14 Ağustos 2011 Pazar

Puzzle

Her gün aradım onu – ne yazık ki, başkaları gibi durmadan yeni şeylerle uğraşacak bir düzenim yok. Yani, demek istiyorum ki, bu kadını hiç olmazsa bir hafta filan aramayacak kadar küçük bir uğraşım olsaydı.
Oğuz Atay


“Aydınlıklar içindeyim hayatta, pırıl pırıl bir yer burası şu anda” diyor kulağındaki şarkı. Bugüne kadar dinlediği en ironik şarkı olduğunu düşünüyor şarkının sözlerini solistle beraber tekrar ederken.

Şarkının sözlerine eşlik edip kendini kandırmaya çalışıyor. Odasından gördüğü apartmanın çatısında buraya geldiği ilk günden beri durmaksızın yanan bir ışık var. Odadaki ışığı kapatınca sadece oradan bir aydınlık geliyor. Merak ediyor ne var orada diye. Merak ettiği bir sürü şey olduğunun farkına varıyor sonra. Sorgulasın dursun işi yoksa. Saçma sapan küçücük şeylerden çok büyük anlamlar çıkarmaya çalışsın. Yıllardır vazgeçemediği tek şey bu. Milyonlarca parçadan oluşan bir puzzle alsın eline ve tüm parçaları birleştirip şahane bir resim çıkaracağını düşünsün ortaya. Önce kenarlarını bulsun, çerçeveyi oluştursun. Sonra ortada koskocaman bir boşluk yaratsın. Boşluğu nasıl dolduracağını düşünsün. Her bir parçayı eline alıp bir yerlere uydurmaya çalışsın. “Bu olmadı” diyip atsın sonra o parçayı elinden. Doğru parçayı bulduğunu zannetsin. Bir süre bununla avunsun ama sonra, alakasız bir şey tuttuğunu fark etsin elinde. Birbirine uymayan şeyleri, aslında çok güzel uyuyorlarmış gibi göstermeye çalışsın ki, gerçeği fark ettiğinde hayal kırıklığı daha büyük olsun. Yanlış parçalarla bir şeyler yapmaya çalışsın ki ortaya abuk bir resim çıksın. Sonra baksın o resme ve desin ki: Ben böyle olacağını düşünmemiştim. En başta yaptığı hatanın farkına varmasın, bununla yetinmesin, hata üzerine hata yapsın ki gözlerini kapattığında karşısına hesap vermesi gereken bir sürü yanlış hareket çıksın. Böylece kimsenin konuşmadığı onla, kendi kendine konuşabilir uzun uzun. Bir sürü neden sonuç bulup, kendini olayları çözme konusunda çok yetenekli biri olduğuna inandırabilir. “Bak aslında öyle yapmasaydım, böyle olmazdı” diyip yaşadığı her saçma şeyden ders çıkardığına inandırsın kendini, belki bir gün yarar o dersler ona. Aldığı dersleri bir gün mutlaka kullanacağını düşünsün ama o dersleri kullanması gereken yerlerde üç yaşındaki bir çocuk gibi davransın. İş işten geçince de “Ben böyle olacağını biliyordum aslında” diye düşünüp, kendini, insanları tanıma konusunda iyi yetiştirdiğine inanarak avutabilir. Bu avuntu da yaptığı veya yapmayı düşündüğü birçok şey gibi boş olacak nasılsa. Ama boşluğa o kadar çok alıştı ki bu durum koymayacak ona. Hiç farkına varamadığı ama aslında her geçen gün daha da içine gömüldüğü boşluğun, hayatının her evresinde karşına şımarıkça çıkmasını engelleme konusunda hiçbir şey yapmadığı için, kendini kolayca teslim edebiliyor ona artık. Ve bu durum ona o kadar normal geliyor ki hayatında bir boşluk hissetmediği zaman kendini kaybolmuş gibi hissediyor. Boşlukta kaybolmak daha kolay aslında ama bunun farkına varması gereken zaman çoktan geçti. “Keşke” ile başlayan bir cümle kuracak yine değil mi? “Keşke zamanında farkına varsaydım yaa” ya da “Keşke öyle yapmasaydım, öyle demeseydim” falan diyecek. Bilmiyor mu sanki bu “keşke”ler boşluğa gidecek yine! “Puzzle”ın ortasındaki boşluğu daha da genişletecek hatta “keşke”. Yine kenara koyması gereken ve doğru yerleştirdiğine inandığı parçalarla avunacak.

Sonra eli yine telefona uzanacak, arasa da ulaşamayacağını bildiği numarayı izleyecek dakikalar boyunca telefonun ekranında. Telefonun ışığı sönecek çok beklemekten. Karanlık çökecek odasına. O, kendini aydınlıklar içinde olduğuna inandırıp şarkı söyleyecek, bir sürü parça hala önünde serili olacak ama… Puzzle hala bekleyecek onu. O da onu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder