14 Ocak 2013 Pazartesi

Eksik

Şimdi bir oda düşün. İçinde hayatını geçirebilmen için bütün imkânlar mevcut gibi gözüküyor. Yatak var, yatıp uyuyabilirsin. Küçük bir lavabo var, elini yüzünü yıka orada. Tuvalet de, banyo da var. Buzdolabında ufak tefek şeyler de mevcut. Al içinden bir şeyler git, pişir, kızart, karnını doyur. Etrafında kitaplar dolu, seç aralarından bir tanesini oku, durmadan oku. Film al bir tane karşındaki dolaptan, izle. Dış dünyayla bağlantını sağlamak için bilgisayar ve internet de var. Televizyonla işin olmaz pek ama küçük bir televizyon koymuşlar bir köşeye. Eski püskü bir radyo da var, o an aklında olmayan bir şarkıyı sana getirip en azından 3-4 dakikanı belki kafandakilerden başka şeyler düşünerek geçirirsin diye. Odanın bir camı var, kendini biraz zorlayınca sol tarafta kalan denizi görebiliyorsun. Ya da en kötüsü, canın sıkıldığı zaman, camı açarak esen rüzgârı dinleyebilirsin. Hem hava değişimi de iyidir. Birkaç farklı renkten oluşan ampuller takılmış tavana. Ruh halin nasılsa, ona uygun bir renk seçip, o ışık altında oturuyorsun.

Her şey yolunda gibi gözüküyor. En azından herhangi bir şey için odadan çıkmana gerek yok. Öyle düşünüyorsun. Öyle düşünmen için tasarlanmış. Yat, kalk, otur, zıpla, tepin, ağla, gül, aklına gelen her şeyi yap. Bunları yapabilmen için bir sürü şey koymuşlar oraya. İlk zamanların güzel geçiyor. Aklına gelen şeyi elini attığın an bulabiliyorsun. Keyfin yerinde. Uyumak mı istiyorsun? Akşama kadar uyu. Uykun mu yok? Karışanın, görüşenin yok nasılsa; istersen bir hafta boyunca uyuma, zombi gibi ol. Kimse de gelip bir şey demez, istediğini yaparsın. Bangır bangır dinle müziğini. Odanın ses yalıtımı çok iyi. Sanki içeride hiç kimse yokmuş gibi düşünecek dışarıdaki insanlar. En küçük bir ses dalgası bile dışarıya ulaşmasın ki istediğin gibi yap her şeyini. İstersen bağır, çağır! Duymaz kimse. Duymasın da zaten, çünkü senin hayatın bu ve herkesin senin ihtiyaç duyabileceğini düşündükleri her şey en fazla üç metre uzağında.

Bir zaman sonra bir şeylerin farkına varmaya başlayacaksın ama. Mesela uyanınca yüzünü yıkadığın lavabonun gideri sorunlu. Damlatıyor zemine suları. Onları temizlemek için uğraşıyorsun. Masa sabit durmuyor yerinde. Düşünüp bulduğunu sandığın yüzyıllık gerçekleri kullanıp masanın altına kâğıt sıkıştırıyorsun sabit dursun diye, o kâğıt da kayıp gidiyor arada. Her seferinde buna daha iyi bir çözüm bulmak için zorluyorsun ama yine en sonunda bir parça katlanmış kâğıtla masanın altında buluyorsun kendini. Buzdolabı ağzına kadar dolu olsa da sana bomboş gibi geliyor, çünkü karanlıkta sanki karşında karnı çok aç ve seni yutacak gibi gözüken kocaman bir devmişçesine duruyor ve gecenin bir yarısı gözlerini açtığında korkutuyor seni. Kimseye alışmamışsın ki çünkü, onu görünce, odana birisi girdi sanıp korkuyorsun deli gibi. Odanın kapıları kapalı bir de. Kimseye açmadın. Nasıl girdi peki içeri? Nasıl gösterdin kendini ona bu kadar? En savunmasız halini bile? Cevabın yok işte bunlara. Televizyon aptal kutusu zaten, kumandasını bile nereye koyduğunu hatırlamıyorsun. İzlediğin filmlerin hepsi aynı sonla bitiyor, herkes mutlu oluyor. Filmler, hayatının bundan sonraki dönemini mükemmel geçirmeni sağlayacak şeyleri 2 saatte gösterip, bunları yapabileceğine inandırmaya çalışıyor seni. Filmdekiler öyle çünkü. Her şeyi yapabiliyorlar. Sen ne yaptın peki 2 saatte? Mal mal oturup, sana bu fikri verenleri izleyip, sonunda acı acı gülerek, DVD’yi kutusuna yerleştirdin ve başka bir kandırmacayı daha izlemek için gözünü kapatarak seçtiğin başka bir kutunun içindeki DVD’yi aldın. Böyle bir döngü oluşturmuşsun. Döngünün olayı bu zaten, başladığın yere geri dönmek. Oda bile zaten sağ tarafından başlayıp yine sağ tarafında bitiyor. Yani içinde bulunduğun koşullar bile sana yeni bir şey göstermiyor ki kendini nasıl iyi hissedebilirsin? Odanın kapısının altından dışardaki insanların gölgesini görüyorsun. 3-5 saniyelik görüntüler bunlar. Geçip gidiyorlar. İçeride senin çok mutlu olduğunu düşünüyor olmalılar, çünkü zaten bütün ihtiyaç duyabileceğin şeyler var yanında. Öyle düşünüyorlar. O yüzden girip bakmıyor olabilirler. Bazen kapıyı aralayıp dışarıya şöyle bir göz atmak istiyorsun ama her şeyin tam olduğunu sandığın odada, aslında ayna yok ve çok uzun bir süredir nasıl göründüğünü bilmiyorsun. “İnsan kendi suratına bakarak kendisiyle yüzleşmeden, içindekileri kendi gözlerinin içine bakarak söylemeden kendini dışarıya atmamalı” diye düşünüyorsun. İnanmışsın buna. İnsan en iyi kendini kandırır ama aslında en iyi kendisiyle konuşup gerçekleri söyler. Baktığın aynada kimseyi görememekten de korktuğunu fısıldıyorsun kendine. Zaten saçın başın çok dağınıktır ve her zaman bir kusur bulduğun bu tiple dışarı çıkmak “utanç” gibi bir kavram daha getirecektir belki hayatına. Çünkü tek başına kaldığın bu odada kendinden utanmayıp her şeyi açık açık kendine itiraf etmeyi yavaş yavaş öğrendin ama başkalarından utanma gibi bir durumu kaldırabilecek koşullarda değilsin şu an.

Ama içinde karşı konulmaz bir merak da var. Tamam, sen bir odanın içindesin, etrafında var bir şeyler ama dışarıda ne var? Bu odaya girmeden önce neler vardı ve şimdi ne oldular? İnsan? Senin dışındaki başka bir canlı? Şu kapının önünden geçip gidenler işte. Kapıyı vurma zahmetine bile katlanmıyorlar belki ama sen, kendini hatırlatabilir misin acaba? Tamam, seni koydular buraya ama unuttuklarından emin misin? Ya da kapıyı çalıp girdiklerinde karşılarına çıkacak manzaradan korktukları için mi akıllarından anında atıyorlar içeri girme düşüncesini? Sen varsın içeride ama seninle ilgili, senden kaynaklanan bir sürü şey daha var. Hepsiyle yüzleşebilecekler mi? Bundan çekiniyor olabilirler mi? Peki sadece seni düşünüyor olsalar, ama sadece seni, başka hiçbir şeyi değil, yine de girmekten korkarlar mıydı? Seni ve geleceğini? Odaya girerken kapıda bıraktığın hayallerini? Birlikte üzerinize yazdığınız hayallerinizi? Birlikte üzerinize yazdığınız her şeyi? Sokağın en sonundaki sokak lambası gibi amaçsızca beklediğini? Işık saçıyor gibi gözüksen de geceleri gözlerin kapalı halde o sokakta beklediğini? Aranızda olan değil olmasını istediğin şeyleri? Senin onları düşündüğün kadar onlar da seni düşünüyor mu peki? Seni düşünebiliyor olsalar, seni buraya atarlar mıydı? Hayat adına sana bütün imkânları sağladıklarını söyleyerek seni koydukları bu odada, aslında asla kendini düşünmeyeceğini bilmiyor olabilirler miydi? Belki odadan dışarı adımını atmamanı bile buna bağlıyorlardır. Yani keyfin yerinde, tek başınasın, istediğini yaparsın ve o odanın içinde sadece kendini düşünürsün. Zaten kendini düşünmesen çıkıp gelirsin. Sadece kendini düşünüyorsun ki, o odada tek başına yaşıyorsun. Hatta keyfin o kadar yerinde ki girdiğinden beri hala oradasın. Sesin çıkmıyor, çıksa bile duymayacaklar ki zaten. Çıksa da ne kadar önemli ki? Çıksa bile kendini düşündüğün için çıkacak. Öyle zannedecekler. Buna inanacaklar. Ama galiba bilmiyorlar ki insanlar sahip olduklarından çok sahip olmadıklarını düşünür. Eksikliğini her hücresinde hissettiği şeyleri arar, ister. Mesela kurşun kalemi olmayan bir çocuk, “Kurşun kalemim olsa, onun ucunu hiç kırmam, gözüm gibi bakarım ona” der. Belki tükenmez kalemle de yazar yazacağı şeyleri ama aslında istediği kurşun kalemdir. Tükenmez kalemle yazdığı her şey, kendisindeki kurşun kalem özlemini tetikleyecektir. Tükenmez kalemi eline her aldığında aklına gelecek olan şey kurşun kalem olacaktır. Hani şu ucunu hiç kırmak istemediği kurşun kalem. Sadece onu düşündüğü için, ona zarar vermek istemediği kurşun kalem. Çünkü o kurşun kalem onun gözünde çok önemli bir yerdedir. Kurşun kalem onu başka bir yere götürecektir. Başka bir dünyaya. O gittiği yerde de kendinden çok kurşun kalemi düşünür, çünkü onu buraya kurşun kalem getirmiştir. Kurşun kaleme bir şey olduğu an, artık o başka dünyanın bir anlamı kalmayacaktır o çocuk için, kurşun kalemi yokken hala o dünyada ya da bambaşka bir dünyada olmasının ne önemi olabilir ki?

Peki odaya biraz kendine gel diye bırakılmış olabilir misin? Bir süre oyalan böyle, kendini şu hayatta her şeyin tam olduğuna, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmediğine inandır ama aslında yavaş yavaş kabuk bağla diye. Bir gün bir kitap oku, bir gün başka bir kitap, sonra gözünü odadaki bir eşyaya dikip düşün, bir gün başka bir eşyaya, eşyalar bitince duvardaki bir ize, sonra da duvardaki her bir sıva damlasına. Böyle böyle bitir her şeyi. Sonra olaylar içinden çıkılmaz bir hal alınca da otur, düşün. Bertolt Brecht gelsin aklına. Odada beklerken okuduğun kitaplarından bir cümleyi söyle kendi kendine: Savaşırsan kaybedebilirsin, ama savaşmazsan zaten kaybetmişsindir.

Savaşmak? Peki neyle? Kimle? Karşındaki lavaboyla mı? Ya da duvardaki posterle? Dilinden bir türlü düşüremediğin, her sözünü teker teker söylediğin ve sen bunu yaptıkça her seferinde beynini oyan o şarkının notalarıyla mı? Yoksa dışarıdakilerle mi? Tanıdığın ve tanımadıklarınla mı? İstediklerinle mi istemediklerinle mi? Olanlar mı olmayanlarla mı? Buzdolabının kapağını her açtığında gözlerini kamaştıran salak ışıkla mı? Telefonunun çalmayan melodisiyle mi? Sesini geçirmeyen duvarla mı? Okuduğun kitaplardaki altını çizdiğin cümlelerle mi? Asla müdahale edemediğin ve her sabah uyandığında bilinçaltına sayılmadık küfür bıraktırmayan rüyalarınla mı? En sevdiğin insanlardan birini bu dünyadan götürüp senin hiçbir zaman onun olduğu zamanlardaki gibi hissetmemeni sağlayacak kaderle mi? Asla kaybetmeyeceğine, seni asla bırakıp gitmeyeceğine inandığın ve karşında bir kaya gibi sağlam duran insanın üzerine kendi elinle toprak atarken duyduğun o tarif edilmez acıyla mı? Onun karanlığa gömüldüğünü gören gözlerinin önünden gitmeyen o görüntüyle mi? Kafandaki hiçbir yere varmayan düşüncelerinle mi? Kafandaki düşüncelerin belki de saçma sapan bir şekilde yarattığı ve arada sırada seni gülümseten ama “Ya gerçekleşmezse!” diye korkup tırnaklarını yemeye başlatan umutlarınla mı? Umut? Hala var mı? Yenildin.

Göreceksin bunu. Girdin bu odaya ve yenildin. Her şey tamam gibiydi, eksik yok gibiydi. Önce öne geçtiğini sandın ama yenildin. Denedin. Yenildin. Uğraştın. Olmadı. Saçma sapan şeylere kalkıştın. Kendine asla yakıştıramayacağın şeyler yaptın. Aklına asla gelmeyecek olan şeyler gerçekleşti. O oda bir yalandı. Kaleler yıkıldı. Utandın. Denedin. Olmadı. Yenildin. Yenilirken de bir kitap okudun. Samuel Beckett. Şimdi onu dinle ve odadan çık: Yine dene, yine yenil, daha iyi yenil!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder