararlılık, iş bilirlilik, risk alma ve onu yönetme gibi meziyetler yok sanırım bende.

Az önce şirketimizin genel müdürü çağırdı beni. Arada çağırır böyle, hayat adına ders verici konuşmalar yapar, ben de “Aa valla doğru, ben de böyle olayım bundan sonra” diye düşünürüm onu dinlerken ama odasından çıkınca hepsini unutup elimi cebime atarım “Telefonda oynadığım oyun yarım kalmıştı, onu bir bitireyim de, sonra bakarız bir ara bu tarz olaylara” diye düşünerek. Konuşmamız esnasında yine bir sürü şey dinledim, bazıları için “Evet, doğru, istesen olur aslında, yapsan, yaparsın yani” diye tepkiler verdim içimden; bazıları için de “Yok artık ya! Hayatta olmaz böyle bir şey, kim ‘yaptım’ dese yalan söyler” gibi cümleler kurdum. Bu muhabbet sırasında en çok dikkatimi çeken şeylerden biri şu cümle oldu: Genlerimde var demek ki üretim isteği ve planlama yeteneği.

Tabii böyle enteresan cümleler duyunca kendine dönüp bir bakıyorsun. Ben de baktım, genlerimi düşündüm. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, bir insanın durup dururken genlerini düşünmeye başlaması, DNA’nın sarmalları arasında bulunan Adenintrifosfat üzerine kafa yorması ya da ne bileyim Guanin ve Sitozin’in nasıl kendilerini eşleyebildiğine hayret etmesi falan gerçekten garip geliyor. Diyorsun ki, “Bildiğin bir miras sahibiyim şu an, genetik bir miras ama olsun, gelecek nesillere aktarabileceğim bir şeyler var sonuçta elimde, yarın bir gün çocuğum, ‘Babam bana hiçbir şey bırakmadı, ne hayvan adammış!’ diyemez”, hafif bir gaza geliyorsun falan. Neyse işte, çoluğuma çocuğuma da bırakacağım bu genleri düşününce, aslında çok büyük vaatlerde bulunmayan şeylere sahip olduğumu fark ettim. Yaşım birazcık daha küçük olsa, lisedeki herhangi bir ergen gibi anneme ve babama atarlanabilirdim belki, “Nasıl gen verdiniz ya! Doğru düzgün geniniz yoktu, niye doğdum ki o zaman!” diye. Ama yaş ilerledikçe bazı şeylere daha sakin tepkiler veriyorsun. Daha sakin bir yaşam sürmek istiyorsun. Mesela durup dururken kendimi gaza getirip, “Lan! Yeminle aklıma mükemmel bir fikir geldi! Bunu hemen yatırıma dönüştürmeliyim!” diyen bir insan olmadım hiç. Aklıma yeni bir fikir geldiğinde, “Ya bunu mutlaka birisi düşünmüştür, üzerinde uğraşmıştır, demek ki başarılı bir şey değil ki, bir sonuç çıkmamış. Başarılı olsa duyulurdu çünkü. Hem kimsenin aklına gelmeyen şey, benim aklıma gelecek değil ya! Höh yani!” diyerek kendimi frenleyen bir yapım var. Zaten risk almak da hayatımda hiçbir zaman gerçekleştiremediğim bir şey. Hani şu klasik “Risk budur!” muhabbeti var ya, öyle bir sınava girsem, en az 5 sayfa sürerdi benim riskin ne demek olduğunu açıklamam. Sınav kâğıdına azıcık yazıp, sınavdan düşük alma riskini göze alamazdım çünkü.

Bir de yine iş hayatında dikkatimi çeken başka bir mevzu, sıfır sermaye ile iş yapmaya başlayıp, birkaç yıl içinde şirketiyle ciddi bir marka olabilen insanlar. Çok duyuyorum şöyle muhabbetleri: Valla bir masa, bir sandalyeyle başladık bu işe, işte şimdi görün nerelere geldiğimizi! Kendimi düşünüyorum böyle şeyler duyunca, ulan benim bir masam, bir de sandalyem olsa, bütün gün oturup Solitaire oynarım, arada bir kalkıp kahve yaparım kendime. Kabullenmişlik hissi acayip hüküm sürüyor sanırım bende. “Bir masa ve sandalyeyle ne yapılır ki! Kaderimizde bu varmış, ne yapalım, böyle idame ettireceğim demek ki hayatımı” der, çekilirim bir köşeye. Ama millet felaket bir gazla fabrika kuruyor, 1000 tane adam çalıştırıyor şirketinde. İşte bunlar hep liderlik ruhundan kaynaklanan şeyler sanırım. Ben de tam “Zekalıyım ama amele olmak istiyorum” kafasındayım. Tabii zekalı olup olmadığım da tartışılabilir, bu konuda tartışmaya açık olduğumu da belirtmek isterim.

Peki bugünkü konuşmadan sonra ne oldu, onu da söyleyeyim hemen. Odadan çıktım, bir üst kata geldim, masama oturdum, Facebook’a girdim, 2 tur attıktan sonra, bu yazıyı yazmaya başladım. Yazı bitince de genlerimi harekete geçirerek, gelecek nesillere anlatabileceğim, sıfır sermayeyle çok fantastik başarı hikâyeleri yaratma gibi bir amacım var. Ya da bir delilik yapıp hiçbir şey amaçlamadan son nefesime kadar bekleyebilirim ve hayatın beni nereye götüreceğini izleyebilirim. Sonra da bunu anlatırım ileride, “Bir gün hiçbir şey yapmadan oturmaya başladım ve en sonunda iyice dangalak biri oldum” diye. Para babası olacağıma dangalak olurum, hödük olurum. Zira hep küçük hedeflerim oldu şu hayatta. Ve bir İnsan hedeflerinden asla şaşmamalı.