9 Şubat 2012 Perşembe

Haydar'ın Ne İdüğü Belirsiz Hayatı

Haydar o sabah uyandığında yine karısını gördü yanında. Otuz iki yıldır aynı sabaha uyanıyor, yanında hep aynı kadın oluyordu. Evlendikleri günün ilk sabahında yatakta birisini görünce korkmuş, üstünü başını toplamadan yataktan fırlamış ve soluğu iki katlı ahşap evlerinin damında almıştı. Dile kolay yirmi sene kendi kendine uyuyup uyanmıştı ama evlenip de yıllar geçtikçe yanında birisiyle uyanmaya alışmaya başladı.

Hatta bir sabah uyandığında karısı yoktu yanında ve Haydar tek başına uyanmanın ne demek olduğunu ve yalnızlığın ne kadar korkunç bir şey olabileceğini düşündü o zaman. Ama neyse ki karısı bir yere gitmemişti, sadece yataktan düşmüştü ve hiç istifini bozmadan uyuyordu yine. Karısının üstünden atlayıp işine gitmişti yine Haydar.

Haydar yataktan doğrulup gözlerini ovuşturdu ve ağrıyan beline ilk yardımda bulundu. Hafifçe attığı yumrukların bir gün işe yarayacağını ve artık dayak yemekten usanan belinin ağrımayacağını umuyordu. Tabii bunun için bir de işi gücü bırakıp evde dinlenmeliydi. Haydar ayakkabı tamircisiydi ve bütün gün eğik bir vaziyette, ağzını tıkıştırdığı çivileri elindeki ayakkabılara çakardı. Yıllar önce günde onlarca ayakkabıyı tamir ederek başlamıştı bu işe. Babası işin inceliklerini öğretmiş, o da gün geçtikçe geliştirmişti kendini. Aslında daha doğrusu geliştirmek zorunda kaldı. Babası erkenden çekip gitmeseydi bu dünyadan, sindire sindire öğrenebilirdi yoldan çıkmış ayakkabıları nasıl insan içine çıkılabilecek hale getireceğini ama kader işte.

Yıllar geçtikçe günde tamir edilen ayakkabı sayısı onlarcadan birlerceye düştü. Ya artık ayakkabıları çok sağlam üretiyorlar, kimsenin tamirata ihtiyacı olmuyordu, ya da ayakkabı eskidiği gibi çöpe atılıp yenisi alınıyordu. Haydar dükkanında boş kaldığı zamanlarda bunları düşünür ama bir sonuca varamazdı. Bütün gün dükkandan dışarı çıkmadığı için bu konuyu başkalarıyla da tartışamazdı, kendi kendini yer dururdu. Karısı da dinlemezdi onu, hoş çok da konuşmazlardı ya. Öğle yemeğini sefer tasında getirir, Haydar’ın yemeği bitirmesini bile beklemeden çıkardı dükkandan. Boya ve kundura kokusuna dayanamıyordu karısı. Haydar üzülüyordu onun bu haline.

Çocuğu olmadı Haydar’ın, işini öğretemedi kimseye. Çırak da almadı yanına hiç. Ona vereceği parayı falan düşündüğünden değil, yanında birisi olunca huzursuz hissediyordu kendini. Bu yüzden karısıyla da sadece uyuyacağı zaman yan yana gelir, başka zaman başka bir odada onla karşılaşınca hemen bir bahane bulur ve uzaklaşırdı oradan. Nasılsa bir şey de konuşamayacaklardı. Yalnızlıktan korktuğu halde yanında kimseyi istememesi kafasında çözümsüz onlarca soru biriktirir, soru biriktikçe de daha çok kaçardı cevap bulmaktan, daha çok gömülürdü yalnızlılığa.

Arada sırada mahallenin bakkalına utanarak girer, bir küçük rakı alır, onu da içmeyi beceremez, şişenin yarısına gelince gider, lavabodan dökerdi. Rakıdan bir yudum alınca aklına babası gelir, iki üç yudumdan sonra ise annesi gelir karşısına otururdu. Ses çıkaramazdı Haydar. Bakar dururdu öyle. Annesi oğlunun haline bakıp ağlamaya başlayınca da lavabonun başına koşardı Haydar. Annesinin daha fazla ağlamasından korktuğu için mi dökerdi rakıyı yoksa annesini teselli edebilecek tek bir kelime dahi bulamayacağından mı, bunu bile açıklayamazdı kendisine. Çok özlediği annesinin sadece hayalinde karşısına çıkmasına içerliyordu belki. Ne vardı sanki elleriyle toprağını atmasaydı annesinin üzerine! Küçükken olduğu gibi şimdi de annesi odanın bir köşesinde otursaydı da koşarak gitseydi annesinin yanına… Annesi de onu “Haydar’ım neden konuşmuyorsun oğlum? Bir derdin varsa söyle” diyerek sevseydi?

Haydar o sabah hiç yapmadığı bir şey yaptı, sabah sabah bakkala uğrayıp bir küçük rakı aldı. Öğle vakti karısı yemeğini getirdi ona. Kadın tam dükkandan çıkmak üzereyken, Haydar:
- Melahat, kal bugün yanımda
dedi.

Haydar yemeğini yerken hiç konuşmadılar. Karısı dükkandan ayrılırken de tek kelime etmediler. Haydar akşamüstüne doğru dükkanın kapısını arkadan kitledi. Rakıyı açtı. Önce babası geldi aklına, sonra annesi yanına geldi, “Neden konuşmuyorsun hiç oğlum?” diye sordu yine. Haydar başı önünde “Neredesin anne?” dedi. Gözlerini kapadı. Sızdı.

Kendine gelince Eminönü’ne doğru yürümek istedi canı, annesiyle her hafta sonu geldiği yere. Galata köprüsünden geçerken denize bakmak için biraz durdu. Başı döndü. Haliç’e düşüp öldü. Cesedini kimse aramadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder