14 Ağustos 2011 Pazar

Saat Kaç?


Güne baş ağrısıyla başlamak kadar sinsi bir şey yok herhalde. Uyku gibi mükemmel bir aktiviteden sonra, insan arsız hale gelip daha da fazla güzellik bekliyor hayattan. Ama karşınıza saçma sapan bir ağrı çıkıyor. “Çok gülersen ağlarsın” şeklindeki garip mantığın bir türevi herhalde bu durum. “Güzelce uyursan başın ağrır” Yani en azından benim için böyle sanırım.

Sabah bir ara uyandığımda saatin artık 8:30 olduğunu zannetmiş ve artık işe gitmek için kalkmam gerektiği gibi genel geçer bir karar almıştım. Her sabah kalktığımda yaptığım gibi sanki çok sosyalmişim, yirmi dört saat boyunca durmadan beni arayıp soran oluyormuş gibi koşa koşa telefonuma gittim. Herhangi bir mesajın gelmemiş olması telefonun ekranındaki saati kolaylıkla görmemi sağladı. Ekranda gördüğüm 06:34 yazısı ilginç duygular uyandırdı bende. Bu saatin doğru olduğuna inanıp inanmama konusunda çok büyük kararsızlıklar yaşadım.

Eğer saat doğruysa önümde iki saat daha vardı uyumak için. Şu hayatta beni en çok mutlu eden şeylerden biri de bu işte: Gecenin bir vakti uyanıp daha sabaha birkaç saat olduğunu fark etmek ve önümdeki uykuyla geçireceğim saatleri hayal edip keyifli bir şekilde yeniden uykuya dalmak. Hatta bazı geceler bu olayı yaşadığımda “Heeeyt be daha önümde dört saat var uyumak için” diyip yataktan kalkarak odamın bir köşesinden diğer köşesine sevinçle zıplayarak gittiğim falan olabiliyor. Uyku sersemliği işte, ne yaptığını bilmiyorsun bazen. Ya da küçük şeylerle mutlu olma eşiğim çok düşük; bir yudum uyku bile beni mutluluktan öldürebiliyor.

Eğer saat yanlışsa, yani telefonun saati durma gibi ilginç bir olaya kalkışmışsa, yaşayacağım hayal kırıklığını onarabilmek için çok ciddi terapilere ihtiyaç duyabilirdim. İki saatlik bir uykunun hayalini kuruyorum ama ona kavuşamadan güne başlıyorum. Yıkılırdım! (Mutlu olma eşiğim falan çok düşük, tamam, ama üzülme eşiğim de yerlerde demek ki. “Alt sınırlarda yaşayan bir insanım” denebilir.)

Neyse, sonuç olarak önümdeki belirsizliği bir sonuca ulaştırmam gerekiyordu. “Ya herro ya merro” diyerek, sonra da “Ne dedim ben böyle lan” diyerek odamdan çıktım. Güneşin gökyüzündeki pozisyonuna bakarak günün hangi saatinde olduğunu anlama gibi meziyetlerim yok. “Doğa bize her şeyi sunuyor aslında ama kullanmasını bilmek lazım” gibi garip bir cümleyle bu durumdan bir çıkarım yapmaya çalıştım. Doğa ile aramdaki problemleri çözmem gerekiyordu, ilişkimizin yıpranmasını istemezdim. İşte böyle, ne o an, ne de daha sonrası için asla işime yaramayacak kararlar alırken, mutfaktaki saatin 06:40’ı gösterdiğini gördüm. “Şaka maka daha iki saat uyuyabilirim hobareeey” derken kendimi, bir anda balkonda güneşi seyrederken buldum. Kalbim, “Hayat ne güzel be! Güneş falan parlak böyle” derken; beynim, güneşin bulunduğu yerin koordinatlarını çıkarmaya çalışıyordu. Bütün apartman mışıl mışıl uyuyor, ben ise balkona çıkmış, “Bir daha bu saatlerde kalkarsam, güneş tam olarak şu karşıdaki evin çatısındaki çanak anteninin sağ tarafında duruyor, oradan anlarım saati” gibi çıkarımlar yapıyor, zağar gibi kendi kendime konuşuyordum.

Bir süre daha balkonda durup, apartmanın kapıcısı Hüseyin Abi, sitedeki güvenlik kulübesi ve 145T hat numaralı otobüsler hakkında düşündükten sonra yatağıma gittim. Yatağıma uzanınca az önce ona güvenmediğim için kalbinin kırılmış olduğunu düşündüğüm telefonumun yanına koştum. Sonuçta; o, yanlış yapmamıştı, bende bir güven problemi vardı. “İki saat daha uyuyacağımı öğrendim” dedim telefona ve “Sayende” diye ekledim. İki gün önce “Sayende” kelimesi sayesinde çok büyük potlar kırdığımı hatırladım sonra. Yine kendime kızdım, kendisine kırılmasına içerleyen vücut da iki saat sonra uyanınca baş ağrısıyla tepki verdi sanırım. “Senin bu tepkilerin beni öldürüyor vücut, bütün günüm rezil olacak” dedim. “Sayende” diye eklemeyi de unutmadım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder