18 Ocak 2011 Salı

Arkadaşlar Soru Bu!

“Arkadaşlar soru buuuuu” diye bir ses duyuyorum sınıfta. İçimden “hımm, soru buysa tamam o zaman!” diyorum. Sol elimdeki kaleme dönüp “soru buymuş!” diye fısıldayarak birlikte bir şey yapabilmeyi umuyorum. Ama soru “bu” olduğuyla kalıyor.

Sınavdan çıkınca aklıma gelen ilk şey “acaba bugüne kadar kaç soru çözdüm?” şeklinde anlamsız bir soru oluyor. Bu sorunun cevabını o an verebilsem bile bu cevabın bana katacağı hiçbir şey yok. Ama basit hesaplar yaparak yine de bir sonuca ulaşmaya çalışıyorum. “Her gün ortalama şu kadar soru çözsem, 7795 gün yaşadım, gün sayısıyla soru sayısını çarp, hımm kaç yaptı” gibi anlamsız düşüncelerle dolduruyorum kafamı. Bulduğum sonuçtan emin değilim ama çok da sorun yapmıyorum bunu. “Abi çözmüşsün, geçmiş gitmiş, niye düşünüyorsun ki daha fazla bunları?” diyor içimdeki ses. Tam ona hak verecekken,” bence çözemediğin sorunları düşün, onlar daha fazla” gibi bir şeyler daha diyor bana. Hafif bir buruluyorum, çok değil ama… Boğaz’a doğru bakıyorum, “çözülür onlar da yaa” diye cevap veriyorum kendime.

Boğaz’ın neden beni bu kadar etkilediğini düşünüyorum. Buna cevap bulamasam daha iyi gibi geliyor. Bazı sorulara cevap bulamamak o sorunun etkisini daha da çok arttırıyor bazen. Bazı şeylerin soru halinde kalması çok daha iyi olabiliyor çünkü aldığın cevap her zaman beklediğin gibi olmuyor. Eve gidip ders çalışmak yerine Bebek’e inip Sarıyer’e kadar yürümeyi düşünüyorum. Mesafe çok uzun ama bu manzara karşısında, ellerim ceplerimde ve kulağımda müzik olup da “Zamanı gelince nasıl terk eder kuşlar… Kaçıyor muyuz kalacak mıyız yoksa?” sözlerine eşlik etsem yürüdüğüm yoldan şikayet etmem.

Bu hayalleri önümüzdeki günlere erteliyorum. Önümüzdeki günlere ertelenen o kadar çok şey var ki bir günün yirmi dört saat olması her şeyi yapabilmek için yeterli olmayabilir. “Bir gün yirmi dört saatten fazla olsaydı beklenilen bir tarihin gelmesi de gecikirdi” gibi saçma yorumlar yapıyorum. Üç saat süren bir sınavdan çıktıktan sonra bir yere kadar saçmalamam tolere edilebilir belki. Ama yaptığım bu saçmalıktan sonra ortada tolere edilecek bir şey olmadığını fark ediyorum: önümüzdeki finale kaç saat kaç dakika kaç saniye kaldığını hesaplayıp, geriye doğru saymaya başlıyorum. 44 saat 40 dakika 27 saniyeden başlayıp 26, 25 diye gidiyorum. Psikolojik olarak yerlerdeyim. Ama beynimi de bu kadar saçma fikirleri hiçbir şekilde teklemeden bulup ortaya çıkardığı için takdir ediyorum. Çok büyük iş yapmış gibi kendisini takdir etmemi “ehe ehe sağol” gibi bir tepki vererek karşılıyor. İroni yapmakta üstüne yok ama kendisi hakkında ironik cümleler kurulunca işine gelmediği için bu cümleleri anlamamakta ısrar ediyor. Çok akıllı kendisi. (Akıllı beyin?)

Yol boyunca bıkıp usanmadan garip fikirler üreten beynimi eve gelince stand by durumuna almak istiyorum ama kapıdan girince İrem yarın İngilizce’den yazılısı olduğunu söylüyor ve beraber çalışıp çalışamayacağımızı soruyor. Kardeşimi kıracak değilim. Yemek yemeden dersin başına oturuyorum, İrem’in sorularını cevaplıyorum Böylece gün başına düşen çözdüğüm soru sayısında artış oluyor. İstatistiklerimi geliştirmek anlamsız bir mutluluk veriyor bana. Bir soruda takılan İrem’e “abicim kurcalama fazla, soru bu” diyorum. Lanet bana geçmiş, bunu fark ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder