12 Kasım 2011 Cumartesi

Basit

- Bilmiyorum yani, ben basit kitaplar okuyorum

Erdem: Basit derken? (Cin Ali?)

- Yani işte öyle basit, fazla düşündürmeyen

Erdem: Hımm! (Net yani. Giriş, gelişme, sonuç falan hep belli...)

Evet, okumayı öğrendikten sonra elime aldığım ilk kitap Cin Ali oldu benim de. Cin Ali çeşitli atraksiyonlar yapıp okumayı falan sevdirdi bana. Ama büyümeye başladık tabii bir yerden sonra, Cin Ali çok da fazla hitap etmemeye başladı ve ilk aşkımı terk ettim. Artık elimde Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, Jules Verne falan olmaya başladı. Kaşağı okuyup üzüldüm, başını vermeyen şehitle düşmanlara karşı savaşıp başımı vermedim ben de, denizlerin altında 20000 fersahta takıldım, dünyanın merkezine yolculuk ettim.

Jules Verne’in açtığı ufukla beraber fantastik işler denemeye kalkışmadım değil tabii ki. Ama elde avuçta fazla imkan yoksa çok büyük beklentiler içine de girmemek gerekiyor. Yani “Evin bodrumuna insem ve biraz kazı yapsam acaba İstanbul’un hangi bölgesine çıkan bir gizli geçit bulurum?” falan diye düşündüm ve hatta Ninja Kaplumbağalar’ın evini bulup, Splinter ustaya bir selam vermek, onun bir elini öpmek istedim ama bu çocukça düşünceden hemen vazgeçmek durumunda kaldım. Yani sonuçta filmlerde yaşamıyoruz bu hayatı ve çok ilginç hayaller kursan da bir yerde mutlaka çıkıyor bir şeyler karşına o hayalleri uygulamana engel olan. Apartman yöneticisi, İstanbul’un alt yapı sorunları falan, bunlar hep sıkıntılı işler.

Baktım zaman ilerliyor, işte büyüme olayları falan, bazı şeylerin farkına varmaya başlıyorsun. Çocukça hayalleri bırakıp biraz daha insanca düşünmen gerekiyor her konu hakkında. Arkadaşlığın önemini kavrıyorsun, veriyorsun kendini “Dostluk şöyledir, bundan dolayı çok önemlidir, oo dostluk olmasa üff ne biçim yer olurdu dünya, iyi ki dostluk var” diyen kitaplara; iyi bir okul kazanmanın gerekliliği sokuluyor kafana mütemadiyen, önüne test kitapları konuyor; ilk aşkınla karşılaştığını düşünüyorsun, Fransız edebiyatından bir şeyler kapmaya çalıyorsun, “Beni anlarsa Balzac anlar bu dünyada” diyeni bile gördüm hatta. He biz de Balzac’a çok güvenmişiz, o da ayrı. Bir el vermedi kendinden medet umanlara. Öyle yazmak kolay “Yok aşkımdan ölüyordum, kendimi çayıra çimene verdim, zambak topladım” falan. Kusura bakma, arkandan konuşuyor gibi olmayayım ama kalıbının adamı değilmişsin Balzac.

Lise zamanında da kendini gerilim romanlarına verme gerçeği vardır. Tabii o kadar enerjinin bir şekilde vücut dışına atılması gerek ve bu dönemde “Kim kimi kesti, kim kimin saçından katili buldu, kan aktığına göre kesin bir şeyler dönmüş burada” gibi düşüncelere kendimizi kaptırıp adrenalin seviyesinde artış yaratmanın peşinde koşuyoruz. Yalnız gerilim romanları kadar insana hiçbir şey katmayan başka bir şey daha var mıdır bilmiyorum. Tamam, yakalanacak o katil, hatta tam romanın kahramanını öldürecekken, bir yerden birisi çıkıp katili öldürecek, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacak o katil. Başından belliyken her şeyin nasıl sonuçlanacağı, az tırnak yemedik bu kitapları okurken. Şimdi eleştirmiş gibi gözüksem de ben de az okumadım bu tarz kitapları. Haftada iki tane böyle kitap bitirdiğim oluyordu ve artık bir yerden sonra otobüste karşılaştığım her insana potansiyel suçlu gözüyle bakıp üzerinde delil falan aramaya kalkıştığımda bu tarz kitaplar okuma olayına bir son vermem gerektiğini fark ettim. Yani durup dururken manyaklaşmanın da bir manası yok.

Bu manyaklık aşamasını atlattığıma inandıktan sonra bana çok daha faydası dokunacak kitapları okumaya başladım. Kitap okumak böyle apayrı bir dünya çünkü. “Bence herkes kitap okumalı” geyiği yapacak değilim burada. İsteyen okusun işte. Bir şarkıda geçiyordu şu söz: Şimdi ben duvardaki örümcek gibiyim; hep onarmaya çalışacağım bir dünya bıraktın ardında… Kitap okuyarak onarmaya çalışmak da güzel oluyor bazı şeyleri. Üzerinde çok fazla düşünmen gereken şeyler oluyor hayatında ve basit kitapları da okuyamıyorum ben artık…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder