12 Aralık 2011 Pazartesi

Neye Pişman Oluyorsun Sen Bu Saatten Sonra!

Sabahın köründe çıkmış, buz gibi havada minibüs bekliyorum ve o an tanıdığım herkes uyurken saçma sapan bir şekilde bekliyor olmak hiçbirimizin hoşuna gidebilecek bir şey değil diye düşünüyorum. Tek başınıza kaldığınız böyle durumlarda, yalnızlık içinde kıvranırken, yanınızda belirebilecek herhangi biri bile umut dolu bir dünya verme vaadini sunabilir size. Bu hayallerle etrafa bakınıp “Erdemcim, gel, gittiğin yol, yol değil; kurtarayım seni” diyebilecek birini görme umudu taşırken arkamdan gelen ayak seslerini duyuyorum. “Aha valla geldi” diye sevinçle arkama dönüyorum, fakat karşıma bıyıklı bir abi çıkıyor. Senelerce uğraşıp hiçbir şey bulamayan bir bilim adamının ne hissettiğini, hayallerle ördüğü dünyasının yıkıldığı anda ne hallere düştüğünü, o an çok iyi anlıyorum.

“Şu minibüsler nereye kadar gidiyor? Avcılar’a gitmiyorlar mı?” diye soruyor bana. Galiba daha önce kendisine cevap verilmesine bu kadar muhtaç bir insan görmemiştim. Gözlerinde, bulunduğumuz noktanın en yetkili kişisinin ben olduğuma inandığına dair müthiş bir pırıltı var. Minibüslerin kalkış saatlerini ayarlayan, yola çıkma vakitleri gelince de “Hörööaa hadi çık artık” diye bağıran ve minibüs şoförlerinin “kahya” olarak adlandırdıkları adam gibi hissediyorum bir an kendimi. Fakat farkına varmadan, bir anda edindiğim bu misyonu hafife alarak “Yok, gitmiyor” diye düz bir cevap veriyorum. Adamın hüznü abartı seviyesine ulaşıyor, bir insanın, herhangi bir minibüsün rotasından bu kadar etkileneceğini daha önce hiç tahmin etmemiştim.

Hüznünü çabuk atlatıp adeta çikolatasına kavuşmuş bir çocuğa dönüşen abi, gülen bir suratla bana dönüp “Bu sitede mi oturuyorsun?” diye soruyor. Muhabbete direkt “sen” öznesinden girdiğine göre çok kısa bir sürede samimiyetimizi ilerletmiş olmalıyız. “Evet” diyorum. Kısa cevaplar vererek hayatımı sürdürüp sürdüremeyeceğimin deneyini yapıyor gibiyim bugün. Kendisinin de bu sitede oturduğunu belirten abi, bir de “Sen hangi bloktasın?” diye sorarak “Soru sormazsa ölür” hastalığına yakalanmış gibi davranıyor. “D1” diye cevaplıyorum bu soruyu da. “Denizli’nin D’si” gibi anlamsız bir espri yapan abinin neyin peşinde koştuğunun farkında değilim.

Gülmediğimi görünce kendi ekseni etrafında 180 derece dönüyor abi. “Sanırım utandı” diye düşünüyorum. Abiden gelen “Cık cık cık” efektini de duyunca “Ulan gülse miydim acaba kırıldı mı ne oldu!” diye düşünerek strese giriyorum. Fakat abi, elini kaldırarak bana ileride bir şeyler göstermeye çalışıyor. Parmaklarının hedefi yeni inşa edilen bloklar. “Böyle apartman mı yapılır! Ölüp gidecek hepsi! Deprem bölgesi burası yaa!” diye sinirli sinirli konuşuyor. İnşaattan, bir şeyleri üst üste koyup şekil vermekten falan hiç anlamam, İnşaat Mühendisliği bölümünde okumayı da hiç aklımdan geçirmemişimdir. O yüzden abinin bloklarda gördüğü sakatlıklar hakkında hiçbir fikrim yok. Bence düzenli duruyor kolonlar, camlar falan. Çok sıkıştığım anlarda verdiğim tepkiyi, burada bir kez daha veriyorum: Ee yani…

Abinin düzene karşı gelişi, şu zalim dünyada hala içinde bir yudum da olsa iyilik kırıntıları barındırması, kurduğu şu cümleden sonra takdirimi kazanıyor: Benim burada evim olsa, kendim de oturmam, kiracıya da vermem! Onlarınki de can. Ölüp giderler valla. Abinin kötü bir şekilde inşa edildiğine inandığı evleri alarak, oraları boş bıraktığını ve olası bir depremde dolaylı yollardan da olsa bir sürü insanın canını kurtarmış olacağını hayal ediyorum. Karşımda modern zamanların azizlerinden biri duruyor olabilir. O yüzden kendisi hakkında düşündüğüm kötü şeylerden ve kendisine verdiğim hoş olmayan cevaplardan utanıyorum. Kafam önümde, yaptığım terbiyesizlikleri sorguluyorum. Gerçekten işe yaramaz biriyim.

Bu utanç hali beni öldürecek seviyeye getirmek üzereyken, abi, hangi okulda okuduğumu soruyor. Cevabı duyunca da “Artık bu devirde okul falan önemli değil. Te şurda bizim bi abi var, onun oğlu ortaokul mezunu ama zehir gibi bilgisayar biliyo, ayda 18 milyar maaş alıyo. Şirket ikide bir Amerika’ya gönderiyor çocuğu” gibi bir bilgi veriyor bana, gözlerinde bu söylediklerine can-ı gönülden inanmamı beklemenin getirdiği umutla. “Ee madem ortaokuldan sonra bıraksaydım okumayı, Boğaziçi falan kasmaya ne gerek var” diye sarkastik bir cevap versem, adam bunu anlamayacak ve “Evet evet evet” şeklinde onaylayacak beni. Önümde girilmesi gereken yüzlerce sınav varken de bu kadar içten söylenen “Evet”lere aldanacağım ve bu da beyazlattığım saçlarım ve her saniye hissettiğim yorgunluk için çok büyük pişmanlıklar uyandıracak bende, sanki gerçekten abi haklıymış gibi.

Yalnızlıkla başa çıkmak bile beni çok fazla zorlarken, bir de pişmanlıkla uğraşmayı göze alamayacağım ama şu an. Yolun başında görünen minibüse bineceğim şimdi, “Bir karmaşa, hep yara bere, sonrası uzak değil oysa” diyen şarkıya eşlik edeceğim yolda…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder