4 Haziran 2011 Cumartesi

Son 24 Saat

Son yirmi dört saatte sadece sıfır dakika uyuyabildim. Sınav vardı, ders çalışmak lazımdı, karşımda yığılmış binlerce sayfa. Sayfadan sayfaya atladım, elimdeki yeşil Rotring’imle. Yeşil yanınca geçiyoruz karşıya. Yeşil bir adam beliriyor karşımda. Önce sakin sakin adımlar atıyor, sonra sanki bir şeyden kaçıyormuş gibi koşmaya başlıyor. Adımlarımı ona uyduruyorum. Kaçacak şey bulmak zaten çok kolay, aramama gerek yok. Kaçmak iyi geliyor bazen. Bazen de kırmızı ışıkta beklemek çok anlamsız geliyor. Nedenini sorgulamadım. Birçok şeyin nedenini sorgulamamak üzerine ihtisas yapmış gibi hissediyorum bazen kendimi. Sanki sorgulasam, düzeltilecek birçok şey bulabilirim diye düşünüyorum. Düşünüyorum zaten günlerdir. Metroda, otobüste, ders arasında illa ki düşünüyorum. Bir şeyleri birbirine bağlayıp çok güzel sonuçlar elde etmek istiyorum. Minimum şeylerden maksimum anlam çıkarmaya çalışıyorum. Bunu başarabilmek için de çok zorluyorum kendimi. Zorla güzellik olmaz diye bir atasözü vardı. Ne alaka bilemedim şimdi. Alakalı alakasız her şeyin kafama takılması çok can sıkıcı. Canım çok sıkılıyor. Can sıkıntısını geçirebilecek herhangi bir meşgale bulamıyorum. Bazen duyduğun bir ses bile tüm can sıkıntısı götürebilirken, o sesi duyamamak daha da çok sıkıyor canımı. Ses duyamadığım için sabit kalmalıydı bence can sıkıntısı. Yokluğun, bir şeylerin artmasına sebep olması bence hiç adil değil. Yokluk bile kendi başına bir şeyler yapabilirken, bu şekilde amaçsızca oturmak katlanılacak gibi değil. Oturmaktan sıkıldım zaten ama ayağa kalkıp odadan odaya geçmenin de bana getireceği salt bir yarar yok. Salonda ya da mutfakta bulunmak benim için sadece bulunduğum noktanın koordinatlarını değiştiriyor. Koordinat düzlemini ilk kez ortaokulda görmüştük. x noktası, y noktası falan filan. Bugüne kadar kaç tane x değeri bulduğuma bakınca problem çözmede usta biriymişim gibi bir izlenim oluşabilir belki. Ama bence alakası bile yok. Hayat x=2 kıvamına indirgenemedi hiçbir zaman. İkiyi değil ama yediyi çok sevdim ben. Bu yaşıma kadar neden yediyi bu kadar çok sevdiğimi düşündüm. Belki sadece 1987’nin sonuna bağlıydı bu sevgi. Eğer öyleyse kendimi hiç zorlamadan sevmiştim yediyi. “Aa 1987 doğumlu muyum? O zaman yediyi çok sevmeliyim” Umarım bilinçaltımda böyle saçma bir düzenek işlememiştir. “Düzenek” de ne garip geldi birden buraya yazınca kulağıma. Bomba düzeneği var mesela. Bir de “bomba yapmadınız mı hala ehe ehe” diye bir cümle var. Kimya okuduğumu bilen ve yaşları 40-50 arasında değişen insanların kurmaktan zevk aldığı bir cümle. Geleceğimi şekillendirecek olan ve bunun karşılığında saçlarımın bir kısmını beyazlatan bir bilim dalı kimya. İsteyerek gittiğim bir bölüm kimya. Belki isteyerek gittiğim için bu kadar zorluyor beni. Daha önceden yaşadığım için biliyorum bunu. Ne kadar çok istersen o kadar çok uğraşıyorsun bir şeylerle. Daha fazla istemek, kendinden daha fazla uzaklaştırmak demek sanki. Bir şeyi daha fazla isteyerek daha fazla uzaklara kaçırmak demektir belki hayat. O uzaklara kaçtıkça daha acımasız oluyoruz belki. Belki diyorum, çünkü emin değilim bundan. “İnsan büyüdükçe affetmemeyi öğrenir” diyordu Altay Öktem bir kitabında. Ama ben daha büyümedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder