4 Ekim 2011 Salı

Vicdan Muhasebesi

En mükemmel adalet, vicdandır

-Victor Hugo

Abi, bak vicdanım rahatsız oldu şimdi!

-Erdem

Bir Sabah Vakti

Otobüste sessiz sedasız müziğimi dinlerken, yani kulağıma ulaşan müziği insan gibi dinleyip herhangi bir tempo tutma arayışı içersine girmeden, yanıma doğru yaklaşan bir amca görüyorum. Oturduğum koltuğun yanı başına gelince ağzını açıp bir şeyler diyor ve kulağımdaki müzikle senkronize bir halde davranıyormuş gibi bir hale bürünüyor. Solistin bu amca olduğuna inanmaya başlıyorum. “Amcadan imza mı istesem lan acaba?” diye düşünüp şımarık bir hal takınmışken, amca eliyle garip hareketler yapıp kulaklıkları kulağımdan çıkarmamı istiyor. Yani herhalde bunu demek istiyor, yoksa bana bakarak kulağını karıştıracak hali yok koskoca adamın. Kulaklıkları çıkarmamın üzerinden daha iki salise geçmeden amca sorusunu soruyor. Büyük ihtimalle deminden beri sormaya çalıştığı soru da bu olsa gerek: Akbilin var mı?

Önceden otobüsün şoförüne para veriyorduk, o da bize akbil uzatıyordu ve böyle sessiz sedasız ama karşılıklı memnuniyetin verdiği sevinçle gayet güzel bir şekilde ilerleyen bir ilişkimiz vardı, biliyorsunuz otobüs şoförleriyle. Bu seviyeli ilişkiyi bize çok gören başımızdaki büyük insanlar, yine hepimizin bildiği gibi, bu uygulamayı kaldırdılar ve otobüse bindiği halde akbili olmayan ya da akbili olan fakat boş bir akbili elinde tutan insanlar afedersiniz ama deli dana gibi otobüsün içinde bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlar akbil bulma umuduyla. Bu amca da bugün soluğu benim yanımda aldı ve işte yukarıdaki o soruyu yöneltti. Soruyu duyar duymaz harekete geçen beynim kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle düşünceleri sıralamaya başladı: Galiba sadece bir basımlık bir akbilim var. Şimdi bir iyilik yapıp bu akbili amcaya versem, otobüsten indikten sonra metrobüse binmek için ilerlerken akbilci bir insan bulmak için gözlerimi bir o yana bir bu yana çevirmem gerekecek. Daha önce bu evirip çevirme olayında kayda değer bir başarı sağlayamamış ve elimde boş bir akbille kalakalmıştım. Takdir ederim ki boş bir akbille de metrobüse binemem. Metrobüsün girişinde akbil doldurmak için garip bir zamazingo var ama hem sürekli kuyruk oluyor önünde hem de bu garip aleti kullanmaya çalışırken başarılı olamayıp elaleme rezil olma gibi bir ihtimalim var. Demek ki yine bir adet insana ihtiyacım var şunu doldurmak için. O insanı da bulabilmek için çok fazla yürümem gerekebilir ve bu yürüyüş uzarsa okula geç kalma gibi bir ihtimale sahip olurum. Daha ilk günden de okula geç kalırsam, bunu çok pis bir alışkanlık haline getirip bundan sonraki derslerime hep geç giderim. Geç gittikten sonra da bir şey anlayamam ki o dersten. Ee zaten bir şey anlamayacak olduktan sonra okula gitmenin ne anlamı var. O kadar saat yolculuk, o kadar yorgunluk. Onun yerine yatar uyurum ve sağlıklı bir vücuda sahip olurum. Tüm bu düşüncelerin sonunda amcaya dönüp ne cevap verdiğimi tahmin edebilirsiniz tabii ki. Fakat vicdan denen şey, amcayı ret cevabıyla gönderdikten sonra devreye girdi. Amca otobüsün içindeki her insana teker teker aynı soruyu sormaya başlayıp hepsinden olumsuz cevap aldıkça vicdanım beni çok pis bir şekilde yargılamaya başladı: “Neden vermedin akbilini? Adama yazık değil mi? Al işte, boşu boşuna atraksiyon dolu hareketler yapıyor hareket eden otobüsün içinde. Hep senin yüzünden” Artık bir noktadan sonra “Hepinizin akbili var ulan, versenize şu amcaya, yemin ederim kanser olacağım üzüntüden” diye bağırmaya başlayacaktım ki imdadıma başka bir amca yetişti. Zaten yaşlıların birbirlerinin hallerinden anlama gibi bir meziyetleri var. Bu meziyet sayesinde vicdanım da sessizliğe gömülmeye karar verdi.

Tam bu kararın verdiği memnuniyetin tadını çıkarıp, biraz olsun şu acımasız hayattan keyif almaya başladığım sırada akbilsiz amca geldi, yanıma oturdu. Eğer herhangi bir yolculuk sırasında yanınızda bir amca ya da teyze varsa çok çok büyük ihtimalle sizle iletişim kurmaya çalışacaktır. Tabii ki bu öngörümde yanılmadım ve sessizliğe daha fazla dayanamayan amca “plonk” gibi bir efekt vererek İETT’nin akbillerle ilgili almış olduğu bu kararı bana bakarak eleştirmeye başladı. O kadar acıklı konuşuyordu ki otobüsün şoförüne “İETT Genel Merkezi’ne kır direksiyonu, bu kararı alanları göster bana, hepsinin …” şeklinde bir tepki vermekten çekindim. Fakat tıpkı bir koyun gibi olduğum için yani herhangi bir muhalif yapım olmadığından amcanın her dediğine “He he” diyip kafa sallamakla yetindim, amcayı bu kadar üzenler için herhangi bir girişimde bulunmadım. Bu tepkisizliğimden dolayı da otobüsten indikten sonra bir süre kadar yine bir vicdan azabı çekmeye başladım. Fakat koskoca İETT’nin elbet bir bildiği olduğunu düşünüp, bu bildiklerine de benim aklımın yetmeyebileceğini sandığım için vicdanım kendi kendine sustu.

Akbilimi amcaya vermediğim için metrobüse zorluk çekmeden binebilecektim. Akbili dokundurdum ve merdivenlerden inmeye başladım. Son 2-3 merdivene doğru yaklaşırken önümdeki kadın “gümpss” efektiyle yere yuvarlandı. Kadının tam arkasında ben yer aldığım için sanki kadını ben ittirmişim de ondan dolayı yerde yatıyormuş gibi bir görüntü elde edildi. Bir de görebildiğim kadarıyla bileği garip bir şekil almış olan kadına yine “okula geç kalmama” bahanesiyle hiçbir yardım teklifi etmeden nerdeyse koşa koşa metrobüse doğru ilerlemem bende bir suçlu imajı oluşturmuş olabilir. Sanki kadını “eheheuhueue” efekti eşliğinde ittirmişim ve tıpkı bir arsız gibi olay yerinden uzaklaşıyormuşum gibi oldu. Gerçi olay mahallinde bulunan insanlar, kadının düştüğü sırada benim tabir-i caizse aval aval etrafa bakındığımı ve eğer dudak okuyabiliyorlarsa da “Şu hareket eden metrobüs Zincirlikuyu’ya kadar gidiyor mu lan?” dediğimin şahidi olabilirler. Fakat vicdanımı ikna edebilmek tabii ki bu insanları kendime inandırabilmekten daha zor olacaktı. “Düşen insana yardım edilir” diye başladı içimden bir ses. “Dana gibi arkana bakmadan gidiyorsun, ya kadın ölürse!” diye devam etti. “Tamam, kadının bileği şekilli bir şekilde duruyor olabilir ama ölmez değil mi o kadar şeyden?” diyerek bir korku dolu bir cümle kurdum, vicdan da bu arada uslanmak bilmiyordu. Fakat “Git bir bandaj falan bul, yardım et kadına” diyince “Eeh yok artık, okula geç kalırım” diyerek yine sığ bir insan profili çizdim. Vicdan sustu. Korktu mu benden ne yaptı, bilmiyorum.

Metrobüse binerken kendimden beklemediğim bir çeviklik gösterdim ve bu sayede boş bir yer bularak oturabildim. Suratımdaki “Ehehehe” ifadesiyle ablak ablak dışarı bakınırken, kolumda iki pıt pıt etkisi hissettim. Biraz tombulcana bir teyze, benim yan tarafa geçmemi emrediyor ve bu sayede yanındaki kendisine nispeten daha zayıfçıl bir teyze ile beraber yolculuk etmek istediğini belirtiyordu. Bu teklifi reddedeceğim en başından belliydi zaten ama şişman teyze isteğini belirtirken “Kalkığn hele ordağn” diye bir cümle kurmasaydı, kendime belki bir-iki saniye kadar düşünme süresi tanır ve öyle reddederdim. Ama keşke bu kararlı yapımı gözler önüne serebilecek bir cümle kurabilseydim teklifi kabul etmiyorken. Yani “Güneş geliyor bu taraftan, rahat edemezsiniz” demek ne demektir! Hemen söyleyeyim ne demek olduğunu: Ben gerizekalıyım ve binlerce derece sıcaklıkta yolculuk yapmak bana inanılmaz bir huzur veriyor. Ben bu cümleyi kurduktan sonra teyzenin verdiği tepki de şahaneydi yalnız: Kız Hatçe güneş geliyo kız bu tarafa, diğer taraftan birini kaldırak. Teyzeler planını kurdukları bu eylemi gerçekleştirmek için yeni kurbanlarını ararlarken, ben de önce taviz vermeyen yapımdan dolayı kendimi takdir ettim. Bazı zamanlarda koyun olmaktan çıkabildiğimi fakat koyun olmadığım anlarda da koyun zekasıyla cümle kurmamam gerektiğini kendime itiraf ettim. Tüm bu atraksiyonlu eylemler ve düşüncelerden sonra bir metrobüste bulunmanın izin verdiği ölçülerde keyfime bakacakken, az önce inanılmaz bir ikna yöntemiyle başımdan savuşturduğum teyzelerin, yerinden kaldırdığı insanı gördüm. Adam resmen otuz yıl yaşlanmış gibiydi; saçlar hafif beyazlamaya başlamış, avurtlar çökmüş, pespaye bir hal. Az önce metrobüste yer kapabilmek için cengaver olan delikanlı gitmiş, yerine adeta bir Adnan Şenses gelmişti. Koskoca adamın bir anda bu hale gelmesine de benim sebep olduğumu düşünen vicdanım, “Bak işte sen yer verseydin böyle olmayacaktı. Yazık günah değil mi lan adama hayan herif!” demeye başladı. Güne gittikleri her hallerinden belli olan iki teyze, yapacakları dedikoduya daha yolda başlamak istedikleri için vicdanım bana giydirmeye başlamıştı. İki koca kadın “Ayşegiller şöyle yapmış, Fatma’nın kaynanası çok cadalozmuş” diyecekler diye hakaretleri ben yiyordum. Sessiz kaldığımı gören vicdanım da artık zıvanadan çıkmış, hatta manyağa dönmüş ve “Yazık değil mi bu kadar insanlara bu öğle vaktinde koşturup duruyorlar işleri güçleri için! Ulan ayıp be! Hayat bu kadar mı zor be!” demeye başladı. Ben de “Cozutan bir vicdandan hemen kaçmak gerekir” diye bir felsefe uydurup, bu düşünce tarzını hemen hayata geçirdim. Vicdanım yalnızlığa terk edilmişti.

Akşam Eve Dönüş Yolunda

Durağa yaklaşan ve bir süre durakta durmasına rağmen kapılarını açmadan duraktan çıkan ve böylece bir tane bile yolcu almayan bir otobüs şoförünün arkasından yaşlı bir amca bağırdı: Ulan vicdansız! Herkes evine yetişmeye çalışıyor. Vicdansız bunların hepsi! Hepsi Vicdansız!

Amcanın yanına gidip, “Amca ne olur sen de başlama vicdan vicdan aaa!” demeyi düşündüm. Vicdanım el vermedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder