14 Ekim 2011 Cuma

İhtilali Ne Zaman Yapıyorum?

Telefonun alarmını duyup daha beynimi toparlayamadan masama doğru koşuyorum. Yıllardır yanı başıma koyardım telefonu yatmadan önce, birisi falan ararsa anında cevaplayayım, mesaj gelirse bekletmeden cevap vereyim ki insani ilişkilere ne kadar çok önem verdiğim anlaşılsın, böylece kendim hakkında çok da olumsuz bir imaj oluşturmayayım diye. Telefonum sessizdedir gerçi hep, o yüzden buradaki hemen cevap verme olayı, olur da gece uyanırsam, uyandığım gibi cevap veririm şeklinde anlaşılmalı. Yoksa her dakika arayan soran var, herkese yetişmeliyim, o yüzden telefonu hiç yanımdan ayırmamalıyım gibi bir durum söz konusu değil. Bir de telefonun alarm özelliğinin kullanılması var, kalkman gereken saatte seni uyandırsın diye, fakat o telefon, yastığımın yanında olunca daha neredeyse alarmı çalmadan erteleme tuşuna basmak gibi bir mekanizma geliştirmiştim. Sonra da alarmı kurduğun saatten en az 40-45 dakika sonra kalkıyorsun yataktan ve o hiç hoş olmuyor. Uykudan vazgeçtiğim için değil de artık her 5 dakikada bir dıttırıdıttırı diye alarmın çalması sinirlerimi bozuyordu. O yüzden “Telefonu odamdaki yatağımdan en uzak köşeye koyayım da alarm çalınca mecburen yataktan kalkarım, sonra da tekrar yatmamak için kendimi ikna yollarını ararım” diye düşünüp masamın üstünü bellemiştim telefonun yeri için.

Masama vardığım gibi telefonu susturuyorum. Bu sırada beyin de etraftaki olayların farkına varmaya başlıyor. Deli gibi bir rüzgarın estiğini fark ediyorum önce dışarıda, sanırım yine aynı delilik ölçüsünde yağmur da yağıyor. 5:30’da kalktığım için her yer zifiri karanlık ve uykudan yeni uyandığım için hala kısık olan gözlerimin bu özelliğinden faydalanarak sanki çok ciddi bir şekilde dışarıyı izliyormuş gibi gözükmek için pencereye doğru koşuyorum. Pencereyi açıp “Lan!” efektiyle kapatmam aynı anda oluyor yüzüme tonla yağmur damlası yiyince. Pencerenin arkasında, dışarıda ne gibi olaylar döndüğünü anlayabilmek için garip garip dururken başımın fena halde ağrıdığını fark ediyorum. Yani öyle böyle bir ağrı değil. Uyanıp birkaç saçma aktivite yaptıktan sonra ağrıyı anca fark edebilmem ilginç geliyor. “Hani bazen çok koyar bir şey ama biraz vakit geçtikten sonra fark ederiz acısını, galiba öyle oldu şu anda, sanırım bu durumu yaşıyorum” diye felsefik düşüncelere saplanıp hayatı sorgulamaya girişiyorum. “Boş boş şeyler düşüneceğime biraz olsun mantıklı davrandım lan ne güzel!” diye sevinip bu mutlulukla yeniden yatağa dönüyorum, masanın üzerinden telefonumu aldıktan sonra. Okula gidecek durumumun olmadığını fark etmem de yatağa başımı koyduğumda anladığım şey olma ünvanına kavuşuyor. Gözlerimi kapatıyorum.

Rüyamda bir çocuk var karşımda, bir şeyler anlatıyor bana. Dalgalı saçlarıyla tırmanıyor kucağıma. “Kimdi ya bu çocuk?” diye dakikalarca düşündükten sonra, bana artık, “Çocukken sen çok güzeldin” demelerine neden olan çocuk olduğunu anlıyorum karşımdakinin. Küçüklük halimin karşımda öylece oturması “Off daha bu kadarcık mıyım ben ya?” diye düşünmeme neden oluyor, korkuyla uyanıyorum. Hemen yastığımın yanındaki telefona sarılıp “Bitti mi ders?” yazıyorum. 10:50’de bitmesi gereken ders için 11:35’te mesaj atıyorum, “Bitti mi?” diye. Sanki iki saat değil de yıllarca geç kalmışım gibi bir psikoloji var üzerimde rüyanın getirdiği etkiyle ve dersin bitmediğini duyma gibi bir isteğim var, sanki bir şeyleri yakalayabilecekmişim gibi. “Süper başladım güne sanırsam. Hadi bakalım bu psikolojiden kurtulmak için nelerin peşinde koşmalıyım?” diye düşünüp kalkıyorum yataktan.

Başımın ağrısı sabahki kadar ağır olmasa da devam ediyor. Odamın penceresini açıyorum, yağmur durmuş ama rüzgar esiyor hala şiddetli bir şekilde. Çocukluğumdaki kahramanlardan biri geliyor aklıma, belki de rüyanın etkisinden kurtulamadığım için hala. Böyle rüzgarlı bir havada vedalaşmıştım onunla. Başıma ağrı saplanıyor birden. “Çay içme vaktim geldi” diye düşünüp mutfağa doğru ilerliyorum. Böyle canımın sıkıldığı anlarda alabildiğim en net karar bu zaten: Çay içeyim ben. Çaya inanılmaz sorumluluklar yüklediğim oluyor yani böyle. “Bir kupa çay içilecek ve her şey yoluna girecek.” Şifalı bitkiler kitabı bile hiç kimseye bu kadar umut veremez. Demliğe su koyup kaynamasını bekliyorum. Suyun ısınması sırasında demliği izleyip bütün proses hakkında fikir yürüterek günlük kimya ihtiyacımı karşılamak gibi bir amacım var. “Bugün kimya için ne yaptın?” diye soran olursa, gönül rahatlığıyla cevap verebilirim. Su kaynayınca içine çay atıyorum. Çayın demlenmesini de bekleme gibi bir fikir geliyor aklıma ama demliğin içine doğru yavaş yavaş çöken çay yapraklarına bakıp ilkokul düzeyinde felsefe yapmaktan korkuyorum. “Neyse, kupa seçimi yapayım, oradan bir felsefe yakalarım artık” diyip mutfak dolabının kapağını açıyorum. “Ee bu baş ağrısına bence bu anca yeter” kararıyla devasa Starbucks kupamı alıyorum, felsefem de şu oluyor: Abi gönlün zengin olacak işte, o zaman tat alırsın ki hayattan, ne o öyle bir yudum çay mı içilir!

Masama gidip Facebook’u açarak oradaki günlük işlerimi tamamlıyorum öncelikle. (Bejeweled Blitz’de coins toplamak ve kimler online diye bakmak için iki saniyeliğine online olup hemen offline olmak) Kahvaltı yapmamak gibi bir yaşam formu geliştirdiğim için “Acaba ne yesem?” diye bir derdim yok. Onun yerine “Hangi şarkıyı açsam da bütün gün onu dilime dolasam?” gibi bir soruya cevap arıyorum. Pain of Salvation’dan Eleven şanslı şarklı oluyor bugün için. “İleeeeeeevııııııınn” diyerek şarkıya eşlik ediyorum ama komşular hakkımda “Yazık lan kim bilir ne derdi var, nasıl içli söylüyor, yazıktır” şeklinde düşünmesin diye İngilizce’yi yeni yeni öğrenmeye çalışıyormuş gibi yapıp “Tıveeeelllfff” ve “Tööörrrttiiiinnn” diyerek devam ediyorum. Yaptığım manyaklığın farkına varıyorum bir süre sonra, içime kapanıyorum. Bir süre kapanık bir şekilde durduktan sonra biraz neşelenmek için masamın üzerinde duran ve yarısı okunmuş Uykusuz’a gidiyor elim. El dergiye uzanırken “Dur lan poster vermişti bu hafta Uykusuz, onu odama asayım da şekilli oda sahibi bir birey olayım, saten boya da bir yere kadar, azıcık renk gelsin odama, Feng Shui gibi takılayım biraz” diye düşünüyorum. Sandalye tepesine tırmanıp astığım poster yamuk duruyor duvarda. “Alt tarafı iki bant, bi zahmet onu düzgün yapıştır be bari bunu yap be” serzenişleriyle kendime tepki gösterip kendimi yollara vuruyorum. Temiz hava alarak üzerimdeki negatif enerjiyi dağıtmak ve böylece pozitif bir insan olarak etrafa güven veren, insanların yanındayken tüm dertlerini unuttuğu, hayat dolduğu bir insan olma gibi bir amacım var.

Gerçi bugüne kadar “Evet, Erdem’in yanına gidince tüm dertlerimi unuttum, bir mutlu oldum ki sorma gitsin, bence hep Erdem’in yanında olmalıyım” diyen biri oldu mu bilmiyorum. Bundan sonra da olur mu? Onu da bilmiyorum. Keşke olsa. “İşe yarıyorum galiba” diyerek mutlu olabilirdim mesela. Yolda bunları düşünüyorum yağmur hafif hafif çiselerken. Anlamsız bir huzur doluyor içime her şey yolundaymış gibi sanki. Yağmurun galiba gerçekten huzur verme gibi bir olayı var. Bazen sonsuz bir huzur oluyor işte böyle, bazen de “Lanet olası bu yalnızlık” diyebiliyor insan. Huzur dolduğun zamanlarda bazı şeyleri yapmak çok kolay oluyor. Genelde soğuk duran biri olmama rağmen garip garip gülebiliyorum durup dururken böyle anlarda. Durmadan konuşabiliyorum falan… Ama “Lanet olsun” dediğin anlar çok hoş zaman dilimleri olmuyor tabii ki. Kendi kendime yürümeye o kadar çok alışmışım ki arkamdan gelen birisi hızlanıp beni geçmeye karar verince aynı hizaya geldiğimizde “Noluyo ya!” diye tepkiler verdiğim oluyor. Sakin sakin yürürken yanımdan geçen arabanın yağmur sularını “foşş” efektiyle üstüme sıçratmasıyla da “Noluyo ya!” diye bir tepki verdim ve artık iyice ıslanınca artık bir arabaya atlamam gerektiğini düşündüm işe gitmek için. Minibüste yanıma oturan amca da her binene sevimlilikler yapmaya başlayınca bir kez daha “Noluyo ya!” dedim. Ne kadar mesut bir ortamda bulunuyordum. “Pozitif enerji yaymaya mı başladım ne!” diye düşünmeye başladım ve hafif hafif sırıttım.

Derse girdim işe gelince ve can, could falan öğretmeye çalıştım. “Hadi bakalım sen de can kullanıp bir cümle kur” dediğim öğrenci, duraksamadan “I can I can I can” demeye başlayınca onu o anda susturup “I can you can what can you do?” şarkısını söylemek istedim. Bu pozitif hal başıma dert açacak gibiydi. Sonuçta koskoca adamın “Heyoo i can you can oo lalala” falan diye bir şarkı söylemeye başlaması çok da hoş görüntüler oluşturmaz. Pozitiflik de bir yere kadar tabii. Zaten pozitif olmak bana çok da uyan bir şey de değil ki. “Niye bu kadar kasıyosun abicim pozitif olacaksın diye? Saçmalıyosun işte” diye düşünüp hemen negatif duygularımı öne çıkardım. Tabii öğrencinin de bana bu konuda inanılmaz yardımları dokundu sonradan. Türkçe’sini sorduğum her kelimeyi “Sürahi” olarak yanıtlaması hayattan iyice soğuttu beni. Şu yirmi dört yıllık hayatımda bugüne kadar “Sürahi” kelimesini toplamda bu kadar duymamışımdır. En sonunda “Sürahinin İngilizce’sini sorayım da ona da ‘Sürahi’ desin, o da rahatlasın, ben de rahatlayayım” diye düşündüm ve doğru cevabı alınca da dersi bitirdim.

İşten çıkınca “Arabaya binmek üzere durağa gidene kadar ne yapsam acaba?” diye düşündüm ve aklıma gelen en mantıklı hareket bugün telefonuma gelen mesajları ve benim onlara verdiğim cevapları sırayla okumak oldu. Bir gelenlere, bir gönderilenlere girerek inanılmaz bir döngü oluşturdum. Elimde telefonla, bir yandan mesajları okumaya, bir yandan da yağmurun yarattığı çamurla dolu yolda oraya buraya saplanıp düşmemeye çalışırken yanımda bir gölge hâsıl oldu ve bankamatik kartı olmadan hesaba para yatırıp yatıramadığımı sordu. Sorudaki ihtişamı duyunca kendimi çok önemli biri gibi zannettim ve “Yatırırım” dedim. Bankamatiğe doğru ilerlerken dünya üzerinde çok önemli bir platformda süper bir açılış yapacakmışım gibi gururlu bir şekilde yürümeyi ihmal etmedim. Bankamatiğin önünde elime bir kağıt sıkıştırıldı ve bütün bilgilerin burada olduğu söylendi. Tam olarak bu anda kendimi bir uyuşturucu kaçakçısı gibi hissettiğimi belirtmeliyim. Etrafı kolaçan ettikten sonra elimdeki kağıdı açtım ve üzerinde sadece HALKBANK yazdığını gördüm. “Abi bu ne ya? Banka adı yazıyo burda sadece nasıl yatacak o para?” dedim. Adam telefona sarılıp birisini aradı ve telefonu bana uzattı. Telefondaki genç, ben daha sesimi çıkarmadan kartın üzerindeki bütün bilgileri okumaya başladı. İki saniye daha bekleseydim Halkbank Müşteri Hizmetleri’ndeki bir görevli olup “Beyefendi annenizin kızlık soyadı nedir?” falan diye soracaktım. Kartın geçerlilik süresini de öğrenip bu dünya üzerinde artık hiçbir bilgiye ihtiyacım kalmadığını fark edince (Çünkü gerçekten öğrenmem gereken şeylerdi bunlar) “Siz şimdi bankayı arayın, hesap numarasını falan öğrenin, galiba bu işler öyle oluyo” diyerek telefonu amcaya geri verdim. Telefonu alan amca, diğer elindeki 100 lirayla birlikte bana el sallamayı unutmadı. Ben de el salladım. “Yazık lan!” dedim.

Eve geliyorum. Her şey bıraktığım gibi. Masamın bir köşesinde sabah rüyamda gördüğüm çocuğun fotoğrafı duruyor. Uykusuz hala yarım bırakılmış vaziyette. Açık bıraktığım pencereden hala sabahki gibi rüzgar esiyor. Telefonda gün içinde birkaç kez okuduğum mesajlar var sadece. Gözüm duvardaki yamuk asılmış postere takılıyor. Utançla indiriyorum kafamı. Gözlerim dün gece okumaya karar verdiğim ama elime aldığım gibi gözlerimin kapanmaya başlamasıyla okuyamadığım kitaba takılıyor. 1971 basımlı bir Aziz Nesin kitabı bu. İhtilali Nasıl Yaptık yazıyor kitabın kapağında. “Ben ne zaman yapacağım şu ihtilali? Galiba çok sıkıldım artık” diyorum kitabı elime alıp yatağıma doğru ilerlerken.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder