16 Kasım 2010 Salı

gregor erdem

“ee sen başkalaşım geçirmişsin!!”

duyduğum cümle karşısında kendimi uzun uzun süzdüm. henüz gregor samsa boyutuna gelmemiştim ama bir değişim olduğu doğruydu. uzun uzun cümleler kuruyor, yüklemlerime yüklem ekliyor, zarf tümlecini ve dolaylı tümleci sık sık kullanmaya özen gösteriyordum. cümle bittikten sonra cümlenin sonuna koyduğum noktanın ardından bir nefes alış süresi kadar bekliyor, paragraf yapacağım zaman tab tuşuna basıyormuş gibi davranıyordum. hem konuşup hem de kafamda bunları kuruyor olmam kendimi çok fonksiyonluymuşum gibi hissetmeme yol açmıştı. “özel yeteneklerim var he heeyyytt” derken gelen “biraz yavaş konuşur musun?” uyarısıyla ilkel benliğime dönüş yaptım. “tabii ki” cevabını beynim düşünerek değil, omuriliğim refleks olarak vermişti. böyle zorda kaldığım anlarda omuriliğimin devreye girmesini çok takdir ediyordum. elimi sırtıma doğru götürerek omuriliğimi sıvazlamaya çalıştım. omuriliğim bunu hak etmişti ama o an için bunun anlamsız bir hareket olduğunu camdaki görüntümü görünce fark ettim. sol elim telefonu kulağıma yapıştırmakla görevliyken, sağ kolum sırtımdaydı. “aha sonsuz sembolü olmuşum” dedim. bir insanın kendini sonsuz sembolüne benzetmesinin onun yaşamına ne gibi bir katkısı olabileceğini düşündüm. “yok yeaa ne katkısı olacak” dedi içimdeki umarsız ses..

eskiden susup karşımdakini dinlerken artık susmayıp karşımdakini konuşturmuyordum. “sanırım başkalaşım bunu gerektiriyor” şeklinde yaptığım manasız yorumdan sonra, “biraz susup O’nu dinlemeye başlamalıyım” diye bir karar aldım. sustum. O’nu dinlemeye başladım. konuşması uzadıkça kendimi şampiyonlar ligi finalinde sahada futbol oynayan oyuncular gibi hissediyordum. cümlelerini bitirdi. beynimdeki maç da bitmiş, sıra kupa seremonisine gelmişti. sesini uzun uzun duymanın verdiği sevinçle beynimde şampiyonlar ligi müziği çalıyor, kupa yerine de elimdeki telefonu sallıyordum. sevinci abartmış olabilirdim ve telefondan bir ses geldiğini duydum. “orda mısın?” sorusu ayımsı bir şekilde sevindiğimi gösteriyordu. “e e evet” dedim. O konuşmaya devam etti, ben dinledim.

bir zaman sonra üşüdüğümü fark ettim. meğer sevinirken üzerimdeki tişörtü forma zannedip çıkarmış ve karşı balkona fırlatmıştım. “neyse ki abartıp halının üzerinde kaymaya kalkmadım” diye kendimi teselli ettim. bir terslik olduğunda “anında olumlu bir şey bulmakla” görevlendirilmiş yanım devreye girmişti. hatta bu yanım ipleri iyice eline aldı. “oha O’nla konuşuyorsun” dedi. “tişörtü fırlattın da ne oldu telefonu bile fırlatman normaldi bu durumda” diye ekledi. olumlu düşünmekten saçmalamaya başlamıştı. ters bir bakış attım olumlu yanıma. “şu an beni öldürebilirdin ama sadece ters bir bakışla yetindin” dedi. “arkadaş ne pis huyun varmış iki dakika sus be!” dedim. biraz alındı. en son “çok daha fazla alınabilirdim” dediğini duydum.

biraz daha konuştum, biraz daha dinledim O’nu. yarın bayramdı ve “erken kalkın” demişti Barış abimiz. gerçi Barış abimiz “bugün bayram, erken kalkın çocuklar” demişti. “ne yapsam bilemedim” diye düşündüm ama sonra “zaman kavramına çok takılmayayım” diyerek bayram sabahları erken kalkılır sonucuna ulaştım.

“hoşça kal” dedi. telefonu kapattım. telefonu kapatmamla birlikte telefon gözüme koskoca gözükmeye başlamıştı. kendime dönüp baktım. mutluluktan kelebek olmuştum. “gregor erdem ehe ehe” dedim kendi kendime..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder