4 Ekim 2011 Salı

Kolonya

“Ehehe otobüs boş geldi” diye mutlu mutlu gözüme kestirdiğim yere oturunca, başka yer yokmuş gibi yanıma oturan ama abla mı yoksa teyze mi olduğunu pek kestiremediğim insan tarafından tüm yaşama sevincim emildi bu akşam. İnsanlar etrafa koku yaymak için parfüm, işte ne bileyim deodorant gibi şeyler kullanıyorlar bu devirde. Fakat tahmin edebildiğim kadarıyla yanımdaki insan henüz 1970’lerden günümüze ulaşabilmiş değil. Olsa olsa en iyi ihtimalle 1978’de yaşamakta. Günümüze ayak uydurabilseydi, kokusunu geçtim, artık atom altı parçacıkları görülebilecek seviyeye gelene kadar kolonya sürmezdi sanırım. Yani öyle bir kokuydu ki burnumun bu kokuyu duymasını geçtim, gözlerim görmeye başladı kadının etrafa yaydığı koku partiküllerini.

Patrick Süskind isimli Alman yazarın Koku isimli efsane romanını okuyunca (Hatta filmi de çekildi bu kitabın ama yok abi ya kitabı tam yansıtamamışlar, olmamış yani) bir koku hastalığı başlamıştı bende. Aklınıza gelebilecek her şeyin kokusunu duymaya çalıştığım bir devir vardı. Allah’tan daha ileri boyutlara ulaşmadan sonlandırabildim bu eylemi, yoksa şu yazdığım notu bile koklamaya çalışabilirdim herhalde “Word nasıl kokuyo lan acaba? Excel’den farklı mıdır ki?” diye sorarak kendime. Bir de bir zamanlar kimyager olacak olmanın ortaya çıkardığı düşüncelerle “Ee ben bunun kokusundan anlarım ki hangi madde olduğunu” diye, o zamanlar kendimi kimya dalında çok başarılı olacağıma inandıran ama şimdi düşününce aslında tırt bir iddia olarak düşündüğüm çok ilginç cümleler kuruyordum. Bu konudaki en üstün başarım da ikinci sınıftaki inorganik laboratuvarında duyduğum ve hakkında “Sülfür kokusu değil mi ya bu? Bence öyle, olsa olsa sülfürdür abi, ne olacak ki başka!”diye düşündüğüm koku ile olmuştur. Bu cümleyi kafamda kurup ama “Ulan sülfür yerine başka bir şeyin kokusu çıkar şimdi bu, ağzımı açıp bir şey demeyeyim millete, koku kariyerim yara almasın, doğruysa da kendi kendime sevinirim abi, zaten her şeyi kendi içimde yaşayan bir bireyim” diye bir karar aldığımdan sesimi çıkarmamış, bunları düşündükten yaklaşık üç dakika sonra yanımıza gelen asistanımız İlke’nin “Niye sülfür kokuyor ki burası?” cümlesiyle haklı bir gurur yaşamıştım. Bu olayın her yıldönümünde, iğrenç, pis bir yumurta gibi kokmasına rağmen, bir yerlerden bulur buluşturur, bir mol sülfür alıp, onu koklaya koklaya uyurum ve kendimce kutlama yaparım.

Beynimden bu düşünceler geçerken, burnum buram buram gelen kolonya kokusuyla hurda haline gelmiş durumda. “Koku alan hücrelerin bir zaman sonra yorulduğu ve bu sayede, kötü ve istenmeyen kokuların alınmadığı” bilgisinin neden bende işlemediği konusunda da derin düşüncelere dalıyorum. Tabii böyle bir durumda “Allah’ım işinde ne kadar başarılı koku almaçlarım var, bir saniye olsun sıkılmadan çalışıyorlar” şeklinde bir cümle kurmak çok akıllıca değil. Bunun yerine dua etmeyi düşünüyorum. Daha eve gelmeden otobüsten inme konusunda kendi kendimi razı etmem için ya da yanımdaki canlının bir an önce inmesi için dualarımla yardım istiyorum Allah’tan.

Fakat camdaki yansımama baktığımda ürkünç bir surat ifadesi takındığımı görüyorum. “Madem dua ediyorsun, biraz nurlu bir ifade takın, bu ne be böyle!” diye kendime kızıyorum. Kolonya batağına saplanmış bir kadın yüzünden yine kendime saydıracak bir şeyler bulabiliyorum. Artık bu saatten sonra, özgüven falan hak getire zaten. Evin önüne de geliyor otobüs bu sırada, bir türlü inmek bilmeyen kadından izin isteyip inmek için çaba gösterirken kolonyadaki alkolün yarattığı sarhoşluk ve ürkünç bir surata sahip olmanın yarattığı özgüven eksikliğiyle insanlıktan çıktığımı fark ediyorum ve eve atmak istiyorum kendimi. Bu travmaları atlatmaya ihtiyacım var ve bunun için, bir an önce odama kapanmak istediğimden asansöre biniyorum. Asansörde birlikte yukarı çıktığımız kız, yanındaki çocuğa “Kolonya kokuyor ya asansör!” diyor. “Ee o kadar kolonya elbet bulaşacaktı bir yerlerime” diyorum içimden.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder