24 Nisan 2013 Çarşamba

Hayatkaçıran

Üniversitedeyken, “Bak sakın mezun olma, iş hayatına girince bugünlerini çok ararsın” diyen insanlara, zamanında gereken saygıyı göstermeyip, onları hiç dinlemediğim için kendilerinden özür diliyorum. Hani bazen tamamen abartıyorlardı, “Sosyal hayat nedir bilmeyeceksin, evden işe, işten eve gideceksin, yaşamaktan nefret edeceksin, hep aynı tipler olacak etrafında ve insanlardan tiksineceksin bööööööö” falan diye ama dediklerinin bir kısmında bu kadar haklı çıkacaklarını hiç düşünmemiştim zamanında bunları dinlerken. Çünkü çalışacaktım, ödev diye bir derdim olmayacaktı, sınava girmeyecektim ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de üstüne para vereceklerdi. Hâlbuki ben para versem bile olurdu. O kadar çekici geliyordu, ödevsiz ve sınavsız bir hayat. Bunun nesi kötü olabilirdi ki?

Evet, oluyormuş. Ödev, sınav yok ama devamsızlık diye bir kavram var çalışırken. Olayın bu tarafını görmemezlikten gelmişim ben ya da işime gelmemiş, unutmuş gibi yapmışım. Bazen canı o an neyi görmek isterse, ona göre davranan bir bireyim. Beynim böyle evrimleşmiş. Konunun bütününü görmek yerine, o an işine yarayacak olan kısım neyse, onu çekip alıyor aradan ve kendini mutlu edebiliyor. Büyük ihtimalle iş hayatı hakkında konuşulurken de, “Oğlum ödev yok, bir şey yok, deney raporu yazmıyorsun, yoklamaya imza atmıyorsun, daha ne istiyorsun işte!” gibi düşünceler geliştirip, beni iş hayatının mükemmel olduğuna inandırıp kendisini de sevinçle doldurdu. Ben de bunca yıldır beni iyi kötü idare eden beynime inanıp, “Evet ya çalışsan çalışılır aslında, bence olur yani, zevkli lan!” dedim büyük ihtimalle.

Biraz önce de dediğim gibi devamsızlık ciddi bir sıkıntı çalışırken. Bugüne kadar hiçbir şeyin devamsızlık yapılmadan idare edilmesi gerektiğine inanmamıştım. Devamsızlık yapılabilirdi bence. Yapılması gereken bir şeydi. Arada nefes alırdın. Kafanı toplayıp, o an üzerinde çalıştığın şeye daha çok odaklanabilirdin. İşte bunlar hep devamsızlık adına kendimi ikna etmede kullandığım fikirler. Üniversitede falan bayağı işime yaradı bu cümleler. Hatta bir ara o kadar yaramaya başladı ki, sadece sınav varken okula gitmek gerektiğine, başka günlerde okulda olmanın çok da faydalı bir şey olmayacağına inanmaya başladım. O zamandan beri uyumak, kitap okumak, dizi seyretmek konusunda bayağı ileri seviyelere ulaşmıştım. Belki okula gitmiyor ama kendimi kültürel açıdan gayet iyi yetiştiriyordum. Bence bunlar da eğitimimiz için vazgeçmememiz gereken önemli parametrelerdi. Bunlar da vicdanımı rahatlatmak için bulduğum düşüncelerdi. Sonra okul bitti. Okulun bitmesi demek, kimilerine göre kendilerine her kapıyı açacak olan diplomayı almak demek ama bana göre rahatlığın sona ermesiydi. İşe girince, alarmı durmadan erteleyip, artık uyuyacak bir yudum uyku bile kalmayınca yataktan kalkıp “Aa tüh mesai başlama saati geçti, neyse bugünlük böyle olsun, yarın giderim artık” deme gibi bir şansın olmuyor. Okuldayken bu yöntem %100 verimle çalışıyordu hâlbuki. “Bugünkü ders de kaçtı, kısmet” cümlesi en sevdiğim cümlelerden biriydi. Şimdi bir gün işe gitmesen “Gel bakalım bebeğim, iş akdine son verdik, bu da tazminatın” deyip koyarlar kapının önüne.

İşe gitmeyerek aylaklık yapıp hayatı öylesine yaşama opsiyonun olmuyor tabii gün içinde, artık çalışmaya başlayınca. O yüzden akşamları bir şeyler yapma konusunda kendini acayip gaza getiriyorsun, “İşten çıkınca şuraya gideceğim, burada takılacağım, önce şu insanla buluşup, sonra şu ortama akacağım. Aman Allah’ım ne kadar enerjiğim ya resmen gençlik ateşi bu! Duramıyorum yerimde! O kadar çalış ama yine de kendine süper vakit ayır! Resmen zamanı verimli kullanma konusunda master degree oldum! İşte hayat bu be!” diyerek. Tabii bu gaz, mesainin bitişiyle sona eriyor. Önce koşarak çıkıyorsun şirketten. Bir inanç var içinde süper şeyler yaşayacağına dair ama yorgun bedenin servise binince beyaz bayrağı çekiyor. Gün içinde “Kimle buluşsam lan?” diye kurduğun cümleler, işten çıkınca “Erken mi yatsam bu akşam? Zira yarın iş var” haline dönüşüp, dünyanın en iğrenç evrim halkasını oluşturuyor.

Tamam, dışarıda bir şey yapmayacağın belli ama evin içinde verimli zaman geçir değil mi? Yok, onu da beceremiyorum. Ne bileyim, insan gibi kitap oku mesela. Yayınevlerinin sitelerine girip “Oha! Murat Menteş’in kitabı çıkmış! İnanmıyorum, Paul Auster bir kitap daha yayınlamış!” deyip koşa koşa kitapları almayı biliyorum ama mesela D&R’ın rafında duracaklarına, benim kitaplığımda öyle başıboş duruyorlar. Aldın, oku madem! Tamam, görsel bir şölen sundukları aşikâr, her gören bayılıyor kitaplara ama “Hepsini okudun mu bunların?” sorusu, bazen cevapsız kalabiliyor. Aldığım her kitabın arka kapağını okuyorum ama. Sayılır mı bu? Daha 3 hafta önce aldığım Uykusuz’u bitiremedim desem, daha hoş düşünceler oluşturabilirim insanların kafasında sanırım, iş hayatının nasıl bir inhibitör olduğuna dair.

Bazen diyorum ki, “Acaba ben mi sıkıntılıyım?” Yani, organizasyon yeteneğim sınırlı da, o yüzden mi işten çıktıktan sonra bir şey yapamıyorum? Ama etrafımdaki insanlardan hep aynı tepkiler geliyor: Zaten işten çıktıktan sonra 2-3 saat bir vaktin kalıyor, o kadarcık sürede ne yapılabilir ki?

Peki ne yapılabilir? İşte kitap okumaya niyetlenirsin ama 3 sayfa okuyabilirsin. Bilgisayarı kucağına alıp günün gelişmelerinden sadece 2 tanecik haber okuyabilirsin. Anne, baba ve kardeşle sohbet etmeye kalksan, konunun gelişme bölümüne gelemeden konuyla olan bütün bağlantını kesebilirsin, çünkü artık daha fazlasını beynin almaz. Çay, kahve içmeye niyetlensen, elindeki kupanın ancak yarısına gelebilirsin. Ve sonunda sızıp uyuyakalabilirsin. Evet, bu paragrafta hayatımı nasıl geçirdiğimi özetledim. Hayat koşa koşa kaçıp gidiyormuş gibi sanki çalışırken. Yani, mezun olmayın, okuyun. Bol bol okuyun. Derslerden kalın ve okuyun. Bana da bir zahmet yardım edin ya!

Not: Arada şu şarkıyı dinleyip gaza geliyorum. Üzerindeki ölü toprağı atmaya belli bir süreliğine yardımcı oluyor. Ama başka değişiklikler lazım belli ki.

http://www.youtube.com/watch?v=FkwHcIQ3m-E

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder