4 Mart 2013 Pazartesi

Not Al Bunu!

“Hazırlan, Almanya’ya gidiyoruz!” diyor bölüm müdürümüz. Hemen masamdaki ajandama uzanıyorum. Öyle ajandaya “Nürnberg’e gidilecek, pasaport işlemlerini hızlandır, otel rezervasyonunu tamamla” şeklinde not almak için falan değil. Garip bir refleks edinmişim ben, her “Erdem” dediklerinde masamda duran en yakındaki deftere uzanıyorum. Ajandaya, deftere, masaüstü takvimine falan çok fazla önem veren biri de değilim hâlbuki. Zaten her anını planlı programlı bir şekilde not alıp, bu notlara bakarak, zamanı gelince de olması gerektiği gibi halleden biri olmadım hiçbir zaman. Ajanda benim için, ilk sayfasındaki “Adı-Soyadı” bölümü doldurulup, ondan sonra bir köşede unutulan bir şey oldu hep. Bir de 11 Eylül’e gelip “Doğum günüm” yazıyorum genelde adeta bir narsistmişimcesine. Bir insan doğum gününü niye kendi ajandasına kaydeder ama değil mi? “Kimse kutlamazsa, ben kendi doğum günümü kendim kutlarım!” şeklinde düşünüp “Kimseye ihtiyacım yok ulan!” gibi bir imaj mı yaratmak istiyorumdur nedir! Hayır, bir de birisi ajandamı karıştırsa, tam bir manyak zannedecek beni, “Adam kendi doğum gününü yazmış ulan! Yuh! Ayıya bak!” diyerek. Ya da kendi doğum günümü bile unuturum diye yerli yersiz korkular yaratıp, bu korkuların hayatımı zindana çevirmesine kendimce önlem alıyor olabilirim, bilemiyorum.

Ajanda kavramıyla ilk tanışmam 3-4 yaşıma rastlar. O zamanlar okuma yazmamız yok tabii, o yüzden açtığım sayfanın 3 Ocak tarihini mi yoksa 15 Eylül gününü mü gösteriyor olmasının bana salt bir faydası yok. Zaten iki tane kelimenin yazılışını öğrenmişim, birisi “Ninja Kaplumbağalar”ın “Ninja”sı, diğeri de mavi bantlı kaplumbağanın adı olan Leonardo. Her boş sayfaya bu iki kelimeyi yazıyorum. Vermişler elime bir şey, bir kontrol edin, bu çocuk ne yapıyor, bir zeka parıltısı sergiliyor mu, durup dururken okuma yazmayı öğrendi mi yoksa hala mal mal takılıyor mu! Herhalde evdekiler daha ilk başta benden bir şey olmayacağını anlamışlardı ki pek yol göstermiyorlardı bana. “Bak oğlum, şunu yaz, bunu karala, bir ev çiz, yanında dere aksın, inekler ‘mö’ desin” falan diyenim yoktu. Baktım bu iş böyle iki kelime yazmakla olacak gibi değil, ben de oradan buradan duyduğum ve şeklini gördüğüm şeyleri yazmaya, çizmeye başladım. Sayı kavramı da böyle girdi hayatıma. O zamanlar yaptığım şeyin farkında değildim ama yaklaşık 1 sene önce gördüğüm bir komşu teyze, “Sen 1’den başlayıp 1000’e kadar yazardın deftere” deyince, çocukken çok ciddi boyutlarda psikolojik rahatsızlıklarım olduğuna emin oldum. Tabii bu durumda psikolojik rahatsızlığı olan sadece ben değildim; komşu teyzenin de benim 1000’e kadar tüm sayıları yazdığımı bunca senedir aklında tutması, beni bu teyzenin de çok sağlıklı bir yapısı olmadığına inandırdı.

Zaman ilerledikçe “Ders çalışırken kullanırım, işlemleri burada çözerim” diye düşünüp, oradan buradan ajanda toplamaya başladım. Tabii bu fikir bana bir yerden malum olmamıştır, birisi söylemiştir kesin. Ama baktım ki bir yerden sonra meşhur Ece Ajandaları’nın depo sorumlusu gibi olmuşum. Her yıla ait bir adet Ece Ajanda’m vardı. Tabii biraz da ilkokullu olmanın verdiği gerzeklikle, Ece ismindeki “ce”yi karalayıp “Erdem Ajandası” falan yapıyordum. “Ders çalışırım, not tutarım” diye milletten aldığım ajandaları kişisel tatmin aracı yapmış, “Ehehe Erdem yazdım” diye kendimi mutlu eder olmuştum. O zamanlar bu çocuğun gidip Boğaziçi’ni falan kazanacağını söyleseler millet bu acı tablo karşısında gözyaşlarını tutamazdı. “Artık bu bile kazanacaksa höh yani!” derlerdi.

Sonra liseye başlayınca “Artık planlı olucam abi! Not alıcam her şeyi!” diye bir gaza geldim ama sadece okulların açılacağı gün için, artık kaç Eylül’de açılıyorsa, “Okulun ilk günü!” yazıp bıraktım ajandaya. Bu iş bana göre bir şey değildi. Zaten lise ortamı belli yani. Ergenlik dönemindesin, üzerinde manyak bir enerji var, o enerjiyi de içinde saklarken gidip bir yerlere “Hımm şu gün şunu yapayım, 2 hafta sonra bugün bu işi tamamlamış olayım” şeklinde not almak güç. Üniversitede de bir arkadaşımda gördüm bir gün ders çalışırken, birden çantasından küçük sevimli bir şey çıkardı, belli tarihlere bir şeyler not aldı falan ve o gün bir karar aldım: Eve giderken bir ajanda alıp ben de böyle ders çalışırken birden bire bir program yapacak ve bunu unutmamam gerektiğini düşünerek hemen doğru düzgün bir tarihe not alacaktım. Dersten çıkıp kendimi D&R’a attım, Van Gogh’un tablolarının resimlerinden oluşan küçük sevimli bir ajanda aldım, adımı soyadımı yazdım, bir de çok yoğunmuşum da yemek yemeyi bile unutuyormuşum gibi o günün sayfasını açıp saat 19:00’a “Akşam yemeği!!!!” yazdım. Hatta yemekten sonra odama koşup, çantamdan ajandayı çıkarıp, akşam yemeğinin yanına bir tick attım. Sonra yıl bitince de işte bu tek sayfasını kullandığım ajandayı çöpe yolladım.

Hayır, “Spontane yaşarım ben hayatımı, o an içimden ne geliyorsa onu yaparım, kendimi bir kalıba sokamam!” adamı da değilim ben aslında. Aksine, mesela her sabah uyandıktan sonra gün içinde ne yapacaksam, saatine kadar planını yaparım kafamda. Ama bunu bir yerlere yazmak zor geliyor sanırım. Yılbaşında firmalar ajanda yolladılar bize, bana da verdiler 1-2 tane “Erdem kullanır mısın?” diye sorarak. Ben de sanki nefes alış verişlerimi bile planlı programlı yapıyormuşum gibi “Aa tabii ya kullanmaz mıyım! Hatta hemen şu an not almaya başlıyorum” diyerek kaptım ajandaları. He ne oldu sonra? Masamda duruyorlar öyle. Zaten neredeyse her konuyla ilgili verdiğim tepki de aynı: Hee tamam unutmam ben onu ya, not almaya gerek yok! Sonuç: Unuttu.

Böyle saçma sapan bir konuyla ilgili yani “Erdem’in ajanda geçmişi” içerikli saçma bir yazı çıkardığım için de kendime ne desem bilemedim şu an. Bunu tarihe not düşmeliyim, “Boş işler adamı olduğumun tescillendiği gün” diye. Aha ajandaya yazacak bir şey buldum! Kaçtım ben, ajanda beni bekler!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder