26 Nisan 2013 Cuma

Ben Her Zaman Böyle

Gözlerimi zar zor açıp etrafa bakındım. Hava tam olarak aydınlanmamış ama canı istese anında aydınlanırmış gibi duruyordu. Çok kritik bir zaman diliminde uyanmıştım sanırım. Belki birkaç dakika önce uyansam “Hava daha karanlık, sanırım hala gece, o zaman uyumaya devam!” diye kendimi ikna edebilir ve bundan garip bir haz duyabilir ya da birkaç dakika sonra uyansam “Aha! Ne çabuk sabah oldu ya! Neyse erken kalkan yol alır!” diyerek artık yataktan kalkıp insan gibi yaşama konusunda atılımlar yapabilirdim. Bunların hiçbirini yapamayacak bir saatte uyanınca, boş boş durmak yerine, kendime eziyet edebileceğim şeyleri düşünmeye başladım. Acaba telefonun alarmının çalmasına ne kadar vardı? Belki çalmış ama ben duymamıştım. Belki de duymuş, sonra alarmı erteleye erteleye telefonu bozmuş ve böylece uyuyakalarak işe gidememiş ve kovulmuştum. Gerçi mesai saatleri içinde olsam hava aydınlanmış olurdu fakat yaklaşık 24 saat uyuduysam, bütün bir günü yemiş olabilirdim. Böyle bir durumda kişisel uyku rekorumu geliştirmiş fakat aynı zamanda üniversiteli işsiz pozisyonuyla hayatta tutunmaya çalışan bir birey konumuna ulaşmış da olabilirdim. Bu tarz düşüncelerle kendime yeterince acı verdiğime inandıktan sonra, “Neyse onu bunu bırak da eğer alarm çalmadıysa, acaba ne kadar var çalmasına?” şeklindeki bir soru cümlesiyle yaklaşık 15 dakika boyunca bütün ihtimalleri düşündüm. 40 dakika da olabilirdi, 15 saniye de. İçimden dakika ve saniyeleri içeren tüm kombinasyonları yaptıktan sonra ve saliseleri işin içine katmadan önce “Aslında saat kaç oldu diye telefona bakabilirim” diye dâhiyane bir düşünce geldi aklıma. Beni yetiştiren hocalarım, beynimi ne kadar verimli kullandığımı görseler, benle gurur duyarlardı.

Telefonun ekranına bakıp kalkmam gereken zamana 1 dakika kaldığını görünce, o 1 dakikayı yatakta geçirmenin mi yoksa bir an önce kalkıp kahvaltıya başlamanın mı daha olumlu bir eylem biçimi olacağına karar vermeye çalıştım ve 45 saniyeyi de böyle yedim. Tabii bunu düşünürken farkında olmadan yatmaya devam etmiş ve zaten en baştan kararımı vermiş gibi olmuştum. Bize verilen düşünme yeteneğini en berbat şekilde kullanan insan olarak haberlere çıkabilirim.

Beni bir kupa kahve kendime getirebilirdi. Kendimi mutfağa doğru sürükledim ve suyun kaynama noktasına erişmesini beklerken mutfak dolaplarını karıştırdım. İrem’in Finlandiya’dan getirdiği çikolataları bulup birkaç tanesini cebe attım. Sonra vicdanım kendini rahat hissetmediği için, dün akşam kendime aldığım ve çantamın içine fırlattığım çikolatayı da İrem’in çekmecesine rastgele koydum. Resmen bir çokonata karşılık koca bir toblerone almıştım. Para icat edilmeseydi, değiş tokuş metoduyla çok verimli alışverişler yapabilirdim. Ama bu dünyaya bayağı geç gelmişim.

Kahvemi alıp odama çekildim ve bir tur tavla oynamaya karar verdim. Zihnimi açmak için bir şeylere ihtiyacım vardı ama satranç şu an ağır gelirdi. Zaten satranç oynamayı da bilmediğim için, onu öğrenip de başarılı sonuçlar alana kadar işe geç kalırdım. “İşe geç kalmak” tabiri önümdeki zaman dilimini nasıl değerlendireceğime dair bir keyword olmuştu. Sanırım bazı değişikliklere ihtiyacım var. Tavla oynarken kahvemi yudumlayıp hafif bir köy kahvesi tadı yakaladım odamda. Sonra toblerone yiyip birazcık daha elit olmaya karar verdim. Yediği bir yudum çikolatadan inanılmaz zevk alan reklam yıldızları gibi, toblerone’u yerken gözlerimi kapattığım için tavlada yenildim. Sanırım bilgisayar taş falan çalmıştı, başka türlü yenilmem imkânsızdı. Yenilgiyi kabullenmemek ve çirkeflik yapmak diye bir şey varsa, bunu atalarım icat etmiş olmalı.

Giyinmeye karar verip masamdan kalktım. Sonra vazgeçip yine oturdum. Oturunca yapacak bir şey bulamadığım için yine kalktım. Vücudumun karar verme mekanizması sekteye uğramış, üzerinden buffalo geçmiş gibiydi. “Buffalo nasıl bir hayvandı ya?” diye düşünüp masama yine oturarak biraz buffalo videosu seyrettim. Şirin videolar olmadıkları için “Ayh şuna bakın yaa ne kadar tatlııııı yerim ben bunuuu” deyip Facebook’ta paylaşma olayına girmedim. Kedilerin prim yaptığı bir dünyadaydık, buffaloların değil. Eğer bir hayvan olsaydım, kesin buffalo olurdum.

Dolabımı açıp elime gelen ilk gömleği aldım. Ayakkabılığı açıp elime gelen ilk ayakkabıyı aldım. Doğaçlama diye bir kavram olmasaydı bile ben yaratırdım. Apartmanın kapısından çıkarken apartman görevlisini gördüm, arkası bana dönüktü. Hiç muhabbet edecek havamda olmadığım için usulca kapıdan sıyrılmaya çalıştım. Başarılı olduğumu zannederken “Hey! Pişt!” diye bir ses duydum. Bana sesleniliyor olmalıydı. Çaresizce arkamı dönüp baktım, apartman görevlisi gülümseyerek yanıma geliyordu. İşini seven birisi olduğunu düşündüm, yoksa bu kadar gülümsemek imkânsızdı. Yanıma gelip, “Sizin soyadınız neydi?” dedi. Bazı soruların yanıtlarını çok iyi bilsem de birden bire sorulunca afallayabiliyorum. Üstelik daha önce hiç kimse sabahın 8’inde soyadımı sormamıştı. Hayatında bir ilkle karşılaşınca benim kadar idiotlaşan insan az bulunur. Biraz düşünüp, ”Yeniceler” dedim. Konuşurken noktalama işareti kullanamadığımız için suratımı soru işaretine benzetmeye çalıştım. “Heh doğru hatırlamışım” dedi. Ben bile bazen hatırlayamıyorum, o kadar saçma soyadım, sen niye hatırladın ki acaba! Adımı “Hey, pişt” olarak öğrenmiş ama soyadım aklında! “Hımm” dedim. Başka ne denebilirdi? “Kredi kartı düşürmüş olabilir misiniz?” diye sordu. “Yok” dedim. Kredi kartım yok, niye düşüreyim? “Ama düşürmüşsünüz!” dedi hınzırca. Madem düşürmüşüz, neden en başta “Düşürdünüz mü?” diye soruyorsun? Laf kalabalığını çıkaran kimse ona düşmanım. Olmayan şeyi de nasıl düşürdüğümü çok merak ettim. Elinde tuttuğu şeye bir süre bakıp, “Aa bir dakika! Sizin değilmiş!” dedi. “Size fatura gelmişti, hatlar karıştı” diye devam etti. Hatlar en son 1993’te karışıyordu, o kadar eski bir kelime grubu bu. Elime bir fatura tutuşturdu. “Faturanın arkasında belirtilen bankalara yatırabilirsiniz” diye ekledi anlamsızca. İnsanlarda açıklama yapma isteği uyandıran bir suratım var galiba.

Siteden çıkıp usul usul servise doğru yürümeye başladım. Yolda yürürken “Gelen mesajlara ve maillere cevap vereyim de çok önemli ve yoğun bir insanmışım gibi görüneyim” diye düşündüm fakat telefona gelen hiçbir şey yoktu. Bu gerçekle yüzleşince kendi mail adresime boş bir mail atıp, “Aha mail geldi! Kimden acaba!” diyerek birazcık heyecan yaptım. Bu zihniyeti birazcık daha ilerletebilirsem, bir yerden sonra kendi kendimi arayıp “Meşgul çalıyor! Kimle konuşuyor acaba?” diye düşünerek boş vakitlerimi doldurabilirdim. Ortaya saçma sapan bir fikir atacak birisine ihtiyaç duyulacaksa, benden daha iyi bir aday olamazdı.

Servise bindim. Kulaklıklarımı takıp müzik dinlemeye başladım. Bir ses, kulağıma “I need you now. I need you” diye fısıldıyordu. Gözlerimi kapadım. Karanlıktayken bir şey göremiyordum ve şu “I need you now” sözü, kesinlikle ben eşlik edeyim diye yazılmış olmalıydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder