4 Şubat 2013 Pazartesi

Kaç!

Geçen gün önümdeki 10-15 dakikalık boş vakti doldurmak için kitaplığıma doğru ilerledim ve elimi atıp rastgele bir kitap seçtim. “Babamın Ettiği B*ktan Laflar” kitabı geldi elime. Zamanında bayağı gülerek okumuştum bu kitabı. Yazar, babasıyla başından geçenleri, babasının hayat üzerine yaptığı yorumları falan anlatmış kitabında, cidden eğlenceli bir kitaptı. Son bölümünü açtım kitabın. Kitabın yazarı burada, sevgilisinden ayrıldığından, kendi evinden babasının evine taşındığından ve gerçekten kötü zamanlar geçirdiğinden falan bahsediyor. Yine böyle kötü başladığı bir günün sabahında babası tarafından dışarıda yemek yemek teklif ediliyor kendisine ve baba oğul çıkıyorlar yola.

Yemek yiyecekleri yere geldiklerinde, babası, oğluna ayrıldığı kız arkadaşıyla ilgili neler yapacağını soruyor, geri dönüp dönmeyeceğini ya da en azından bunun için bir şeyler yapıp yapmayacağını. Yazar, elinden geleni yapacağından bahsediyor, tekrar birlikte olmak istediklerini anlatıyor. Baba da bunun üzerine, kendi hayatından bir örnek vermek istiyor ve 20’li yaşlardayken bir kızı deli gibi sevdiğini, bu kızın bir gün kendisine “Sana aşık değilim ve asla olamayacağım” dediğini, bunu duyduğu zaman yıkıldığını ama ona ilişkileri için her şeyi yapacağını ve mutlu olacaklarını anlattığını söylüyor. Baba, hayatındaki bu kızı bir şekilde ilişkiye devam etme konusunda ikna ediyor. Zaman geçtikçe, kızdan sıkıldığını fakat kızın da ağır bir hastalığa yakalanması dolayısıyla kızdan ayrılamadığını anlatıyor. Ve günün birinde kız, kanserden ölüyor. Babanın burada yaptığı çıkarım inanılmaz: Benim yüzümden hayatının son zamanlarını istemediği ve belki de sevmediği birisiyle geçirmek zorunda kaldı. Sen böyle bir şey yapma!

Bunları okuyunca kitabı kapatıp düşündüm. Kitap okumak böyle muhteşem bir şey işte, geyik yapan, amacı insanları güldürmek olan bir kitaptan bile inanılmaz şeyler çıkarabiliyoruz. Adamın zaman içinde kazandığı olgunluğa bakar mısınız? Aşık olduğu bir kız var ve bu kız kendisinden ayrılmak istedi fakat kendisi bunu kabul etmedi diye inanılmaz bir pişmanlık duyuyor. “Gidebilmeyi bilmek lazım” diyor.

Şimdi sadece aşk meşk hayatından bahsedecek değilim. Hepimiz bizi istemeyen insanların peşinden koşuyoruz, tamam, bunu inkar edemeyiz. Aşık olduğumuzu, onsuz yapamayacağımızı, kötü giden her şeyi düzeltip eskisi gibi mutlu olabileceğimizi anlatıyor ve bunların hepsi için bize bir şans verilmesi konusunda karşı tarafı ikna etmeye çalışıyoruz. Hepimiz yaptık bunu, yapıyoruz, yapacağız da belki. Sevgi olayı hayatımızda çok büyük bir yer kaplıyor, kabul. Ama hayatımızdaki her şeye şöyle bir baktığımızda olmayan şeyler için sınırları zorlamak bize ne getiriyor? Ya da bazı şeylerin olmamasını isteyen insanlara ne sunabiliyoruz bunların olması karşılığında? Kesin cevaplar vermemiz mümkün değil bu sorulara.

Yaşım çok büyük değil, belki çok da fazla çıkarım yapabileceğim şeyler geçmedi başımdan ama yirmi beş yaşına gelmiş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İnsanoğlu bencildir sevgili dostlarım. İstediğimiz şeylerin çoğunu ne yazık ki sadece kendimiz için istiyoruz. Çoğunlukla sadece kendimizi düşünüp öyle kararlar alıyoruz. Karşı taraf bizim istediğimiz şey için ne düşünüyor, bu durum onun hayatını nasıl etkiliyor, bunları idrak edebilmek için çok büyük bir çaba sarf ettiğimiz söylenemez. Ben önümdeki yemeği yemek istemiyorum mesela ama yemezsem ertesi güne kalacak yemek ve çöpe dökülecek. Sırf dökülmesin diye ya da annem yememi istedi diye yiyorum onu. Çok basit bir örnek verdim, belki çok klişe şeylerden bahsediyorum ama anlatmak istediğim şeyin özü bu aslında. Annem yememi istedi o yemeği ve yemek bittiği için mutlu oldu. Ben yemek istemediğim bir şeyi yedim ve mutlu olmadım.

İkili ilişkilerde de aynı şey söz konusu. Başlangıçta her şeyin çok güzel gideceğine inandığınız o ilişki, bir yerden sonra sarpa sarmaya başlıyor, bunun üzerine bir taraf ayrılmak istiyor, diğer taraf için de yalvarma aşaması başlıyor. Kendim de yaşadım bunu, etraftaki onlarca insandan da gördüm aynı şeyleri. “Biz birlikte olalım, ben mutlu olayım”. Aslında o yalvarmaların çoğunun vardığı yer bu. “Sen olmazsan ben çok kötü olurum” falan. “Ben kötü olurum” diyoruz, karşımızdakini düşünmeden. “Hata yaptım ama düzeltme şansı vermiyor bana” gibi bir söylem de var mesela. Ee yapmasaydın!

İstenmemek kadar normal bir şey yok, bunu da yeni anladım. Belki de biz olmazsak karşı taraf mutlu olacak. Bunun farkına varmak ciddi bir olgunluk gerektiriyor, farkındayım. Tamam, bazen çok anlamsız sebeplerle terk edilebiliyoruz, karşımızdaki insan kendi kafasında yaptığı garip çıkarımları bize mal edebiliyor ama tüm bunlara rağmen yine de belli bir olgunluk seviyesinde olmamız gerekmez mi? Zaten o seviyeye gelemeyince de son günlerin moda terimiyle, Kezban ya da Kamil moduna geçiyor hemen insanlar. “Sen kaybedersin, kal böyle tek başına, kendi cehenneminde yan!” falan diyorlar ki daha beter komik duruma düşürüyorlar kendilerini. “Ben o kadar uğraştım ama beni kaybettin, şimdi gör gününü, öfke ve gurur içinde yan”. Lan! İstemiyor işte adam seni. Ya da kadın, her neyse. Hem bir şeylerin olması için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, hem de egomuzdan geçilmiyor. Sensiz daha mutlu ki, sen yoksun şu an hayatında. Niye senle birlikte olup daha az mutlu olsun ki? Sordun mu bunu kendine? Hayır. Biz olmadan karşı tarafın hayatının cehenneme döneceği fikrine ne zaman kapıldık ki? Niye böyle bir şeyi düşünüyoruz? Bir de karşı tarafı yargılama durumu var, “Sen mükemmelsin değil mi!” diyerek. Ee sen adama “Cehenneminde yan” derken kendinin mükemmel olduğunu iddia etmiyor musun yokluğunun cehennem olduğunu ima ederek. Nasıl bir kafa bu? Jean Paul Sartre ne güzel demiş halbuki: Cehennem başkalarıdır!

Geçen gün şirkette yaptığımız bir Ar-Ge çalışması için literatür araştırması yapıyordum ve karşıma Alüminyum Sülfat çıktı. Yazılanlara bakılırsa, cidden işimize yarayabilirdi. Hemen numune istedim bir yerden, iki gün sonra kargoyla ulaştı elime. Baktım böyle, bembeyaz bir şey. Çok sevimli duruyor. Yani okuduğum kadar var, resmen “Beni araştırmanda kullan ve mükemmel bir sonuç elde et” diyor paketinin içinden. Formülasyonları hazırladım falan, bir de inanmışım, olacak yani, süper bir sonuçla karşılaşacağım. Yaptım bütün işlemleri, bir baktım, hiç öyle umduğum gibi bir sonuç yok. Hatta Alüminyum Sülfat kullanmadan yapılan şeyler daha başarılı. İnsanın umutlarının kırılması kadar kötü bir şey yok. Yıkıldım resmen sonuçları görünce. Ama birden aklıma o okuduğum şey geldi. Çalışmak istemiyor işte Alüminyum Sülfat, niye zorluyorum ki? Kapadım kapağını numunenin, dolaba kaldırdım. Olmuyorsa, olmuyordu. Yapacak bir şey yok. Alüminyum Sülfat işime yarasın diye onu niye manyak manyak bileşikler haline sokayım ki? O kendi halinde, Alüminyum Sülfat olarak, mutlu demek ki. (Allah’ım verdiğim örneklere bak!)

En başa dönersek, gitmeyi bilmeliyiz. Arkada bıraktıklarımız kaldı orada artık. Eğer istenmiyorsak, istenmeyi istememeliyiz. Biz olmadan daha mutlu olabilen insanlar varsa, böyle olsunlar. İnsanların istemedikleri şeyleri yapmalarına neden sebep olalım ki? Biz ne yapabiliriz peki? Biz de kendimize yeni bir hayat kurarız. Uğruna dil döktüğümüz, çaba sarf ettiğimiz insan olmadan da kurarız o hayatı. Belki bir çölün en kurak yerinde durup istenmek, bir dağın tepesinde durup istenmemekten daha iyidir. Böylece isteyen de mutlu olur, istemeyen de. Yazımı, 25. Saat filminin final sahnesinde bir babanın, arabada ilerlerken yaralı oğluna söylediği sözlerle bitirmek istiyorum. Sanırım asla geri dönmeden, önümüze bakmamız gerekiyor her zaman, olanlarla ve olmayanlarla…

“İstersen buradan sola dönebilirim. George Washington köprüsünden batıya. Yaralarına baktırır, yola devam ederiz. Küçük bir kasaba buluruz. … Sen yeter ki iste, gideriz, kaçarız. İnsanları nasıl buluyorlar, biliyor musun? Evlerine geri döndüklerinde. Kaçan insanlar şu ya da bu şekilde evlerine geri döner ve yakalanır. Kaçacaksan bir daha dönmeyeceksin. Evine asla dönmeyeceksin. Gideceğiz, sürekli gideceğiz. Tanrı’nın bile unuttuğu yerlere. Yolun bizi götürdüğü yere. Hiç Philadelphia’dan batıya gitmedin değil mi? Çok güzel yerlerdir Monty, çok güzel topraklardır. Farklı bir dünya gibidir, dağlar, tepeler, sığırlar, çiftlikler, bembeyaz kiliseler… Bir keresinde annenle batıya gitmiştik. Sen daha doğmamıştın. Brooklyn’den Pasifik’e üç günde gittik. Ancak benzin, sandviç ve kahveye yetecek kadar paramız vardı. Ama başardık. Her erkek, kadın ve çocuk ölmeden önce çölü bir kez görmelidir. Kilometrelerce çevrende hiçbir şey olmaz, sadece kum, kayalar, kaktüsler ve de masmavi gökyüzü. Tek bir canlı göremezsin. Sirenler çalmaz, araba alarmları da. Kimse sana korna çalmaz, küfreden, sokaklara işeyen insanlar yoktur. Çölde sessizlik vardır. Çölde huzur vardır. Çölde Tanrı vardır. Batıya gideriz. Küçük, güzel bir kasaba buluncaya kadar gideriz. Çöldeki kasabalar… O kasabalar neden çöldedir, biliyor musun? İnsanlar başka bir yerden uzaklaşmak istediği için. Çöl yeni bir başlangıçtır. Bir bar bulur ve içki ısmarlarız. 2 yıldır hiç içki içmedim ama seninle bir tek atarım oğlum. Oğlumla son bir viski içerim. İçkinin tadını çıkarırsın. Sonra ben giderim. Bana hiç yazmamanı söylerim, hiç ziyarete gelmemeni. Bu hayatta olmasa da annen ve seninle cennette bir araya geleceğimize inanmanı söylerim. Bir yerde bir iş bulursun. Nakit ücret ödeyen bir iş. Soru sormayan bir patronun olur. Kendine yeni bir hayat kurar ve asla dönmezsin. Monty, insanlar seni seviyor. Bu bir armağandır. Gittiğin her yerde arkadaş edinebilirsin. Çok ama çok çalışırsın. Başını eğer, dikkat çekmez, çeneni kapalı tutarsın. Çölde kendine yeni bir yaşam, yeni bir dünya kurarsın. Sen bir New Yorklusun. Bu asla değişmeyecek. New York senin kanında var artık. Hayatının kalanını batıda geçirebilirsin ama sen yine de New Yorklusun. Arkadaşlarını, köpeğini özleyeceksin. Ama sen güçlüsündür. Sen de annenin iradesi ve metaneti var çünkü. Sen de onun gibi güçlüsün. Doğru insanları bulur ve yeni belgeler hazırlatırsın. Bir sürücü ehliyeti… Eski hayatını unutacaksın. Çünkü dönemezsin. Arayamazsın. Yazamazsın. Geçmişi unutmalısın. Kendine yeni bir yaşam kurmalı ve onu yaşamalısın. Beni anladın mı? Hayatını olması gerektiği gibi yaşarsın. Bir aile kurar ve kendi çocuklarını yetiştirirsin. Duyuyor musun? Onlara iyi bir hayat sağlarsın Monty, ihtiyaçları olan sevgiyi verirsin. Bir oğlun olur, belki de ismini James koyarsın. Güzel, güçlü bir isimdir. Hatta belki bir gün, bundan yıllar sonra, ben ölüp biricik annenin yanına gittikten çok sonra, aileni karşına alır ve onlara bütün gerçeği anlatırsın. Kim olduğunu ve nereden geldiğini. Olan biten her şeyi anlatırsın. Sonra onlara ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı diye sorarsın. Neredeyse hiç gerçekleşmeyecekti. Bu yaşam neredeyse hiç gerçekleşmeyecekti.”


Kaçacaksan, bir daha dönmeyeceksin…

1 yorum:

  1. Harrah's Philadelphia Casino & Racetrack - Mapyro
    Harrah's Philadelphia Casino & 오산 출장마사지 Racetrack is located 나주 출장안마 near 울산광역 출장샵 Philadelphia and features over 1,000 slot 포천 출장샵 machines, 남양주 출장안마 a 69,000 square foot casino, a 1,000-seat

    YanıtlaSil