29 Aralık 2011 Perşembe

Genç Bir Üniversitelinin Acıları

Cansu, Mustafa ve ben aynı masadayız, önümüzde Türk kahvesi var. Türk kahvesi ortama girince insanların içi ısınır, sohbet koyulaşır, 40 yıl hatırı falan var kahvenin, bunlar önemli şeyler tabii ki. Küçücük bir fincan da olsa önümüzdeki, içindekinden çok fazla şey bekliyorum ben de. Ama birden “Ben senin yazılarını okumuyorum, ne okuyacağım ya!” diye bir cümle geliyor kulağıma, buruluyorum.

İlkokulda, lisede falan kompozisyon yazarken hep stres dolardı içime, okunmaya değer bulunacak mı acaba, diye düşünmekten. Yani, hoca, eline kâğıdı alınca “Amaaaan Erdem yazmış işte, zırvalamıştır bir şeyler, ne okuyacağım ya!” diyerek kağıdı buruşturup atacak mı diye yaşadığım bir korku işte. Bu yüzden giriş, gelişme, sonuç bölümlerini düzgün bağlayayım da insan elinden çıkmış gibi olsun diye büyük çaba sarf ediyordum. Giriş bölümünü falan bir şekilde yapabiliyordum ama gelişmeye gelince konuyu geliştireceğim diye saçma sapan yerlere daldığım oluyordu. Atıyorum, mesela “Damlaya damlaya göl olur” konulu bir kompozisyon yazılacaksa, ben, bu lafı evirip çevirip “El için eşeğinin kuyruğunu kesme; kimi uzun der, kimi kısa” boyutuna getirebiliyordum. Sonuç bölümüne gelince de “Abi göl falan diyor, bir yere bağlamak lazım” diye düşünüp kısa ve uzun kesilmiş eşek kuyruklarından oluşan ve insan mantığını zorlayacak saçma sapan bir göl elde ettiğim oluyordu.

Sanırım lise ikideyken bir hikaye yazmamız istenmişti kompozisyon sınavında ve o yazdığım hikayeyi, çok derin bir şekilde anlatmadan, ana hatlarıyla bile yazsam burada etrafımdaki arkadaş sayımda ciddi bir azalma olur. “Ankara’ya okumaya giden genç üniversite öğrencisinin başına gelenler” ana temalı hikayem şu anda okunsa, Kemalettin Tuğcu’nun yazdığı kitaplarda yarattığı hüzün, dünyanın en komik fıkrası gibi görülebilirdi hikayemi okuyan insanlar tarafından, bu kadar rezil bir şeydi. (Yalnız hala bu hikayenin beni ciddi ciddi utandırdığını fark ettim. Yazının bu noktasında biraz durup dertli dertli etrafa bakındım, bu travmayı atlatabilmek için çareler aradım, bulamadım)

Ama öğrencilerin genel olarak bir sıkıntısı var sanırım kompozisyon yazma konusunda. Derste bülbül gibi şakıyan çocuk, önüne kağıt gelince bu sefer dut yemiş bülbül gibi oluyor. (Evet, öğrenci hep bülbüldür gözümde) Giriş, gelişme, sonuç bölümlerini birer cümleyle halleden bir arkadaşım bile olmuştu zamanında. Savunması da “Olum bize demiyolar mı hep az ve öz yazın diye, ben de öyle yazdım işte” şeklindeydi. Ben de bunu dünyanın sırrını keşfetmiş gibi “Aa doğru lan!” diye karşılamıştım çocukluğun verdiği her şeye inanma iç güdüsü ile. Ama neyse ki bunu düstur edinmemişim, çünkü bir şeyler karalama kariyerine böyle başlarsan ulaşabileceğin en yüksek nokta Posta gazetesinde saçma sapan bir akrostiş ile oluşturduğun şiirini yayınlatmak olur. Galiba Posta gazetesinde fotoğrafım ve altında da bir şiirim çıksa, bu dünyanın yaşanacak yer olmadığına dair başka bir kanıt aramam. (Yalnız, o şiirin okunmamasından memnun olabilirdim herhalde)

Kahveler bitiyor, masadan kalkıp gitme vakti geliyor ve ben de az önce duyduğum sözden sonra yıkılan Erdem'i yeniden ayağa kaldırmak için ne yapabileceğimi düşünmeye başlıyorum uzun uzun. “En başından başlayacaktım insan gibi yazmaya, ta ilkokul sıralarındayken” diye diye hüzne vuruyorum kendimi. Galiba İstanbul’da yaşayan bu genç üniversite öğrencisini morali yerle yeksan olmamış haline döndürebilmek için bir kahramana ihtiyaç var, ben de kahramanın artık beni görüp kurtarmasını bekliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder