12 Aralık 2011 Pazartesi

"Seminer Var" Dediler, Geldik

Seminer diye bir şey var bizim bölümde. İşte bir konu buluyorsun, haftalarca ona hazırlanıyorsun, slaytıdır, konuya hâkim olmaktır falan bayağı vaktini alıyor yani, sonra, hoca “Tamam, olmuş bu” diyor, sen hala olmadığına inansan da çıkıp hocaların ve öğrencilerin karşısında anlatıyorsun bu konuyu.

Geçen dönem almıştım bu dersi, iki tane seminer hazırlamama rağmen, “Yok, anlatılmaz bu, ı ıh olmaz” tepkisi aldığım hoca yüzünden anlatmak kısmet olmamıştı. Bu dönem baktım ki, o kısmet gelmiş bu kez. Hazırlanma sürecini anlatıp henüz seminer vermemiş arkadaşlarımın gözlerinde iğrenç bir kişiliğe dönüşmek istemiyorum. Makaleler okuyup, onlardan parçalar alıp, sonra bu parçaları çeşitli fotoğraflar, şekiller, grafikler kullanarak birleştirme süreci hayattan soğumak için mükemmel bir dönem çünkü. Çok mu mutlusunuz? Kendinize dert mi arıyorsunuz? Seminer hazırlayın.

Yeterince derdim yokmuş ve çok mutluymuşum gibi semineri hazırladım işte ben de. Provalar gayet iyi geçti. (İstanbul beyefendisi olduğum iddia edildi provalar esnasında, o derece) Son provada “Evet, artık yarın sunacaksın semineri” cümlesini duyana kadar leyla leyla dolaştım ama bu lafı duyunca içime ateş düştü resmen. Önümde yirmi dört saatten az bir süre vardı ve insanların karşısına çıkıp kimya bildiğimi ve bunu şekilli, renkli slaytlar eşliğinde gösterebileceğimi iddia edecektim.

Topluluk karşısına çıkmada sorun yaşıyorum aslında. Bu sıkıntı nerden kaynaklanıyor, bilmiyorum. Halbuki, ilkokulda falan derslerde yetmiş üç kişinin önünde durmadan Türkçe parçalarını anlattığımı bilirim. Milli bayramlarda şiir okur, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar yapar, sıradan günlerde ise öğrenci andını bütün okula söyletmek için mikronu kapardım. İlkokulda utanma nedir, bilmiyorsun sanırım, yoksa bu kadar atik olunmaz herhalde diye düşünüyorum. Sonra ne oldu, bir şey oldu herhalde ve bu atiklik uçtu gitti. İlkokul zamanlarında, televizyonda dönen her şarkıyı manyaklar gibi ezberleyip sınıfın önünde icra eden bu çocuk, büyüyünce, otobüste ters giden koltuğa bile “Herkes bana bakıp ‘hehe ters gidiyo gerizekalı’ diyecek” diyerek histerik davranışlarla o koltuklara oturmak yerine ayakta gitmeyi göze alabilecek duruma nasıl geldi, gerçekten aklım almıyor.

Semineri sunacağım günün bir önceki akşamında bunları düşünüp yarın herhangi bir rezilliğe bulaşıp bulaşmayacağımı çok merak ediyordum. “Hocalar milyonlarca soru soracak bana ve hiçbirini bilemeyeceğim ve inanılmaz şekilde rezil olacağım off poff!” serzenişleri içinde psikopat gibi yattım yatağa. O akşam semineri hiç tekrar etmemenin verdiği stresi süper bir şekilde hissederken daldım uykuya ve rüyamda Amerika’dan gelen profesörlerin seminerimi dinlemeye geldiklerini gördüm. Heyecandan ölmek üzereyken telefonun alarmıyla uyandım ve seminere 4-5 saat kaldığını fark edip biraz daha heyecanlandım. Manyak gibiydim.

Okula gitmek için çıktığım yolda bol bol otobüs bekledim. Tabii ki gecikecekti otobüs, bana lazımdı çünkü. Zaten heyecan çok azmış gibi, bir de İETT anlamsız işler peşinde koşuyor ve beni okula geç götürmekle tehdit ediyordu. Geç gelmesine rağmen anlamsız sırıtışıyla bıyıklı şoför renkli biri olduğunu göstermek istiyordu sanki, aynı PowerPoint slaytları gibi…

Her gün uğrunda yıllarımı harcıyormuşum gibi hissettiğim o yol, o gün galiba üç dakikada tamamlandı ve takım elbiseyle okulun meydanındaydım. Rezillikti bence. Kimseye görünmemeye çalışarak bölüme doğru koştum. (Takım elbiseyle koşan bir adam çok komik görünüyor)

Seminere bir saat kalmıştı. Son provayı yaptım seminer odasında. Ortama alışmam gerekiyordu çünkü. Son on dakikaydı.

“’Şu on dakika çabucak geçsin, bitsin de kurtulayım seminerden’ diye mi düşünsem yoksa ‘Bir asır gibi gelse de, seminere o kadar uzak hissetsem kendimi’ diye mi düşünsem” diye düşüne düşüne geçti son on dakika da. Kendimi rahatlatacağıma saçma saçma düşüncelerle uğraşmış, ömrümden bir on dakikayı daha amaçsızca ziyan etmiştim. Seminer odasına giren ilk hocayı görünce de “Heh şimdi oldu, aferin valla aferin!” diye serzenişlere saldım kendimi.

Sanki çok önemli bir şey varmış gibi doldu herkes odaya. “Alt tarafı ben konuşacağım yani, ne gerek vardı ki bu kadar şamataya?” diye düşünürken “Today’s seminar will be given by Erdem Yeniceler, please welcome him” cümlesini duyunca bir irkildim ve “Don’t, don’t, don’t welcome me, pleaseeeee” diye yalvarıp yakarmak istedim. Ama o sırada duyulan alkışlarla kendimi slaytlarımın önünde buldum. Alkışlara kendimi kaptırıp sahneye atlamıştım.

Çok kötü bir görüntü vardı karşımda; düşünsenize, herkes size bakıyor, profesörler falan, meraklı bir ifade var suratlarda. Gerçi o anki merak duygusunu da çok merak ediyordum. “Ne diyecek bakalım bizim gerizekalı?” diye düşünen var mıydı acaba? “Neyse, başlayayım bari” dedim ve “Ladies and gentlemen; welcome to my seminar” diyerek startı verdim. Artık geri dönüşüm yoktu. Kendimi kaybetmiştim.

Bir ara kendime gelir gibi oldum ve ağzımdan dökülen cümleleri takip edemediğimi fark ettim. Beynim konuşmam için emir veriyor ama emrini verdiği o cümleleri takip edemiyordu. Yanlışlıkla küfür falan düşünsem, daha bu düşünceyi kafamdan atamadan çat diye sayıp dökecektim sanki herkese. Beynim ağzıma yetişsin diye biraz yavaş konuşmaya çalıştım ama bu kez de milletin karşısında durma sürem uzayacaktı ve kalbimi kaybetme korkusu yaşayacaktım. Her uzayan saniyede, kalbin vücudu terk edip kantine doğru koşma ihtimali artıyordu sanki. Semineri bırakıp bir de kalp peşinde koşmak olmazdı, o kadar insan gelmiş bir de, her şeyin bir adabı var tabii.

Bir anda son slayta geldiğimi fark ettim ve her şeye hakimmişim gibi bir de üstüne “If you have any questions, i will be glad to answer them” dedim. Bu cümleyi kurar kurmaz da “Heh şenlik başlıyor, hadi bakalım” dedim içimden. İlk birkaç saniyede hiç kimsenin sesi çıkmadı, soru gelmeyecek diye umutlanıp biraz mutlu olmaya çalışırken “What’s controlled polymerization?” diye bir soru geldi hocalarımın birisinden. Seminere katılan arkadaşlarım fark ettiyse, biraz sessiz kaldım orda ve bu sessizlik sırasında “It’s a polymerization reaction which is under control” gibi şebekçe cevaplar geliyordu aklıma. Bir şeyler eveleyip geveledikten sonra bu cehennem azabı bitsin diye “Tamam, tamam, bir ara bakıp doğru cevabı veririm” anlamına gelsin diye “Ok, i will check it” dedim. Sonra bir alkış olayı daha oldu ve bitti her şey.

Seminer odasından çıktıktan sonra, oradaki yarım saattin nasıl geçtiğini tamamen unutmuştum sanki. Ne ara anlattım o kadar slaytı, ne ara gösterdim şekilleri, ne ara konuştum da bitti o seminer hiçbir fikrim yoktu. Aklımda kalan tek sahne, seminerim hakkında fikrini söylemek için ayağa kalkarken gördüğüm Amerika’dan bizim bölüme seminer vermeye gelmiş olan Jamal Musaev isimli profesördü. Adama dönüp “Ee, ben seni rüyamda gördüm bu gece” diyemedim ama…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder