2 Ocak 2011 Pazar

Beni Yenemeyeceksin Şemsiye

“Şemsiye” isimli şeyin dünya üzerindeki en saçma icatlardan biri olduğuna dair sarsılmaz bir inancım vardır. Herhangi bir şemsiyeden nefret etmek için onlarca neden sayabilirim. Şemsiyeye şemşiye dendiğini duymak bile şemsiyeden iğrenmek için geçerli bir sebepken bir de rüzgârlı bir havada şemsiyeye sahip çıkmak için şekilden şekle giren insanoğlu, o anları sonradan seyredebilse, düştüğü halleri görse, şemsiyeyi evladı olsa eve sokmaz.

Geçen pazartesi günü deli gibi yağan yağmur yüzünden bir ara gözümdeki lensler bile kaydı, bulanık bulanık gördüm ama yine de çantama zorla sıkıştırılan şemsiyeye teslim olmadım. Sonra kafam üşüdü iyice, sular akıyordu her yerimden bir zaman sonra ama şemsiye galip gelemedi. Lenslerim de yerine geldi zaten hemen.

Ama o şemsiyeyi çantamdan çıkarsaydım otobüs yaklaşırken onu kapatma stresiyle baş başa kalacaktım. Otobüs tam durağa yanaştığında şemsiyeyi kapamış olmam gerekiyordu ki otobüsün kapısında kalabalık oluşmadan hemen biniyim ve oturabileyim. Oturmasam da problem değil ama bu kez de hem tutunacak bir yer bulmam, oraya tutunduktan sonra da şemsiyeye sahip çıkmam gerekiyordu. Şemsiyeyi aşağıda tutsam etrafımdaki insanların herhangi bir yerine çarpması durumunda orta çaplı bir tartışma yaşayabilirdim. Çünkü sabahları en munis insanlar bile birer canavara dönüşebiliyor. Şemsiyeyi havaya kaldırsam, bu sefer de tepesinde durduğum amcanın ya da teyzenin kafasına su damlaması gibi bir ihtimal yüzünden laf yiyebilirdim. Hâlbuki bir damla su, on sekiz molarlık HCl (bilmeyenler için hidroklorik asit) gelmiyor kafasına ama yine de insanların ıslanma fobisi var. Bu fobiyi canlandırmak istemezdim. Diyelim ki şemsiyeye sahip çıkmak için optimum durum sağlandı, herhangi bir olaya karışmadan Taksim’e geldim ve otobüsten indim. Şimdi de yirmi beş – otuz metre yürüyüp beni okula götürecek olan diğer otobüse binmem gerekiyordu. Bu sefer aklıma gelen düşünce şu olacaktı: İki adım için şemsiye açmaya değer mi? Bir – iki dakika bunu düşünecektim ve bu süre sonunda da zaten otobüsün bulunduğu yere varmış olacaktım. Kafamdaki düşünceye yoğunlaştığım için şemsiyeyi açmak aklıma gelmeyecek ve ıslanmış olacaktım. Ee madem ıslanacaktım, neden şemsiye taşıyordum değil mi?

Otobüse binince oturacaktım ama şemsiyeyi nereye koyacaktım? Çantama koyamazdım, laptop vardı. Laptopun ıslanması işime gelmezdi. Laptop olmasa, bu kez de defterim ıslanacaktı ve koca dönem boyunca tutmuş olduğum iki sayfalık nottaki kelimeler birbirine girecekti. Okuduğum kitabında ıslanma gibi bir ihtimali vardı ki zaten buna asla dayanamazdım. Çünkü bazen aldığım kitabı bile okumam ben, cildi bozulmasın, sayfaları yıpranmasın diye. ( Evet, garip takıntılarım var.) Şemsiyeyi ayaklarımın yanına koysam, bu sefer de yerler pis, şemsiye kirlenecek, sonra ben onu elime alacağım, otobüsün pis tabanındaki mikroplar bana taşınacak ve “yemek bulduk ehe ehe” diye sevineceklerdi. Sabah sabah mikroplara ev sahipliği yapmak hoş bir şey değildi. Sanılmasın ki akşamları evde mikrop beslerim. Mikropla, pislikle selamım sabahım yoktur. Gördüğüm yerde kendilerinden kaçarım. Şemsiyeyi çantaya koymadık, yere koymadık, bu durumda tek seçenek kalıyor: kucağımda tutmak. Ee o zaman üstüm yine ıslanacaktı, şemsiye taşımanın da bir esprisi olmayacaktı.

Diyelim ki şemsiyeye bana hiçbir zararı olmayacak şekilde sahip çıkmayı başarabildim ve okula geldim. Bu kez de dersimi görüp, ders bittikten sonra sınıftan çıkarken şemsiyeyi orada unutmamam gerekiyordu. Zaten dikkat ettiyseniz, şemsiye her gün yanımızda taşıdığımız bir şey olmadığı için, insanlar genelde şemsiyelerini bir yerlerde unuturlar. Ders bitip de sınıftan çıktıktan sonra tekrar sınıfa doğru koşan ve “Aaa şemsiyemi unuttum” diyen onlarca öğrenci görebiliriz yağmurlu havalarda. İşte bu duruma düşmemek için tüm dikkatimi şemsiyeye vermem gerekiyordu. Ee tüm dikkatimi sıranın altına koyduğum şemsiyeye verirsem girdiğim dersten ne anlayacaktım? Madem girdiğim dersten bir şey anlamayacaktım neden sabahın köründe, buz gibi havada okula geldim ki? Bütün gün uyuyup, güzelce dinlenebilirdim, akşama da çalışabilirdim o dersi. Hem şemsiyenin yarattığı stresle de uğraşmazdım. Kafam rahat olurdu ve buz gibi havada da boşuna üşümezdim. Okulda kupkuru bir tost yiyeceğime anneciğimin yaptığı sıcacık ev yemeklerinin keyfine varırdım. Sonra “Anne yaa bir çay mı demlesek?” diye ortaya bir laf atar, çay yapılınca da kırmızı Nescafe kupamdaki çayımı içerdim.

Tamam, hadi girdiğim hiçbir sınıfta şemsiyeyi unutmadım ve derslerden de en fazla verimi almaya çalıştım. Ev yemeği gibi olsun diye yemekhanede yemek yedim, sonra gittim kantinde çay içtim. “Çok açık olmuş bu çay yaa!” diyerek elimdeki çayı beğenmedim ama içim ısınsın diye çayı bitirdim. Yapılan gırgır, şamatadan sonra vakit ilerleyecek, dersler bitecek ve artık eve dönüş yolculuğu başlamış olacaktı. Akşam vakti olduğu için hava iyice serinleyecekti ve rüzgâr şiddetini iyice arttıracaktı. Yağmur dinmemiş olacağı için “elimdeki şemsiyeyi açmazsam komik duruma düşerim, benim hakkımda ‘yağmur yağıyor ama elindeki şemsiyeyi açmadan taşıyor nihoho salak mıdır nedir!’ diye düşünürler” şeklinde bir düşünce gelecekti aklıma ve sonunda o şemsiye açılacaktı. Açılan şemsiyeyi tutmak için bir elime ihtiyacım olacaktı ve “solağım ben, sol el lazım” diye düşünecek ve şemsiyeyi sağ elimle taşımaya karar verecektim. Böylece sağ elim donacaktı. “O zaman sol elimi cebime sokayım da ısınsın, yazık” diye düşünecek ama rüzgâr çok şiddetli estiği ve şemsiyeyi ters çevirmeye çok kararlı olduğu için, rüzgâra karşı koymak amacıyla iki elimle şemsiyeye sahip çıkmaya çalışacak, rüzgârda bir ona yana, bir buna yana savrulan şemsiye ile koca Kuzey Kampüs’ün ortasında millete rezil olacaktım. Şemsiye savrulduğu için yağmur yine üstüme yağacak ve böylece hem ıslanacak, hem üşüyecek hem de “koskoca çocuk ama bir şemsiyeye sahip çıkamayacak kadar beceriksiz” damgası yiyecektim. O kadar rüzgâra dayanamayan şemsiyenin tellerinden bir ya da ikisi yerlerinden çıkacak, bu kez de bu telleri herhangi bir insanın gözüne sokmamak için çaba sarf edecektim. Yani bir şemsiye taşıyacak ama hem ıslanmamaya çalışacak, hem şemsiyenin ters dönmemesi için uğraş verecek hem de insanların göz sağlığını düşünecektim. Bu kadar büyük bir sorumluluk hayatım boyunca verilmemişti bana ve bu buz gibi havada bu görevleri yerine getirmeye çalışacaktım öyle mi? Otobüse binince yine aynı dertleri yaşayacaktım. Sabah uyguladığım taktiklerden medet umacak, bu taktikler işe yaramazsa elimdeki şemsiyeyle biçare bir şekilde kalacaktım. Bir de eve varında sayın şemsiyemiz kurusun diye onu açacak ve krallar gibi banyonun ortasına koyacaktım. O da bütün gün çok iş yapmış gibi keyif yapacaktı orada.

“Yoo dostum, seni şımartacak olan insan ben değilim, benden uzak dur” dedim kendisine ve ellerimi cebime sokup, Redd’den “Keyifli Bir Gün” dinleyerek yağmurun altında yürüdüm, otobüse de binmedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder