15 Ocak 2012 Pazar

Günü Kurtarma

Sabahın köründe henüz daha tam uyanamamış ve salak salak etrafa bakınırken, o saatte neden yol tarifi almak istediğini hala anlayamadığım amcaya sorduğu yeri yanlış tarif edip, sonra da “Dur lan yanlış oldu” diye hızla uzaklaşmakta olan adamın peşinden depar attığımda günümün yine bomboş geçeceğini, tüm gün boyunca işe yarar bir iş yapamayacağımı ve gün sonunda da amaçsızca eve döneceğimi anlamıştım. İnsan yeni başlayan günden daha fantastik şeyler bekliyor, bıyıklı bir amcayı yanlış yere göndermek ve sonra vicdan azabı çekip var gücüyle hatasını telafi etmeye çalışmak değil. Amcaya yetişip utanç içinde kendisini yanlış yere gönderdiğimi söyledikten ve amcanın hoşgörüsüyle (Olur öyle evladım, sabah sabah herkes dalgın oluyo, takma kafana, hadi iyi dersler) karşılaştıktan sonra gelen ilk otobüse biniyorum. Akbil sesi sabah sabah hiç çekilmiyor.

Herkes işe gitmek için yollara döküldüğünden otobüsten inince sanki milyonlarca insanla aynı tempoda yürüyormuş gibi hissediyorum kendimi. Mükemmel bir askeri düzen yakalamış gibiyiz. Biri cebinden top çıkarıp ateşlese kimse yadırgamayacak sanki. Biraz daha bu şekilde yürüsek, kendimi iyice inandıracağım askerlik yaptığıma. Tam “Ben daha okuyorum ya neden getirdiniz beni buraya, finalim var benim birazdan, bırakın lan!” şeklinde isyan etmek üzereyken, birçok insanın toplu halde garip hareketler yaptığı bir yere geliyorum. Bağırışlar, çağırışlar, ittirmeler, tekmeler, tokatlar, dirsekler, milletin dizlerinin altından sürünerek otobüse girmeye çalışmalar falan derken metrobüs durağına geldiğimi fark ediyorum. Asıl savaş burada ve cebimden top çıkarıp burada ateşleme gibi bir fikrim var günün birinde. Otobüsün yaklaştığını gören yaklaşık 1.55 boylarında bir abla tarafından mideme yediğim bir dirsek darbesiyle sağa savrulduktan sonra girebiliyorum otobüsün içine. Lafa gelince koskoca adam bir de, değil mi?

Metrobüsten inince sınava geç kalma korkusu nedeniyle okula taksiye binerek gitme kararı alıyorum. “Erken giderim biraz daha, daha iyi” cümlesiyle taksinin kapısını açıyorum. Araba hareket etmeye başlayınca yanımda oturan adamın hayatımda gördüğüm en ergen şoförlerden biri olduğunu fark ediyorum. Yolu boş bulan adam, “Hahaha ne zamandır bu yolu boş görmüyodum, şimdi basalım gaza” diyerek ve önündeki araçlara deli gibi korna çalıp “Açılın, açılın, alem şoför görsün” diye bağırarak beni dua etmeye zorluyor. “Allahım erken gideyim derken, okula erken gitmek istedim, öbür tarafa değil, daha 24 yaşındayım, alma canımı” falan diyorum. Taksiden indiğimde hala sağlamım. “Öldürmeyen Allah öldürmüyor” cümlesi ağzımdan dökülüyor bir anda. Uyanalı kaç saat geçti ve hala adam gibi bir şey yapamadım.

Sınavdan çıkınca da aynı şeyi düşünüyorum, “Galiba insan gibi bir şey yapamadım”. Hani, kayda değer bir şey yapamıyorsan, biraz gaza gel ve ters giden bir şeyler varsa, onları düzelt, değil mi? Ama yok, “Eve gidip uyuyayım” diyorum ben. Önümde yine bir metrobüs yolculuğu var. Sonra yine otobüse binme var. Yani inanılmaz renkli bir hayatım var.

Geri dönüş yolunda metrobüsten inmek üzereyken, aynı benim gibi çok da renkli bir hayatı yokmuş gibi gözüken bir amca sokuluyor yanıma. Kumburgaz’a nasıl gidebileceğini soruyor. Yani bugün yine İstanbul Belediyesi’nin görevli personeli gibiyim. Sanki bütün İstanbul’un planlamasını ben yapmışım, haritaları ben çizmişim gibi herkes peşimde. “Durağı gösteririm size” diyorum. “Sen de mi oraya gideceksin?” diye soruyor amca, yanına bir yoldaş bulmak ister gibi. “Hayır” diyorum. “Heaa” diyor amca biraz hüzünlenerek. Metrobüsten inip birlikte yürümeye başlıyoruz amcayla. İki kafadar gibiyiz; aklımıza esmiş ve İstanbul’a gelmişiz. Amcaya otobüse binmesi gereken durağı gösterdiğimde, kolumdan tutup durduruyor beni. Elini cebine sokup bir şey çıkarıyor ve elime tutuşturmaya çalışıyor onu. Bir avuç dolusu fındık kazanıyorum durak gösterdiğim için. Teşekkür ediyorum amcaya. Fakat amcanın gönlü geniş. Ne kadar cebi varsa hepsinden fındık çıkarıp avuçlarımı dolduruyor. “Tamam tamam” dedikçe, daha bir gaza geliyor, bu sefer elindeki poşetten çıkarıp veriyor fındıkları. Millet güzel güzel giyinmiş ya işine ya da sevgilisiyle buluşmaya giderken; ben koskoca Avcılar metrobüs durağının ortasında bir adamdan avuç avuç fındık alıyorum. Artık o kadar çok fındık aldım ki, fındık üreticisi gibi davranıp “Hükümet bu sene fındık alım fiyatlarını çok düşük tuttu, köylü kan ağlıyo, başbakanın umrunda diil” diyerek isyan edebilirim. Amca yanımdan ayrılmak üzereyken eline bir fındık alıp “Ye ye” diyor bana, “Bak böyle” diye de ekliyor, koskoca kabuğu dişlerinin arasında kırarak. “Hee bir o eksikti” diyorum içimden, “Şahtım, şahbaz olurum artık”.

Eve geliyorum, “Günün bu saatine kadar, sabah da tahmin ettiğim gibi hiçbir şey yapmadım, bomboşlukta rekor kırabilirim” diye düşünürken birden aklıma cebimdeki fındıklar geliyor, insan gibi, medeni bir şekilde kırarak yiyorum onları, metrobüsteki kadın ve taksi şoförü umrumda değil şu an, sabahki amcanın doğru yere gidip gitmediğini de merak etmiyorum. Fındıkları kullanarak “küçüktür üç” yapıp sevimli olmaya çalışıyorum sadece. Belki bir işe yarar, günüm boşa gitmez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder