4 Ekim 2011 Salı

Yazmasam Olmaz

“Sen niye yazı yazmıyorsun?” diye soruyor bana Cansu. “Bilmem, yazayım bu akşam” diyorum sanki her istediği şeyi anında yapabilen bir süper kahramanmışım gibi. İçimden “Niye yazmıyorum ki cidden? Neler oluyor bana?” diye sorular geçiriyorum. Telefonu kapatınca da hakkında yazacak konu düşünmeye başlıyorum ama beynim bazen gerçekten gerektiği gibi çalışması gerektiğinin farkına varamayabiliyor. Ben yazı konusu bulmasını beklerken, o, minibüsün neden hala gelmediğini, yoksa başına kötü bir şey mi gelmiş olabileceğini düşünüyor. Takdir edersiniz ki gelmeyen minibüs ve onun şoförü hakkında mantıklı ve okuyunca insana sanki fena değilmiş gibi gelebilecek bir yazı yazmak çok zor. Yani en azından geç kalmış bir minibüsü ve onun sevimli şoförünü insanlara sevdirecek bir yazı yazabilecek kalibrede değilim ben.

Aslında çoğu zaman yazı yazmak için yeterli malzeme sağlayabilecek olaylarla karşılaşabiliyorum. Mesela, daha bu akşam “Azıcık kafamı dinlerim, o sırada müzik de dinlerim” diye bir karar alıp yürüyüşe çıkmışken ve kendi halimde takılırken, bir arabanın yanıma sokulması, içerisinden uzanan bir kafanın “Saklıdeniz nerede acaba biliyor musunuz?” diye sorması ve benim de “Saklıköy’dür o” diye düşünerek ve bu düşünceyi çok matah bir şeymiş gibi arabadakilere de söyleyerek, onları bambaşka bir yere göndermem gibi. Yani bu olaydan kendime sayıp dökebileceğim bir sürü cümle çıkarabilirim ben. Çünkü, soruyu duyduğumda “Saklı bir denizin nerede olduğunu nerden bilebilirim ki!” diye kendimce bir “Kayıp Kıta Mu” havası yakalamaya çalışsam da aslında insan gibi düşününce bu cümlenin gayet beyinsiz bir şekilde kurulduğu söylenebilir. Bir de böyle bir şey düşündün hadi, sana soru soran insanları niye içinde yine “Saklı” kelimesi geçen başka bir yere gönderiyorsun değil mi? Biraz tutarlı olmak lazım tabii. Sığ bir insan olmanın anlamı da yok. Tabii bu sığlığın farkına yolu tarif edip birkaç adım attıktan sonra “Saklıdeniz” diye bir tabela görünce vardım. Tabelayı görene kadar “Hehe ne güzel ikna ettim insanları Saklıdeniz diye bir yer olmadığına, galiba ikna kabiliyetinde inanılmaz gelişmeler gösteren bir bireyim” diyerek mutlu olmuştum kendi kendime oysa ki.

Ama son zamanlarda ev-iş-ev-iş-ev-iş diye bir döngü oluşturduğumdan ve sosyallik konusunda henüz ana sınıfı, hadi bilemedin 1. sınıfın kasım ayı seviyesinde olduğum için çok ekstrem olaylarla karşılaşmıyorum. Karşılaşsam da bunları yazıya dökecek mecali bulamıyor olabiliyorum kendimde. Azıcık bir mecal kırıntısı bulduğumda da ortaya yazı çıkarmamı sağlayabilecek bir kahramana ihtiyaç duyuyorum. Yani sonuçta kendine yüzyıllarca yetebilecek kadar mecal sahibi olsan da hayatındaki en büyük kahramanın her gün Turkcell’den gelen hava durumu mesajları olması bağlıyor elini kolunu. Sadece Turkcell hava durumu servisi tarafından hatırlanıyorsun her gün. Tabii gayet sinir bozucu bir durum bu. Bugün ciddi ciddi düşündüm hatta “Turkcell hattıma kontör yüklemeyeyim de kapansın gitsin! Bu ne lan böyle!” diye. Mecal ve kahraman bulma olaylarını aynı ana denk getirmek lazım sonuç olarak ortaya bir şeyler koyabilmek için.

Gerçi, iyi ya da kötü, ortaya bir şeyler koyabilmenin de hissettirdiği güzel duygular var. Doğum günümde İrem’den gelen ve bugüne kadar aldığım en güzel hediye olduğuna inandığım şeyi görünce farkına vardım bunun. Tüm yazdığınız yazıların kitap haline getirilip size verilmesi, bu dünyada yaşanabilecek en hoş şeyler listesine çok rahat girer diye düşünüyorum. Böyle bildiğin kitap çünkü, sayfaları falan var ve sayfalarında sizin bir zamanlar yazdığınız kelimeler, cümleler basılı vaziyette. Kapağında fotoğrafınız falan var. Her akşam bu kitabı elime alıp “Bakalım bir zamanlar ne saçmalamışım” desem de yine de yüzümde “Ehehehe” diye ablak bir ifade oluyor. (Şimdi de kalkıp bir baktım kitaba, geri dönüp devam ediyorum şu an yazmaya, bu da böyle bir anımdır.)

Bir şeyler karalamak, insanı gerçekten çok rahatlatan bir aktivite aslında. Hele benim gibi çok fazla konuşamayan (Tamam, bazen konuşabiliyorum ama sonra kendime şaşıyorum “Ne kadar çok konuştum ben ya!” cümlesi eşliğinde) bir insansanız, kafanızdakileri aktarmak için çok güzel bir çözüm yolu oluyor yazı yazmak. Belki kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım asla söyleyemeyeceğim şeyleri, yazı yazarken bir taraflara sıkıştırıyorum, bazen açık açık, bazen üstü kapalı bir şekilde, bazen de bir şarkı sözüyle. He gerçi çoğu zaman anlaşılmıyor sanırım kime, neler söylendiği ama en azından ben söylemiş oluyorum işte ve bununla da mutlu olduğum zamanlar olabiliyor.

Tabii ki her yazdığım yazıda illa birilerine mesaj verme ya da olaylara tepkimi gösterme gibi amaçlarım yok. İnsan bazen kendi kendine söylemekten veya itiraf etmekten çekindiği şeyleri bile eline kağıt kalem alıp deftere geçirme cesareti bulabiliyor ilginç bir şekilde. Yani belki bu yazıyı yazdığım gecenin bu saatinde (02:24), kendi kendime karanlıkta otursam, “Ne bu böyle yalnız yalnız oturuyorum, ne telefonda konuşacağım biri var, ne bilgisayarda, evdeki herkes de uyuyor zaten off poof!” demek çok zor gelebilirdi ama elimde kağıt kalem varken, şu anda duyduğum tek canlı sesinin dışarıda havlayan bir köpekten geldiğini yazmak çok kolay geliyor. Yalnızlığı benimsemiş olmayı kağıda dökmek daha basit herhalde kendi kendine itiraf edebilmekten. Yazı yazarken yanlışlıkla yazdığın ve orada durmasını istemediğin bir kelimenin üzerini çok kolay bir şekilde karalayabiliyorsun mesela ve mükemmel bir sihir yapmışsın gibi bir daha görmüyorsun o kelimeyi. Belki kendi kendine konuşurken kelimelerin etkisinden kurtulmak bu kadar kolay olmayabiliyordur. Bundan dolayı kolay geliyor olabilir belki hissettiğin şeyi sadece düşünüp kalmak yerine bir de yazmak bir yerlere. Çünkü içinde kalmıyor, çıkıp gidiyor. Ya da bilmiyorum, çok fazla felsefik cümleler kurabilecek seviyede de değilim aslında. “Düşünüyorum, öyleyse varım abi” seviyesinde bile olabilirim sadece. Öyle bir geldi aklıma, içimde tutacağıma yazayım dedim.

“Cansu’nun dediği gibi yazı yazmıyorum ne zamandan beri, bari onu anlatayım, bu durum için bulduğum ve kendimi inandırdığım kendimce nedenlerim var, insan gibi açıklamaya çalışayım onları” düşüncesiyle geldiğim masanın başından, yazdığım diğer yazıların hepsinden uzun bir yazıyla kalkacağımı hiç düşünmemiştim aslında. Öyle bir geliyor işte arada, “Yazmasam olmaz” diyip sarılıyorum kağıda kaleme. Çok da uzun gibi oldu sanki, kısa gibi olanları bile dört beş kişi anca okurken, bunu büyük ihtimalle okuyan insan sayısı en iyimser tahminle iki falan olacak ama yazmış bulundum işte bir kere. Hayatım boyunca kullanmak istediğim ve hakkında atasözü mü yoksa deyim mi olduğu konusunda ciddi kararsızlıklar beslediğim “Atsan atılmaz, satsan satılmaz” sözünü bu yazı için kullanabilirim işte. Bak, mutlu oldum şimdi hayatımdaki en büyük amaçlarım listesindeki bir maddenin üzerini karalayabileceğim için. Şu mutluluğun keyfini biraz çıkardıktan sonra, bu yazıyı yazmaya başladığım sırada İrem’in bana sorduğu soruyu (Abi, isminin içinde D harfinin olması nasıl bir duygu? Genelde pek yok erkek isimlerinin içinde D harfi de merak ettim bu konu hakkında neler hissettiğini…) düşünüp onun hakkında da bir yazı yazarım belki bir gün. Ama kahramanımı beklerim yine de diğer yazılar için…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder