22 Kasım 2011 Salı

"Erkekler Temas Ediyür!"

Kendine ayrılan yeri yeterli görmeyip benim oturduğum koltuğa da gözünü diken ve dolayısıyla benim üzerimde seyahat etmede herhangi bir sıkıntı duymayan bir teyzeyle aynı ortamda bulunuyorum. Ortam falan diyince de çok ilginç, çoğu kişinin tasavvur bile edemeyeceği güzellikte bir yerde olduğum sanılmasın. Bildiğin metrobüsteyim işte. Bir zamanlar Avcılar, dünyanın öbür ucundaymış gibi gelirdi bana ama artık sanki ezelden beridir buranın müdavimi gibiymişimcesine gayet normal geliyor sabahın köründe Avcılar’da bulunmak. “Avcılar’dayım yeaa!” diye rahat rahat cümle kuruyorum nefes alırmışçasına. Metrobüse binip okula gideceğim ya, ondandır bu Avcılar sevdam.

Neyse, o sabah da büyük bir hevesle geldim metrobüs durağına ve bir adet teyze peydah oldu yanımda. Peydah oldu diyince böyle “pıt” efektiyle falan geldi sanılmasın. Bildiğin “gümbürt” sesiyle irkildim teyze gelince. Toplu taşıma araçlarına binince, nerede garip bir tip vardır, gelip benim yanıma oturur. Sarhoşu benim yanımı seçer; kusan bir çocuğu olan abla, benim yanıma oturmaktan çekinmez; sorunlu ve meraklı amca ve teyzelerin vazgeçilmez mekanıdır benim yanım. O yüzden böyle bir teyzenin oturmak için benim yanımı seçmesi çok da garip gelmedi. Hatta her zamanki olayı yine yaşadığım için “Ne kadar düzenli bir hayatım var, tutarlı bir bireyim” diye düşünüp mutlu oldum ve bu mutluluğun verdiği keyifle çantamın içinden kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Mutlu olan insanların hareketleri daha seri olur ve ben de bu serilikten medet umarak, elimdeki kitabın “Normalde bir sayfasını okuyabileceğim sürede, belki üç sayfasını okurum” diye düşündüm. Çünkü kitap çok güzel gidiyordu ve kitaptan belirli bir zaman aralığında aldığım keyfi birkaç katına çıkarmak istiyordum.

Kitabın kapağını açtığımda yan tarafımdan gelen “mımırımmrırım” gibi bir ses duydum. Sanırım teyzeden geliyordu. “Kitabı mı beğenmedi acaba?” diye korktum. Müzik dinliyor olsam, sesini çok açmış olabileceğim için teyzeden azar işitmem mümkündü, fakat teyzenin okuduğum kitabı beğenmemiş olma ihtimali, bende “Nasıl bir manyakla karşı karşıyayım acaba?” diye çok büyük bir merak duygusu uyandırdı. Çıkardığı garip sesi dikkate almadığımı sanan teyze, oysa ki ciddi anlamda korkmaya başlamıştım, sesini biraz daha yükselterek ve bana dönerek “Yer değiştirelim mi?” dedi. Bazı insanlar soru sorar gibi, rica eder gibi yapıp aslında bazı şeyleri emrederler. Yer değiştirme emri gelmişti, fakat cam kenarında olmam dolayısıyla, yanımda paralel evrende yaşayan Erdem bile olsaydı kalkıp yerimi vermezdim. Çünkü yolculuk boyunca kah kitap okuyacak, kah cam kenarından kederli kederli dışarıyı seyrederek hüzünsel bir imaj yaratacak ve duyarlı bir insan olmak ne demek, onun kitabını yazacaktım. Mis gibi yerimi metrobüse benden iki saniye geç binen ve koridor tarafında kalan bir insana vermem düşünülemezdi. Zira metrobüs zaman diliminde iki saniye çok önemliydi, iki saniye geç kaldı diye, ne yiğitler ayakta yolculuk etti metrobüste, ne analar ağladı. İki saniye önce hareket ettiğim için bunun keyfini doyasıya çıkarmalıydım. Bu sebeplerden ötürü teyzeye, o an çok mantıklı gelen ama şu an bunları yazarken aslında o kadar da zeka parıltısı içermediğini fark ettiğim şu cevabı verdim: Hayır… Ben son durakta ineceğim, iyi böyle…

Fakat teyze durur mu, yapıştırdı cevabı: Ben de son durakta ineceğim. İşte gerçekten yıllardır peşinde koştuğum bilgi buydu. Bu cevabı duyunca bir an ciddi ciddi düşündüm, “Oha son durakta inecekmiş, kalk çabuk ve hemen yerini ona ver!” diye. Son durak beynime girmiş, bana hükmediyordu. Nerdeyse toparlanmaya başlamışken, varacağımız son durak olan Zincirlikuyu’da her akşam insanlara “Hörööa! Kaldırıma çıksın herkes röö!” falan diye bağıran adam geldi ve son durak kavramı beynimdeki bütün önemini kaybetti. İnsan bir an için son duraktan çok daha fazla şey bekliyor çünkü, bıyıklı ve çemkiren bir adam değil. Kendi içimde yaşadığım çelişkilerden kurtularak, benden ısrarla ve büyük bir umutla bir cevap bekleyen teyzeye dönüp “Hımm! dedim. “Demek siz de son durakta ineceksiniz ha? Demek ki elli dakika boyunca birlikte yolculuk edeceğiz. Hayat ne ilginç!” gibi bir anlam çıkarmasını istedim teyzenin o “Hımm” efektiyle.

Ama teyze olaya bambaşka bir açıdan yaklaştı ve pes etmeyerek son kozunu oynadı, ağzından şu kelimeler döküldü: Erkekler temas ediyür.

Artık bu cümleden sonra, metrobüse binen herkese yalvaran gözlerle baktım, “Nolur şu teyzeye kazayla da olsa dokunmayın” diye. Artık nasıl içli baktıysam, millet halimden anladı herhalde, teyzenin yanından bile geçmedi. Teşekkürler İstanbul’da olup, o zaman diliminde metrobüsü tercih edenler… Hayatımı size borçluyum.

Teyzeciğim, beni de affet, anlattım seni böyle ve vicdanım çok rahatsız olüyur şu an…

13 Kasım 2011 Pazar

"Boşver"

Deli gibi olmasa da çok da sevimli bir şekilde yağmayan yağmurda ıslanmamak için otobüs beklediğim durağın arkasındaki büfenin tentesinin altına saklanıyorum. Aslında ıslanmaktan garip bir şekilde mutluluk duysam da bugün ıslanmama seçeneğini seçmemi, “Demek ki alışılmadık bir gün beni bekliyor” gibi bir cümle de kurarak umut dolu bir yaşama atılan ilk adım olarak görmek istiyorum.

Otobüsün gelmesini bekliyorken yanımda büfe sahibi amca peydah oluyor. Küçük de olsa bir işletme sahibi olmanın verdiği güvenle mağrur bir şekilde gülümsüyor. Bu gülümsemeyle birlikte, içimdeki “Yörü lan kaybol burdan!” cümlesi eşliğindeki kovulma korkumu atıyor bir anda. İstemsizce gülümsüyorum ben de. Bu halimizi görenler bizi kar ortağı sanıp satışlardan memnun olduğumuzu gösteren bir yüz ifadesiyle birbirimize sevimlilik yapıyormuşuz zannedebilir. Halbuki büfenin satışıyla aramdaki tek münasebet arada bir oradan kola ya da Coco Star almama dayanıyor. Ufacık bir Coco Star’ın da insanlar arasındaki ilişkiyi bu denli kuvvetlendirmesi bende çok büyük bir hayret uyandırıyor. Hatta bu duruma o kadar hayret etmişim ki önümden geçen arabanın camındaki yansımamı gördüğümde utanıyorum kendimden. Sonuçta, gözleri yuvalarından fırlayacak kadar açılmış ve ağzı “Aaaa” efekti veriyormuş gibi bir şekle girip öylece kalakalmış bir insan ortama çok güzel malzeme olur ve hiç tanımadığım insanların durup dururken benle dalga geçmesini şu an için kaldırabilecek bir psikolojik durumda değilim.

Gayet saçma olan duruşumu düzeltme kararı almış ve biraz da olsa insan gibi bekleme konusunda kendimi razı etmişken “Ne yağıyor be rahmet!” gibi bir cümle duyuyorum. Büfeci amca benle muhabbete girebilmek için böyle bir cümle kurmayı tercih etti. Fakat ben, tıpkı bir aymaz gibi, adamın bütün çabasını hiçe sayarak, kuru bir “Evet” ile geçiştiriyorum bu durumu. Çok da konuşma modunda olmadığımı, konuşmak istesem bile yağmur hakkında ne kadar konuşabileceğimi tam olarak kestiremediğimi anlasın diye biraz tersler gibi bir cevap vermiş olabilirim fakat amca oralı olmuyor ve “Ohh mis gibi toprak koktu” gibi bir cümle daha kuruyor. “Ya aslında o koku toprağın kokusu değil, bakteri falan onlardan kaynaklanıyor o koku” diyecek olsam da, adamın vatan hasreti çeken bir film kahramanı gibi sol elini gözlerine siper ederek ileriye bakması ve aynı anda dünya üzerinde ne kadar oksijen varsa hepsini içine çekmek istiyormuş gibi burnunu havaya kaldırması gibi bir sahneyle karşılaşınca tüm bilimsellikten uzaklaşıp duygularıma teslim oluyorum. Bu sahne biraz daha devam ederse hıçkıra hıçkıra ağlayacağım fakat gözyaşlarıma büfeye giren bir müşteri engel oluyor ve büfeci amca gelen para kaynağını fark edince tüm duygusallığından sıyrılıp adeta bir hazine avcısı gibi ceketini toplayarak koşa koşa büfeye giriyor yüzündeki “Ehe ehe” ifadesiyle. Duygu yumağının altından bir canavar çıkıyor sanki. Bu hayal kırıklığıyla nasıl baş edeceğimi düşünürken elinde çay bardaklarıyla ve bir adet sandalye ile sevimli bir insan fırlıyor büfenin içinden. Az önce müşterinin arkasından uçarak büfeye giren amca, içerde nasıl olduysa boyut değiştirmiş gibi. Duygusal gel gitleri olan bir insan gibi görünüyor. “Gel otur, bir sıcak çayımı iç” diyor sandalyeyi yanıma koyarken. Ortaya bir de tavla çıkarsa hiç yadırgamayacakmışım gibi bir ortam oluşturuyor. İstemsizce kendimi oturur pozisyonda buluyorum. Babacan işverenin yanında çalışan minik bir çırak gibiyim; bir sipariş gelse koluma sepeti takıp karşımızdaki siteye dalacakmışım gibi hissediyorum. Her gün umarsızca önünden geçtiğim büfe, bende inanılmaz değişiklikler yaratıyor. Gerçekten alışılmadık bir gün yaşıyorum.

Amca ile karşılıklı olarak çaylarımızı yudumlarken, hayatın zorluğundan, devletin halinden bahsediyoruz. Amcanın bulduğu çözümler, her gün forumlarda okuduklarımızdan farklı değil. Amcanın iflah olmaz bir internet kullanıcısı olduğundan şüpheleniyor ve Facebook’ta beni arkadaş olarak eklemesinden çekiniyorum. Facebook Chat’te mahallenin büfecisiyle geç saatlere kadar takılma ihtimali garip bir korku yaratıyor bende. “Bak şu şarkı muazzam güzel” falan diyerek 1-2 link atsa bana hayatımı sorgulama aşamasına gelirim. Bir durup düşünürüm “Ne yapıyorum lan ben!” diye. Milletin konuşma pencerelerinin üzerinde ne bileyim bir Hande, bir Ezgi, bir Derya yazarken benim önümde Büfeci Nuri diye bir pencere açık olsa bir burulurum. O yüzden, işler bu boyuta gelmeden, bu ortamdan sıyrılmanın bir yolunu bulmalıyım. Fakat bana bu konuda yardımcı edebilecek bir otobüs şoförü gözükmüyor ortalıkta, oysa ki bir otobüs şoförüne hiç bu kadar özlem duymamıştım. “Otobüs gelmedikçe özel hayatıma balıklama dalınacak bir ortam oluşacak, bunun da farkındayım” diye düşünürken en bomba soru geliyor: Evli misin bekar mı? Var mı birileri? “Öğrenciyim ben” diye bir cevap veriyorum soruya. Soruyla cevap arasındaki bağlantısızlık çok da umrumda değil.

Amca da arada bir bağlantı kurmaya çalışıyor ki herhalde, bir süre sessiz kalıyor. Otobüs gözüküyor köşeden, ben kalkarken, amca da kafasını kaldırıyor yerden, “Boşver, boşver” diyor bana. Neyi boşvermem gerektiğini düşünürken, otobüse biniyorum. Amca da çay bardaklarımızı ortada bırakıp yeni müşterisinin peşinden koşa koşa büfeye giriyor yüzündeki sırıtık ifadeyle.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Basit

- Bilmiyorum yani, ben basit kitaplar okuyorum

Erdem: Basit derken? (Cin Ali?)

- Yani işte öyle basit, fazla düşündürmeyen

Erdem: Hımm! (Net yani. Giriş, gelişme, sonuç falan hep belli...)

Evet, okumayı öğrendikten sonra elime aldığım ilk kitap Cin Ali oldu benim de. Cin Ali çeşitli atraksiyonlar yapıp okumayı falan sevdirdi bana. Ama büyümeye başladık tabii bir yerden sonra, Cin Ali çok da fazla hitap etmemeye başladı ve ilk aşkımı terk ettim. Artık elimde Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, Jules Verne falan olmaya başladı. Kaşağı okuyup üzüldüm, başını vermeyen şehitle düşmanlara karşı savaşıp başımı vermedim ben de, denizlerin altında 20000 fersahta takıldım, dünyanın merkezine yolculuk ettim.

Jules Verne’in açtığı ufukla beraber fantastik işler denemeye kalkışmadım değil tabii ki. Ama elde avuçta fazla imkan yoksa çok büyük beklentiler içine de girmemek gerekiyor. Yani “Evin bodrumuna insem ve biraz kazı yapsam acaba İstanbul’un hangi bölgesine çıkan bir gizli geçit bulurum?” falan diye düşündüm ve hatta Ninja Kaplumbağalar’ın evini bulup, Splinter ustaya bir selam vermek, onun bir elini öpmek istedim ama bu çocukça düşünceden hemen vazgeçmek durumunda kaldım. Yani sonuçta filmlerde yaşamıyoruz bu hayatı ve çok ilginç hayaller kursan da bir yerde mutlaka çıkıyor bir şeyler karşına o hayalleri uygulamana engel olan. Apartman yöneticisi, İstanbul’un alt yapı sorunları falan, bunlar hep sıkıntılı işler.

Baktım zaman ilerliyor, işte büyüme olayları falan, bazı şeylerin farkına varmaya başlıyorsun. Çocukça hayalleri bırakıp biraz daha insanca düşünmen gerekiyor her konu hakkında. Arkadaşlığın önemini kavrıyorsun, veriyorsun kendini “Dostluk şöyledir, bundan dolayı çok önemlidir, oo dostluk olmasa üff ne biçim yer olurdu dünya, iyi ki dostluk var” diyen kitaplara; iyi bir okul kazanmanın gerekliliği sokuluyor kafana mütemadiyen, önüne test kitapları konuyor; ilk aşkınla karşılaştığını düşünüyorsun, Fransız edebiyatından bir şeyler kapmaya çalıyorsun, “Beni anlarsa Balzac anlar bu dünyada” diyeni bile gördüm hatta. He biz de Balzac’a çok güvenmişiz, o da ayrı. Bir el vermedi kendinden medet umanlara. Öyle yazmak kolay “Yok aşkımdan ölüyordum, kendimi çayıra çimene verdim, zambak topladım” falan. Kusura bakma, arkandan konuşuyor gibi olmayayım ama kalıbının adamı değilmişsin Balzac.

Lise zamanında da kendini gerilim romanlarına verme gerçeği vardır. Tabii o kadar enerjinin bir şekilde vücut dışına atılması gerek ve bu dönemde “Kim kimi kesti, kim kimin saçından katili buldu, kan aktığına göre kesin bir şeyler dönmüş burada” gibi düşüncelere kendimizi kaptırıp adrenalin seviyesinde artış yaratmanın peşinde koşuyoruz. Yalnız gerilim romanları kadar insana hiçbir şey katmayan başka bir şey daha var mıdır bilmiyorum. Tamam, yakalanacak o katil, hatta tam romanın kahramanını öldürecekken, bir yerden birisi çıkıp katili öldürecek, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacak o katil. Başından belliyken her şeyin nasıl sonuçlanacağı, az tırnak yemedik bu kitapları okurken. Şimdi eleştirmiş gibi gözüksem de ben de az okumadım bu tarz kitapları. Haftada iki tane böyle kitap bitirdiğim oluyordu ve artık bir yerden sonra otobüste karşılaştığım her insana potansiyel suçlu gözüyle bakıp üzerinde delil falan aramaya kalkıştığımda bu tarz kitaplar okuma olayına bir son vermem gerektiğini fark ettim. Yani durup dururken manyaklaşmanın da bir manası yok.

Bu manyaklık aşamasını atlattığıma inandıktan sonra bana çok daha faydası dokunacak kitapları okumaya başladım. Kitap okumak böyle apayrı bir dünya çünkü. “Bence herkes kitap okumalı” geyiği yapacak değilim burada. İsteyen okusun işte. Bir şarkıda geçiyordu şu söz: Şimdi ben duvardaki örümcek gibiyim; hep onarmaya çalışacağım bir dünya bıraktın ardında… Kitap okuyarak onarmaya çalışmak da güzel oluyor bazı şeyleri. Üzerinde çok fazla düşünmen gereken şeyler oluyor hayatında ve basit kitapları da okuyamıyorum ben artık…

5 Kasım 2011 Cumartesi

Kılavuza Ne Gerek Var

İlkokulda, sözlüktür, atasözleri ve deyimler sözlüğüdür, imla kılavuzudur falan, bu tarz şeylere çok fazla önem veriliyor. Mesela öğretmenlerimiz bir sürü kelimenin anlamını sözlükten buldurup onları cümle içersinde kullandırmaktan keyif alıyorlar. Yani, şimdi çok biliyormuş gibi konuşmayayım, belki ev, oda, kapı, pencere falan, bu kelimelerin cümle içersinde kullanılması minik öğrencilerin ufkunu açıyor olabilir. Öğrenciler de genelde bu yaklaşıma karşı gazetelerin verdiği sözlükleri, imla kılavuzlarını kullanma gibi bir eğilim gösterseler de arada çıkıyor böyle bu tarz işlere büyük bir önemle yaklaşan insanlar. İlkokulda 15000 sayfalık TDK sözlüğünü yanında getirip götüren biri vardı mesela bizim sınıfta. (İsim vermeyeyim şimdi, kendisi arkadaş listemde galiba Facebook’ta)

Ben de ilkokul sıralarında sözlük kullansam da imla kılavuzuna karşı hep mesafeli durmayı tercih ettim. Sözlük falan hadi neyse de imla kılavuzu kadar saçma bir şey görmedim hayatımda. Bir kere sözlük kadar kalın olmamasına rağmen kendisine “Kılavuz” gibi bir kelimeyle yaklaşılması yüzünden hiç sevemedim kendisini. Böyle bir kendini beğenmişlik, aslında hiçbir numarası olmamasına rağmen kendini edebiyat dünyasının olmazsa olmazlarından sayma gibi bir havası vardı. Sıra sıra bir sürü kelimeden oluşuyorsun sen bir kere. Estetik hiçbir yanın yokken ne bu hava! Erol Büyükburç gibi “Her şeyin doğrusunu ben bilirim. En çok bana soracaksınız, en çok bana!” demediği kalıyor sanki. (İlgili video için: http://www.youtube.com/watch?v=gTkCjRizuvk&feature=related)

Tamam, adamlar o kadar uğraşıp ortaya bir şey koymuşlar ama bir imla kılavuzunun çalışma prensibini bir türlü almıyor benim kafam. Belki insanlar imla kılavuzunu bir çeşit tatmin aracı olarak kullanıyorlardır. “İşte bu kelimenin bile yazılışını doğru biliyorum, galiba mükemmellik seviyesinde olan biriyim” falan diyor olabilirler mi acaba ellerine imla kılavuzu alıp sayfalarını çevirdikçe? Peki zaten yanlış yazdığın bir kelimenin doğrusunu nasıl bulabilirsin ki imla kılavuzu kullanarak? Yani diyelim ki sandalye kelimesinin doğru bir şekilde yazılış biçimini sandolyö olarak biliyorsun. (Bu konuda da bir alkışı hak ediyorsun tabii ki) Bir imla kılavuzuna bakarak nasıl ikna edeceksin ki kendini doğrusunun sandalye olduğuna? Sand kısmına baktıktan sonra a harfine mi geleceksin yani ilahi bir güçle doğruyu bulabilmek için? Ya da sorunlu gibi bütün imla kılavuzunu mu tarayacaksın yanlışını düzeltmek için? Çok büyük bir zaman kaybına neden olmaz mı bu hareket de? Yani efektif bir şey değil ki imla kılavuzu. Bir heves alınır, iki, hadi bilemedin en fazla üç kere okula götürülür ve sonra kitaplığa konur. Gerçi bir yudum hakkı varsa da yemeyeyim imla kılavuzunun. Bir keresinde bir arkadaşımla tutuştuğum “Fayton mu payton mu?” tartışmasında “Payton ne demek lan! Nerden duyuyosun bunları anlamıyorum ki!” diye arkadaşıma çıkışırken bir yandan da elimde imla kılavuzu sallıyordum F harfini bulmuş bir şekilde. Bu da böyle bir anımdır. Hatta imla kılavuzu ile olan tek anımdır.

Bir de bence insan hatalarını kendi bulup çıkarmalı ortaya. Yani sandolyö diye yazıyorsan o kelimeyi, bir dur, düşün, Türkçe’nin fonetiğine uyuyor mu bu kelime diye. Sonunda doğruyu bulamayacaksın belki, yine koşacaksın imla kılavuzuna ama biraz olsun çaba göster. Kendini bir sorgula. Ben sandolyö diyorum ama doğru mudur diye iki fikir yürüt, işte ne bileyim, biraz çalıştır kafayı. Her şey hazır olarak gelmesin önüne. Koskoca insansın, farkına var bazı şeylerin. İlla dışarıdan bir şey göstermesin sana hatanı. Kendini bu kadar alıştırma hazıra. “Hata yapma ihtimalim yüksek, kendime bir çeki düzen vereyim” de. Evet, yap bunu.

Bir üstteki paragraf metaforlarla dolu oldu ama ben genel olarak imla kılavuzu denen şeyi gerekli bulmadığımı anlatmaya çalışmıştım aslında bu yazıda. Ama arada mesaj falan verdik, o da çıktı aradan. Bir de “Bence en büyük kılavuz insanın kendisidir” diyeyim de sosyal mesaj olayında tavan yapayım akşam akşam. Neyse, imla kılavuzu; sevmiyorum işte seni.

Grafiğin Tepe Noktası, Evet, Evet, Tam Olarak Orası! (Bir Kahve Bağımlısının Notları)

Durmadan kahve içiyorum, durmadan ama. Korkmaya da başlıyorum artık tik olacak, kaşım gözüm oynayacak fazla kafein yüklenmesinden diye. Sıkıntılı bir durum tabii bu da, durup dururken oraya buraya göz kırpıyorsun falan. Zaten şu an “Yerimde duramıyorum, neler oluyor bana, insan gibi otursam ya şurada ama yok olmuyor, illa gezineceğim” moduna gelmiş olmam da ileriki zamanlarda hoş şeyler olmayacağının bir göstergesi sanki. “Günlük hayatında gayet sakin biri olan E.Y. kahve yüklemesinden sonra hiperaktif bir manyağa dönüştü, oraya buraya saldırdı” diye haber olacağım gazetelerin üçüncü sayfalarına.

Aslında kahveyle çok içli dışlı olmazdım ben. “Çay mı içersin kahve mi?” sorularına hep “Çay” diye cevap verirdim ve sonuna da bir “Tabii ki” eklerdim. Hani yani “Çay tabii ki… Gerizekalı gibi sorular sorma bana” der gibi bir anlam oluştururdum. Ama sonra ne oldu, bir şey oldu ve kahve yavaş yavaş tercih sırasında öne geçmeye falan başladı. Belki “3’ü 1 arada” konsepti bu gelişmede büyük bir pay sahibidir. “3’ü 1 arada abi, suyu ısıtıyosun, içine döküyosun paketi, bildiğin kahve oluyo lan çok ilginç, teknoloji daha ne kadar ilerleyebilir ki!” gibi tepkiler geliyordu bu kahve çeşidi ilk çıktığında. İnsanımız öyle bir hale gelmişti ki 3’ü 1 arada içmek için fırsatlar yaratıyordu kendine. “Ay çok yoruldum, bi 3’ü 1 arada içeyim, stres geldi bi anda neden 3’ü 1 arada içmiyorum ki, bi paket 3’ü 1 arada içtim hadi bunu kutlamak için bi paket daha içeyim” gibi durumlar işte. Abartıyorduk bazen. İsim verip rencide etmeyeyim ama lisede yanımda oturan arkadaşımın bir keresinde, 3’ü 1 arada paketini açıp suya falan gerek duymadan yemişliği vardır içindekileri.
Tabii bir de üniversite gençliği ve kahve olayı var. Üniversiteye başladıysan o kahve içilecek. “Ders bitti, hadi kahve içelim; sınav var, uyumamak lazım, o halde neden kahve içmiyoruz ki?; off manzarada ne güzel gider şimdi kahve” gibi cümleleri hep kurduk ve hala da kurmaya devam ediyoruz. Vize ve final zamanları tavan yapıyor tabii bu kahve içme isteği. Bir şeyi mi anlamadın, ver kendini kahveye. Grafiği mi yanlış çizdin, ee kahve var, iç, düzelsin.

Yaş ilerledikçe kahve içme isteğinde bir azalma oluyor galiba. Kalp çarpıntısı falan giriyor devreye, insanlar da kahvenin bunu tetiklediği düşüncesiyle aralarına bir sınır koyuyorlar kahveyle. Bir yandan da o kahvenin içilme isteği tavan yapıyor falan bazen. Sürümcemeli bir dönem oluyor bu dönem. İçsen bir dert, içmesen bir dert gibi. Aslında içmesen dert değil galiba, kahve içmedi diye ölen olmadı diye biliyorum. Belki de ölmüştür. Çünkü bazen bana oluyor öyle, migrenim falan tutunca, “Kahve içmeliyim, belki geçer ağrı ve ölmem” gibi cümleler kurabiliyorum. Gereksiz bilgiler işte. Yaşça büyük insanların zaten kahveyle hiç işi yok. Hatta “Kahve içeceğine su iç, yazık günah o mideye” gibi savlarla gelebiliyorlar bazen. (Bu cümlenin “Kola içeceğine bir kilo elma al ye, bira içeceğine hiçbir şey içme” gibi türevleri var) “Aa kahve içersem şimdi, uyuyamam, sonra bütün gece dön, dur” gibi bir savunmaları var bir de bu insanların. (Uyuyamayan insan bir o yana bir bu yana döndüğünü söyleyerek olaya inandırıcılık katmak ister) Kahve içme isteğinin yaşla alakasını kendimce anlatmaya çalıştım, kendi gözlemlerime ve çabalarıma dayanarak çizdiğim ve hemen aşağıda görebileceğiz grafikle.








O grafiğin tepe noktasında bulunduğuma da emin oldum şu yazıyı yazarken bile iki kupa kahve bitirince. Şimdi burada, “Hayatı tepe noktalarında yaşamayı seviyorum, ne yapalım, basitlik bana göre değil” falan diyecek halim yok. Kahve grafiğinin en tepesinde olsan ne olur ki! Kime ne faydası var! Off bu işin sonu sosyal mesaj vermeye doğru gidiyor, şimdi “Önemli olan düzgün insan olmak” falan diyeceğim, gereksiz bir sonuç cümlesi olacak. Yazıyı bu şekilde bırakıp bir kahve yapayım ben. Çünkü önemli olan tepe noktasına çıkmak değil, orada kalabilmek.

Hayat Zorlaştıran

Son günlerde görmüş geçirmiş, yaşayacağını yaşamış ve bunların getirdiği etkilerle her şeyden sızlanan bir dede rolüne büründüğümü fark ediyorum. “Ah kulunçlarım ağrıyor”, “Ee hayat dediğin böyle işte, herkes kendi havasında, kimseye güvenme evlat”, “Şeker yüksek şeker! Nerede benim tatlandırıcım!” gibi cümleleri ha kurdu ha kuracak modundayım. Tabii insanı bu hale getiren gereksiz şeyler yaşanıyor. Sınavıydı, okuluydu, metrobüsüydü, akbiliydi, aktarmasıydı, derdiydi bilmem nesiydi derken hayat zorlaşıyor ve bir bakmışsın akşam haberleri seyrediyorsun, memleketin haline üzülüp karpuz yedikten sonra erkenden yatağa gitmek zorundaymış gibi hissediyorsun kendini. (Karpuzu da hiç sevmem oysa ki, çekirdek falan, bin bir zahmeti var)

Gerçi erken yatmama ama buna rağmen erken kalkma gibi bir düzen geliştirdim ve kendime şaşırdığım noktalar olmakta bu olay yüzünden. Lise zamanında saat 9:00 gibi yatıp sabah 8:00’e doğru serzenişler içinde kalkardım ama şimdi gece 3:00 gibi de yatsam 6:30’da falan kalkabiliyorum kaderime razı bir şekilde. Günde on saat uyuyan bir insanın, artık bir yerden sonra günde dört saatlik uykuya razı olması ve bütün gün bir orada bir burada takılarak, vücut içersinde inanılmaz enerji patlamaları yaşıyormuş gibi hissetmesi ilginç bir durum gibi geliyor bana. Ama burada yaşlandıkça vücut daha az ihtiyaç duyuyor uykuya muhabbetine girmek istemiyorum. Zaten garip bir mantık o da galiba, “Madem yaşlandım, günlerim sayılı, dünya gözüyle iki fazla şey göreyim uyumak yerine” gibi bir mantığı var herhalde.

Bir de yaşanılan zorluklardan şikayet etmeme rağmen acı, keder, elem, tasa, üzüntü, sıkıntı, stres ve bunların tüm türevlerini verebilecek eylemler yapan ve artık bunların hepsini gerçekleştirdikten sonra mutlu olabilecek şekilde evrimleşmiş bir vücudum olduğunu fark ettim. Çok çok küçük de olsa kendisinde birazcık mantık kırıntısı bulunduran insanların asla bulaşmayacağı şeyleri “Ehe ehe bunları yapmak ne güzel lan!” diyerek mütemadiyen gerçekleştiriyorum. Mesela normal bir insanın inmesi gereken duraktan bilinçli olarak iki durak önce inip 47 oC sıcaklıkta avare gibi yokuş çıkması beklenmez mesela değil mi? Tamam, ilk seferinde yanlışlıkla indim önceden. (Gerçi 24 yaşında bir insandan bu da beklenmez de, neyse) Sonra güneşin çılgınlar gibi ışın saçtığı bir öğle vaktinde çıktım o yokuşu. Yolun sonuna geldiğimde “Aslında burada da inilebiliyormuş sanırsam, galiba erken indim otobüsten” diye insanüstü çıkarımlar da yaptım. Fakat neden bu cümleyi “Ama yine bundan sonra da önce ineyim ben, müzik dinlerim sakin sakin yürüyüp, ne sevimli bir aktivite” diye cevap ettirirsin ki? Bazı insanlar, gelecek durakta ineceği halde, o an ayaktaysa ve bir koltuk boşaldıysa hemen koşup değerlendirirken bu fırsatı, (Yani oturma süresi en fazla kırk beş saniye falan olsa bile) ben birkaç durak önce inip oflayıp pufluyorum sonra boşu boşuna yürüyorum diye. Bir de bu olayı mütemadiyen yaptığımı fark edince, bir noktadan sonra, otobüse binip, akbili dokundurduğum gibi daha otobüs hareket etmeden inmekten falan korkmaya başladım.

Hayatı kendime zorlaştırmak adına yaptığım başka bir davranış ise “Bu akşam erken yatarım abi, ne olursa olsun” diye karar aldığım bir günün sonunda eve geldiğimde, bilgisayarın başına geçip “puhaha muhaha ehe ehe” efektleri eşliğinde saçma sapan videolar izleyip bunlara umarsızca gülmek. “Dur hadi şunu da izleyeyim, bak bu da iyi galiba” diye yaptığım yorumlar neticesinde uyku saati, önce on beş dakikalık periyotlar halinde ertelenmeye başlıyor, sonra o zaman aralığı bir saate çıkıyor, en sonunda da “Off bu gece de iki saatlik uyku ile idare etmem gerekecek ama yarın akşam erken yatıyorum kesin, bu böyle olmayacak!” şeklinde o an için çok mantıklı görünen ama asla uygulanmayacağı belli olan kararlarla bir günün daha sonuna geliniyor. Beyin bedava tabii, çok kolay kanabiliyor her şeye.

Ama tabii ki hayatı zorlaştıran ve “Bittim artık, yorgunum, biçareyim, ölüp gideceğim, o kadar çöktüm” diye yorum yaptıran şeyler her zaman kendi yaptığın eylemler olmuyor. Keyfinin yerinde olduğu bir anda gördüğün ters bir davranış inanılmaz boyutta etkileyebiliyor seni, hayattan soğuma noktasına gelebiliyorsun. “Bu mudur yani?” tepkisini verdiğim birçok şey oldu mesela ve ne yazık ki yaşadığın şeyler mutlaka bir şeyler bırakıyor bir yerlerde. Mesela, yaşamaya başladığım her şeyin eninde sonunda bir yerden sonra bozulup ters gitmeye başlaması gibi bir alışkanlık edinmişim zamanın birinde ve bu alışkanlığımı sanırım bırakmaya niyetim yok hiç. Aslında bunun için özellikle gösterdiğim bir çabam da yok. Yani bir insanın ciddi anlamda sorunlu olması gerekir herhalde, “Dur her işim sorunlu ilerlesin ya da hiç ilerlemesin ki ben de mutlu olayım bundan ötürü” diyebilmesi için.

Aklınıza gelebilecek en küçük şeyde bile bir olumsuzlukla karşılaşıyor olmam hakkımda “Yazık ya ne zavallı bir insan” şeklinde yorumlar yapmanıza neden olur mu bilmiyorum. Ama hakkında “Heh tamam bu sefer oluyor galiba” dediğim her şeyin sonunda büyük bir hüsranla karşılaştığımı bilmeniz belki lanetlenmiş insan gözüyle bakmanıza neden olabilir bana. Hatta rahat rahat aklınızdan geçirin bunu. Hatta işi biraz daha ileri bir boyuta getirip “Lütfen bana lanetlenmiş diyin” şeklinde bir rica haline bile getirebilirim. Genellikle insanlardan bir şey isterken ezilip büzülen ve bir tür Notre Dame olan ben, bir önceki cümleyi söylerken hiç çekinmedim, çünkü artık bu ters gitme olayı beni zıvanadan çıkarmış durumda. Yani tamam, kendi kendime yapmaya başladığım ya da niyetlendiğim herhangi bir şeyde terslik olmasını biraz da olsa anlayışla karşılayabiliyorum. Hani, “Ben başladığım için böyle oldu” falan diyorum bu tamamlanmayan işin sonunda. Ama ben hiçbir çaba göstermeden ve aklımda böyle bir şeyin olması bile yokken, bir şekilde hayatımda yer etmeye başlayan bazı şeylerin bile bir yerden sonra bana sırtını dönüp gitmesi hiç de hoş olmuyor aslında. Hiç olmasın o şey, valla daha iyi. “Hiç başlamaması bir gün bitmesinden iyidir” diye bir söz geçiyordu bir şarkıda ama hatırlayamadım şimdi kim söylüyordu bu şarkıyı. Bazı şeyler hayatınıza bir değişiklik getiriyor, o şey hayatınızda olduğu sürece daha önce hissetmediğiniz bazı şeyleri hissediyorsunuz belki, tamam ama bir anda her şey ters gitmeye başladığında ya da en azından umduğunuz gibi ya da eskisi gibi gitmemeye başladığında “Hiç olmasaydı keşke” demiyor muyuz? Mesela ben bunu çok diyorum. Arada “Ulan keşke hiç oturmasaydım şu metrobüste, amcaya yer verdik, kaldık ayakta, oysa ki ne güzel oturuyordum, oturmak ne güzel bir şey aslında, keşke hep oturabilsek şu hayatta” diye iç geçirsem de genelde çok daha ciddi şeyler için söyledim ve hala söylüyorum bu cümleyi. Gün geldi birisini istemeden de olsa kırdığımı fark ettikten sonra söyledim bunu, gün geldi hak etmediğini düşündüğün hale gördüğün bir davranıştan sonra, yani bir sürü şey işte…

He tabii böyle durumlarda söylenebilen “Her yaşanılan şey bir şeyler katar insana, pişmanlık duymamak lazım” anlamına gelebilecek sözler var. Tabii ki inkar etmiyorum bunu. “Amaaan geçmiş geride kaldı, banane artık ne olduysa oldu” diyen bir insan olmadım hiç. Ne kadar terslikle karşılaşırsan karşılaş, bir yere kadar tecrübe edebiliyorsun bazı şeyleri ve bunların senin büyümene katkıları yadsınamaz düzeyde. Zaten terslik olayı biraz öznel bir şey. Yani sana ters gelen bir şey, başka birine gayet normal gelebilir. Hep telefon örneğini veriyorum ama sen “Telefon neden çalmıyor?” diye hayıflanırken, bu durum, karşı tarafa herhangi bir eksiklik hissedilmeyecek bir eylem gibi geliyor olabilir. Aslında belki de bazı şeylerin tersliğinden bahsederken biraz da geniş çaplı düşünebilmek gerekiyor. Burada kastedilen bazı şeyler “Otobüse bindim ama akbilim bitmiş, indim artık, ne yapayım” tadında şeyler değil tabii ki. Bir yere hemen yetişmen gerekirken bindiğin otobüsten akbilin boş diye inmeni terslik olarak niteleyebilirsin. Ama terslik, bir yerden sonra üzüntü vermeye başlayınca dede moduna falan girebiliyorsun. İşte o zaman sevimli olmuyor durumlar.

Telefonuma bakmak için yerimden kalkarken dizime bir ağrı saplanıyor. “İşte dede olmak böyle bir şey galiba” diye hayıflanıyorum. Ama yerime dönerken de “Ne dedesi ya gencecik adam sen de ehe ehe” diyip şarkı mırıldanmaya başlıyorum:

And I know that she will make me stronger.

And I know that she will make me see.

And I know that she will make me younger.

But I don't know what more she'll do to me.

http://www.youtube.com/watch?v=31bSS2iU4zk

İnsan Gibi Yaz!

“Sen niye yazmıyorsun?” diye soruyorum tahtaya bakan öğrenciye. Tepki vermiyor. “Çok mu iğrenç yazıyorum yoksa konuyu mu biliyorsun?” diye ikinci bir soru soruyorum. “İkisi de” diyor bu kez. Bu kadar net bir cevap beklemediğim için kısa süreli hafızamda ciddi sorunlar yaşıyorum. Ben “İlki neydi ya?” diye sayıklarken, diğer öğrencilerden biri “Çok mu iğrenç yazıyorum diye sormuştunuz hocam” diyor. Rencide oluyorum.

Yazıyla aram hiç iyi olmadı benim. Okula başlamadan önce elime geçirdiğim defterlere bir şeyler karalarken (Bir şeyler dediğim de Ninja Kaplumbağalar, Leonardo, Erdem falan) hep yamuk yumuk yazıyordum. Ama bu durum tolere edilebilirdi belki, çünkü daha okul yüzü görmemiştim. İnsan gibi yazma umuduyla başladığım birinci sınıfın daha ilk gününde, doğru düzgün bir çizgi bile çizemediğimi görünce sükut-u hayale uğramış ama bir yandan da “Yazdığımı sadece ben okuyabilirim, böylece aklıma ne esse yazarım, hiç de sıkıntı olmaz” diye çocuk aklıyla saçma fikirler ortaya koymuştum. Tabii gel zaman git zaman harfleri öğrenip, onları birleştirerek kelime falan oluşturmaya başladım ama tek harfi bile düzgün yazamazken, bir araya gelmiş birkaç tane harf rezillikten başka bir şey koyamıyor ortaya. Öğretmenimin şu an sayısını hatırlayamadığım kadar yanıma gelip, bana düzgün yazı yazdırabilmek için elimi tutarak “a, b, c” falan yaptırdığını hatırlarım. Bir yerden sonra vazgeçti ama, her insanın bir sabır sınırı var tabii ki.

En büyük sıkıntıyı da ciddi bir ödev yapacağım zaman yaşadım. Kompozisyon yazılırdı o zamanlar, dönem ödevleri falan olurdu ama bilgisayar gibi bir teknoloji henüz her eve uğramadığı için, paşa paşa çizgisiz bir beyaz kağıt alıp, tercihe göre siyah ya da mavi pilot kalemle, yazı konusunda olağanüstü yetenekliymişsin gibi kelimeler karalardın o kağıda. Ne sıkıntılar çektim böyle zamanlarda, anlatsam inanamazsınız a dostlar! Düzgün yazmalıyım diye kastığım sol elim, artık bir yerden sonra beton olur, yeni inşa edilen herhangi bir apartmanın temeline kolon olsun diye atılsa hiç de ayıplanmayacak bir duruma gelirdi. Çirkin yazdım diye attığım kağıtlar yan yana konsa dört kere falan dolaşır dünyanın çevresini herhalde. Türkiye çölleşecekse, en az on sene önce çöl haline gelecek, bana kağıt yetişsin diye kesilen ağaçlar yüzünden.

Kötü olan yazımı haklı çıkarmak için “Abi, doktorlar falan hep iğrenç yazıyor, bence bu zekayla alakalı bir şey. Koskoca doktor kötü yazıyorsa, bence bildiği bir şey vardır” falan derdim küçükken hep ama büyüdükçe ve bu konuda herhangi bir ilerleme gösteremeyince bu konunun zekayla bir ilgisi olmadığı konusunda büyük tereddütler yaşadım. Boğaziçi’nde, büyüklerimizin tabiriyle, inci gibi yazılmış notlar gördükçe verdim kendimi hüzne.

Ama bazen sanki görücüye çıkacakmışım gibi hissedip doğru düzgün yazılar yazabiliyorum, eğer yazdığım şey başka birinin eline geçecekse. Sınavlarda falan dikkat ediyorum mesela insan gibi yazmaya ama hakkında “Sen yaz, ben senden alırım” denen bir not falan olursa, insanüstü bir gayrete bürünüyorum, “Rezil olmayayım şimdi abidik gubidik yazarak” diye düşünüp. Bu şekilde korkacak kadar kötü bir yazım var, evet. Yazıdan karakter tahlili yapılsa, karaktersiz çıkarım ben, o kadar iddialıyım.

“Hocam solaklar güzel yazar aslında” diye bir cümle duyuyorum ben rencide olmuş halimden birazcık olsun kurtulunca. “Hayır, solaklar zeki olur tamam mı! Zeki adamın da yazısı kötüdür!” diyip çocukça bahaneler peşinde koşmak istiyor beynimin bir tarafı. Diğer taraf da “Şu tahtayı sil de insan gibi yaz ne yazacaksan” diyor. Kendimi tahtayı silerken buluyorum. “Ne yazmışım lan ben buraya?” dediğimi fark ediyorum tahtayı silerken. Kendi soruma cevap veremediğimi görünce de ışık hızına yaklaşan bir hızla tertemiz bir tahta bırakıyorum ardımda sınıftan çıkarken.