4 Haziran 2011 Cumartesi

Laboratuvar Dediğin Nedir Ki!

Geçen Salı günü itibariyle Boğaziçi Üniversitesi’nde CHEM 107 ile başlayan laboratuvar serüvenim CHEM 442 ile sonlanmış oldu. Yani artık önlük giyip, gözlük takarak elimizde deney tüpleriyle oradan oraya koşuşturmak ve deney bittikten sonra bir hafta boyunca “hadi bugün rapor yazayım, yok yaa ya da yarın yazarım” diye diye rapor yazmayı son güne bırakmak yok.

Lise eğitimimizde laboratuvara girip herhangi bir deney yapma gibi bir alışkanlığımız olmadığı için laboratuvar ortamıyla tanışmak üniversiteye kısmet oldu. CHEM 107 dersinin ilk laboratuvarına girdiğimizde ne yapacağımızı bilmez haldeydik tabii ki. Asistanları isimleriyle mi çağırmak yoksa onlara “hocam” mı demek gibi bir sorunsal vardı önümüzde ve isimleriyle çağırmaya karar verdik. Laboratuvardaki ilk deneyimizde bildiğimiz şeker, tuz falan çözmemiz gerekiyordu suyun içinde. Şekerin ve tuzun suda güzel güzel çözündüğünden emin olmamıza ve bunu üç yaşımızdan beri bilmemize rağmen yine de “dur lan bi çözelim bakalım, belki bi şeyi vardı, çözünmez falan, durduk yere başımıza iş almayalım” diyip tüm dikkatimizi bu işe vererek şeker ve tuz çözeltileri elde etmiş olduk ve bu prosesin sonunda “aa gerçekten çözündü lan” diyerek dünyanın belki de yüzyıllardır bilinen bu olayını doğrulamanın verdiği sonsuz gururu yaşadık. Acemiydik, elimize belki de ilk defa deney tüpü alıyorduk ve pasteur pipette nedir, ne değildir bilmiyorduk. Crucible hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu. CHEM 107 laboratuvarı en temel şeyleri yaptığımız ve bu işin alfabesini ve tricklerini öğrendiğimiz laboratuvar oldu denebilir.

Tabii zaman ilerledikçe elimiz alışmaya başladı deney yapmaya. Önceleri prosedürde 2 mililitre konulması yazan maddeyi, elimize pipette alıp 2 mililitre çizgisini geçmeden, bin bir güçlükle ayarlamaya çalışırken, bu miktar zamanla “bir pıtık” adını aldı. Pipette ele alınır ve ilk çekişte ne kadar madde gelirse, o maddenin miktarına bir pıtık adı verilir. Ya da 1.5693 gram alınması gereken madde önce o miktara zorla getirilmeye çalışıldı, sonra “aman 1.6 gram iyidir, dur lan hatta 2 gram oldu, koy koy hadi boşver” denip kolaya kaçıldı. Yüzlerce titrasyon yapıldı, önce “end pointi geçmeyelim de garip bir pembe elde etmeyelim” diyerek damla damla akıtılan asitler, bazlar, artık bir yerden sonra “aç abi büreti akar o kendi, boşver” cümleleriyle daha umarsız bir halde kullanılmaya başlandı.

Partnerimizle yaptığımız deneylerde elde ettiğimiz maddeleri karşılaştırırken de garip terminolojiler kullandık tabii ki. Koyu kahverengi olan bir solüsyon için “sade Nescafe” tanımını yaparken, açık kahverengi için “cappucino” demeyi uygun gördük. Bir organik laboratuvarında sabun yaptık ve elde ettiğimiz sabunun yeşil renkte olup kola gibi kokmasını isteyerek, bu haliyle dünya üzerinde satmak istesen, sıfır satış miktarına ulaşabilecek bir ürün elde ettik.

Laboratuvarlarla ilgili en büyük sıkıntımız tabii ki deneyin raporunu yazmaktı ve daha önce yazılmış ve nesilden nesile aktarılan raporlarla bu işin üstesinden gelmeye çalıştık. Tabii bilgisayarın başına oturup, kendi kendimize yazmak için de uğraştığımız bir sürü rapor oldu. Süper bir kopyacı damgası yemeyelim burada. Laboratuvar olayının en sıkıcı bölümü tabii ki rapor yazma işiydi, girdiğim seksen beş tane laboratuvardan sonra bunu çok net bir şekilde söyleyebilirim.

Bir sürü teknolojik alet kullandık, eteri elimize alıp “lan bayılır mıyız acaba?” dedik, deney tüplerini kırdık, önlüklerimizi deldik, birbirimizin üzerine asit fırlatmakla ilgili klasik ama çok saçma şakalar yaptık, sülfür kokusundan iğrendik, “bu raporda hesaplama nasıl yapılıyor yaa?” diye çemkirdik ama sonuna geldik laboratuvar sürecinin. Güzeldi be.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder