20 Ekim 2011 Perşembe

"Buck"

“Sahile gidiyoruz” cümlesini duyunca “Neeee! Sahil mi! Heyoo!” ünlemlerini içeren bir sevinç dalgası yayılıyor vücuduma. Zaten “Boğaz’a gitme, oralarda dolaşma” gibi bir hastalığım varken, bir de sıkıntıyla geçen, beklentileri karşılamayan ve üstüne üstlük iki saat süren bir dersin ardından gelen sahil fikri inanılmaz mutluluklar yaşatıyor bana. O anki sevinçle “Abi, siz arabayla gidin, zira ben koşarak size yetişebilecek kadar enerjiyle doldum bir anda ve bir çılgınlık yapmak istiyorum” deme noktasına geliyorum. Fakat dana gibi koşarak gitmek yerine daha insani tavırlarla arabaya biniyorum, “Hem muhabbet ederiz lan arabada, ne güzel işte, gençlik işte, kanımız kaynıyor” falan diye düşünerek.

Harun, Melih, Gül ve benden oluşan dört kişilik bir ekip var arabada. Müzikler, kahkahalar ve Ülker’in çıkardığı ürünlere koyduğu zorlama isimleri (İşte Haylayf, Çizi falan) ortaya çıkarmalar eşliğinde Boğaz kıyısında ilerliyoruz. Melih bir ara “80’ler 90’lar” falan diyerek bir radyo kanalı açınca, çalan müzik ile nostaljik dakikalar yaşamaya çalışsam da kulağıma gelen şarkı hakkında belirgin bir fikrim yok. Bu durumu 1987’de doğmuş olmama bağlıyor ve “Zaten aklım başıma gelene kadar 90’lar olmuştur abi o, ondan hatırlamıyorum” diyerek kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Hoppidik şarkılar çalan başka bir kanala geçince de günümüz müzik endüstrisinde şarkı sözlerine özen gösterilmediği ve insanların aklına ne gelirse yazıp bize şarkı diye kakaladığı konusunda fikir birliğine varıp, Ajdar’ı çeşitli yabancı şarkıcılarla aynı statüde değerlendiriyoruz. Ajdar yanımızda olsa, yıllardır peşinde koştuğu “Kendisini anlayan insanlar”ı bulduğu için mutluluktan bir portakala, efendime söyleyeyim bir kiviye bile şarkı yazıp, dansa başlayabilir.

Bebek Starbucks’ta takılmaya karar veriyoruz ve siparişlerimizi verip soğuğa falan aldırmadan açık alana geçiyoruz. Standart bir ayakkabı kutusu boyutunda olan ısıtıcılar o an ne olduysa, gözüme devasa ısıtıcı panelleri gibi gözüktüğü için üşümeyeceğime inancım tam. Fakat ilk üşüme dalgası Harun’un ciddi ciddi üzüldüğünü gösteren bir yüz ifadesiyle kurduğu cümle sonrasında geliyor: Abi senin bardağında niye “Süt” yazıyor? Herkesin bardağında ismi ya da en kötü ihtimalle içtiği şeyin baş harfi yazarken benim bardağıma “Süt” yazmayı uygun görmüşler. Etrafta oturan herkesin, benim adımın “Süt” olduğunu sanmaları gibi bir ihtimal söz konusu. Tabii ki buruluyorum biraz. “Abi nolur kalkıp gidelim buradan” deme boyutuna gelsem de espriler, komiklikler, şakalar sayesinde kendimi orada oturma konusunda çok güzel bir şekilde ikna ediyorum. Artık bir yerden sonra o kadar ikna olmuş duruma geliyorum ki “Ne var anam babam süt koymuş adımı! Ne var yani!” bile diyebilirim. Fakat Starbucks olunca ortam, biraz böyle nezihmişsin gibi davranman gerekiyor. Zaten muhabbet sırasında “Muhaha hohoho” falan diye güldükçe, Harun “Abi bizi atmazlar di mi buradan?” diye soruyor ve benim de “Atarlar abi bak şimdi” diyerek ayağa kalkıp “Benim adım Süüüütt!” diye bağırmam hepimizi iyice tedirgin edebilir.

Yalnız masada inanılmaz bir muhabbet ortamı yaratılmış durumda. Yani herhangi bir şeyden bahsederken, o konuyu birden kimyaya bağlamak, oradan da bu konu hakkında bir Umut Sarıkaya karikatürü anlatmak, sonrasında buna gülmek ve hemen başka bir konu ortaya çıkarıp aynı prosedürü izlemek gibi bir döngü oluşturulmuş. Herkes farklı bir şeyden bahsederken, ortaya ortak bir konu çıkarmak gibi inanılmaz işler peşindeyiz ve bunu da başarıyla sağlıyoruz. Mesela “0 Kelvin'de hayat duruyo olum, elektron böyle pıt diye düşüyo" derken, Melih birden “Starbucks, Deniz Yıldızı demekmiş, doğru mu?” diye soruyor ve elektrondan bir şekilde deniz yıldızına geçebiliyoruz. Evet, yapabiliyoruz bunu.

Ama artık hava iyice abartmış durumda ve titremeler baş göstermeye başlıyor. Harun artık kalkalım dedikçe, üçümüz “Yoo iyi böyle” diyorduk ama kalkma fikri yavaş yavaş beynimize yerleşiyor. Soğuk beyin fonksiyonlarını durdurma durumuna geldi ve içimizden biri (İsim vermek istemiyorum, o kendini biliyor)belki de çok fazla üşümenin verdiği etkiyle Melih’in “Starbucks deniz yıldızı demekmiş” cümlesine istinaden “Buck yıldız demek yani?” diye bir cümle kuruyor. Öyle böyle gülmüyoruz ama bu cümleden sonra. Yani insan olan böyle gülmez. “Gülmekten karnıma ağrı girdi” şeklindeki fizyolojik olayı tecrübe etmeye başlayınca susup, artık kalkıp gitmemiz gerektiğine karar veriyoruz. Zirvede bırakmalıyız artık.

Kalkıyoruz masadan. Gülerken ısınmıştım ama rüzgar yine göstermeye başlıyor etkisini arabaya doğru ilerlerken. Arabaya binerken önce telefona, sonra Boğaz’a son kez dönüp bakıyorum. Aklıma bir şarkı geliyor ve dökülüyor sözleri ağzımdan:

nothing melts in this cold

but russia on ice is burning a hole

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder