30 Nisan 2013 Salı

Çıkar Onu Yerinden! Aferin!

Herhangi bir işi yaparken kendimi o kadar çok dağıtıyorum, üstüme başıma o kadar çok şey bulaştırıyorum ki, kendime zarar vermek için yemin etmiş gibiyim sanki. “Dikkatsiz ve Dağınık Çalışmanın 10 Altın Kuralı” diye bir kitap yazılmadıysa, ben yazabilirim.

Yüzyıllar süren kimya eğitimim boyunca mütemadiyen duyduğum cümleler şunlardı: “Kimyasal maddelerle çalışırken dikkatli olun! Elinize, yüzünüze bulaştırmayın, koklamayın, yemeyin, yutmayın!” Peki ben bunu dinlemiş miyim? Hayır! Sanırım aklımı başıma toplamam için, suratına kimyasal madde atılan ve anında kafası eriyen bir adamı gösteren bir video izlettirilip, “Bak gördün mü? Yeminle böyle olursun sen de!” denilerek çeşitli korkulara gark ettirilmem gerekiyordu. Görsel bir örnek olmadan, bazı şeyleri kafasında oturtturamayan bir bireyim. Okulda ne görsem, elimi sokuyordum içine, “Çalışmaya başlayınca yapmam, sonuçta ekmeğini bu meslekten kazanan biri olacağım mezun olunca, ona göre davranmak lazım tabii!” diye fikirler yürütüyordum ama değişen bir şey yok. Değişikliklere adapte olamayan biriyim sanırım. Bir alışkanlık tutturunca son nefesimde bile onu yapmak istiyor gibiyim sanki. Çünkü şirkette laboratuvara girip de herhangi bir kimyasal görünce “Aha bu ne lan!” diyerek “Zort!” diye dirseğime kadar sokuyorum kolumu içine, kokusunu alveollerimin en derinine kadar çekiyor, “Elektronların hareket ederken sesi çıkıyor mu acaba?” diye merak edip kulağımı dayıyorum kimyasalın içinde bulunduğu kaba.

Bu sabah bir hevesle laboratuvara girip işimi yapmaya başladım. Keyfim yerindeydi, dünden beri dinlediğim şarkıyı, sesimin berbat olduğunu düşündüğüm için, içimden söylüyor, kullanacağım malzemeleri deli gibi bir mutlulukla dolaplardan çıkarıyordum. Artık nasıl mutlu edildiysem, iş yaparken bile bu mutluluğu kullansam, sonu gelmeyecek gibi hissediyordum. Fakat malzemeleri dizdikçe ortalığı dağıtmaya başladım, hatta bir maddenin kapağını açtıktan sonra kendisini çalkaladım. “Lan!” diye kendimi uyarmam çok işe yaramadı, etraf pislik içinde kaldı. İş yaparken favori cümlelerimden biri olan “Neyse, sonra temizlerim” cümlesini bir kez daha büyük bir zevkle kurdum. Yavaş yavaş malzemeleri aynı ortama ekleyerek karışımımı hazırlamaya başladım. Dağınık ve pis bir şekilde çalıştığımı söylemiştim. İnsan böyle olunca eli, kolu kimyasal madde içinde kalıyor tabii. İşte böyle durumlarda, artık gelecek nesillere öğüt verirken kullanabileceğim bir cümlem var: Pis ellerinizi gözünüze sürmeyin.

İşte bugün boya yaparken gözümde kesinlikle hiçbir kaşıntı ya da başka herhangi bir şeye karşılık gelebilecek bir istek olmadığı halde, kimyasal madde bulaşmış elimi hafifçe gözüme doğru götürdüm. Tek elimle iş yaparken, diğeri boş durunca kendimi rahat hissetmeyen biriyim sanırım. Bu süreç içerisinde elimdeki kimyasaldan kaynaklanan parlaklığı görünce, “Acaba bir şey olur mu gözüme sürsem?” diye düşünmedim değil. Evet, düşündüm fakat her nasıl olduysa kendimi bir şey olmayacağına inandırdım. Canım istediği zaman kendimi çok güzel bir şekilde ikna edebiliyorum. Baktım, yeterince ikna olmuşum, hazır bu kadar ikna olmuşken de fırsatı kaçırmak istemedim ve elimi “fijiitt” diye sol gözüme sürdüm. Sanki bir şeye duygulanmışım da, buna karşılık olarak gözlerim dolmuş ve akmakta direnen gözyaşlarımı siliyor gibiydim. Çok naif bir hareket yapmıştım ve bu anı videoya çeken biri olsaydı “Duygusal kimyager ağlıyor! Kıyamaaamm! Facebook silmeden izle!” başlığıyla yayınlanacak görüntülerim olabilirdi.

Bir süre sonra gözümde bir yanma ve ıslaklık hissedince “Acaba gerçekten durup dururken duygulandım da ciddi ciddi ağlamaya mı başladım?” diye düşündüm. Neye duygulanmış olabilirdim ki? Şu an en fazla “Kaç yıl okuttu anam, babam beni, sonunda mesleğimi elime aldım ve şu an çalışıyorum, benle gurur duyuyor olmalılar!” diye düşünüp gözyaşlarımı tutamıyor olabilirdim. Ağlamamı gerektiren başka bir şey olamazdı şu an. Gülmek için elimde çok güzel nedenlerim olabilirdi ama istesem de ağlayamazdım sanırım. Gözlerimin neden yanıyor olabileceği hakkında kendimce fikirler yürütürken, yanıma Cansu geldi ve “Erdeeem! Senin gözüne ne olmuş!” diye hayretle bağırdı. Şu sahne G.O.R.A’da olmasaydı, ben yaratabilirdim: Ne olmuş!

“Kıpkırmızı olmuş! Ne yaptın böyle!” tepkisi de gelince, dedim ki “Gidip bir bakayım. Belli ki bir şey olmuş, zaten bir şey hissediyordum, galiba hisli bir insanım”. Lavaboya gittim, o an aklıma uzun zamandan beri kafamda olan ama bir türlü gerçekleştiremediğim eylemi yapmak, yani lavaboda, yerden tavana kadar kaç tane fayans olduğunu saymak geldi. Tam bunu yapmaya kalkışacakken gözümden bir damla yaş süzüldü ve fayansları saymanın şu an sırası olmadığına kendimi ikna ettim. Çünkü fayans sayacağım diye gözyaşı döküyor olamazdım. Olayı yine “Anam, babam eğitimimi aldırdılar ne güzel, sayı saymayı bile biliyorum!” boyutuna indirgeyip, gururla ağlıyor olabileceğimi düşündüm fakat gözümden süzülen yaşlara bir de gözüm alev almış gibi bir şey eşlik edince lavaboya asıl geliş amacımı hatırladım.

Kafamı yavaşça aynaya doğru çevirdim. Gördüğüm manzaradan tam olarak emin olamadığım için, aynanın karşısından çekilip iki saniye bekledikten sonra tekrar baktım. Komikçi birisi, lavaboya insanların kendilerine baktığında şaşırabilecekleri bir ayna yerleştirmiş olmalıydı. Karşımdaki manzaranın başka türlü bir açıklaması olamazdı. Bu ayna korkunç hikâyelere tanıklık etmek için yerleştirilmiş olmalıydı ama suratımızı başka şekillere sokabilecek komik aynaların da olabileceğini düşünüp etrafa bakındım. Bir şey yoktu. O zaman gördüğüm şey ben olmalıydım. Gözünün olması gereken yerde bir adet yanardağ olan ve doğa şekilleri ve insanlık arasında kalmış garip bir yaşam formu.

Nasıl bir tedavi süreci izlemem gerektiğini düşündüm ve aklıma gelen ilk seçenek lensimi çıkarmak oldu. İrisi ya da retinayı oradan çıkarıp, elimde temizledikten sonra yerine takmam imkânsızdı ama lensi çıkarmak mükemmel bir çözümdü. Elimizde tek bir seçenek varsa, onun her zaman en iyisi olduğuna kendimizi inandırırız.

Lensi çıkardım, biraz su sürdüm, acım diner gibi olmuştu. Fakat bir gözümde lens varken, diğerinde olmaması yüzünden, bir yandan parlak parlak görüyor ve günü yaşıyordum, bir yandan da bulanık gördüğüm için sanki geçmişe dönmüş, o günleri puslu bir şekilde hatırlıyordum. Zaman makinesi icat edilirse, patentini ben almalıydım.

İnsan denen canlı, vücudunda herhangi bir rahatsızlık hissedince bunu hemen paylaşmak ister ve teselli edilmeyi bekler. Her ne kadar en gelişmiş canlı olduğumuzu iddia etsek de, aslında zayıf ve kırılgan bir yapımız var. Zayıflığımdan ve kırılganlığımdan faydalanarak “Kime söylesem acaba yaptığım saçmalığı?” diye düşündüm ve sonuca varmam çok çok kısa sürdü. Her şeyi eline yüzüne bulaştıran ben, bu sefer doğru bir iş yapacaktım. Telefonu elime alıp, yazmaya başladım…

Not: Gözüm iyi. Stop. Selamlar. Stop.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder