3 Haziran 2011 Cuma

Hayat Bana Güzel(miş)!

Ne yaptığımı soruyor bana. Teker teker anlatıyorum. “Hayat sana güzel” diyor. “Kolaysa başına gelsin” kalıbı gibi kullanılan bir cümle bu. Anlattıklarımı düşünüp hayatın nasıl bana güzel olabileceğini düşünüyorum. Cevabım yok buna. “Boğaz’da yürümüyor musun sen şimdi?” diyor.

Evet, telefonda konuştuğum sırada Boğaz’da olduğum doğru ama az önce bir sürü dersten oluşan bir maratonu tamamladım ben. Startı sabahın köründe uyanarak verdim. (06:15) Zaten bir de geç yatmıştım. (02:47) Otobüste ayakta kaldım. İnmek için düğmeye bastım, fakat şoför kapıyı açmadı durağa gelince. “Kaptan, arka kapı” diye bağıracak kadar bile girişken olmadığım için bir sonraki durakta inip (bu sefer kapı açıldı) bir de geri yürüdüm o kadar yolu. Durağa doğru yürürken binmem gereken diğer otobüs gözlerimin önünden süzülerek geçti, fakat el kol kaldırarak otobüsü durdurmaya yeltenmedim. Zira böyle bir çaba içerisine girseydim ve otobüs durmasaydı kendimi çok dışlanmış hissederdim. “Benim sayemde para kazanacak bir otobüs şoförü bile beni istemiyorsa, kim beni ne yapsın!” diye düşünür, bu soruya da cevap bulamaz ve zaten içine kapanık olan ben, artık içine bile kapanamaz, böylece bir saksı bitkisinden farkı olmayan bir şeye dönüşürdüm. Trafik ışıklarının üzerine monte edilen ve insanlara “şimdi karşıya geçebilirsiniz” diyerek ya da “beş, dört, üç, iki, bir” diye sayarak yardımcı olmaya çalışan o garip alet kadar bile insanlığa faydam dokunamazdı.

Tüm bunları düşünüp, bu kadar büyük bir risk almanın çok da akıllıca olmadığını fark ettim ve durağa kadar geldim. Durağa vardıktan on dakika sonra otobüs geldi ve şu an bunları yazarken bile hala nasıl olduğunu anlayamadığım şekilde otobüsten inene kadar herhangi bir atraksiyon yaşamadım. (“Hayat sana güzel” cümlesi bu bölüm için söylendiyse, arkadaşıma hayattan beklentilerinin çok az olduğunu uygun bir dille anlatmam gerekiyor. İnsana sadece şehir içinde sorunsuz bir otobüs yolculuğu vaat eden bir hayat, kusura bakmayın da… Neyse…)

Otobüsten, yolculuk süresince başıma herhangi bir şeyin gelmemesinin verdiği şaşkınlık ve bu şaşkınlığın yüzüme yaymış olduğu anlamsız bir sırıtmayla indim. “Ehe ehe ho ho” efektleri eşliğinde Güney Kampüs’e doğru yol alırken yağmur başladı. Şemsiye, nefret ettiğim şeyler listesinde ilk sırada olduğu için (ikinci sırada anket defteri, üçüncü sırada maydanoz var) çantama koymak istememiştim. “Neyse ıslanmayı seviyorum” dedim kendi kendime. (Neden şemsiye kullanmadığımı soranlara “ıslanmayı seviyorum” şeklinde bir cevapla geliyorum) Güney’e inerken peşime talkına köpeği “hoşt” diyerek kibarca uyardım ama köpek “koş” demişim gibi anladı sanırım. Ben kaçtıkça, o hızlanıyordu; ben saklandıkça, o beni bulup çıkarıyordu. Bu şekilde herkese madara olarak Güney Meydan’a kadar indim. Köpeğe de en sonunda “Yürü git lan!” diye çemkirdim. Gitti.

Yağmurda ıslanan banklara oturup oturmama konusunda bir tereddüt yaşamış olsam da birkaç saniye sonra kendimi oturur pozisyonda buldum. Mustafa’yı aradım. Büyük ihtimalle uyuduğu için telefonu açmadı. Ben de arka arkaya üç çağrı bırakıp, dört tane de boş mesaj gönderdim kendisine. Çağrıları ve boş mesajları görünce, uyku sersemliğinin de etkisiyle önce biraz telaşlansın, fakat vurdumduymaz bir insan olduğu için telaşlanma gibi bir alışkanlığının olmadığını fark etsin ve boşuna telaşlandığı için de sinirlensin istedim. Biraz zaman geçince, “boşuna sinirlenmesin, dur ben durumu izah edeyim” diye düşündüm ve yapmış olduğum hareketlerden dolayı hissettiğim pişmanlığı anlatan bir mesaj göndermek istedim kendisine. Fakat yazacak bir şey bulamadığım için bir tane daha boş mesaj gönderdim.

Banklarda boş boş otururken yanıma gelip bir binanın yerini soran yabancı uyruklu bir ablayı yanlış binaya gönderdiğimi fark ettikten sonra, “abla geri dönüp bana bağırmasın” diye düşündüm ve Kuzey Kampüs’teki dersime gitmeye karar verdim. Gittiğim derste, dersi kendini kaybetmiş gibi anlatan ve kurduğu her cümlenin sonuna “basically” kelimesini ekleyen hocanın yüzünden, “madem bu kadar basic, bende bir problem var” diye düşündüğüm için migrenim tuttu. Dersten çıktıktan sonra “çay içiyim de migrenim geçsin” diye bir karar aldım ve aldığım çayı da kantinden çıkmaya çalışırken elime döktüm. Elimin yanmasının verdiği garip ruh haliyle tek ayağımın üzerinde sekerek ilerlemeye başladım ve büyük ihtimalle orada bulunan herkese bol bol malzeme verdim.

Sonra tüm gün boyunca yaşadıklarımı düşünüp “Eeh yeter ama” dedim ve biraz sakinleşmek için Boğaz’a indim. Arkadaşımı aradım. İlk seferinde duymadı. “Kuruçeşme’ye gelince ararım artık” diye düşündüm fakat Kuruçeşme’ye gidene kadar sabredemeyip Arnavutköy’de bir kez daha aradım. Bu kez açtı. “Nerdesin sen?” diye sordu, “Çok rüzgar var, anlamıyorum dediklerini” diye ekledi. “Boğaz’dayım” dedim. “Hayat sana güzel” dedi. “Yaa ama o şimdi öyle değil yani” dedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder